46

174 27 19
                                    

Ten

Oops! This image does not follow our content guidelines. To continue publishing, please remove it or upload a different image.

Ten

Bir zamanlar, olur da dünyanın sonuna tanık olursam diye bir plan yapmıştım. Evin çatısına tırmanacak, Steelheart'ın 'She's Gone' parçasını sesini sonuna kadar açıp çalacaktım, ama gelin görün ki gerçek hayat hep havalı değildi. 

Oluyordu işte... 

Bildiğimiz dünyanın sonu gelmişti ama kendimi hiç iyi hissetmediğim bal gibi ortadaydı. Ne iyiydim ne de havalı. 

Gözlerimi açıp ince beyaz perdeyi hafifçe yana çekerken dışarıya, verandanın ve temizlenmiş bahçenin ötesine, Chenle'nun Kuzey Chungcheong'da adını ne telaffuz edebildiğim ne de yazabildiğim Jeungpyeong ormanlarındaki gözden ırak kulübesini sarmalayan gür ormana bakıyordum.

Bahçe bomboştu. Ağaçların arasında titreşen, parlak beyaz ışık yoktu. Kimsecikler ortada yoktu. Düzeltiyorum. Hiçbir şey yoktu. Ne ötüşen, daldan dala seken kuşlar ne de sağa sola seğirten orman hayvanları. Böceklerin o alçak sesli vızıltısı bile duyulmuyordu. Durgundu, suskundu her şey; insanı huzursuz edecek kadar sessizdi.

Gözlerim ağaçlara, Taeyong'u son gördüğüm yere mıhlanıp kalmıştı. Feci bir sancı içimi dağlıyordu. Sanki uyuyakalışımızın üzerinden yıllar geçmişti. Oysa Taeyong gerçek biçimi yüzünden kan ter içinde, gözlerim neredeyse kör olmuş bir halde uyanalı taş çatlasa kırk sekiz saat olmuştu. Biçimini kontrol edememişti. Hoş, bunun neyin belirtisi olduğunu bilsek de bir şey değişmezdi. Türdeşlerinden, yani Luxenlerden yüzlercesi, belki de binlercesi Dünyaya gelmişti. Taeyong kardeşleriyle ve ailesiyle birlikte gitmişti. Biz ise bu evde kalakalmıştık. Biri yüreğimi, ciğerimi mengeneyle sıkıştırıyor gibi hissediyordum. Çavuş Jongsu'nun uyarıları kulağımdan gitmiyordu. Adamın da, tüm Daidalos'un da kafayı toptan sıyırdığını sanmıştım ama haklı çıkmışlardı. Tanrı aşkına, hem de o kadar haklıydılar ki. Tıpkı Daidalos'un söylediği gibi, hazırlandığı gibi, Luxenler gelmişti. Taeyong... 

Göğsümdeki sızı bir artıp bir azalıyor, nefesimi kesiyordu. Gözlerimi kapatırken sancılı bir nefes almıştım. Taeyong'un neden gittiğini de bilmiyordum, ondan ya da ailesinden neden haber almadığımızı da. Sırra kadem basışına eşlik eden o dehşet, o şaşkınlık gerek uyanık olduğum her anı gerekse uyuyabildiğim üç beş dakikayı bana zehir ediyordu. Taeyong hangi tarafı tutacaktı? O fazlasıyla gerçek olan tesiste tutulduğum sırada bana bu soruyu Çavuş da sormuştu. Yanıtı öğrendiğime inanasım gelmiyordu. Son iki günde gökyüzünden başka Luxen'ler de inmişti. Kesintisiz bir yıldız sağanağı gibi döküldükçe dökülmüşlerdi. Sonra ise... 

"Hiçbir şey." 

Gözlerimi hızla açarken perde parmaklarımdan kayıp kurtulmuş, yavaşça yerine dönmüştü. "Çık kafamın içinden."

"Elimde değil." Jeno oturduğu yerde rahatsızca kıpırdanırken omuzlarını silkmişti. "Düşüncelerini o kadar şiddetli yayıyorsun ki az sonra kendimi tutamadan bir köşeye çöküp; Taeyong'un adını tekrarlaya tekrarlaya sallanmaya başlayacağım." Huzursuzdum. Düşüncelerimi, kaygılarımı, korkularımı dizginlemeye, kendime saklamaya ne denli çalışırsam çalışayım evde bir değil iki Köken varken boşunaydı. O çok faydalı zihin okuma becerileri bir anda sinir törpüsüne dönüşmüştü. 

Akis-μός - taetenWhere stories live. Discover now