41 / DEVAM

987 32 30
                                    


KARANLIĞIN SONUNDAKİ AYDINLIK







🕯️




Karanlığa zincirlenmiş ruhlar vardı. Saplantılı fikirleriyle kirlettikleri dünyaya kötülük hükümran olmuştu. Bir demet iyilik uğruna yaşayanlar o çalkantılı zihinlerin elinde linç ediliyordu. Gazap, ruhlarını şeytana pazarlayan bedenlerin öğünlük yemeğiydi artık. Doymuyor, her geçen gün masadan daha aç kalkıyorlardı. Tatminsizlikleri hırslarından geliyordu. Hırsları onları kontrolden çıkarıyor, kontrolden çıkan bedenler kana susamış bir halde yeryüzüne yayılıyordu. İyiyle kötünün karşılaşması işte tam da o an gerçekleşiyordu. Bencillikleri, aç gözlülükleri ve bitmek bilmeyen doyumsuzluklarıyla iyilik namına ne varsa yeryüzünde, yok ediyorlardı.

İnsan, insanın düşmanı olmuştu.

İlk günahının iki kardeş arasında işlendiği dünya, kanlı tekerrürlerine bir yenisini ekliyordu dur durak bilmeden. Onlarca Habil ve Kabil gidiyor, yerlerine yüzlerce Habil ile Kabil geliyordu. İyilik günbegün azalırken kötülük katbekat artıyordu. Göz göre göre.

Zayıfları hırpalıyor,

Güçsüzleri yok ediyor,

Kadınları görmezden geliyorlardı.

Havanın gittikçe kapandığı bu vakitte daha fazla hırpalanmamak ve bir gün sessiz sedasız yok edilmemek uğruna koşuyordum. Her şeyimle... Her karanlığın sonunda bir aydınlık mutlaka olurdu. Ben o aydınlığa doğru koşuyordum.

Zulme boyun eğmemek, dizlerimin üstüne yıkılmamak, çaresizliği adım bellememek için koşuyordum.

Maruz kaldığım şiddetten bi'haber olan dünyaya varlığımı hatırlatmak uğruna koşuyordum.

Her şeyimle...

Elimde bir tek canım kalmıştı. O canı kurtarmak için koşuyordum. Var gücümle...

Tükendiğim bir gerçekti. Zayıflığımın farkındaydım. Bedenim değil büyük savaşları kazanmak küçük kavgalara girebilecek kadar bile dirençli değildi, biliyordum. Ancak zihnim uğradığım zulme baş kaldıracak kadar dirayetliydi hala.
Ben bir kadındım. Bu gerçeğin farkında olacak kadar kendimdeydim hala.

Ciğerlerim yanıyordu. Karnımdan kasıklarıma doğru keskin bir acı saplanmaya başlamıştı. Kalbim kaburgalarımı dövüyor, nefeslerim boğazımı yakıyordu. Tüm bunlara rağmen ayaklarım beni bir adım daha ileriye taşımaktan vazgeçmiyordu.

Ağaçların üzerine sabitli bakışlarımda tek bir ifade vardı: Umut.

Zor olanı başarmış, gökyüzünü delmeye hazırlanan duvarlarla çevrili o kaleden kaçmıştım. Dışarıdaydım... yıllar sonra. Tepemde gökyüzü, ayaklarımın altında toprak, gözlerimin önünde adımla adımla bitmeyecek uzun bir yol vardı. Bu yola ulaşmak hiç kolay olmamıştı.

Takıldığım çalılar kollarımı ve bacaklarımı çiziyordu. Birkaç dakika önce yüzüme çarpan kuru dalın çizdiği yanağımdan çeneme doğru sıcak, yapışkan bir sıvı süzülüyordu. Akan şeyin irin mi yoksa kan mı olduğunu bilmiyordum. Ellerim sürekli bir ağacın gövdesine, bir dala ya da bir demet yaprağa tutunuyordu. Durup yaralarımı kontrol edecek zamanım yoktu.

Acıyı hissediyordum. Tüm bedenimde... İliklerime kadar... Ama her an bir soluk kadar yakınımda olan yakalanma korkusu acıyı kuvvetle bastırıyor ve gücü kesilen ayaklarımı bir adım daha atmaya zorluyordu. Kafamın içinde bozuk bir plak gibi tekrarlayıp duran bir ses vardı: Kaç! Kurtar kendini! Kaç! Kurtar kendini!

K U M P A S | TAMAMLANDIWhere stories live. Discover now