İKİNCİ ŞİŞE

5.5K 213 0
                                    

Bana bütün kıyıların sülalesini, geçmişini, jeolojik serpintili masallarını, açlık ve iktidarsızlık taşıyan rüzgârlarını, kıyılardan şavkıyan şenlik ve düğün ateşlerini, bitmek tükenmez korsan efsaneleriyle birlikte boşalan rom şişelerini, yıkılan medeniyetlerin köşeleri eprimiş gölgesini, yaslandığım küpeştenin tarihini, yelkenlerin milimetrik hareketlerini anlatmayı bırak… desem de Ali Baba susmuyor. Koca bir denizin ortasında kaybettiği haramilerine ve masalına ağıt yakar gibi sürekli konuşuyor.  Ben ki son haramiyim, üstümde otuz dokuz kişinin ve bir masalın yükü duruyor. Bir iken iki oluyorum, yetmiyor, iki iken beş, beş iken yirmi, yetmiyor… Rakamlar büyüdükçe ben eziliyor, ufalıyor, ufalanıyorum. Kimse bir masalı, sadece rakamdan ibaret olan haramilerin ağzından yazmıyor.

Ali Baba, haramilerin yarısını Jan mağarada hapşırınca kaybetti. Yüzyıllık mağaranın duvarları, olur a, bu hapşırmayı bekler gibi inceldi, güçsüzleşti; güvertede yuvarlanan boş bir şişe gibi sağa sola çarparak dökülmeye başladı. Haramilerin on ikisi enkaz altında kaldı, üçü ölenlerin ardından topluluğu terk etti –ki bunlardan ikisinin, ölenlerden bazılarıyla gönül ve gövde ilişkisi olduğu söylentisi yayıldı. Ali Baba kalan haramileri bir gemi almak için köle tüccarına sattı. O zamana kadar bir masalda tutsak yaşayan haramiler, gerçek dünyada nasıl köle kalabileceklerini bilemiyorlardı. Ayağı aksak son harami – ki Jan değil-, Baba tarafından azat edildi. Masalsız ve “yetim” kalan bu harami, bir süre ne yapacağını bilmez halde limanda dolaştı ve kendini bir ağaca asarken gemi çoktan denize açılmıştı. Çok bilinen bir masal, işte böyle hiç bilinmeyen bir şekilde son buldu.

Ali Baba denizde geçen günler geceler boyunca sadece içti. Jan ise gizlice içti ve denize kustu her defasında. Deniz, roma dönüşmüştü; rom da denizden alınıp içilmiş gibiydi zaten. Diğer korsanlar sapasağlam ayaktaydı. Ali Baba, masalının arkasından hiç bilmediği dillerde ağıtlar yaktı, şiirler okudu, şarkılar söyledi. Jan da o sırada kaptanın seyir defteriyle iştigal olmaya başlamıştı. El yazısı kötü olan kaptan, ne idüğü belirsiz bu haramiyi, seyir defterini yazdırmakta kullandı. Jan’ın hikâyeciliği buradan gelir. 

Aslıda bu hikâye yedi cürmü, yedi cezası ve herkesin gecesinden çalınmış uykusuz anların yamanmasıyla yazılıyordu. Jan, işte bu uykusuz zamanların birinde, masala çok da uzak olmayan ama şimdi, şu an bu geminin rotasının yedi rüzgâr ötesinden geçtiği bir yerdeyken, elinde bir ayrılık sebebiyle eline geçmiş kalemin ucunu tahta masaya sürtüp kırarken aklından bir hikâye geçiriyordu. Sonra birden nasıl olduysa tuttuğu kalem başka bir şeye dönüşmüş gibi masayı, evin güçsüz duvarlarını, bahçedeki incir ağacının dallarını, gökteki başıboş bulutları ve nerdeyse bir toplu iğne başı gibi gözüken yıldızları da zangırdatarak elinden düşmüştü. 

Böyle bir düşüşü geminin sallantısıyla hatırlamaya başladı Jan. Buraya, gemiye ve daha öncesinde mağaraya, işin tuhafı, onca altın sandığının arasındaki tek şarap fıçısına düşmek, bir masala düşmüş olmak başka bir hikâyeden… Bunlardı kafasının içinde yanıp sönen. Kısacık yanma süresinin verdiği aydınlık, sonrasında düştüğü karanlığı gıdıklamıyordu bile. Jan’ın, belki de nereden geldiğini, nasıl geldiğini çözmek için önceye dair en somut hatıra olan kaleme meyletmesi, kaptanın seyir defterini tutmaya gönüllü olmasına kadar gitmişti. Kaptandan gizli olarak aynı anda ikinci bir defteri de dolduruyordu kendi hikayesi için.

Dalgalar günler boyunca durmadan o denizi kepçe kepçe bir tarafa boşaltıyor, yerini görünmez ellerce doldurulan yeni boşluklara ve sulara bırakıyordu. Bazen durgun bir hal alsa da dört taraftaki aynılık ve mavilik, bir terzinin elinde bir ucundan tutulup dalgalandırılan bir kumaşı andırıyordu. Kumaş, bir uyuyor bir uyanıyordu. Uyandığında bazen uyumak bilmiyordu, içinde tarihin ve kim bilir nerede akıtılmış kanların çok zaman önce söylenip şimdi unutulmuş lanetleriyle hep aynı şarkıyı mırıldanıyordu farklı tonlarda. 

Jan’ın, sonsuzluğun nasıl korkunç bir şey olduğunu düşünmeye başlaması bu zamanlara denk gelir. Sonsuzluk, dikiş yerleri görülmeyen bir kumaş gibi. Aslında sonu vardır da kumaşın o karmaşası içinde bir ucunu bulup tekrar aynı noktaya geldiğimizin bile farkında değilizdir. İlk dokunmamızda bir işaret bırakmadığımız için ikinci kez dokunduğumuzda onun bir önceki olduğunu, daha önceki olduğunu, illaki bir zaman önce keşfedilmiş olduğunu fark etmeyiz. O yüzden bu her tarafı aynı olan kumaşın içinde kayboldukça bir sonsuzluk duygusuna varırız. Gözden kaçırılan sonların ördüğü bir sonsuzluk.

Mevsimler sonra karaya çıktılar. Dünyanın adsız ve adı varsa da önemsiz bir kıyısındaydılar. Masal ve deniz geride kalmıştı. Jan koltuk altında kendi defterini taşıyordu. Ali Baba ise ilk kez ayıktı, gün boyunca sadece iki şişe rom içmişti. Diğer gemiciler sevinç çığlıkları atarak limandaki meyhanelere ve genelevlere koşarken ikisi en sessiz meyhaneye gittiler. Jan o sırada bu hengâme içinde buranın nasıl olup da böyle boş olduğuna şaşıyordu. O sırada Ali Baba yere düşen altın meteliği yakalamaya çalışıyordu – oysa metelik çoktan tahta zeminde teslim olmuş halde yatıyordu. Bardaki kız, ikisi geçerken raftaki rom şişesine uzanmak için arkasını döndü. Bu hareketi yüzünden ikisini de görememişti. Yoksa bu karşılaşma, dünya denizcilik tarihinde daha erken yazılacaktı. 

Jan o sırada bardaki kızın savrulan kısa saçlarını gördü. Saçların açılmasıyla birlikte açılan enseyi ve çıplak omuzları da görecekti ki Ali Baba, denizler boyu içtiği romu geçtikleri deniz metreküpü kadar meyhanenin zeminine boşalttı. Jan, kan görmeye dayanamazdı, ama bu kan değildi, olsundu, Jan yine de dayanamadı, yığılıp kaldı. 

Barmen kız öğürtü ve böğürtü ve gürültüye çevirdi başını. O anda elindeki rom şişesi –ki doluydu, deniz takviminde iki gece değerindeydi- elinden fırlayıp yere düşmekte olan Jan’ın kafasına isabet etti. Hani barmen kız, bile isteye atsa bu kadar denk getiremezdi. Jan yalandan düşerken kafasına gelen bu şişeyle gerçekten d ü ş t ü. 

Rom şişesinin fırlayan tıpası duvara savrulurken şişe tıngır mıngır Ali Baba’nın yerdeki yüzüne doğru yuvarlandı. Ali Baba zorlukla gözlerini açıp şişeye bakıyordu: 

---Kara görünmedi mi?

Jan, onun sözlerini işittiği sırada sonsuzluğun neresine düştüklerini soruyordu kendine.

Kırkıncı HaramiWhere stories live. Discover now