Beynim kendiliğinden olayı çözmüş gibiydi. Duman'ın gerçek olmadığı fikrini öyle bir kesinlikle reddetti ki, içimde aniden onu tekrar göreceğime dair olan duygular artmaya başladı. Gereksiz ve neredeyse acı verici bir umudun pençesine düşmüş gibiydim, üzerime yağan bıçak gibi tüylerin ardından nihayet sonsuz gökyüzü durmuş ve güneş kendini göstermişti.

Onu beklediğim sırada bir ziyaretçi geldi. Kolunda duran pembe büyük saati, kabarık ince kıvırcık saçları, bronz teni ve yeşil turuncu yöresel gibi duran kıyafetiyle Sena hastaneye renk katmış gibiydi. Üzerimdeki beyaz kıyafetin yanında onun hayatı fazla renkli duruyordu.

Uzun bir aranın ardından Esra'dan sonra gördüğüm ikinci insandı. Doktorların ondan bahsettiğini de biliyordum. Sena'nın gerçek olduğunu söylemelerine gerek yoktu çünkü Sena benim zihnimin uyduramayacağı kadar karmaşık tipli bir insandı. Onlarca hastanın içinde hemen ayırt ediliyordu. Ona yavaşça yaklaştığımda ayağa kalktı ve "Ah, canım benim." diyerek beni yumuşak kollarının arasına aldı. Burnuma Chanel parfümü ağır bir şekilde dolarken ve parfümden ne kadar nefret ettiğimi hatırlamışken geri çekildim, bana turuncu farlarının parladığı kahverengi gözleriyle şöyle bir baktı. "Berbat görünüyorsun." dedi aniden.

Ancak Sena böylesine ciddi ve soğuk bir ortamda böyle bir şeyi rahatlıkla söyleyebilirdi. Uzun bir zamandan sonra ilk defa gülümsedim. "Teşekkür ederim."

Sena da gülümsedi. "Biliyorsun her zaman beyazın güzel olduğunu düşünürüm ama..." Durdu, arkamda duran ve bana yemek getiren kilolu kadına baktı. "Tanrım. Keşke başka renk olsaymış. Bir daha beyaz giyesi gelmiyor insanın burada."

Tekrar gülümsedim. Sena'ya baktım, gözlerinde ilk kez bir acı görür gibi oldum. Aramızda duran gri masanın üzerinden hafifçe eğildi, gözlerimin önüne düşen kızıl saçtan birini tuttu ve kulağımın arkasına sıkıştırdı. Sonra yavaşça sıkmadan elimi tuttu. "Ben çok üzgünüm." dedi yumuşakça.

Onu tanıdığımdan beri durum ne olursa olsun her zaman eğlenen, asla ağladığını görmediğim Sena karşımda böylesine üzgün ve neredeyse ağlar gibi görününce kendimi tutamadım. Gözyaşlarının gözlerime dolduğunu hissettim, eğer kendimi sıkmasaydım ağlayabilirdim. Sena'nın böylesi üzgün hali durumun ciddiyetini kavramama neden olmuştu. Ve sonra, içimde bir yerde yeşermiş olan Duman'a dair umudum yavaşça solmaya başladı. Kendimi kandırmanın verdiği acı gerçeklik aniden yüzüme çarptı ve beni nefessiz bıraktı. Gözyaşım yavaşça yanağımdan süzülürken Sena "Bunu atlatacaksın." dedi az öncekine nazaran daha güçlü bir sesle. "Benim tanıdığım Arya bunu yapabilir."

"Gerçek değil, değil mi?" Ağladığım için sesim ilk kez tiz ve çatlak çıkıyordu. Boğazım kurumuş ve bana acı vermeye başlamıştı. "Duman."

Sena Duman'ın ismini duyduğu anda dudaklarını birbirine bastırdı, Esra ona buraya gelmeden önce Duman'dan bahsetmiş olmalıydı. Gözlerinde Esra'da da gördüğüm ve sanki hasta olduğumu gerçekten anlamış gibi bir ifadeyle bana baktı, yumuşak bir sesle "Değil." dedi canımı acıtarak. Kalbimin üstünde duran gülün bedenimi çizdiğini hissettim.

Sessizce ağladım. Belki de böylesine ilk kez kavrıyordum. Duman hiçbir zaman var olmamıştı. Benim beynimde, zihnimde öylece bir köşede var olmuştu. Ona hiçbir zaman dokunmamıştım, hiçbir zaman onu öpmemiştim. Kokusunu duymamıştım, elini tutmamıştım ve beni o kurtarmamıştı.

Bir süre Sena'nın elini tutarak ağladım. Hiçbir şey hissetmeyen ve kan gölünün ortasında tek başına oturan halime geri dönmüştüm yine. Üzerime yağan tüyler tekrar çoğalmış, daha yaralayıcı bir hal almıştı. Gökyüzü görünmüyordu artık, karanlık başlamıştı.

Sena gittikten sonra odama geri döndüm. Saatlerce küçücük camın önünde ay ışığı güneşle yer değiştirene kadar oturdum. Gözlerim sızlıyordu, kıpkırmızı olmuşlardı. Elimde duran kurumuş siyah gülün yaprakları ayaklarımın dibine düşüyordu. Ve ben onu son kez düşünüyordum.

*****

Birkaç ay sonra

*****

Hava yaz aylarının son demlerini yaşıyordu. Sıcak ve akşamdan kalma bir ekim günüydü. Hastanenin soluk renkli koridorlarında yavaş adımlarla yürürken içi boş olan çantam yanımda sürükleniyordu. Burada kaldığım süre boyunca ilk kez dışarıdan gelen kuş seslerine dikkat ediyordum.

Dışarıya adımımı atar atmaz tanıdık olmayan bir soğuk etrafımı sardı. Çantam sayısız ağaçtan düzensiz bir şekilde dökülmüş olan yaprakları ezerek geçiyordu. Tişörtümün ince yapısının içinden geçen bir nebze soğumuş rüzgâr ciğerlerime ulaştı, o sırada hastanenin önünde siyah arabasıyla bekleyen Esra'yı gördüm. Göbeği doğumdan sonra düzelmişti, eski ince haline benziyordu. Babamın yaşadığı, büyük evde onun peşinde koşup bebeklerinin saçlarını kopardığım zamanlardaki gibiydi. Gülümsüyordu, kolunun altında sarı kabarık montum duruyordu.

Çantam ve sürüklediği yapraklarla beraber Esra'nın yanına geldim. Gülümseyerek montu aldım, arabaya geçtim. Yavaşça Bakırköy'den Sarıyer'e doğru yol aldık. İstanbul'un nadiren boğucu olmayan trafiklerinden birini yakalamıştık. Yol uzundu ve biz yalnızdık.

Esra'dan resmen bana doğru süzülen endişeyi iliğime kadar hissettim. Ona doğru döndüm, iki eli de sıkıca direksiyonu kavramıştı. Gergin olduğu zamanlarda yaptığı gibi dudağını ısırıyordu. Yavaşça, "Ee?" dedim. Bana döndü. "Bebek nerede?"

Esra gülümsedi. "İpek." dedi kızının adını söyleyerek. "Seni almak için çıktığımda evde uyuyordu."

"İpek güzel bir isim."

Başka bir şey demedi. Hala normale dönüp dönmediğim konusunda endişelendiğini biliyordum. Ağzımı açmadan trafiğin akmasını bekledim. Esra gergin görünmesine rağmen az da olsa rahatlamış gibiydi.

Kendi küçük ve aylardır boş olan evimin yanına geldiğimizde, "Bekle." dedim Esra'ya. Esra şaşkınca bana bakarken "Evimden birkaç şey almak istiyorum." diye devam ettim.

Esra hastaneden çıktıktan sonra o, minik kızı İpek ve kocası Hakan ile beraber yaşamam için beni zorlamıştı. En azından bir süre boyunca. Kabul etmiştim, ne diyebilirdim ki? Ancak yine de beni evime doğru çeken bir şey varmış gibiydi. Esra bir şey demeden evimin önüne çekti, o arabada beklerken hızlı adımlarla birkaç merdiveni çıkıp evime girdim.

Evim bıraktığım gibi duruyordu. Giriş kısmındaki kocaman kırmızı koltuk, etrafında duran kocaman lamba, dağınık montlarım, boş bardaklar. Yatak odasına doğru yavaş adımlarla ilerlerken nefesimi tutmuş haldeydim. Kalbimde aniden aylar önce hissettiğim heyecanın aynısını hissetmeye başladım. Tanıdık koku burnuma dolarken odaya girdim.

İlk başta görmedim. Ancak daha sonra, yatağın sol tarafındaki komodinin üstünde bir anahtar ve beyaz bir zarf duruyordu. Yaklaştım ve elinin değdiği anahtarı elime aldım, zarf öylece göz kırpıyordu ve üstünde sadece tek bir şey yazıyordu:

"Bekle."

Siyahı Öldürmek (TAMAMLANDI.)Donde viven las historias. Descúbrelo ahora