-DÖRDÜNCÜ KİTAP-

En başından başla
                                    

Bu delikanlılar dostlukları sayesinde aralarında âdeta bir aile bağı kurmuşlardı. Laigle hariç, hepsi Güneyliydiler.

Dikkate değer bir topluluktu bu. Ardımızda bıraktığımız dibi görünmez derinlikler içinde kaybolup gitti. Bu dramın şu ulaştığımız noktasında, okuyucu bu genç kafaları trajik bir maceranın karanlıklarına gömülürken görmeden önce, onların üzerine bir ışık huzmesi tutmak faydasız olmayacaktır belki.

Adını en başta saydığımız -bunun nedeni ileride anlaşılacaktır- Enjolras zengin bir ailenin tek çocuğuydu.

Gerektiğinde pek korkunç olabilen, sevimli bir delikanlıydı Enjolras. Vahşi bir Antinous'tu. Bakışlarının düşünceli parıltısını görenler, onun sanki daha önceki hayatında devrimin kıyametinden geçmiş olduğunu sanırdı. Devrim tarihinin canlı bir tanığı gibiydi. O büyük şeyi en küçük ayrıntısına kadar biliyordu. Bir delikanlı için garip sayılacak şekilde hem rahip hem savaşçı yaratılışlıydı. Hem ruhani reis hem militandı; hemen o an için demokrasi askeri; çağdaş hareketin üstünde idealin rahibiydi.Derin bakışlı gözleri, biraz kızarık göz kapakları, kolayca hor görür bir ifadeye bürünen kalın alt dudağı, yüksek bir alnı vardı. Bir yüzde geniş alın, bir ufukta geniş gökyüzü gibidir. Bu yüzyılın başlangıcıyla geçen yüzyılın sonunda erkenden üne kavuşmuş bazı gençler gibi aşırı bir gençliğe sahipti; solgun saatleri de olmasına rağmen genç kız tazeliğinde bir gençlikti bu. Artık erkekleşmiş olduğu halde, çocuğa benziyordu hâlâ. Yirmi iki yaşındaydı ama on yedisinde gösteriyordu. Ciddi ve ağırbaşlıydı, yeryüzünde kadın diye bir yaratık olduğundan habersiz görünüyordu. Tek bir ihtirası vardı: hak. Tek bir düşüncesi vardı: engeli devirmek. Aventin Dağı'nda bir Gracchus olurdu; Konvansiyon devrinde bir Saint-Just... Güllere şöyle bir bakıyor, baharı bilmiyor, kuşların ötüşünü duymuyordu; Evadne'nin çıplak gerdanı, onu Aristogiton'dan fazla heyecanlandırmazdı; Harmodius için olduğu gibi, onun için de çiçekler ancak kılıcı gizlemeye yarardı. Sevinçlerinde sert ve ciddiydi. Cumhuriyet olmayan her şeyin önünde gözlerini utançla yere indirirdi. Özgürlüğün mermerden heykeline âşıktı. Sözleri haşin bir kaynaktan esinlenir, bir ilahi gibi ürpertiler yaratırdı. Hiç beklenmedik kanat açışları vardı. Onun yanına yaklaşmak tehlikesini göze alan gönül macerasının vay haline! Cambrai Meydanı'nın ya da Saint-Jean-de-Beauvais Sokağı'nın hafifmeşrep işçi kızlarından biri bu kolej kaçkını yüzü, bu genç saraylı hal ve tavrını, bu sarı uzun kirpikleri, mavi gözleri, rüzgârda uçuşan bu saçları, bu pembe yanakları, taze dudakları, nefis dişleri görüp de bu doğan güne karşı istek duyar, güzelliğini Enjolras'ın üzerinde denemeye kalkışacak olursa, hiç umulmadık korkunç bir bakış ona birdenbire uçurumu gösterir. Beaumarchais'nin çapkın meleği ile Hezekierin müthiş meleğini birbirine karıştırmamayı öğretir.

Devrimin mantığını temsil eden Enjolras'ın yanında, Combeferre de bunun felsefesini temsil ediyordu. Devrimin mantığıyla felsefesi arasında şu fark vardır ki, onun mantığı sonunda savaşa götürebildiği halde, felsefesi barışa götürebilir. Combeferre, Enjolras'ı tamamlıyor, düzeltiyordu. Daha kısa, daha genişti. Zihinlere, genel fikirlerle genişletilmiş prensipler sokulmasını istiyordu. "Devrim, ama uygarlık da," diyordu. Dimdik yükselen dağın çevresinde geniş, mavi bir ufuk açıyordu. Bu yüzden Combeferre'in bütün görüşlerinde erişilebilir, uygulanabilir bir taraf vardı. Devrim Combeferre'de, Enjolras'ta olduğundan daha teneffüs edilebilir bir şeydi. Enjolras onun tanrısal hukukunu, Combeferre ise doğal hukukunu dile getirmekteydi. Birincisi Robespierre'e bağlanırken, İkincisi Condorcet'ye yaklaşmaktaydı. Combeferre herkesin yaşadığı hayatı Enjolras'tan daha çok yaşıyordu. Bu iki genç adam, tarihe geçmek nasip olsaydı, biri adil, öbürü akil (bilge) olarak geçerlerdi. Enjolras daha erkek, Combeferre daha insandı. Homo ve Vir, aralarındaki ince fark buydu gerçekten. Enjolras ne kadar sertse, Combeferre de doğal beyazlığıyla o kadar yumuşaktı. Vatandaş kelimesini sever, ama insan kelimesini tercih ederdi. Her şeyi okur, tiyatrolara gider, halk dershanelerine devam eder, Arago'dan ışığın polarizasyonunu öğrenir, biri insanın yüzünü, ötekisi beynini besleyen dış şahdamarıyla iç şahdamarının çifte fonksiyonunu açıklamış olan Geoffroy Saint-Hilaire'in bir dersini ihtirasla dinlerdi. Her şeyden haberdardı, bilimi adım adım izlerdi; Saint-Simon'u Fourier'yle karşılaştırır, hiyeroglifleri çözer, bulduğu taşları kırıp jeoloji üzerine konuşur, bir ipekböceğinin ezbere resmini çizer, Akademi Sözlüğü'ndeki Fransızca yanlışlarını çıkarır, Puysegur'ü, Deleuze'ü incelerdi; hiçbir şeyi, hatta mucizeleri bile kabul etmez, yine hiçbir şeyi, hatta hortlakları bile inkâr etmezdi; Moniteur'ün koleksiyonlarını karıştırır, düşünürdü. Geleceğin, okul öğretmeninin elinde olduğunu ileri sürer ve eğitim meseleleriyle meşgul olurdu.

SefillerHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin