(7) Akademiye Doğru Yolculuk.

Start from the beginning
                                    

"Sende kabul edip giydin mi? Hem de boyut değiştirmeden hemen önce?"

"Kusura bakma, Elzem ya keşke bizi buraya getireceğini önceden söyleseydin de bizde ona göre hazırlansaydık." İğneleyici bir ifadeyle konuşup manidar gözlerle bana bakmaya başladı. "Ayrıca bir söz verdiysem o sözü tutmak için etek bile giyerim. Ben senin gibi değilim." Sözlere karşı olan bu hassasiyeti bana her defasında Sıraç abimi hatırlatıyordu.

Her ikisi sözler konusunda şakayı asla kabul etmedikleri için verdikleri her sözü ne pahasına olursa olsun tutarlardı. Neyse ki ben bu konuda Yavuz abime çekmişim. Biz genelde bizi zorlayacak sözlerden itinayla kaçar ve çoğu zaman tutmazdık. "Arada benim de tuttuğum sözler oluyor," dediğimde üçü aynı anda gülmeye başladı.

"Hadi ama o kadar umutsuz bir durumda değilim."

Itır soğuk kolunu omuzuma yaslayarak benimle uğraşmaya başladı. "Şu zamana verdiğin hiçbir sözü tuttuğunu görmedim."

Mara onu tasdikledi. "Siz genelde bir söz verince tutmak için değil, o sözü bozmak için çok uğraşırsınız."

Doğa başını sallayarak ikisini onayladı. "Elzem sen verdiğin sözleri tutmazsın."

"Tamam!" Bıkkınlıkla soludum. "Anladım susun artık."

Tekrar yürümeye başladığımızda bir süre sonra Doğa zangır zangır titreyerek, "El-Elzem," dedi soğuktan kekeleyerek. "Ne kadar kaldı?" Tıpkı benim gibi elleriyle çıplak kollarını ovuştururken konuşmaya bile gücü yoktu.

"Pusula kasabayı gösteriyor. Önce kasabaya yetişelim sonra bizi akademiye götürecek bir taksi buluruz." Boynumdaki pusulanın kapağı açık olduğu için bizi akademiye götürecek tek rehberimiz oydu. Şu ana kadar gösterdiği tüm yönler kasabaya doğru gittiğimizi işaret ediyordu.

"Taksi mi?" Mara kahkaha atarak eliyle yürüdüğümüz yönü gösterdi. "Gerçekten bu çağdışı yerde bir taksi bulacağımızı mı düşünüyorsunuz? Dün sokaklarda taksi görmek şöyle dursun, bir tane sokak lambası bile görmedim. Ah pardon! Direklere asılı o kandiller aslında lamba oluyordu, değil mi? Uyanın artık burada elektrik bile yokken ne taksisi?" Bu küçük ayrıntıyı unutmuştum ama bir ulaşım araçları olmalıydı, değil mi?

"Belki de o kadar da çağdışı değildir." İyimser düşünmeye çalışıyordum. "Neden şikâyet etmek yerine bana biraz yardımcı olmuyorsunuz?" Açlık ve soğuk hava onları gittikçe daha çekilmez biri yapıyordu. Geldiğimizden beri üçünün annesiymişim gibi her konuda sızlanıp beni zorluyorlardı.

Onları kontrol etmem gittikçe güçleşiyordu. Üzerimdeki kıyafetler hepsinden daha açık ve inceydi. Onlardan daha çok üşüyordum. Dahası en son yediğim şey Itır konağı basmadan hemen önce bir kaşık revaniydi. Neredeyse üç gündür tek bir lokma yememişken hiçbiri onlar için zor ayakta durduğumu fark etmiyordu.

Ben ağır yara alsam bile bunu karşımdakilere hiç belli etmez, hep güçlü durmaya çalışırdım. Ancak içten içe yakın olduğum insanların da acımı görmesini isterdim. Bugüne kadar rolümü çok iyi oynamış olmalıyım ki etrafımdaki herkes beni yenilmez sanıyordu. Oysaki benim onlar gibi şikâyet etmeye bile hakkım yoktu.

Nihayet ormandan çıkıp kasabaya girdiğimizde attığımız her adımla gördüğümüz şeyler bizi dehşete düşürmeye başladı. Dün gece buraya geldiğimde karanlıkta bu kadar çağdışı olduğunu fark etmemiştim. "Haklısınız, Elzem Hanım o kadar da çağdışı değilmiş!" Mara'nın öfkeli sesi bile gördüklerimin şokundan beni çıkaramıyordu. Bütün bunlar gerçekten yaşanıyor mu?

Zamandan ne kadar geriye gelmiş olabiliriz ki?

Yüz yıl?

İki yüz yıl?

MEDUSANIN ÖLÜ KUMLARI (Kitap Oluyor)Where stories live. Discover now