KÂKTÜS MEZÂRLIĞI

By kaktuslere

24K 7.6K 18.5K

Kim inanırdı ki bu hikâyede büyük balığın küçük balığı yediğine. Gerçek şuydu sayın okur bu hikâyede iki bal... More

"KÂKTÜS MEZÂRLIĞI"
1.BÖLÜM:GÖLGESİNE TAKILAN KADIN
2.BÖLÜM:TAVAN ARASINDAKİ TOZLU KALP
3.BÖLÜM:KÜLÜ SEVEN ATEŞ
4.BÖLÜM:KAKTÜSLERDE ÖLÜR TIPKI ÖLEN SİYAH GİBİ
5.BÖLÜM:KALBİ ATAN ÖLÜ CESET KAPANI
6.BÖLÜM: ÇEKMECEYE DÜŞEN ZEHİRLİ RESİM
7.BÖLÜM:RUH KOVANINI YAKAN KÖRDÜĞÜM
8.BÖLÜM: KUŞ UÇARKEN KANAT NEDEN AĞLAR
KARAKTER TANITIMI
9.BÖLÜM:KALBİM, BİR ISLAK KELEBEK
10.BÖLÜM:ŞAH DAMARA GİREN ZEHİRLİ HANÇER
11.BÖLÜM:KAR VE KAN LEKELİ DÜŞ
12. BÖLÜM: SARDUNYALARI SOLDURAN KAKTÜS ÇİÇEĞİ
13.BÖLÜM:YARANIN ÜZERİNE DÜŞEN YARA
14.BÖLÜM:DİKENLERİN BATTIĞI KIRIK AYNA
15.BÖLÜM: ZİFİR GECE VE KARA ÖFKE
16.BÖLÜM:GÖLGESİ GÜNEŞE SANCILI ADAM
17.BÖLÜM:KUYRUĞU LEKELİ DÜŞ
18.BÖLÜM:SOLUĞA BAĞLANAN KIZIL DÜĞÜM
19.BÖLÜM:ZEHİR SARMALI
21.BÖLÜM:KALBİ DELİNEN KADIN VE ONUN GERÇEKLERİ
22.BÖLÜM:GÜNEŞİN ÜZERİNE KAR YAĞDIRAN ADAM
23.BÖLÜM:ACI BÜYÜK AMA ÖZLEM DAHA BÜYÜK
24.BÖLÜM:DİKENE SAPLANAN KURŞUN

20.BÖLÜM:SATIR DİBİ ÖLÜM

700 231 668
By kaktuslere







20. BÖLÜM:SATIR DİBİ ÖLÜM

Mavi Gri | Aklımı kaçırdım

Yusuf Gevrek | Yar Sensiz




Zaman ellerimin arasında duran ölü bir cesetti, onu yıkamamı istiyordu. Ama ben sulara küstüm, yıkayamazdım ki.

Zihnimin duvarları arasına çarpan bu isim beni kanatmak için bu geceyi seçmiş olmalıydı. Geçmiş tozlu bir kitap sayfası gibi önüme açılmış, içindeki tüm toza bulanmış kelimeleri gün yüzüne çıkarmıştı. Dakikalar önce yanından sıyrılıp arkamda bıraktığım bedenin dudaklarını terk eden ismi duymamak isterdim.

Kendimi toparlamak için verdiğim zamanın bitiğini düşünerek ellerimi ve yüzümü yıkadıktan sonra güçsüz bedenimi alarak tuvaletten çıktım. Adımlarımı barın kalabalığına doğru yönelttim.

Zihnim neden susmuyordu?

Neden sürekli zihnim aynı ismi tekrar edip duruyordu ki?

Kalabalık bedenleri yararak ilerledikçe, zihnimin duvarlarını döven ismin kızıl bir kan gölüne battığını hissediyordum. Kan gölünde yükselen çığlık, barın içinde yükselen kuru ama oldukça yüksek olan müziğe çarpıp anında yok oluyor, iki gürültüden biri ölürken diğeri katil oluyordu.

Kalabalığa rağmen onlara doğru ilerlediğimi hissetmiş gibi bana dönen bir çift buzdan lacivert ile bakışlarımız kesişti. Yüzüm nasıldı bilmiyorum ama beni gören gözlerin; kaçları çatılmış, kirpikleri iç içe geçmiş, bakışları yakıcı bir kuşkuyla kısılıp üzerime devrilmişti. Onlara doğru attığım her adımın üzerine milyonlarca ağırlıkta kilolar biniyordu.

Yanlarına vardığımda kilometrelerce koşmuşum gibi nefes nefese kalmıştım. Dorâ, hâlâ bana çatmış olduğu kaşlarıyla aynı yoğunlukta bakmaya devam ediyordu. Renksiz dudaklarını ıslatarak, "Bir sorun mu var?" diye sordu sesi toktu, bu soruyu öylesine sormuş değildi, zaten bir şeyler olduğunu içten içe biliyordu.

Bakışlarımı onun bana bakan buzdan yangınlarından çekip yere indirdim, tam olarak ne demem gerektiğini bilmiyordum. Yere düşen ışıklar, onların eseri olan gölgeleri sarıyordu. Hâlâ yere bakıyordum, başımı hafifçe sallayıp, "Hayır." diye mırıldandım.

Kuruyan dudaklarım tek kelimeyi bile dile getirirken oldukça zorlanmıştı.

Dorâ, bedenini bana doğru eğdi. "Peki ben neden bir sorun olduğunu hissediyorum?" diye sordu, sorusunun sonunda sallanan kuşkuydu. Yutkundum. Kalbim göğsüme büyük bir baskı uygularken sakin olmaya çalıştım, başımı biraz kaldırmamla onu görebilirdim. "Ya da sen neden bakışlarını benden kaçırıyordun?"

"K-kaçırmıyorum." diye mırıldandım oldukça kısık çıkan bir sesle, başımı çok az yukarı kaldırıp aramızdaki boy farkına rağmen soluk mavilerime bakmasına izin verdim. Dorâ ile göz gözeydik ama o kadar koyu bir perde indirmiştim ki yüzüme perdenin ardını göremiyordu. Kalın renksiz dudakları düz bir çizgi haline gelmiş, siyah kirpiklerinin kuşattığı buzdan mavileri yüzüme bakıyordu.

"Kaçırıyordun." dedi sert ve tok bir sesle. Az önce kaçırdığım bakışlarımın altını kırmızı bir renkli kalemle çizer gibiydi. Mekanın aksine rağmen aramızda duru bir sessizlik kol geziyordu. Kaşları hâlâ çatıktı. "Şimdi ise kara bir perde indirmişsin." Sözleri bittiğinde âdem elması oynadı.

Beni bu kadar iyi anlıyor olması beni korkutmalıydı değil mi? Ama ben korkutmuyordum.

Yüzümün önüne attığım maskeyi gevşetmeden, "Bir şeyler içmek istiyorum." dedim, başımı dikleştirip gergin olan omuzlarımı biraz daha gererek. Çünkü beni daha fazla sıkıştırmasını istemiyordum. "Bana içebileceğim bir şeyler alır mısın?"

"Ne içmek istiyorsun?" diye sorduğunda, bakışları kısa bir an benden kopmuş omuzlarımın üzerinden bir yere değmişti. Bu kadar çabuk kabul etmesini beklemiyordum.

"Bilmiyorum, içki oranının yüksek olması benim için yeterli olacaktır. Sarhoş olamıyorum ama zihnimin bulanmasını ihtiyacım var." dedim kuru bir sesle.

"İçmeye değil şu sahneye çıkan renkli zibidiyi dinlemeye geldin sanıyordum." diyerek ağzının içinde homurdandı.

"Sen almayacaksan kendi başıma da alabilirim." diyerek arkamı dönmek için hareketlendiğimde bileğimi kavrayıp buna izin vermedi. Bileğimi saran sıcak parmaklar üşüyen ruhumu ısıtıyordu.

"Dur durduğun yerde."

"Bırak kolumu içkimi alacağım." Sesim oldukça düz çıkmıştı. Bakışlarım beni tutan adamın ellerine düştü. Arkadaşlarımızdan birkaçının bakışları bize çevrilmişti. Hâlâ bileğimi bırakmamakla ısrarcıydı. "Bıraksana be adam."

Dudaklarının kıyısında beliren gülümseme son cümlemi söyleyiş biçimimle alakalı olsa gerek böyle kıvrılmıştı. "Bekle alıp geliyorum." diyerek parmaklarını bileğimden usulca çekti, omzu omzuma sürtünmüştü. Yanımdan sıyrılarak içki servisi yapan barmene doğru ilerledi.

Ne zamandır tuttuğumu bilmediğim nefesimi titrekçe bırakıp bana bakan bakışlara tebessüm etmeye çalıştım. Herkesin oturduğu masada boş birkaç sandalye öylece duruyordu. İlerleyip orta yükseklikte ki boş sandalyelerden birine oturdum, tam da o esnada Türkü'nün heyecanlı sesi kulaklarıma doldu. "Ali abi ne zaman başlayacak şu canlı performans?"

"Ne bileyim kız, şu Savaş mıdır çatışma mısır ne gelince başlayacaklarmış işte, Mert öyle söyledi duymadın mı? Bana sorup kelimelerimi ziyan ettiriyorsun ayrıca. Hadi Alagül sorabilir onu anlıyorum da sana hiç yakışmayacak sorular bunlar." diyerek Türkü'ye göz kırptı.

"Ben neden sorabilirmişim ki?" diye soran güzel kadın, zümrüt yeşillerini kısmış masanın üzerine doğru bedenini eğmişti.

"Eğmesene kızım bedenini." diyen Koray, Alagül'ün açılan göğüs dekoltesine bakıp ahlaksız birkaç küfür etti ama Alagül bunu umursamamıştı.

"Senin anlama kapasiten anlatılanı tek seferde anlayacak düzeyde değil de ondan şişman animem." diyerek genişçe sırıtan Ali sırtını sandalyeye yaslayarak elindeki bira şişesini ağzına dayayıp bir yudum aldı. "O may gattt dedim, baksanıza bunu bile anlayamadı. Ama biliyor musun şişman animem buna rağmen seni çok kıskanıyorum?"

"Ne?" Şaşkınlıkla süslenmiş bir soruydu. Alagül hepimiz gibi gelecek cümleyi bekliyordu.

"Şimdi senin o küçük nöronların birinci eldir, belki de hiç kullanılmamıştır." dediğinde Alagül'ün kaşları çatılmıştı. "Benimki ise yedi yirmi dört dur durak bilmeden çalışıyor. Baksan bana, sayısalım ayrı sözelim ayrı harikalara yaratıyor, buna rağmen bana mısın demiyorlar."

Özgür küçük bir kahkaha attığında Alagül'ün sert bakışlarıyla kahkahası yarıda kalmıştı ama yüzünde asılı kalan tebessüm hepimizin yüzünde gezinen tebessümün bir benzeriydi.

Alagül, "Ali böyle devam edersen öldüreceğim seni." diyerek düz bir şekilde konuştu. "O çok övdüğün minik beynini bir daha kullanamayacaksın."

Ali oturduğu sandalyede daha rahat bir pozisyon bulmak için biraz kaydığında Alagül'ün söylediklerini duymuyormuş gibi yapıyordu. "Kendi kanını görse bayılacak kişiler beni ölümle tehdit ediyor. Kanal yedi dizilerinin hiç kazanamayacağı o reyting savaşı gibisin bebeğim."

"Sen nesin peki, Yaban Tv mi?"

Barın içine dağılan sesli müzik birden kesilince Ali'nin vereceği cevap havada asılı kaldı. Mikrofondan çıkan hışırtısı sese karışan tanıdık boğuk bir ses kulaklarımdan içeriye sızdı. Mert'in sesiydi bu. Tüm bedenler sahnenin olduğu tarafa döndüğünde ben de gayri ihtiyari bedenimi sahneyi görebileceğim bir konuma getirdim.

Sahnede dikilen ve doğrudan bana bakan adam, bakışlarında ki zehirle kelebeklerimin kanatlarını yakıyordu. Savaş Mergen, içimde çırpan kelebekleri çekinmeden öldürüyordu. Kas katı kesilmiştim. Isınmayan ellerim daha fazla soğuyabilecekmişçesine üşüyorlardı.

Sahne bu mekana yakışacak bir boyuttaydı. Ne çok büyük diyebilirdim ne de çok küçük. Sahnenin iki yanından gelen kırık beyaz ve mavi karışımı ışıklar barın ışıkları kapandığı için tüm dikkati sahneye taşımıştı. Işık garip bir yavaşlıkta titrerken sahnede ayakta duran iki bedene değiyor ve dağılıyordu. Sahnenin arka kısmında tam ortada oturan pembe kıvırcık saçlı bir kız, baterinin zillerine elinde tuttuğu bagetlerle güçlü bir şekilde vurduğunda irkilerek kendime geldim. Zillerden yükselen ses bana birer yardım çığlığı çağrısını anımsatmıştı.

Benim attığım yardım çığlığı.

Omuzlarımın üzerinde uzanan kol önüme garip renkte olan bir içki bardağını bıraktı, daha önce bu renkte bir içki içtiğimi anımsayamamıştım. Birçok rengin karışımına benziyordu bu sıvı. Kulağımın dibinde fısıldayan tok ses çivi gibi sertti. "Zihnin bulanıklaşsın istiyordun. İç!"

Ruhumda parçalanan sivri köşeler satır dibime devrilmiş ölü cesetlere gülümsüyorlardı.

Sert soluğu açık boynumu yaladı. Çok yakınımdaydı çünkü ayakta arkamda dikiliyordu. Sandalye normal sandalyelerden oldukça yüksekteydi ve o tam arkamdaydı. Bakışlarının sebepsizce zifiriye gömüldüğünü düşündüm. Dorâ ardımdayken tekrar o karanlık sesi duydum. "İç!"

Bacağımın üzerinde titreyen ellerimin varlığını yeni yeni fark ediyordum. Ellerimi usulca pantolonumun sert yüzüne bastırıp önüme koyulan içki bardağını güçsüzce kavradım. Parmaklarım kadar soğuk bir cam vardı şu an avuçlarımın arasında.

Tenime çarpan soğuğun nabzıydı hissettiklerim.

Dorâ tam ardımdayken, nefesi ensemdeyken, son sözleri kulağımdayken, karanfilli elma kokusuna karışmış sigara kokusu burnumdayken o içkiden bir yudum aldım. İçki, önce dilimi sonra da genzimi yaktı. Çok sertti, biraz da acı daha önce içtiğim hiçbir şeye benzemiyordu. Gözlerimi yumarak bir önceki yudumla kıyaslandığında daha büyül bir yudum aldım. Kalbimin duvarları durgun bir okyanus gibi dinginleşti.

"Ne bu?" diye sordum, yumduğum gözlerimi açmadan hemen önce, gözlerim sahnede ayakta dikilen üç kişilik grubunu üzerindeydi ama hiçbirine doğrudan bakmıyordum.

"Şeytan yakan." dediğinde sesinde iyileşmemiş iltihaplı yaralar damlıyordu. "Ateşten olanı bile yakıyor düşünsene; tam da ihtiyacın ola şey bu olsa gerek. Değil mi Ayladùa?"

Sesinde ki yaralar sarmamla geçmeyecekti çünkü ben ona her dokunduğumda yakacaktım, o da hep itirazsız yanacaktı. İçimde yükselen o ufacık alev ikimizin de sonu olacaktı.

"Öyle." diye fısıldadım, sadece Dorâ duydu beni ama Savaş kıpırdayan dudaklarımı görmüştü. Kalabalık içinde yükselen sabırsız uğultular kol geziyordu. Birçok beden sabırsız bir şekilde grubun bir an önce şarkıya girmesini bekliyorken, ben ise onların aksine elimde tuttuğum bardaktaki garip renkteki sıvıyı bitirmek için içten içe sabırsızlanıyordum.

Bardaktan tam büyük bir yudum alacağın esnada Dorâ kaslı kolunu göğüslerimin biraz üzerinden ve boynumun altında olan o boş alandan geçirerek sandalyenin sert kısmına yaslanmamamı sağladı. "Yavaş, birden çarpmasını istemiyorum. Ağır ağır olsun ne olacaksa. Hisset, telef etme!" İçmedim, bardak avuçlarımın arasındayken bakışları sahnede geziniyordu.

Savaş sahnenin sol köşesine koyulan mikrofonun önüne gelirken, Mert sağ köşede duran mikrofonun önünde hazır bekliyordu. İkisinin de ellerinin altında oldukça pahalı duran gitarlar vardı. Savaşın elinde tuttuğu gitar tıpkı gözlerinin zehir yeşilinden bir ton almıştı. Gitara değen parmaklarıyla arkada birkaç kızın kulak tırmalayan çığlıkları yükseldi, yüzümü buruşturdum. Savaş doğrudan bana bakıyordu. Mavi ve beyaz ışıklar altına alenen ortadaydılar.

Yan masada duran kız grubu ayağa kalkmış alkış tutmaya ve ıslık öttürmeye başlamışlardı. "Çok yakışıklılar değil mi?" diyen bir ses heyecandan titriyor gibi çıkmıştı. Ona katılan bir diğer ses, "Bu adamları dinlemek için kaç saat yoldan geldim ama şu an bile değdiğini düşünüyorum." diyerek aynı heyecanla arkadaşına katıldı.

Yan gözle Mihrima'nın oturduğu yerden ayaklandığını gördüm. Baterinin başında duran pembe kıvırcık saçlı kız güzel bir ritimle insanların nabzını kontrol altında tutmak için bir tempo tutturmuştu. Tutulan ritimle birlikte başımı hafif arkaya attığımda Dorâ'nın sert göğsüne çarptım. Çekilmedim, duraksadım.

Mert tüm gece üzerinde olan deri ceketi çıkarmış altındaki soluk mavi bir tişörtle kalmıştı. Altına giydiği siyah pantolonun içerisine tıkıştırılmış duran tişörtün bir kısmı dışarıdaydı. Kumral saçları arkaya atılmıştı, her zaman ki gibi, gözlerinin bizim masamızda dolandırıp başıyla bizlere selam vererek derin bir soluk çekti içine. Dövmeleri, duruşu, bakışı ile sahneye yakışan bir adamdı.

Savaş ise hâlâ bana bakmayı sürdürüyordu. Saplanmıştı. Karalılığa rağmen, bunca insana rağmen, hemen ardımda duran adama rağmen yeşil zehirlerini benden uzak tutmadı. Mikrofonun baş kısmına büyük biçimli parmaklarıyla kavrayarak, "Zehir'i dinlemeye hazır mıyız?" dedi, Zehir gruplarının ismi olmalıydı.

Hep bir ağızdan yükselen aynı onay cümlesiyle bakışları kalabalıkta dolanmak yerine hâlâ benim üzerimdeydi. Bu bakışlar beni geriyordu, çeksin istiyordum.

Mert, "Hazırız maden..." diyerek pembe saçlı baterist kıza doğru dönüp, başıyla bir hareket yaptı ve elinin altındaki kırmızı renkli gitarı ustaca çalmaya başladı. Bateristi çalan kız büyük bir hızla zillere vurduğu bagetleri peş peşe davullara geçirip harika bir ritim tutarak kalabalığı ateşliyordu. Güzel bir atmosfer vardı.

Savaş mikrofonun başını avucunun içinde yok edecek bir biçimde kavramıştı. Başını mikrofona doğru eğdi ve kumral saçları öne doğru döküldü. Arkadaşlarının tuttuğu ritimli müziğin arasına ateşli bir hırıltı karıştı. Rüzgarda başlayan bir ateş kavradı tüm barı ve içindekileri, rüzgar esti ateş dağıldı, rüzgar biraz daha esti ateş değdi herkese. Yağmur yağmadı. Küsmüştü yağmur. Birçok insan sahnedeki kendilerini yakan bu garip adama bakıyordu meraklı bir biçimde.

Gözlerimi yumdum. O şarkısına başladı.

Hep bir şeyler içinde
Kaybolduk sessizce
Tükendi umutlar
Yaşanmadan gizlice

Savaşın sesi düştü büyük bir gürültüyle. Dorâ beni biraz daha hapsetti kollarının arasına, burnu tıpkı şarkının sözleri gibi saçlarımın arasında sessizce kayboldu. Saç diplerim onun varlığıyla acıyla kasıldı, evet saçlarım acıdı. Biçimli parmakları göğsümün üzerindeki dövmemi belli belirsiz okşadığında kalbim göğsüme vurdu, güçlüce ve sertçe. Parmakları kalbimin her bir vuruşunu hissediyor olmalıydı. Savaş'ın boğuk sesi acı çeker gibi yükseldiğinde Dorâ parmaklarını dikenlerimin asılı durduğu yere oldukça kuvvetli bir biçimde bastırdı. Nefes alamıyordum. Nefes almayı unutmuştum. "İç, seni bulanık istiyorum bu gece." dedi, ürkütücü bir sesle.

Bu Dorâ kimdi bilmiyordum. Gözlerimi açtım, dediğini yaparak içkimden içtim. Sahneye döndüğümde Mert kendinden geçmişçesine gitarı çalıp Savaş'a kıyasla daha az baskın bir tonda şarkının sözlerini söylüyordu. Pembe saçlı baterist kızın her vuruşu bagetleri ortadan ikiye ayıracak kadar kuvvetliydi ama buna rağmen hiç yavaşlamıyor aksine her geçen saniye daha fazla hızlanıyordu. Bardaki insanlar ise şarkıya kısık bir sesle eşlik ediyorlardı.

Bir zehir sardı bedeni
Öldürmeyen süründüren
Razıyım artık yeter
Ne olur kurtar beni

Parmakları kalbimin üzerine zehirler bırakıyordu. Evet, beni öldürecek zehri oraya akıtmasına izin veriyordum.

Dorâ, sıcacık olan parmağını kalbime bastırdığında soğuk bedenim titredi, karnım burkuldu, içim çekildi. Ne olur kurtar beni diye çınlayan şarkı sözleri göğsümü çatlatıp içindeki o karanlık ize dokundu. Karanlık iz Dorâ'nın parmaklarına akıyordu artık. Birinin bizi görmesi önemli değildi. Savaş'ın bizi görmesi önemli değildi. İsteyen herkes bizi görebilirdi. "Ne hissediyorsun, kanatları koparılmış, gözleri oyulmuş güzel Kunâla?"

Her şey en uçtaydı. Korku, heyecan, endişe, kabulleniş aynı zamanda da direniş. "Dorâ," dedim ama soluğuma dikenli teller battı, konuşamadım.

"Sana bakıyor şu sahnedeki herif." diyerek saçlarımın arasındaki burnunu sertçe saç diplerime sürttü. "Sen de ona bakıyorsun. " diye fısıldadı dişlerinin arasında. "Bakma!"

Boğazıma dizilen her söz orayı yırtarak çıkmak istiyordu. Sertçe yutkundum, onun sesini saran zehir tam olarak bana geçiyordu. Yanımızda insanlar şarkıya eşlik ediyor, artık seslerini yükseltiyor, keyifli zaman geçiriyorlardı. Ben ise tenime yıldırım saplayan bir adamın parmakları altında titrememek için kendimle savaşıyordum. Dışarıda yağmur yağıyordu çünkü sahnenin arkasındaki camdan duvara vuran mavi ve beyaz karışımı ışık küçük taneciklerin çarparak kayışını gözler önüne seriyordu.
Boynuma değen dudaklarla kalbimde bir yırtılma sesi yükseldi. Kalbim kalbimi tekmeledi.

"Dorâ dur, lütfen." diye kısıkça fısıldadım. Durmadı, küçük ama hissedilir şekilde dudaklarını gezdiriyordu tenimde. Dudakları şah damarımın üzerinde tehditkâr bir biçimde durdu. Alt dudağıma dişlerimi sertçe geçirdim. Bulanık bir netlik içindeydi her şey, bu nasıl olabilirdi?

"Durdur durdura biliyorsan." Sesinde beni ezen koca bir yük saklıydı. Bir an ne olmuştu da bu denli yakınıma girmiş, alanımı hiçe sayar olmuştu? Her an havaya uçabilecek kadar doluyduk. "Hadi, yapabiliyorsan yap. Bekliyorum."

Sertçe yutkundum. Kalbim peş peşe göğsümü yumrukladı.

Kayboldum tenimden
Ne gelir ki elimden
Fırlattım tüm yalanları
Çırılçıplak kaldım birden

"Dorâ," dediğimde sesim hissettiğim yoğunluktan dolayı sesim ağlayacak gibi çıkmıştı. Başımı ona doğru çevirdiğimde burnu boynuma sertçe sürtündü. Aynı gün içinde yaşadığımız ikinci yakınlaşmaydı. Kalbimin üzerinde gezinen parmaklar, kanlı dikenlerden korkmuyordu. "...önünde bu denli savunmasız olmaya henüz hazır değilim. Anla, anla ki dikenlerim batmasın parmaklarına. Anla ki parmakların deşmesin kalbimi. Anla, lütfen." diye sızladım, sesimde yükselen kara dumanları göstererek. "Şimdi değil."

Ruhum önünde çıplaktı, yalın ayak yürüyordu.

Müzik durmuştu, Dorâ usulca geri çekildiğinde hâlâ arkamda durduğunu bilmek kalbimin dinmeyen atışlarına yenisini eklemeye yetiyordu. Sesini duydum ama tam olarak ne dediğini anlayamamıştım.

Ali'nin oturduğu yerden kalkıp sahneye doğru ilerleyişini gördüğümde kalp atışlarım belirli bir ritimle göğsümü vuruyordu.

Koray, "Nereye gidiyorsun lan?" diye sorduğunda Ali ilerlemekten vaz geçip omuzlarının üzerinden Koray'a baktı.

"İstediğim bir parça var Mert kankamdan onu çalmasını istemeye gidiyorum." diyerek kısaca gözlerini hepimizin üzerinde gezdirdi. "Ne tutuyorsun sen beni sözünü yiyen kalleş akbaba suratlı?"

"Ne yiyen, ne yiyen?"

"Söz yiyen kalleş akbaba suratlı, unuttum mu sandın minik şişman animeme yaptıklarını," diyerek gözlerini kısıp sinsice Koray'a baktı. "...sus beni lafa tutma istek şarkı yapacağım."

"Ali abi istersen peçeteye yaz öyle daha egzotik olur." diyen Türkü kıkırdayarak avuçlarıyla ağzını kapatmıştı.

"Aferin kız, ben bunu nasıl düşünemedim ki?"

"Saçmalama Ali!" diye homurtular masada yükseldiğinde Ali sadece göz devirmekle yetinmişti. Aklıma koymuştu, yapacaktı.

Masa ile arasında olan birkaç mesafelik adımı kapatıp önümde dikildiğinde, "Peçeten var mı kızıl çalı süpürgesi?" diye sordu.

"Anlamadım?"

"Peçete diyorum, hani sümüğümüz aktığında burnumuzun için boşalttığımız harika icattan bahsediyorum, var mı?"

Önümde dikilen adama düz düz baktım. Gerçekten peçeteye istek parça mı yazacaktı? Her an başka bir şeyle karşımıza gelmesine artık şaşırmamam gerekiyordu buna alışmalıydım.

"Ben de vardı." diyen Mihrima çantasını açarak bir paket peçeteyi masanın ortasına koyduğunda tüm bakışlar ona çevrilmişti. "Ne her zaman böyle bir şey yapmak istemişimdir. Bu fırsatı geri çeviremezdim." diyerek omuzlarını silkti.

Alagül, "Rezil olacağız." diye kısıkça mırıldandı.

Ali peçete paketini alarak bir tane çıkardı ve ceketinin iç cebinden çıkardığı bir kalemle bir şeyler yazmaya başladı. "Sen şunla sevgili olup rezil olmadıysan bunla hiç olmazsın şişman animem." diye homurdandı. Yazdığı şeyi hiçbirimize göstermemek için eliyle kapatıyordu. Yazma işlemi bittiğinde doğruldu ve keyifle gülümsedi. Arkasını bize dönerek hemen dört beş adım önümüzdeki sahnenin önüne giderek elinde tuttuğu peçeteyi Mert'e doğru uzattı. Mert, Ali'nin elindeki peçeteyi alıp yazan şeye göz gezdirdiğinde kaşları anında havalandı.

"Eee çalmayacak mısınız?" diye soran Ali'nin sesi oldukça hevesli çıkmıştı.

Mert çaresizce sahnedeki arkadaşlarına bakıp tekrar Ali'ye döndüğünde hepimiz gerçekten Ali'nin ne istediğini merak etmiştik. Savaş birkaç adımla Mert'in yanına gelip elindeki peçeteyi aldığında onun da kaşları tıpkı Mert gibi yükselmişti. Savaş başını kaldırdığında gözleri doğrudan gözlerimin içine denk geldi. Gözlerinde alay geziniyordu.

"Biz bunu çalamayız kusura bakmayın." dedi oldukça normal bir tonda.

"Nasıl ya, sen şimdi bunu çalmayacak mısınız?" diyerek sesini yükseltmiş artık tüm gözleri Ali'nin üzerine çevrilmişti. "Ben tüm gece bunun hayalini kurdum, nasıl söylemezsiniz?"

"Bu parçalar ne yazık ki bu mekan için pek uygun değil." diyen Mert, çaresizce bizlerden yardım istiyordu.

"Ne?" diyerek bizlere dönen Ali gözlerini kocaman açmış ellerini dizlerine vuruyordu. Onu gören insanlar kesinlikle Ali'nin deli olduğunu düşünüyor olmalıydılar. "Duydunuz mu uygun değil diyor. Niye geldim ki ben buraya zaten? Latif Doğan'dan Küstüm dinleyemeyeceksem neden? Zamanıma yazık yuh olsun bana. Evde Ezel ve Eyşan izlerdim o da kesmezse Osman ağa ile Safiye izlerdim benim burada ne işim var ki zaten?"

Özgür ve Türkü kahkaha atmaya başladıklarında benim ağzım şaşkınlıktan aralanmıştı. Ali gerçekten bu parçayı mı çaldırmak istiyordu.

"Lan manyak o parça burada çalınır mı?" diye kızgınlıkla söylenen kişi Giray olmuştu.

"Ne diye söylenmeyecekmiş, söylenir! Kültürlerini, geçmişlerini unutmuş bunlar, bizler Arsız Bela dinlerken bileklerimizi kesen, Latif Doğan gibi sevdiğimiz kızın penceresinin dibinde ona şarkı çığıran, Kara Gümrük dinleyip sevdiğimiz kızın mahallesini yakan gençlerdik. Yazıklar olsun bunları nasıl unutursunuz? Kanınız kurumuş sizin, kansızlar." diyerek mekanın içindeki herkesin yüzüne tek tek baktı.

İlerden bir arkadaş grubundan yükselen sesle şaşkınlık seviyem her geçen saniye biraz daha artıyordu. "Adam haklı." Buna benzer Ali'yi onaylayan cümleler peşi sıra yükselmeye başladığında sahnedeki üç kişi çaresizce birbirlerine bakıp duruyorlardı.

Savaş, "Madem bu kadar ısrarcısınız buyurun siz söyleyin." diyerek Ali'yi sahneye davet etti. Ali zaten bunu bekliyormuş gibi çokta yüksek olmayan sahneye ellerinden destek alarak çıktığında hepimizin gözü onun üzerindeydi. Savaş'ın mikrofonuna doğru ilerleyip onu eliyle ittirdi ve mikrofonun önüne geçti.

"Herkese iyi akşamlar ben Ali Şahin, sizlere hayatınızda unutamayacağınız bir akşam yaşatmak üzereyim. Hazır mısınız?" diyerek bizlerin olduğu masaya öpücük attı. "İsterseniz hazır olmayın ben hazırım." dediğinde gülüşme sesleri yükselmişti yan masamızdan.

Ali'nin sorusuyla ağızlardan yükselen onay cümleleri ıslıklara ve alkışlara karışmıştı.

"Herif yine yaptı yapacağını." diyen Özgür keyifli bir şekilde gözlerini sahnedeki arkadaşının üzerinde gezdiriyordu.

"Pembe şeker ver bakalım oradan bir ritim." diyen Ali ile birlikte baterinin zillerinin çınlayan ritmi mekan içine yayıldı. Savaş omzunu camdan duvara dayayarak kollarını birbirine sarmış tüm kalabalığa rağmen, arkamdaki adama rağmen bana bakıyordu. Dorâ bunun farkındaydı. Ali parçaya girdiğinde ben başımı hafif çevirip karanlığın izlerinin süründüğü yüze baktım. Kara kirpikleri iç içe geçmiş doğrudan sahnenin o köşesine dikmişti bakışlarını. Ona baktığımı bile fark etmiyordu.

Bir an kendimi cansız bir korkuluk gibi hissettim, yaşamayan ama buna rağmen varlığıyla kendini koruyabilen çirkin bir yaratığa.

Gözleri birden gözlerime düştüğünde irkildim. Usulca yaklaşıp dudaklarını alnıma bastırdığında alnım yanıyordu. Kilometrelerce koşmama rağmen sürekli geride kalan o yarışçıydım. Yakınlığı, dokunuşları, bakışları, zihnimin duvarlarını istediği renge boyuyordu. Dorâ ne isterse yapıyor ben ise buna izin veriyordum. Bunu neden yaptığını içten içe bilmek damarlarımda akan kanın üzerine kaynar sular döküyordu çünkü bu Dorâ'nın sırtımı deşen zehirli bakışlara bir sınır çizme şekliydi. Savaş'a çizilen kalın bir sınırdı.

Müzik çaldı, herkes eğlendi, gece bitmek üzereydi artık. Deniz'in bana olan bakışlarına katlanamamış küçük birkaç yalan ilave ederek her şeyi bir çırpıda ona anlatmıştım. Gökalp'in bir hastasından gelen telefonla acilen kalkmak zorunda kalması beni sıkıştırmasının önüne geçen bariyer olmuştu. Oturmaktan sıkıldığım için sandalyeden kayarak ayaklandığımda Dorâ'nın gözleri anında beni buldu. Ona bakmayarak üzerimi düzelttim. Şu an herkes masada kendi halinde bir sohbet içerisindeyken Mert ve grup arkadaşlarının bize doğru ilerlediğini gördüm.

Pembe kıvırcık saçlı kız yüzünde asılı duran kocaman bir gülümsemeyle bize el sallıyordu. Savaş ise bu ikilinim arkasında oldukça yavaş adımlarla ağır ağır iletiliyordu.

"Rengin?" Mihrima oturduğu yerden kalkıp masanın etrafından dolandı. İki kız gözlerimizin önünde birbirlerine sarıldığında daha önce tanıştıkları çıkarımını yaptım.

İsminin Rengin olduğu öğrendiğim kız Mihrima'nın yanında dikilerek kocaman sarı renkteki gözlerini üzerimizde gezdirip, "Merhaba." dedi neşeli bir sesle. Rengin'in gözleri Alagül üzerinde biraz fazla durmuş olmalıydı ki Koray öksürerek bunu dağıttı.

"Merhaba," diyen Koray'ın sesi fazla mesafeli çıkmıştı. Uzak dur der gibi.

Dorâ büyük bir sessizlikle aramıza dahil olan bu yeni insanları incelerken ben de sessizce yanı başında bekliyordum. Başımı biraz kaldırdığımda Savaş'ın bakışlarının doğrudan Dorâ'nın üzerine saplandığını gördüm. Savaş'ın gözlerinde ortaya çıkan parça parça öfke bulutlarının bir an görür gibi oldum ama neden böyle bakıyor olduğunu anlayamadım. Dorâ, sadece düz, hissiz bir biçimde bakıyordu. Gözlerinin önüne düşen perdenin ilerisine kimseyi geçirmiyordu. Küçük bir an çenesinin kasıldığını görür gibi oldum, yanılmışta olabilirim emin olamıyordum.

Rengin'in kaşları Koray'ın tavrı karşısında havalandığında, "Sevgili misisiniz?" diye sordu.

Alagül, "Evet, ondan uzak dur." dediğinde kızın dudakları keyifle yukarı kıvrıldı. Alagül son günlerde oldukça cesur davranışlar sergiliyordu.

Mert kimsenin konuşmasına izin vermeden, "Bence Koray için değil kendin için endişelenmelisin Alagül." diyerek alayla baktı.

"O ne demek?"

"Siz onun kusuruna bakmayın kendisi beynini kullanamıyor da." diyen Ali, Rengin'e göz kırptı. "Sen de Koray'ı koruyacağına kendini koru az minik şişman animem. Pembe şeker, muşmula suratlı sevgilini değil seni yemek istiyor. Kolla kendini ham yapar seni sonra karışmam." dediğinde Alagül'ün yeşil zümrütleri anında kocaman açıldı, yüzü kızarmaya başladı.

"Zevzeklik yapmayı kes Ali!" diyen Koray' ile Ali ellerini teslim oluyorum der gibi kaldırıp geri çekildi.

"Ya siz?" diyerek bir anda bize dönen sarı bakışlı kızla Dorâ sert bir soluk verdi. "Siz de mi sevgilisiniz?"

Damarlarımın parçalandığını hissettim. Damarlarımı kesen kaktüs dikenlerim göğsümün ucuna devrilmiş kuru bir çukur açmışlardı. Çukur benim için çok büyük olsa da Dorâ için ufacıktı.

Dorâ benim mezarıma sığmazdı.

Masada hüküm süren sessizlik kulaklarımızı sağır edecek kadar büyüktü. Savaş'ın zehir yeşil hareleri benim üzerimde gezinirken sadece susuyordum. Dorâ, kolunu karnımın üzerinden geçirip beni kavrayarak sırtımı gerilmiş göğsüne yasladı. Karnıma kramplar giriyordu. Parmakları belimin kenarına saplanmış orayı yakmak istiyordu sanki. Kalbinin çarpışları sırtıma izler bırakarak sert ve peş peşe vurup tüm hislerimi alaşağı ediyordu.

"Sevgiliyiz," dedi, sert ve keskince.

Rengin ellerini havaya kaldırarak bir adım geri atarken bile hâlâ gülümsüyordu. Sarı renginde ki iri gözlerinin içine dolan şeyleri görebiliyordum, dilini alt dudağına saplı olan gümüş renkte ki piercing üzerinde usulca gezdirdi. "Anlaşılan bu gece birinden dayak yemeden çenemi kapalı tutmalıyım ha," diyerek bana çapkınca göz kırptı. Bu kız benimle flört mü ediyordu? "...kusura bakma güzellik ama arkanda kollarını sana ahtapot gibi sarmış bir sevgilin varken istesem de yanına yaklaşamam. Şu zümrüt gözlüye de bakamıyorum, bu gece baya şansızım değil mi Mihrima?"

Mihrima kıkırdayarak, "Tüm güzel kadınlara yürümekten vazgeç Rengin, bir gün gerçekten dayak yiyeceksin." dediğinde, Rengin omuzlarını bir çocuk gibi yuları aşağı oynattı. "Hatırlarsan sansa da yürümüştüm."

"Sus ahlaksız." diyen Mihrima tatlı bir biçimde gülümsüyordu.

Dorâ çenesini başıma dayayarak beni kendine biraz daha hapsettiğinde kalbimin yırtık yamaları artık dikiş tutmuyordu. İğneyi geçirdiğim her yer, ipi kabul etmez olmuştu.

"Rengin," dedi Savaş birden. "İnsanlarla tanışmadan onları yatağa atma fikrin gördüğüm kadarıyla yine ters tepti." dedi gözlerini hepimizin üzerinde gezdirerek. "Bence önce onlarla tanışmayı denemelisin."

"Çok bilmiş Savaş yine konuştu." diyerek homurdandı, saçlarını bileğindeki siyah lastik tokayla topladıktan sonra elini bana doğru uzattı. "Rengin ben," diyerek gülümsedi. Dorâ karşımda duran bu çekici kızın elini tutmama izin vermeden kendisi tutup sıktı.

"O temas kurmayı sevmez, Dorâ beni." dedi, sesi kuruydu.

"Ya sen, senin bir adın var mı temas kurmayı sevmeyen kız?" diye sordu.

"Ayladùa," diye mırıldandım, dişimi farkında olmadan dudağıma geçirdiğimi ağzıma gelen metalik tattan anlayabilmiştim.
"Aaa, çok farklı bir ismin var, anlamı ne Ayladùa?"

İki adamın dudağı arasında o beklenmediğim kelimeler yükseldi. Birinin buzdan lacivertleri varken bir diğerinin zehir yeşilleri vardı. "Göğün yakarışı." Üzerime patlayan bir yanardağın altında kaldım sandım. Yanardağ lavlarla doluyken ben neden üşüyordum ki?

Dorâ'nın karnımın üzerinde olan kolunun gerildiğini hissettim. Savaş, onu tanıdığımı biliyordu. Bana bakan gözler bunu inkar etmiyordu zaten.

"Siz daha önce tanışıyor musunuz?" diye sordu Mihrima. Sesinde beliren merak duvarlarımı yumrukluyordu.

Savaş başını hafifçe sallayarak, "Tanışıyoruz." diyerek arkamda dikilen adama ruhsuz bir bakış attı.

Dorâ hiç sakin değildi. Karnımın üzerinde duran elini çekeceğini hissetmiş gibi birden elimle o kolu sıkıca kavrayıp kendime biraz daha bastırdım. Bu tepkime karşılık o da başımın üzerindeki çenesini bana bastırıp oraya yakıcı bir soluk bıraktı.

"Keşke beni de daha önce tanıştırsaydın Savaş. Belki o zaman bu ismin anlamını daha erken öğrenebilirdim." diyen Rengin sesine gizlenen iğneleri bizlere gösterdi.

Savaş hafifçe başını eğerek, "Uzatma, Rengin." dediğinde sesindeki uyarı Rengin'i geri çekmeye yetmemiş gibiydi ama buna rağmen susmayı tercih etmişti.

Rengin ve Savaş sırayla herkesle tanıştıklarında masada ileri giden bir sohbet vardı ama ben söylenen hiçbir şeyi algılayamıyordum. Zihnim kelimeleri parçalara bölüyor ve bir bütün olmalarına izin vermiyordu. Yollar kelimelerle doluydu, kelimelerden akan kara mürekkep tüm asfalt üzerinde parlarken ben oldukça sessiz ve sakin duruyordum.

Alagül'ün yükselen sesiyle düştüğüm kuyudan çıktım. "Bakmasana bana! Bakma diyorum." diyerek Koray'ı ittirdi.

"Bakarım, kız arkadaşım değil misin?"

"Bakamazsın, oyarım bana bakan o gözlerini."

"Kapkek..."

"Bana şöyle seslenme Koray."

"Nasıl, kapkek diye mi?"

"Koray!"

Rengin, "Şöyle bir fantezim olmadan alma canımı yüce rabbim." diyerek ellerini havaya kaldırmış arsızca gülüyordu. Ben de içerisinde olduğum anı unutarak tebessüm ettim. Yan tarafımda oturan Dorâ'nın telefonunun tanıdık melodisi yükseldiğinde elini pantolonunun cebine atarak telefonunu çıkardı, ekranda yazan isme kaşlarını çatarak baktığında gözlerini kaldırdı ve o an buzdan lacivertler beni buldu. Bakışlarım elinde tuttuğu çalan telefona kaydığında arama sonlanmıştı ama birkaç saniye içinde tekrar çalmaya başlayan telefon ile Dorâ oturduğu yerden ayaklanarak bizden biraz uzaklaştı ve telefonu açarak kulağına götürdü.

Dorâ telefonla konuşurken keskin bakışları üzerimde dolanıp duruyordu. Ona bakmaktan vaz geçip önüme döndüğümde bir benzer bakışla karşılaştım.

Savaş, gözlerini kısa bir an Dorâ'ya değdirip üzerime kilitledi. "Evleniyor musun?"

"Evet." dedim, zaten masada geçen konuşmadan daha fazlasını öğrenmişti.

"Barış'tan sonra kimseyle evlenmezsin sanıyordum." dediğinde benim göğsüme bile isteye paslı kurşunlar saplıyordu. Yüzüme taktığım yıkılmaz maskemi bir kalkan gibi kuşandım. Şu an olmazdı. Hiç sırası değildi.

"Gördüğün gibi evleniyorum."

Elini ensesine atarak ovaladı ve kumral saçlarını çekiştirdi. Gözlerim masayı taradığında herkesin Koray'a ve Alagül'e odaklandığını fark ettim.

"Evet ben de bunu sorguluyorum ya, Ayladùa. Seni tanıyorum, bu sana aptalca gelebilir biliyorum ama tanıyorum işte. Yüzünü bile bilmediğim bir adam karşıma geçip beni tanıdığını söyleseydi ben de tıpkı senin gibi bu manyak herif ne geveliyor diye düşünürdüm." diyerek masanın üzerindeki içi izmaritlerle dolu küllüğü itekledi.

"Benim hakkımda düşünmeyi ve tahmin yürütmeyi bırak." diyerek kaşlarımı çatarak Savaş'ı izlemeye devam ettim.

Sertçe yutkundu, başını kaldırdı, gözlerini dikti ve öylece baktı. "Peki, sen o adamı ne kadar tanıyorsun?" O adamdan kastı Dorâ'ydı. Pimini çekmek için tüm gece beklediği bombayı masanın üzerine bıraktı.

"Açık konuş Savaş. Oyunlarına zaman ayıracak vaktim yok benim." dedim keskin bir fısıltıyla.

Söyleyecekleri belki de benim sonum olacaktı ama duymak istiyordum. Tepemizde düşen ışıklar dalgalanarak barın içine dağılıyor, köşelere birikiyorlardı.

"Burada olmaz, o her zaman gittiğin deniz kenarında sabah sekizde seni bekliyor olacağım." dediğinde elindeki balta ağacımın dallarını kesti. "Hayatına aldığın iki adamın da senden sakladıklarını öğrenmek istiyorsan gelirsin. Barış'ın ve Dorâ'nın bildiği gerçeği bence artık senin de öğrenme zamanın geldi."

Yangın tarafım buz tuttu.

Kuşkuyla kararan gözlerim, ilk kez gördüğüm bir adama inanmamam gerektiğini söylerken bunu nasıl başaracaktım bilemiyordum. Duvarlarım devriliyordu, tek tek, ağır ağır, devriliyorlardı.

Şeytan cehennemine misafir etmek istiyordu beni, ben zaten evsizdim bunu nasıl geri çevirebilirdim ki?

Omzuma dokunan sıcak parmaklarla birden irkildim. "Gitmemiz gerekiyor." dedi Dorâ, misafirliğe gideceğimi bilerek olağan bir yavaşlıkla kalkıp arkamdaki insanlardan ayrıldım. Küçük ama hızlı adımlarla bardan çıkıp arabaya bindim.

Yol aktı, düşüncelerim devrildi.

Yol aktı, ben bulanıklaştım.

Yol aktı, sadece yol aktı.

🌵

Araba sonunda evin önünde durduğunda, düşüncelerimin içine batan tarafı tutarak gün yüzüne çıkardım. Evin içine girene dek Dorâ'nın üzerimde gezinen bakışlarına maruz kalacağımı biliyordum çünkü zihnim bulanıktı ama bu sadece düşüncelerden dolayı değil tüm gece içtiğim o garip içecekten de kaynaklanıyor olmalıydı.

Dorâ anahtarı çıkartarak kapıyı açtığında yana çekilerek geçmem için bekledi. Karanlık hole korkusuzca attığım adımları durdurmadan peş peşe atmaya başladığımda Dorâ'nın sesi doldu kulaklarıma. "Düşeceksin, karanlıkta yürümeyi bırak."

Dinlemedim, kimseyi dinlemek istemiyordum. Bir adım daha atmamla ayağım takıldı ve yere düştüm, düşerken tutunmak için savurduğum elim duvarları kitaplarla dolu raflardan birkaç kitabın gürültüyle yere düşmesine neden oldu. Ağzımdan acıyla bir ses yükseldi, "Ah!"

"Bir kere söz dinlesen ölür müsün ha inat yumağı?" diye homurdanan Dorâ, bir düğmeye basmış ve ışık titreyerek karanlık holü aydınlatmıştı. Sarı sönük ışık üzerime düştüğünde karanlığa alışan gözlerim anında kapanma isteğiyle can çekişti. Gözlerimi kısıp yere düşen kitaplara çevirdiğimde Dorâ çoktan yanımdaydı. Tek dizini yere bastırdığı için pantolonu gerilmişti.

"İyi misin? Bir yerin acıyor mu?" diye sordu, sesine sinen endişeye karışmış bir kızgınlık vardı ama endişe o kadar baskındı ki kızgınlığı dışardan bakan birinin anlaması pek mümkün değildi.

"İyiyim, sadece ayağım takıldı. Büyütecek bir şey yok." diyerek alt dudağımı dişlerimin arasına alıp ısırdım. Dudaklarım acıyordu. Elimi soğuk zemine bastırdığımda, soğuk iliklerime süzüldü usulca.

"Ben sana ne yapayım şimdi?" diye kısıkça sordu.

Sıcak parmakları çenemi kavrayarak başımı kaldırdı. Tenime değen parmak uçları yanıyordu. İçkinin kanıma karışması çok uzun sürmesine rağmen sonunda etkilerini gösteriyordu.

"Bilmem," diye fısıldadım, kelimelerim doğru çıkmıştı sarhoş sayılmazdım ama bilincim rahatlamış bir karışıklık içindeydi. "...ama canımı yakacak bir ceza kesebilirsin."

Sustu, bu cevabı vermememi beklemiyor olmalıydı.

Renksiz dudaklarının titrediğini gördüm, buzdan lacivertlerinde kararan bir is vardı. Gözlerim yüzünü usulca okşadı, sonra gözlerini, oradan titreyen renksiz dudakları, en son tekrar gözlerini. "Canın şimdiye dek hiç yanmadı mı sanki, Ayladùa?" diye sorduğunda âdem elması acıyla yükselip alçaldı ve tekrar yükseldi.

"Yandı." dedim kısık bir sesle.

Dorâ, gözlerini kısarak bana baktı. Ben bu bakışların altında saklanan kuyularla dolu anlamları anlayamazdım, yapamazdım. Ama inatla da direnmeyecektim.

"Ben mi yaktım?" diye sordu aynı kısık sesle. "Ben mi yaktım senin canını?"

Kaldım öylece. Düşündüm. Dorâ canımı yakarken bile en çok yanan olmuştu ama bu benim canımın yanmadığı gerçeğini değiştirmezdi değil mi? Ne demem gerekiyordu şu an? Bilmiyordum! Gözlerimi onun gözlerine saplayarak bekledim. Susarak anladı, canımı yaktığını. Sadece gözlerimin içine bakarak bunu anlayabiliyordu.

"En az sen yaktın." diye mırıldandım dişlerimi geçirdiğim dudağımı serbest bırakarak. İtirafım kalbimin duvarlarını yakıyordu. Taştan duvarlar birer kağıt parçası gibi kolaylıkla tutuşmuşlardı.

Dorâ yere dizlerinin üzerine çömeldi, çenemi kavrayan parmaklar o noktayı usulca okşadığında soluğum soluğuna bağlandı. Cevabım sarı ışığın dağılan ışığına karışıp anında yok oldu. Yeni yeni çıkmaya başlayan sakallarının hüküm sürdüğü yanakları, çenesini kastığı için yanakları içe doğru küçük çukurlar açarak devrilmişlerdi. Ondan gelen karanfilli elma kokusuna karışmış acı bir koku ve yoğun sigara kokusu alıyordum.

"Seni en az yakan adam olduğum için özür dilerim." diye fısıldadı. Soluğundan akan ılık hava yüzümü okşadı. Elini çenemden çekerek terli alnını yanağıma sürtüp bekledi. Kalbim gümbür gümbür atıyordu. "Seni hiç yakmayacak adam olamadığım için özür dilerim."

Dudaklarım aralandı, "En az yakasın yani," diyerek yarım bir soluk almaya çalıştım. "...canımı hiç yakmayana en yakın olasın, bu yüzden özür dileme, olur mu?" dedim çocukluğumda kaybolan bir sesle.

Dorâ terli alnını yanağıma biraz daha bastırdı. Alnındaki ıslaklık artık yanağımın üzerindeydi. Burnundan verdiği soluklar o ıslaklığı vurup orayı üşütüyordu. "Bana en son bu ses tonuyla soru sorduğunda sen beş ben ise on yaşındaydım, Ayladùa." dediğinde gözlerimim boynunun üzerindeki silik izlerdeydi. "Ve sorun, balıklar yolda yürüyebilir miydi."

Geçmiş düştü kitapların devrildiği hole.

"Cesúr sana bir şey sormak istiyorum ama bana gülmek yok."

"Gülebileceğim şeyler sorma o zaman, Ayladùa."

"Ama Cesúr merak ediyorum hem senden başka bu soruyu sorabileceğim tanıdık kimsem yok ki benim."

"Dolmasın hemen şu gözlerin, sor bekliyorum."

"Gülmek yok."

"Tamam, yok."

"Gülersen küserim ama..."

"Gülmeyeceğim dedim ya. Sor."

"Cesúr, balıklar yolda yürüyebilirler mi?"

Bu anımızı hatırlıyordum ve sonra olanları da. Bana gülmemek için kendini sıktığı halleri gözlerimin önüne devrildi. "Balıkların ayakları yok demiştin." diye mırıldandım titreyen bir sesle.

Bendem uzaklaştı, gözlerime baktı, yaşlarla dolan gözlerime baktı. Kalbime inen tekmelerin önüne kendini atmıştı. Kalbine inen tekmelere nasıl katlanıyordu? Yer dikenlerle doluydu buna rağmen akan kan ikimize de ait değildi.

"Balıkların ayakları yok demiştim." diyerek beni tekrarladı, tebessüm etti.

Satır diplerine ölüm yağıyordu bu adamın, oysa dudak dipleri ceset mezarlığıydı.

Bakışlarımı parmaklarımın değdiği kitaplara çevirerek küçük bir kaçma girişiminde bulundum. Orta kalınlıkta bir kitaptı bu, muhtemelen düşerken açılmış olmalıydı, açık kitabın sayfalarında yazan satırlara baktığımda kaşlarım istem dışı havalandı. Kitapta yazanlar Türkçe değil farklı bir dildeydi. Kitabı ellerimin arasına aldığımda bunun hangi dil olabileceğini anlamaya çalıştım. Kitabın oldukça eski olduğu sararan sayfalarından anlaşılıyordu, bakışlarımı birkaç dakikadır incelediğim kitaptan kaldırdığımda, Dorâ'nın gözlerinin de avuçlarımın arasında tuttuğum kitabın üzerinde olduğunu gördüm. Bedeninin gölgesi kitabın sarı sayfasının arasındaydı.

"Rusça mı?" diyerek ortaya bir soru attım.

Büyük avuçları elimin arasında tuttuğum kitabı avuçlarına hapsetti. Bakışlarım sırayla ellerine, göğsüne, âdem elmasına, dudaklarına, oradan da gözlerine çıktı. Açık olan kitabı kapatarak, "Rusça olduğunu anlayamadın mı, minik cahil?" diye sordu, sesine yapışmış gri bir sis arasına gizlenmiş bir alay yakaladım.

Sırtımı yavaşça arkamdaki kitaplığa yasladım, "Slav dillerinin hepsi birbirine benziyor." diyerek kendimi savundum. "Hem bu kitabın sende ne işi var ki?"

Sol dudak kenarı kıvrıldı. "Okuyorum."

"Rusçan mı var senin?"

"Evet."

"Ama neden?"

"Tolstoy'un eserlerini kendi dilinde okuyabilmek için tabii." dedi net bir şekilde. "1869 Savaş ve Barış kitabının ilk basım yılı, bu kitabın Türkçeye çevirisi özgün hali yayınlandıktan sonra tam doksan dokuz yıl sonra yapıldı. İnana biliyor musun, o dönemde yaşasaydım bu kitaptan neredeyse bir asır mahrum kalmış olacaktım, belki de okumadan ölmüş olurdum, kim bilir." dediğinde onu ilk kez bir şeyi bu denli tutkuyla anlatır görüyordum.

Gözlerimi parıldayan gözlerinden çekip uzun parmaklarının kavradığı ve oldukça eski duran kitaba çevirdiğimde bunun ilk basım bir kitap olacağı düştü aklıma. Holün kitaplarla dolu duvarlarında kısaca göz gezdirdiğimde bu gibi kaç kitabın daha var olduğunu merak ettim.

"İlk basım?" diye mırıldandım. Tepemizdeki sarı ışık Dorâ'nın saçlarına, yorgun yüzüne, omuzlarına dökülmeye başladı.

"İlk basım." diyerek beni onayladı.

Sessizlik.

"Pahalı hobilerin var." Gerçekten böyle düşünüyordum, elinde bir kitabın ilk baskısının orijinal hali vardı ve bu küçük bir servet değerinde olmalıydı. Bu kadar pahalı hobilerim olsun hiçbir zaman istememiştim. İstesem de bunun pek mümkün olabileceğini sanmıyorum. Paramı bu gibi şeylere harcayamayacak kadar farklı bir hayat yaşıyordum.

Eliyle burnunun üzerini sıkıp güler gibi bir ses çıkardı. "Biliyorum, ucuz şeyleri pek sevmem." diyerek bana göz kırptı. "Ama senin ucuz hobilerini duymak isterim."

Yüzümün önüne düşen kızıl saçlarımı elim tersiyle ittirip, ciğerlerimin ihtiyaç duyduğu o nefesi içime çektim. Kuruyan dudakların küçük çatlaklarını dilimin yardımıyla ıslattım ve, "İkinci el kitap satın almak, sanırım." diye mırıldandım.

Evet, öyleydi. İkinci el kitaplarını içerisine rastgele koyulmuş bir yazıyı okumak, ucu katlanmış bir sayfadaki o izi izlemek, daha önce altı çizilmiş bir satırı okumak ve o satırı okurken benden önce bu satırları okuyan kişinin ne düşündüğünü, ne hissettiğini, nerede okuduğu, kitabın nasıl eline geçtiğini anlamaya çalışmak benim en ucuz hobilerimden biriydi. Biliyorum çoğu insan bunu düşünmeyebilir ama iyi hissettiriyor.

"Ucuz olmasına rağmen kaliteli bir hobin var." dediğinde gülümsedim. Buzdan lacivertlerin dudak kenarıma düşen kıvrımlarda gezinmesi tenimin karıncalanmasına sebep oldu. Gülümsememi silmeye zaman bulamadan tekrar onun sesini işittim. "Başka"

"Bit pazarı gezmek." dedim hiç düşünmeden.

Sözlerim karşımda duran adamın kahkaha atmasıyla sonuçlandı. Kahkaha atarken, yukarı aşağı hareket eden âdem elmasının sesi gürültülü kahkahasına karıştı. Kısılan gözlerinin çevresinde çıkan kaz ayakları, küçük vadiler şeklinde iç içe geçmiş güzel karlı bir manzara sunuyordu. Kar o küçük vadilerden kayarak renksiz dudaklarına yetişmiş, tam o noktaya koyu bir kırmızılık katmıştı. Siyah saçları asice dağılmıştı ama bu kez gözlerinim önüne yani alnına düşmemişlerdi.

Kahkahası durulur gibi oldu. "Gezelim bir gün seninle şu bit pazarını gezelim olur mu?" diye sorduğunda ciddi olup olmadığından emin olamadım. Bulanık beynim benimle alay ediyor olabilirdi.

"Nasıl yani?"

"Bit pazarına beni de götür diyorum."

"Ha?"

"Anlaşıldı senin uykun gelmiş, kalk bakalım yerden." diyerek önce kendi ayağa kalktı ve daha sonra beni kolumdan tutup kaldırdı. Kitapları düştüğü yerde bırakıp beni kapısız salona kadar yürüttü. Bedenim onun sert bedenine yaslıydı, kendi başıma yürüyebilir miyim bilmiyordum, tüm kokusu burun deliklerimden içeri sızıyordu. Yönümüzü merdivenlere doğru çevirdiğinde yürümemek için direndim. Tüm gece uyuyamayacağım bir odaya gitmek istemiyordum.

Başını bana doğru eğip, "Sorun ne?" diye sordu, duru bir göl gibiydi sesi. Bir sorun olduğunu biliyordu, hatta sorunumu tahmin bile ediyor olmalıydı.

"Uyumayacağım." dedim kesin bir dille. "Uyumak istemiyorum, götürme beni oraya."

Dorâ'nın belimi kavrayan elleri etime biraz daha gömüldü. Bedenimdeki tüyler ayağa kalkmış, tedirgin bir şekilde titriyorlardı. Karanlık salonu aydınlatan tek ışık holden geliyordu. Gözlerimi camdan duvara kaldırdığımda her gece iz süren yağmur yoktu. O da benim gibi bugün yağmak istememiş olmalıydı.

"Uykuya ihtiyacın var." dedi, ikna etmeye çalışan bir ses tonu kullanarak. "Tüm gün ayaktaydın ve çok fazla içtin, uyumalısın."

"Yok," dedim sesim oldukça hırçın çıkmıştı. "Uykuya ihtiyacım falan yok benim."

Neden her şeyi bu kadar yoğun hissediyordum ki, duvarı döven gölgelerimizi izliyordum artık. Gölgelerin ağzında kopan şey bir şarkı değil, ağıttı. Ağıt yakıyorlardı, hem vuruyor, hem öldürüyor, hem de buna rağmen acılarına ağıt yakıyorlardı. Beni o odaya götürse geçmişimden çıkmak için kazdığım o toprakları üzerime atmış olacaktı.

"Ayladùa..."

"Götürme beni Dorâ." diye fısıldadım. "Götürme."

"Tamam, götürmüyorum." diyerek elini başımın arkasına atıp yüzümü göğsüne gömdü.

Kaldım orada. Sessizce bekledim. Güneş doğdu, battı. Gece oldu, mevsim geçti. İlkbahar, yaz, sonbahar, kış hepsi bitti. Karlar eridi, bebekler doğdu, insanlar öldü ama ben hâlâ soluk soluğa oracıkta bekledim. Olduğumuz yerde bir süre bekledik. Zamanın akışını bekledik. Saatin çıkardığı tik tak seslerini dinledik. Beni bedeninden uzaklaştırmadan götürüp geniş koltuklardan birinin üzerine oturmamı sağladı. Telaşsız ama usta hareketlerle şöminenin önündeki odunları şöminenin içine dizerek ateşe verdi. Yandı, kızıl alevler onun yorgun sert profilini aydınlattı. Ellerini birbirine vurup odunlardan arta kalan tozları silkeleyip doğruldu.

Ne düşünüyordu?

Bana doğru ilerledi ve hemen yan tarafıma oturdu. Tırnaklarımı koltuğun yumuşak yüzeyine geçirip sıktım. Yan yana oturuyorduk ve ateşin sıcaklığını yüzümde hissedebiliyordum. Başımı Dorâ'ya doğru çevirip durgun yüzünü izledim. Soluk aldıkça kalkan göğsüyle giydiği gömlek geriliyor, ardından iniyordu. "Dorâ." diye fısıldadım, sesim çatlak ve pürüzlüydü.

"Hım," dedi hâlâ şöminede yanan odunları izlerken.

"Teşekkür ederim." dedim, bana bakmaması daha kolay konuşmamı sağlıyordu.

Gözlerinin içinde yanan odunların yansımasını gördüm. "Nereden çıktı bu teşekkür şimdi?" dedi, sesi oldukça kısıktı.

"Beni oraya götürmedin." diyerek yutkundum. Uykularımın olmadığı bir başka odaya beni hapsetmedin, kabuslarımın kucağına atmadın, benimle konuşan diğer kötü yanımdan beni korudun, hepsi için teşekkür ederim.

"Götürmem." dedi, sesinde asılı kalan buzlar çatladı. "İstemediğin hiçbir şeyi yapmam."

Sessizlik, sessizlik düştü alevlerin arasına.

"Ayladùa," Bu kez Dorâ benim ismimi söyledi.

"Efendim."

"Uyuyamıyorsun değil mi?" diye sorduğunda kaktüs dikenlerim çürüdü. Toprağın üzerindeki çürük dikenler beni artık acıtamazken ben neden acıyordum?

"Uyuyamıyorum." İtiraf.

"Biliyorum çünkü ben de uyuyamıyorum." dediğinde sesi yırtıldı. Yüzünü çekti alevlerden, döndürdü başını, baktı soluk mavilerime. Odunların yanması gerekiyorken Dorâ'nın bana bakan bakışları yanıyordu. Her şeyi yakıp küle çevirecek kadar güçlü bir yangın başlatmıştı bu hareler. Uykularımız kaçmıştı bizden, onları almışlardı. "Uykularımızı öldürdüler, Ayladùa."

Sessizlik.

Bekleyiş.

Nefes, soluk yine nefes.

"Dorâ," dediğimde sesim artık çatlaklardan bir okyanus yaratmıştı. "...uykularımızı diriltmek için bana yardım eder misin?" diyerek koltuğun üzerine uzandım, ellerimi başımın altına topladım ve arkama sığabileceği kadar koltuğun ucuna kaydım. Ayaklarım onun ayak dibimde oturan bel boşluğuna sürtündüğünde derin bir nefes aldığını işittim. Gözlerimi yumdum ve, "Gel." dedim.

Gözlerim onu görmüyor ama bana bakan bakışların yoğunluğunu hissedebiliyordun. Gölgesi devrildi önce üzerime, sonra kokusu bulaştı. Koltukla arama uzandığında, koltuk Dorâ'nın ağırlığıyla çöktü sırtım onun göğsüne çarpmıyordu. Büyük elini karnımın üzerine koyup sırtımı göğsüne yapıştırdı. Göğsü kasıldı, sırtım titredi.

"Açmak istiyorum." Boşta kalan eliyle tokama dokundu, sustum. Hiçbir şey söylemedim, saçımdaki tokayı çıkartıp kızıl saçlarımı dağıttı. Yüzünü dağılan saçlarımın içine yasladığında kalbi sırtımı yumrukluyordu. Sesli bir soluk aldı, bir tane daha. Biçimli burnunu bastırdı, burnu çıplak tenime değdiğinde dışarıda yağmur yağmamasına rağmen odanın ortasına bir yıldırım düştü.

Yüzü tam oraya gömülüyken konuştu. "Kurumuş çiçek tarlası gibi kokuyor burası." dedi kısıl bir sesle. "Neden?"

Çünkü bahçemi susuz bırakmışlardı.

🌵🌵🌵

SINIR | Vote62, Yorum 370

*Bölüm nasıldı bakalım?

*Savaş ne söyleyecek tahmin edebilen var mı?

Sizi seviyorummmmmm (:

Insatgram: yamayapmakguzeldir / kaktuslere

Continue Reading

You'll Also Like

PSİKOLOG BEY By ylü.

General Fiction

3.7M 216K 71
❝Seninle birlikteyken kendimi çok güvende hissediyorum, sanki evimdeymiş gibi.❞ Kleptomani hastası olan Naz, bu duruma bir çare bulmak için arkadaşın...
241K 20.7K 41
Binbaşı Ömer KURT... Anne ve babası şehit olduktan sonra yetimhane de büyüyen Ömer, vatanım için son kanıma kadar savaşacağım diyerek asker olur. Kal...
108K 9.5K 21
Ailesinin zoruyla tatilini fındık toplamaya gitmek için harcayan Enes'in başına Ordu'nun mafyası musallat olur.
205K 11.6K 38
"Kuş öttü, kurt uludu. Yüksek dağlarda gür bir mermi sesi duyuldu. Kuşu hedef alan acımasız kurşun kurdun yangını oldu. " ** Kurgunun tüm hakları sak...