Bölüm On Sekiz

1.5K 249 83
                                    

'Gel kalbime fısılda, fısılda ki kime ait olduğunu hatırlasın'

***

Daisy

Ertesi sabah erkenden uyandım ve hazırlanıp Vernon'un beni beklediği yemek odasına gitmek için odamdan çıktım. Beni neden beklediğini bilmiyordum, dün olanlardan sonra beni görmezden geleceğini düşünmüştüm. Hatta buna o kadar inanmıştım ki sabah uyandığımda Sitra'yı bulup onunla eğitime başlamayı planlamıştım. Ta ki Kia gelip Vernon'un beni beklediğini söyleyene dek. Tüm planlar alt üst oldu. Eh, beklemek zorundaydık, en azından bir süreliğine.

Dün ayin sırasında yine şehirdeydim ve son zamanlarda olduğu gibi dokunduğum yıkılmış parçalarda anılarla birlikte gizemli iki ağacı gördüm. Bu konuda bir şeyler yapmam gerektiğini biliyordum ve Sitra'ya da bundan bahsetmiştim. Önce kendimi savunmayı öğrenmem konusunda o kadar ısrarcıydı ki itiraz etmeye cesaret edemedim. Kılıç kullanmayı öğretmek istiyordu, Azap çukuruna gittiğimde ihtiyacım olduğunu söylemişti. Bu sabrımı korumama yardımcı oldu, yine de bir kılıç kullanmak bana göre değildi. Elbette Sitra bunu umursamıyordu.

Yemek odasına giderken yanıma geldi ve '' Mash'ka, eğitimden önce size bir kılıç bulmamız gerekiyor,'' dedi yavaşça. Etrafımıza kısa bir bakış atıp dikkat çekip çekmediğimizi anlamaya çalıştım. Elbette çekecek olsaydık Sitra bu konuyu açmazdı, yine de tedirginliğimi azaltmak için çaresizce bakışlarımı belirli aralıklarla nöbet tutan diğer muhafızlara çevirdim. Sonra konuşmak yerine başımı bir kez sallayıp onu onayladım.

Yemek odasının girişine ulaştığımızda sakinleştirici bir nefes alıp çift kanatlı kapıya baktım bir süre. Hala sarayda bir yemek odası olması fikri saçma geliyordu, sonuçta burada yemek yiyebilen tek kişi bendim.

Sonunda kapı açıldı ve içeri girdim. Vernon'u masanın bir ucundaki sandalyede otururken buldum. Yüzüme hafif bir gülümseme ekleyip ''Günaydın,'' dedim masaya ilerlerken.

Vernon yavaşça ayağa kalktı, sonra ''Günaydın Daisy,'' dedi yanındaki sandalyeyi işaret ederken. Ses tonu düz, bakışları sabit ve mesafeliydi. Her zamanki gibiydi yani ama onda oluşan en ufak bir değişikliği çok rahat anlayabiliyordum. Düz bakışları eskisi gibi duyguların izini taşımıyor, sesi vücuduma elektrik akımları gönderip beni mest etmiyordu. Hatta ona doğru yürürken kalbim çarpmadı, ona dokunmak ya da öpmek istemedim. O an bir kez daha anladım, delicesine sevdiğimiz şey etten kemikten oluşan beden değildi, aşık olduğumuz şey sahip olunan ruhtu. Ve karşımdaki kişi benim kocam değildi, sadece onun bedenine bürünmüş bomboş bir kabuktu.

Ondan buram buram yayılan soğukluğun bilincinde olarak işaret ettiği sandalyeye oturdum ve önüme yerleştirilen tabağa kısa bir bakış attıktan sonra ''Nasıl hissediyorsun?'' diye sordum dünkü ayin aklıma geldiğinde.

Sandalyesinde rahatça geriye yaslandı. '' Aslında iyiyim, dün birçok ruh huzura kavuştu.''

Biliyordum, dün ayin sırasında şehirdeydim ve itiraf etmeliyim ki bunu beklememiştim. Orada çemberimin içinde otururken kaç kişinin daha kaybedeceğini, daha ne kadar kişinin canavar olacağını düşünmüş ve bu düşünceyle kalbim ezilmişti. Canavarlar geldi, kurbanlarını aldı ama eskisi gibi yüzlercesi değildi. Kurtulanlar kaybedenlerden çok daha fazlaydı. O kadar az kişi gitti ki ayin bittiğinde şok olmuş bir şekilde sevinç çığlıkları atan Fısıldayanları izledim. Evler paramparça olmak yerine beyazımsı bir ışıkla parlamış, sonra da milyonlarca küçük beyazımsı ışığa dönüşüp yavaşça gökyüzüne doğru süzülmüştü. Aynı şey kurtulan Fısıldayanlar için de geçerliydi. Tenleri parladı, kahkahaları havayı doldurdu ve bir ışık bulutuna dönüşüp gökyüzüne doğru savruldu. İlk kez kurtulan bir Fısıldayan görmüştüm ve bu beni büyülemişti. Sonra kafam karışmıştı ve hala da karışıktı. Vernon hastaydı ve ruhu yoktu, nasıl olur da eskisinden daha başarılı olurdu? İçimden bir ses bunun Azap kraliçesinin bir oyunu olduğunu söylüyordu.

Fısıltı Lordu ve Onun Küçük Kurtarıcısı ( -TAMAMLANDI- ) Where stories live. Discover now