Durmazlar.

Gözlerinden sicim gibi iner korkunun acımadan kırbaçladığı damlalar, son vermek için var gücüyle haykırır.

Yine de duymazlar.

Önünden geçen iki çocuğun gözleri değer bu kez gözlerine. Annelerinin çekiştirmesiyle ondan uzaklaştıklarındaysa sesi kısılır, umudu cılızlaşır. Korkusu büyüdükçe daha çok siner o köşeye, sindikçe üstüne bir perde gibi iner karanlık. Kızaran gözlerini kalabalığa diker, nemli ellerini tozlu eteğine sürer. Her şeyin bittiğini düşünüp gözlerini kapattığı anda havalanır bedeni yerden. Parmaklarına değen uzun siyah saçları sıkıca kavradığında bir tek annesinin adı çıkar titrek dudaklarından. Yüzünü yüzüne çevirdiğindeyse o anda tutunmayı istediği tek kadının hayali, kaybolan ruhu gibi uçar gider omuzlarından.

Bazı insanlar karanlıkla erken tanışır. Dalgalı bir denizin içine çektiği derinlikten sakin bir kıyıya çıkmaya çabalamak, çocukken yatılan odanın duvarındaki gölgeden iblislerle savaşmak, sımsıkı ağaçlarla örülü koca bir ormanın içinden gelen seslerden ürküp koşarak yola fırlamak, yalnızca ay ışığının aydınlattığı zifir gibi bir sokaktan geçmek gibi değildir bu. Gerçek karanlık hem bir ateştir hem de hiç çözülmeyecek bir buz... Bu iki zıt kavram birleştiğinde birbirini etkisiz hale getirir zannederiz fakat her zaman öyle olmaz. Bazen birleştikçe daha çok yakar insanın canını.

Canının yanmasının aslında ne demek olduğunu ilk anladığı zamana giderek, fırtınanın etrafında ne varsa alıp götürdüğü, ağaçların önünde diz çöktüğü kasvetli bir gün ortasında, elinden kimin tuttuğunu dahi bilmeden uyuşuk adımlarıyla bembeyaz mermerlerle kaplı büyük alana doğru yürüdüğü anı düşündü Zeynep. Yüksek çam ağaçlarından o an için gözüne dikenliymiş gibi görünen sivri yapraklarından düşen damlaları gördüğünde, kendi yüzünde o damlaların bir benzeri yoktu. Günlerdir öyle çok ağlamıştı ki, göz pınarları bedeninde var olan bütün kaynağı kullanmış, kullandıkça onu tüketmiş, tükettikçe bitkinleştirmişti. Babasının aile mezarlığı olduğunu söylediği bu yerde yüksek, soğuk mermerlere, soğuktan donmaya yüz tutmuş bitkilere, etrafındaki çiçeklere, ağaca baktı. O ana kadar karanlığı yalnızca günün geceye dönümünden saymıştı. Güneş'in ortadan kaybolması ve zamanı geldiğinde yeniden ortaya çıkmasına dek geçen süreden ibaretti karanlık. Korkmazdı.

Her gece uyumak için odasına gittiğinde annesinin gece lambasını açtığı, saçlarını okşadığı, baş ucundaki kitaplardan hiç bıkmadan tekrar tekrar aynı masalları okudukları keyifli anlardan ibaretti. Ne zaman uykuya daldığını bilmez, annesinin ne zaman gittiğini görmezdi. Sabaha ulaşmadan uyansa dahi seslendiğinde saniyeler içinde kucağında bulurdu kendini. Korktuğunda gözlerini sımsıkı kapatır, uzun, kahverengi saçlarına dayanır, onu sakinleştirecek sözleri dinlerdi. Mermerin başucuna geldiğinde ve ıslak toprağa dokunduğunda, onun hem buzdan bir bıçak hem de alevden bir pelerine dönüştüğünü hissetti. Toprak elinden yuvarlandığında, buzdan bıçak kalbinin en derinine bir daha hiç çıkmamacasına saplandı. Bu acıyı benimseyemeden giydi sırtına alevden pelerini. Karanlık aynı anda hem üşütür hem yakar mıydı?

Üşüdü.

Yandı.

Bir ardiyenin unutulan köşesinde, bir dolabın içinde aynı hissi yeniden yaşıyordu. Gözleri sımsıkı kapandı, karanlık etrafını sardı. Geriye doğru büzüştükçe çocuk kalbi daha da parçalandı. Bir süre sonra diğer odalardaki kapıların açılıp kapandığını, havadaki telaşlı sesleri duysa da yerinden kıpırdamadı. Babasının yüksek tondaki sesini duyduğunda sığınmak için kaçtığı odanın kapısı sertçe açıldı. "Sınırları belli olan bir evde küçücük çocuğun nerede olduğunu nasıl bilmezsiniz?" Babasının adımları odada yankılandığında arkadan gelen birkaç kişinin daha sesiyle hem çok korktuğu hem de sığınmaktan hiç çekinmediği o karanlık, saklandığı eski dolabın kapağının gıcırtılı bir sesle hızla açılmasıyla önce yüzüne sonra küçük bedenine vuran cılız bir aydınlığa teslim olmuştu.

ANTKAYZONWhere stories live. Discover now