KANAATLERİN ŞEKİLLENMEYE BAŞLADIĞI BİR YER

Start from the beginning
                                    

Gözlerinin önünde işitilmemiş bir görüntü, hayatının en korkunç anının kendi hayaleti tarafından oynanan bir çeşit temsili bulunmaktaydı.

Her şey tamamdı: aynı mekânizma, aynı gece saati, aşağı yukarı aynı hâkim, asker ve seyirci yüzleri. Yalnız başkanın başının üstünde bir haç vardı ki, mahkûm olduğu sırada mahkemede bu yoktu. Onu yargıladıklarında, Tanrı orada hazır bulunmuyordu.

Arkasında bir sandalye duruyordu; onu görebilecekleri düşüncesiyle dehşete kapılmış bir halde kendisini bunun üstüne attı. Oturduktan sonra da hâkimlerin kürsüsü üzerinde duran bir dosya yığınından yararlanarak yüzünü bütün salondan gizledi. Şimdi artık görülmeden görebiliyordu. Gerçek duygusuna tekrar kavuştu ve yavaş yavaş kendine geldi. Söylenenleri dinleyebilecek sükûnet aşamasına erişti.

Mösyö Bamatabois jüri üyeleri arasındaydı.

Javert'i aradı, fakat göremedi. Zabıt kâtibinin masası, tanıkların oturdukları sırayı görmesini engelliyordu. Sonra, az önce de dediğimiz gibi, salon şöyle böyle aydınlatılmıştı.

O içeri girdiği sırada sanık avukatı, savunmasını tamamlamak üzereydi. Herkes dikkat kesilmişti. Dava üç saatten beri devam ediyordu. Üç saatten beri bu kalabalık, ya son derece aptal ya da son derece becerikli bir adamın, bilinmeyen bir kişinin, sefil bir mahlukun bir benzerliğin yükü altında yavaş yavaş çöküşünü seyretmekteydi. Daha önceden de bildiğimiz gibi bu adam bir serseriydi, bir tarlada elinde bir dal olgun elmayla yakalanmıştı. Bu dal, tarlaya komşu olan ve Pierron'un bağı denilen, çevresi kapalı bir bağdaki bir elma ağacından kırılmıştı. Kimdi bu adam? Soruşturma yapılmış, tanıklar dinlenmiş bulunuyordu. Hepsi de aynı şeyi söylüyorlardı. Bütün duruşma boyunca ortaya ışıklar saçılmıştı, iddia makamı şöyle diyordu:

- Ele geçirdiğimiz bu adam yalnızca bir yemiş hırsızı, bir ürün talancısı değildir; biz bir hay dutu, iflah olmaz bir sürgün kaçağını, bir eski forsayı, son derece tehlikeli bir belayı, adaletin uzun süreden beri aramakta olduğu Jean Valjean adında bir suçluyu yakalamış bulunmaktayız. O, sekiz yıl önce, Toulon Hapishanesi'nden çıktıktan az sonra, Küçük-Gervais adında Savoielı bir çocuğun şahsında yol keserek silahlı soygun suçu işlemiştir. Ceza yasasının 383. maddesinde öngörülen bu suç için, daha sonra hukuka uygun şekilde hüviyet tespitini takiben kovuşturmada bulunmak hakkını saklı tutuyoruz. Şimdi yeni bir hırsızlık suçu daha işlemiştir. Bu bir sabıka halidir. Onu bu yeni olay için mahkûm ediniz; eski olay için daha sonra yargılanacaktır.

Bu suçlama ve tanıkların ifade birliği karşısında, sanık pek şaşırmış görünüyordu. "Hayır" demek isteyen hareketler, işaretler yapıyor ya da gözlerini tavana dikiyordu. Güçlükle konuşuyor, soruları sıkıntıyla yanıtlıyordu, ama tepeden tırnağa bütün kişiliği inkâr etmekteydi. Çevresinde, kendisine karşı savaş düzeninde dizilmiş bütün bu akıllı kişilerin huzurunda bir budala, onu yakalayan toplumun ortasında bir yabancı gibi duruyordu. Bu arada, gelecek onun için gittikçe daha tehditkâr olmaya doğru gidiyordu; suçlamanın doğruluk ihtimali her dakika biraz daha artıyordu ve bütün bu kalabalık, onun üzerine durmadan daha fazla çöken bu felaketler dolu karara ondan daha fazla endişeyle bakıyordu. Hatta bir ihtimale göre kürek cezasından başka, kimliği ispat edilir de Küçük-Gervais olayı daha sonra bir mahkûmiyetle sonuçlanırsa ölüm cezası verilmesi bile mümkündü. Kimdi bu adam? Hissizliğinin nedeni neydi? Alıklık mı yoksa kurnazlık mı? Her şeyi fazlasıyla anlıyor muydu, yoksa hiçbir şey anlamıyor muydu? Bu sorular dinleyici kalabalığını ikiye böldüğü gibi, galiba jüriyi de ikiye ayırmıştı. Bu davada ürküten, zihinleri karıştıran bir taraf vardı. Dram yalnızca muğlak değil, karanlıktı da.

Avukat, savunmasını oldukça iyi yapmıştı. Kullandığı dil, uzun zaman baronun belagatini teşkil etmiş olan ve Paris'te olduğu kadar Romorantin veya Montbrison'da da vaktiyle bütün avukatlarca kullanılan taşra diliydi. Bugün klasikleşmiş olan bu dil artık sadece iddia makamının resmî sözcüleri tarafından kullanılmakta, tanınan sedası ve ihtişamlı edasıyla onlara pek yaraşmaktadır. Bu dilde mesela bir kocanın adı "zevç" , bir kadınınki "zevce"dir; Paris "sanatın ve medeniyetin merkezi", kral "tacidar", monsenyör "piskopos", aziz "ruhani", savcı "cezalandırıcı adaletin belagatli sözcüsü", savunmalar "şu dinlenen dokunaklı sözler", 14. Louis yüzyılı "büyük asır", bir tiyatro "Melpomene'nin mabedi", kral ailesi "hükümdarlarımızın muazzez kanı", bir konser "bir musiki merasimi", bir eyalet kumandanı general "o şanlı muharip ki"dir vs. vs. Böylece avukat, elma hırsızlığını anlatmakla işe başlamıştı. Tumturaklı üslupla bu zor bir iştir, ama Benigne Bossuet, bir cenaze konuşmasında bir tavuktan söz etmek zorunda kalmış ve işin içinden tantanalı bir şekilde sıyrılmasını bilmişti. Avukat, elma hırsızlığının maddi kanıtlarla ispatlanmış olmadığını belirtmişti. Müvekkili -ki savunucusu sıfatıyla, ona Champmathieu demekte özellikle ısrar ediyordu- duvardan atlar ya da dalı kırarken herhangi bir kimse tarafından görülmüş değildi. O sadece bu dalı -avukat buna küçük dal demeyi tercih ediyordu- eline geçirmiş olarak yakalanmıştı; fakat dalı yerde bulup aldığını söylüyordu. Neredeydi bunun tersini ispatlayan delil? Gerçi daim duvardan atlanarak kırıldığı ve çalındığı ve bir tehlike sezinleyen meyve hırsızı tarafından daha sonra oraya atıldığı muhakkaktı; ortada bir hırsız olduğuna şüphe yoktu. Ama bu hırsızın Champmathieu olduğunu ispatlayan neydi? Tek bir şey: Onun eski bir kürek mahkûmu olması. Avukat sanığın bu sıfatının maalesef iyi tespit edilmiş bulunduğunu inkâr etmiyordu. Gerçekten de sanık Faverolles'de oturmuştu; orada ağaç budayıcılığı yapmıştı, Champmathieu adı pekâlâ başlangıçta Jean Mathieu olabilirdi, bütün bunlar doğruydu, dört tanık da, Champmathieu'nün kürek mahkûmu Jean Valjean olduğunu hiç duraksamadan ve olumlu bir şekilde kabul ediyorlardı. Bu bilgilere, bu ifadelere karşı avukatın ortaya koyabileceği tek şey müvekkilinin inkârıydı, yani çıkara dayanan inkâr. Fakat sanığın kürek mahkûmu Jean Valjean olduğu farz edilse bile, bu onun elma hırsızı olduğunu ispat eder miydi? Olsa olsa bir iddiaydı bu, bir kanıt değil. Şurası doğruydu ki sanık, "kötü bir savunma sistemi" benimsemişti ve savunmacı "bütün iyi niyetiyle" bunu kabul etmek zorundaydı. Sanık her şeyi, hırsızlık yaptığını, bir forsa olduğunu inkâr etmekte direniyordu. Bu son konuda bir itirafta bulunması elbette daha iyi olurdu, hâkimlerin ona karşı bağışlayıcı olmalarını sağlardı. Avukat bunu ona tavsiye etmişti, ama sanık inatla reddetmişti. Şüphesiz hiçbir itirafta bulunmamakla her şeyi kurtaracağını sanıyordu. Bir hataydı bu, ama sanığın zekâsının kısalığını göz önüne almak gerekmez miydi? Açıkça görüldüğü üzere, bu adam bir ahmaktı. Uzun bir kürek mahkûmiyeti felaketi ve mahkûmiyetten sonra da uzun bir sefalet onu eblehleştirmiş ti, vs. vs. Kendisini iyi koruyamıyordu, onu mahkûm etmek için bir neden miydi bu? Küçük-Gervais işine gelince, avukat bunu tartışacak değildi, bunun dava konusuyla hiçbir ilgisi yoktu. Avukat sözlerini bitirirken gerek jüriden, gerekse mahkemeden talepte bulunarak, Jean Valjean'ın kimliği kendilerine açıkça belli göründüğü takdirde ona sürgün kaçağı mahkûmlara uygulanan inzibati cezalardan birini vermekle yetinmelerini, ama sabıkalı forsaya uygulanan korkunç cezayı vermemelerini istedi.

SefillerWhere stories live. Discover now