Suçlu Hazlar V

554 24 28
                                    

Düzenlendi



***

Hayatın tortuları, birikir zihnimizin duvarlarında. Bazı anlar vardır, kısır bir döngü gibi takılı kalır uzun ömürlerimizde. Benimse sadece kabuslarım vardı... Herkesin korktuğu kabuslarımda yaşatırdım, kaybettiğim aşkımı ve özlediğim hayatı. Onlara kâbus derdim çünkü göğsümün üzerine çöreklenip, zamanı durdururcasına canımı acıtırlardı. Kızım için bir kahraman, dostlarım içinse güçlü ve yalnız bir anneydim. Dönseler ve sorsalar bana, sen kendine nesin diye. Biraz pişmanlık, biraz keder ve bolca hasretim derdim. Yıllardır biriktirdiğim göz yaşları, sicim olup aktı yanaklarımdan. Bir film şeridi gibi geçti hayatım, gözlerimin önünden.

"Hayat ne acımasız..." Diye fısıldadım kendi kendime. Karanlık yatak odasının camlarından sızan ay ışığı, siyahlığa alışmış gözlerim için yeterliydi. Parmaklarımın ucundaki işlemeli tahta kutunun hissiyatı... Ömrümün denizinde geçen boş gemiler misali bezgindi. Avucumun içinde soğuk anahtarı deliğine yerleştirip çevirdim kilidi. Issız odanın içinde yankılanan ses, fazla tanıdıktı... Baş ucumdaki abajuru açtım, odanın içi bir anda sarı bir ışıkla aydınlandı. Perdelerin ardından gelen ay ışığı, hiç var olmamış gibi devam etti hayatına. Kucağıma çektiğim kutunun içindekileri teker teker serdim yatağımın üstüne.

Bir tektaş.

Onlarca mektup.

Tuşlu bir telefon.

Bir fotoğraf.

Hikayem, küçük tahta bir kutunun içine sığacak kadar kısa ama bir o kadar da uzundu. Tuşlu telefona uzandım. Uzanışım onu arayacağım değildi, arayabileceğimi kanıtlamak içindi. Ölüm kalım meselesinde kullanmam için vermişti bu telefonu. Yıllar geçtikçe, Doğa büyüdükçe onu aramak çok istemiştim. Kızımız lisede karakola düştüğünde, Fransa'ya okumak için gittiğinde... Düştüğümde, Doğa'yı büyütemeyeceğime inandığım her anda onu aramak ve hep yaptığı gibi beni kurtarmasını istemiştim. Çünkü bizim hikayemiz böyle başlamıştı... Karanlık bir adamın, kulesine hapsedilmiş prensesi kurtarmasıyla...

-Ocak 1995-

İstanbul'un yüksek sosyetesi, sahnedeki fevkalade sanatçıyı büyük bir açlıkla seyrediyordu. Yirmi sekizinci yaşını doldurmuş, başarılı kadın bir piyanistti Sanem Adal. Kısa ömrünün farkındalığını kazandığı andan beri bu sahnedeydi. Beyaz spot ışıklarının altında yaşayan, mutsuz bir ruh olarak sergiledi gösterisini. Krem rengi saten elbisesinin içinde dağınık topuzlu, uçuk pembe rujlu yalnız bir kadının varlığı; Alphan Vargın'ın mutlak felaketi olmak istiyordu. Protokol koltuğundaki yerini terk edeli beş ay olmuştu. Piyano resitallerini iş anlaşmaları için kullanan bir adamdı, yıllardır en öndeki koltuğuna oturmuş ve arkadan gelen hoş notalar eşliğinde kanlı bir imparatorluk kurmuştu. Bir gece ansızın kopup gelen, hüzünlü lakin umutlu bir notanın duyulmasıyla kaldırdı başını. Bakışları, bu dünyaya ait olamayacak bir kadının bedenini bulmuştu. Asildi, göklerden inmiş bir melek kadar umarsızdı...Göğsünün sol yanındaki organ, her şeye rağmen sertçe çarpmıştı. Kan kardeşi Fırat'ın, aşkı beklenmedik bir kalp çarpıntısına benzettiğini hatırladı. Ama Fırat karısını çocukluğundan beri tanıyordu, onların birbirine âşık olması kadar doğal bir şey olamazdı diye düşündü. Alphan ise bu kadını hiç tanımıyordu. Yanındaki milletvekilinin ne dediğini duymazken, salon bitmek bilmeyen bir alkış tufanına kapılıp gitmişti. Gazetelerde gördüğü ama asla ikinci kez bakmadığı, güzel bir çehre parladı ışıkların altında. İnce dudaklarındaki geniş gülümsemeye rağmen kırgın bakışları vardı. Çok durmadı sahnede, salondakilerin alkışlarına dayanamıyormuş gibi terk etti spot ışığını.

Suçlu HazlarHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin