9. Bölüm : "Fe eyne tezhebûn"

Start from the beginning
                                    

Peki buna rağmen ne bu rahatlık? Ne bu sapmışlık, sapkınlık? Sapkınlıklara karşı takındığımız bu yumuşak tavır? Bir dost edinme, sevme halleri?

Yani, Fe eyne tezhebûn.. Nereye bu gidiş? Nereye kadar?

Soruyordu şimdi Erva kendine; nereye kadar dayanabilecekti? Sınırları neydi? Bu imtihandan hiç isyana bulaşmadan çıkabilecek miydi? Bir yanda hiç görmediği oğluna hasreti, bir yanda oğlu bildiğinden ayrılacak olma düşüncesi. İki ateş arasında kalmıştı. Ve iki türlü de yanacaktı.

"Anne, uyuyor musun?"

Kapının arkasından seslenen oğlunun sesiyle dağıttı aklındaki sis bulutunu. Yaşlarla bezeli yüzünü sildi.

"Uyumuyorum oğlum, gel."

Cümlesi biter bitmez açılmıştı bile kapı. Bu kadar heyecanlı olduğuna göre önemli birşey söyleyecekti.

"Ben sana birşey söylemek istiyordum. Aslında Esma abla ve ablam hemen söylememi söyledilee ama ben dayanamıyorum daha fazla."

"Ne oldu bu kadar gizli, merak ettim."

"Gizli birşey değil de, sonra söyle dediler, hastasın şimdi biraz diye. Ama ben gördüm, iyisin. Babannem gibi yatmıyorsun."

Çocuk aklı işte, kendini ikna etmeyi de başarmıştı. Annesi hasta değildi ve söyleyebilirdi. Tebessüm etti Erva, hali olmasa da.

"Gel otur kucağıma ve anlat bakalım derdini."

Koşa koşa attı kendini annesinin kucağına. Ve sarıldı sımsıkı. Sonra kaldırıp kafasını, annesinin yüzünü minik avucunun içine aldı. Okşadı.

"Hasta değilsin değil mi anne?"

Oğlunun gözlerinde nemlenen şefkat, kalbine işledi Erva'nın. O an oturup Yasir'in göğsüne başını yaslayıp saatlerce hıçkıra hıçkıra ağlamak istedi. Ben senin öz annen değilim, ama seni öz annen kadar sevdim, diye sayıklamak istedi aynı cümleyi. Yasir anlayana kadar. Annem olmasan da seni annem kadar seviyorum diyene kadar.

Ağladığının farkında değildi minik eller yüzünde hareket edene kadar. Yasir'in üzüntüyle yüzüne baktığını görünce gülümsedi üzülmemesi için. Şimdi değildi. Tüm üzgünlüklerini erteleyebildiği kadar erteleyecekti.

"Üzdüm mü seni anne? Özür dilerim."

Konuşmalıydı. Karşısında 3 yaşında bir çocuk vardı, kitlenemezdi şimdi cümleleri. Düşünme yeri ve zamanı değildi.

"Üzmedin tabi ki. Sen beni ne zaman üzdün ki? Sadece, anne duygusal bu aralar. Hastada değilim, iyiyim çok şükür. Sen üzülme tamam mı? Gül ve çiçek açsın annenin gönlünde."

Gözlerinde ışıklar yakmıştı oğlunun, görüyordu. Seviyordu çocuklarının sevgi cümleleriyle yeşermesini. Anlamasını naif kelimeleri. Minik kalplerinin daha nefretle tanışmamış olmasını seviyordu. Ve şükrediyordu.

"Hadi bakalım söyle söyleyeceğini."

"Tamam. Babamı gördük ya bugün hani, iftara çağırdık, sana sormamızı söyledi. Anne lütfen gelsin, çok özledim ben babamı. Onunla yemek yemeyi. Hem o tek başına yiyemezdir ki. Ben olsam yiyemezdim yani. Üzülürdüm."

Nasıl kırabilirdi ki merhametli bir minik yüreği? Öğretmeye çalıştığı merhametine, ilk kesiği hem bir anne hem bir öğretmen olarak nasıl atabilirdi?

"Tabi ki gelebilir. Babanız o sizin. Çağır arayıp, gelsin bu akşam inşallah."

Bu sefer sevinç nidasıyla atılmıştı boynuna. Bu kadar basitti mutlu etmek, zoru üzmekti aslında.

İMTİHANWhere stories live. Discover now