47- SÖZ

49.8K 4.4K 2.2K
                                    

"Abi, bir çizgi film vardı o kaçıncı kanaldaydı?"

Kürşat ve Müzeyyen'in bugün sözü vardı.

"Abi?"

Akşama doğru, artık sözlü bir adam olacaktı.

"Abi?" hafifçe dürtülünce irkildim. Bakışlarım Berzan'ın üzerinde durunca çatık kaşlarım ile birkaç saniye yüzüne baktım.

"Ne oldu?"

"Sen iyisin?" diye sordu yarım yamalak Türkçesi ile. Yüzünde oluşan endişe beni kendime getirdi, kaç saattir boş boş televizyona bakıyordum. Ve televizyonda ne oynadığını bile hatırlamıyordum. Düşüncelerim ile boğuşuyordum.

"İyiyim, iyiyim. Sen ne sordun?" dediğim anda kapı alacaklı gibi çaldığında babam irkildi. Bakışları anında bana döndü.

"Zeynel'dir, bakayım ben." dedim yerden destek alıp kalkarken. Annem o sırada endişeli endişeli mutfaktan çıkmış, elindeki köpüğü bile temizlemeden kapıya ilerliyordu.

Salondan çıkıp soğuk koridora geçtim, aynı saniye kapı açıldı. Müzeyyen'i gördüğümde kaşlarım çatıldı.

Muzeyyen ilk anneme baktı, ardından bana döndü. Endişeli görünüyordu, üzerinde güzel bir kıyafet vardı ama söz kıyafeti olamayacak kadar sadeydi.

"Caner, iki dakika konuşabilir miyiz?" titreyen sesiyle konuştuğunda kalbime bir ağırlık çöktü. Konunun Kürşat ile ilgili olduğu apaçık belliydi.

"Konuşalım." dedim kapıya ilerleyip, annem Türkçe anlamadığı için endişeli bakışlarını bana çevirdi.

"Ana, arkadaş gelmiş. Sıkıntı yok, geç sen içeri." dedim ikilemde kalsa da kafasını salladı.

"Tamam kurban."

Annem son bir kez daha bakıp mutfağa yeniden döndü. Müzeyyen hâlâ bana bakıyordu. Kapıya elimi koyup yaklaştım.

"Ne oldu?" sesim endişeli çıkmıştı.

"Arka bahçeye gelir misin? Ulu orta konuşmayalım." birkaç saniye durdum ama ardından kafamı sallayıp ayakkabımı giyindim. Müzeyyen o sırada arka bahçeye yürüyordu.

Ayakkabımı giyinip dışarı çıktım, hava kararmak üzereydi. Kapıyı kapatıp hızlı hızlı arka bahçeye yürüdüm. Müzeyyen beyaz elinin parmakları ile oynarken bedeni yan duruyordu ve istemsizce küçük küçük adımlar atıyordu.

"Kürşat'a mı bir şey oldu?" dedim yanına varıp, geldiğimi o an fark etmişti. Anında bana döndü.

"Sözün olmayacağını söyledi, şimdi nerede olduğunu bilmiyorum. Gitti Caner." sesi titriyordu. Afallayarak suratına baktım.

Bana o teklifi sunmasına rağmen hâlâ ufak bir davranışı ile kalbimin yeşermesi utanç vericiydi. Belki de ben bu oyunu kabul etseydim, birkaç saat sonra o yüzüğü takacaktı. Bu ihtimali düşünmüş olması bile canımı yakıyordu.

"Yardım et bana Caner." Müzeyyen konuştuğunda düşüncelerimden ayrılıp ona döndüm. Ne yardımından bahsediyordu?

"Ne yardımı?" dedim anlamayarak. Gözleri dolu dolu oldu ve bir adım yaklaştı.

"Onu bana getir, ne olur. Seni dinler."

İlk başta ciddi mi diye yüzüne baktım, gözlerinden akan yaşlar aşırı ciddi olduğunu gösteriyordu.

"Eğer onun dışında başka biriyle evlenirsem, babamlar anlar. Görücü usulü evlendirecekler, lütfen Caner. Yardım et." her kelimesini dikkatle dinledim. Derin bir nefes alıp boynumu sağa yatırıp derin bir nefes aldım, dudaklarımda yine acı bir gülümseme vardı.

"Kızım..." dedim titreyen bir sesle. "Kurban olayım benim ne suçum var? Benden bunu niye istiyorsun? Sevdiğim insanı kolundan tutup sözlenmesi için sana mı getireceğim?"

Niye bu kadar acı çekiyordum? Her yük neden benim omzuma yükleniyordu?

Müzeyyen söylediğim şeylerden sonra tüm panik halini bir kenara atıp, irileşmiş gözleri ile bana baktı. Gözlerinden hâlâ yaşlar akıyordu. Ne düşündüyse, saniyeler sonra yeniden yüzü buruştu, bakışlarını kaçırdı.

"Özür dilerim, özür dilerim." diye tekrar etti. Alt dudağımı ısırıp onun bu perişan haline baktım.

"Bu nasıl bir şey ya?" diye mırıldandım kendi kendime. Nasıl bir şeyin içine düşmüştüm ben böyle...

"Özür dilerim." dedi Müzeyyen yeniden.

"Özür dileme." dedim sadece, ona sarılmak istesem de bir şey engel oluyordu bana. Belki de benim böyle bir şeyi kabul edeceğimi düşünüp, başımıza bunların geleceğini hiç düşünmeden onunla beraber hareket edip, Kürşat'ı aklıma soktuğu için kızgındım ona.

Yanaklarına süzülen yaşları sildi, türbanının çene kısmına dokundu ve kafası eğik bir şekilde dış kapıya doğru bir adım attı. Yıkılmış görünüyordu.

Yanımdan ayrılmadan önce suçlu bir bakış attı, ne kadar gözünden düşen yaşları silse de yerini yenileri alıyordu. O saniyeler sonra çıkıp gittiğinde arka bahçede yalnız kaldım.

Elimi belime koyup öylece sessizliği dinledim bir süre. Veya içimdeki Kürşat'ı merak eden tarafı susturmaya çalıştım. Ama başarılı olamadığım için arkamı dönüp ön kapıya gittim.

Kapıyı çalıp açılmasını bekledim, saniyeler sonra annem kapıyı açtı. İçeriye bir adım atıp yanda duran hırkamı aldım.

"Ne oldu oğlum? Önemli bir şey mi?"

"Biraz hava alacağım ana, bir şey yok."

Siyah hırkamı üzerime geçirip yürümeye başladım. Dış kapı kapandığında elimi hırkamın cebine koyup kahvehanenin aşağı sokağına indim.

Ayaklarım sanki beni ona götürüyordu, hiç düşünmeden sadece sabahladığımız yere doğru yürüyordum.

Arabayla daha kısa sürede geldiğimiz yeri yarım saatte yürüyüp ulaştığımda ağaçlıkların araya girdim. Kürşat'ın arabası oradaydı.

O an saniyelerce olduğum yerde kalsam da yine düşünmeyi reddedip arabaya doğru yürüdüm. Ön kapıya geldim, bakışlarım sürücü koltuğuna kaydı. Kürşat dümdüz önüne bakıp içkisini yudumluyordu.

Derin bir nefes alıp elimi cebimden çıkardım ve kapıyı açtım. İçeri oturup kapıyı geri kapattığımda bakışlarını bana çevirdi. Ama bu sefer ben dümdüz önüme bakıyordum.

Bir süre baktı, daha sonra önüne döndü. Hareketlerini yarım yamalak görüyordum. Elinin tersini yanaklarına sürüp yaşları sildi.

O içkisini içmeye devam ederken, ben hiç sesimi çıkarmadan yanında oturuyordum.

***

cCc Türkler geri gidiyor cCc

MEMLEKETSİZ Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin