Kısık çıkan sesime rağmen beni duymuş olmalı ki "Asteria." diye cevap verdi. "Denizin içindeki kale."

Ayaklarım yeniden yerle temas ettiğinde adama baktım. Kahverengi gözlerini benden ayırmıyor, tepkilerimi inceliyordu. Neden buradaydım? Yasal olarak burada olmamam gerekiyordu. "Ne kadar süredir baygınım?"

Düşünürcesine gözlerini tavana dikti. "Tahminimce iki gün."

Yalnızca birkaç saat olduğunu düşünmüştüm ama bu adam iki gündür baygın olduğumu söylüyordu. Omuzlarım umutsuzlukla düştü. İki gündür baygındım ve babam hâlâ beni bulamamıştı. Gerçi burayı bulmalarının çok zor olabileceğini de tahmin edebiliyordum. Karaya yakın olduğumuzu anlayabilsem de hangi kesimde olduğumuzu anlamama imkan yoktu.

Bakışlarım adamın, çenesini saran sakallarında ve çıkık elmacık kemiklerinde dolaştı. Burada ne kadar süredir kaldığını merak ettim, fazlasıyla zayıf görünüyordu. Doğru düzgün yemek verilmiyor olmalıydı, çokça kilo kaybettiği üzerine bol gelen gömlekten anlaşılıyordu. "Sen kimsin?"

"Keith." Kısık çıkan sesini düzeltmek için boğazını temizledi. Uzun zamandır ismini söylememiş gibi yüzündeki ifadede sisli bir özlem belirmişti. "Adım Keith."

Parmaklıklara ilerleyip dışarıyı görmeye çalıştım. Taş duvarlar ve karşımızda görünen belli aralıklarla konumlanmış parmaklıklardan başka bir şey yoktu. Meşaleler sayesinde koridor ve bölmeler aydınlanıyordu. Elektriği hissedemiyordum. Gücüm sanki bedenimi terk etmişti. Bu, boşlukta engellenemez bir şekilde süzülmekle eş değerdi.

Denizin içindeki kale denilen bu yerde elektrik kullanmadıklarını kabullenerek yere, Keith'in karşısına oturdum ve sırtımı duvara yasladım. "Burada olmamızın sebebi nedir? En son üstüme bir cinayetin yıkıldığını hatırlıyorum."

Gözlerinde, yaşlı bir adamın bakışlarına yerleşen o bilindik yorgunluk ifadesi vardı ama benden birkaç yaş büyük olduğunu düşünüyordum. Üstündeki yırtık, bol kıyafetler uzun zamandır burada olduğunu hatırlatmak istercesine bir kez daha dikkatimi çekti. "Şüphe çekmemesi için seni tutukluyormuş gibi gösterdiler. Böylece kimse seni aramayacak, kaçırıldığını düşünmeyecek."

"Bekle. Kaçırılmak mı?" Flair'ı kurtardığım gün ben mi kaçırılmıştım? Ağlar gibi bir yüz ifadesiyle başımı dizlerime gömdüm. Beni o arabaya bindirmelerine izin verdiğim için pişman olduğum an, tam olarak burasıydı.

"Hey. Ağlamana gerek yok ufaklık. Herkes ilk geldiğinde senin kadar korktu." dediğinde korktuğumu sandığı için başımı gömdüğüm dizlerimden kaldırıp ona baktım.

Korkmak mı? Hiç bu kadar yanlış anlaşılmamıştım. Bu hissettiğim duygunun adı korku değil, öfkeydi. Kendime öfkeliydim en başta, suçluluk duygusunun esiri olmuş beni buraya getirmelerini engellemek adına hiçbir girişimde bulunmamıştım. Direnmemiştim. Beni buraya kapatan kişilere olan öfkem ise, kendime olan öfkemden bir tık daha azdı. Fakat öfke ateş gibiydi, en ufak bir alev büyüyebilir ve yıkımı da beraberinde getirebilirdi.

Yıkım yoluna girmeye can atan öfkemle ayağa kalktım. Öfkem ruhumda bir ayaklanma başlatmış, diğer tüm duygularımı ezip geçmişti. "Korkmuyorum!" diye bağırdım parmaklığa bir tekme sallayarak. "Beni kaçırmaları kendimi kötü hissettirdi yalnızca.  Ben güçlüyüm, öylece kaçıramazlar!"

"Sakin ol ufaklık. Buradaki herkes gücü olduğu için alındı." dediğinde öfkem bir balon gibi söndü ve yerini şaşkınlığa bıraktı. Benim bahsettiğim güçten farklı bir anlamda kullanmıştı bu kelimeyi. Ben Koruyucu olmamdan bahsetmiştim.

Avery: Koruyucu Where stories live. Discover now