Hoseok yavaş adımlarla odaya yaklaştı. Görevlilere göz ucuyla baktıktan sonra anahtarı çıkarıp kilidi çevirdi. Metal kapı ağır bir inlemeyle açıldı. İçeriye sızan ışık Jimin’in yorgun yüzünü aydınlattı.
Jimin duvarda dizlerini karnına çekmiş oturuyordu. Gözleri şişti, yüzü hâlâ yara içindeydi. Burnunun üzerindeki kurumuş kan izi silinmemişti. Hoseok içeriye girince başını hafifçe kaldırdı ama konuşmadı.
“Günaydın,” dedi Hoseok yumuşak bir sesle. “Sana kahvaltı getirdim.”
Tepsiyi masanın üzerine bıraktı. Çorba buhar çıkarıyor, ekmek hâlâ sıcaktı. Jimin göz ucuyla yemeğe baktı ama elini uzatmadı.
“İştahın yoksa bile biraz çorba iç. Güçlü olman lazım.”
Jimin yavaşça başını eğdi. “Beni neden burada tutuyorsunuz?” dedi kısık bir sesle. “Ben ne yaptım?”
Hoseok iç çekti. “Jimin… Kimse seni suçlayamıyor. Ya da en azından suçlamamalı. Ama… Herkes korkuyor. Olanları gördüler. Kendi gözleriyle. Yaratıkların… sana itaat ettiğini. Seni dinlediklerini.”
“Ben bile bilmiyorum neden böyle oldu,” dedi Jimin boğuk bir sesle. “O an sadece… elimle dur dedim. O kadar.”
“Ve durdular.” Hoseok bir adım yaklaştı, gözlerini onun gözlerinden ayırmadı. “Korkma. Bunu anlayacağız. Ama şimdi herkesin sakinleşmesi gerekiyor. O yüzden… sadece biraz zaman.”
Jimin dudaklarını ısırdı. İçinde bir kırılma vardı. Suçlu olmadığını biliyordu ama yine de herkesin ona düşman gibi bakması, kendini bir virüs gibi hissetmesine neden oluyordu. Yine de Hoseok’un varlığı, o kısa cümleleri bir süreliğine onu ayakta tutmaya yetmişti.
“Teşekkür ederim, Hoseok…”
Hoseok ona gülümsedi, gözlerini kısıp başını salladı. “Her şey yoluna girecek. Söz veriyorum.”
Kapı tekrar kapandığında içerideki sessizlik Jimin’in omuzlarına daha da ağırlık bindirdi. Ama en azından bir kişi… hâlâ yanında gibiydi.
Sığınakta zaman garip akıyordu. Güneş doğmadığı için saatler hep birbirine benziyordu. Ancak görev planlamaları, vardiyalar ve duyurular sayesinde bir tür düzene tutunuyorlardı. Çoğu kişi sabahın erken saatlerinde işine başlamıştı bile. Ama biri her zaman olduğu gibi geç kalmıştı: Jaehyun.
Yatağından isteksizce kalkan Jaehyun, üstündeki montu tam olarak giymeden, tek kolunu yarım geçirmiş şekilde, esneyerek sığınağın koridorlarında dolanıyordu. Saçları darmadağınıktı ve gözlerini tam açmadan yürüyordu.
Bir süre etrafı inceledi, orada burada yapılan işleri izledi. Ardından kendince yorumlar yapmaya başladı. Temizlik yapan genç bir çifte yaklaştı.
"Orayı siliyorsunuz ama o leke çıkmaz. Dün de denemiştiniz," dedi ukala bir ses tonuyla.
Gençler cevap vermediler. Sadece birbirlerine bakıp iç geçirdiler. Jaehyun her zamanki gibi işin ucundan tutmak yerine yalnızca karışıyordu. Birkaç adım ötede, Taehyung diz çöküp bir bağlantı kutusunun içindeki devrelerle uğraşıyordu. Sistem yeniden başlatıldığında sığınaktaki bazı enerji kabloları kısa devre yapmıştı ve tamir gerekiyordu.
Jaehyun, burnunu çeke çeke yaklaştı.
“Ne yapıyorsun? Kablolarla oynuyorsun yine. Geçen sefer duman çıkmıştı hatırlıyor musun?” diye sordu, gözlerinde alaycı bir parıltı vardı.
Taehyung, başını yavaşça kaldırdı. Onun uykulu hâline ve bitmek bilmeyen gevezeliğine baktı. İçinden sayısız şey söylemek geçse de derin bir nefes aldı ve tek bir cümleyle cevap verdi.
YOU ARE READING
broken dawn ㄨ yoonmin
FanfictionYıl: 2147 Dünya, 20 yıl önce uzaydan gelen bilinmeyen bir varlık türünün istilasına uğradı. Bu yaratıklar, iğrenç, hızla çoğalan ve insana saldıran canlılar-şehirleri, kıtaları yok etti. İnsanlık, hayatta kalabilmek için yer altı tesislerine, labora...
Part 6
Start from the beginning
