•VII•

1.1K 166 7
                                    

İnsanları kandırmak kolaydır.

Birkaç sağlam sözcük, doldurulmuş cümleler, etkili bir ses tonu ve takip eden mimikler.

İnsanları kandırmak kolaydır.

Ancak bunun asıl sebebi insanların çok çabuk güvenmesi, güvenmek istemesinden kaynaklanır.

Evangeline'e göre insanlar güvenilmez varlıklardır ve bu fikri her fırsat bulduğunda Ten'e aşılamaktan geri durmadı. Ten kimseye inanmamalıydı. İnsanlar güvenilmezdi. İnsanlar kandırırdı.

Ten, Evangeline'in söylediklerine inanmıştı çünkü ona güveniyordu. İşin ironik yanlarından biri de buydu.

Ancak şimdi çok da tanımadığı birinin arabasında, nereye olduğunu bilmeden bir yerlere giderken aslında Evangeline'in sözlerine fazla kulak asmadığını düşünüyor Ten. Aklında sayısız senaryo geçiyor olmalı. Hatta korkmalı belki çünkü o an fazla savunmasız ve yanında arabayı süren genç adam ona istediği şeyi yapabilir.

Ama korkmuyor. Aksine içinde garip bir rahatlık var.

Bu, Taeyong'a güvendiğim anlamına mı gelir?

Kendi sorularını cevapsız bırakırken arabanın camından yaprakları dökülmüş ağaçları izliyor Ten.

Okul bahçesindeki tuhaf ve iç titreten diyaloglarının ardından konuşmaları gerektiğini ve bu konuşmayı okul dışında yapmak istediğini söylemişti Taeyong. O an hissettiği şeylerin yoğunluğundan yahut gerçekten konuşmaları gerektiğine inandığından dediğini kabul etti ve Taeyong'la birlikte okuldan çıktı Ten.

Şimdiyse yüksek bir yere çıktıklarını anlayabiliyor yalnızca. Şehirden uzaklaştıklarını, daha sakin bir yerlere yol aldıklarını fark ediyor. Bu belki onu daha fazla korkutmalı fakat Taeyong'a güveniyor Ten. Bu güvenin kaynağını bilmese de beyaz saçlı gencin gözlerindeki şefkat nedense doğru bir şeyler yaptığını haykırırmış gibi.

Biraz daha yol gidiyorlar ardından Taeyong arabayı bir açıklığa çekiyor. Buraya gelene kadar hiç konuşmadı, el frenini çekerken ve arabadan inerken de konuşmuyor. Oysa Ten o an visterya rengindeki sesin, üzerindeki tüm gerginliği alacağını biliyor ama Taeyong konuşmuyor, sanki bilerek sakınıyor cümlelerini.

Ten de arabadan inip kapısını kapatıyor. İner inmez yüzüne esen sert rüzgar ve taşınan deniz kokusu, dalgaların çarpma sesi bir yamacın ucuna geldiklerini anlamasına yetiyor. Ceketinin önünü kapatıyor ve yamacın ucuna yürüyen beyaz saçlı gencin peşinden gidiyor.

Taeyong yamacın ucuna oturuyor, ayakları boşluğa sarkmış, ceketini de çıkarmış. Bilerek üşümek istermiş gibi bir hali var, onu gördükçe daha çok üşüyen Ten ellerini ceplerine sokup Taeyong'un yanına, yamacın ucuna oturuyor. Dalgaların çarpma sesi zihnini mavimsi bir griye boyuyor.

"En çok istediğin şeyin denizi görmek olduğunu söylemiştin."

Mavimsi griler artık yok, o an Ten'in duyabildiği tek renk Taeyong'un rengi. Visterya bu kadar keskin olabilir miydi?

"Sana denizi göstereceğimin sözünü vermiştim."

Ten'in gözleri Taeyong'u buluyor, beyaz saçlarının rüzgarla nasıl uçuştuğunu, kısık kirpiklerinin andırdığı kafesleri, gözünün kenarındaki yara izini izliyor. Adem elması zorlukla hareket ediyor, dudakları kurumuş.

"Bak, ben sözümü tuttum Ten," diyor gözüyle dalgaları süzerken. "Sen sözünü tuttun mu?"

Saç diplerinden itibaren bir ürperti yayılıyor Ten'in bedenine. Boğazına oturmuş bir yumru var, ne kadar yutkunsa da geçmiyor. Zihnini yokluyor, ne Taeyong'a ne de verdikleri sözlere dair bir şey bulabiliyor. Ama o an çok gerçek hissetiriyor. Hissettikleri çok gerçekmiş gibi geliyor, anlayamıyor hiçbir şeyi, dalgaları izliyor.

Poupée de Cire •Taeten•Where stories live. Discover now