KÂKTÜS MEZÂRLIĞI

Autorstwa kaktuslere

23.9K 7.6K 18.5K

Kim inanırdı ki bu hikâyede büyük balığın küçük balığı yediğine. Gerçek şuydu sayın okur bu hikâyede iki bal... Więcej

"KÂKTÜS MEZÂRLIĞI"
1.BÖLÜM:GÖLGESİNE TAKILAN KADIN
2.BÖLÜM:TAVAN ARASINDAKİ TOZLU KALP
3.BÖLÜM:KÜLÜ SEVEN ATEŞ
4.BÖLÜM:KAKTÜSLERDE ÖLÜR TIPKI ÖLEN SİYAH GİBİ
5.BÖLÜM:KALBİ ATAN ÖLÜ CESET KAPANI
6.BÖLÜM: ÇEKMECEYE DÜŞEN ZEHİRLİ RESİM
7.BÖLÜM:RUH KOVANINI YAKAN KÖRDÜĞÜM
8.BÖLÜM: KUŞ UÇARKEN KANAT NEDEN AĞLAR
KARAKTER TANITIMI
9.BÖLÜM:KALBİM, BİR ISLAK KELEBEK
10.BÖLÜM:ŞAH DAMARA GİREN ZEHİRLİ HANÇER
11.BÖLÜM:KAR VE KAN LEKELİ DÜŞ
12. BÖLÜM: SARDUNYALARI SOLDURAN KAKTÜS ÇİÇEĞİ
13.BÖLÜM:YARANIN ÜZERİNE DÜŞEN YARA
14.BÖLÜM:DİKENLERİN BATTIĞI KIRIK AYNA
15.BÖLÜM: ZİFİR GECE VE KARA ÖFKE
16.BÖLÜM:GÖLGESİ GÜNEŞE SANCILI ADAM
17.BÖLÜM:KUYRUĞU LEKELİ DÜŞ
19.BÖLÜM:ZEHİR SARMALI
20.BÖLÜM:SATIR DİBİ ÖLÜM
21.BÖLÜM:KALBİ DELİNEN KADIN VE ONUN GERÇEKLERİ
22.BÖLÜM:GÜNEŞİN ÜZERİNE KAR YAĞDIRAN ADAM
23.BÖLÜM:ACI BÜYÜK AMA ÖZLEM DAHA BÜYÜK
24.BÖLÜM:DİKENE SAPLANAN KURŞUN

18.BÖLÜM:SOLUĞA BAĞLANAN KIZIL DÜĞÜM

568 242 517
Autorstwa kaktuslere







18.BÖLÜM:SOLUĞA BAĞLANAN KIZIL DÜĞÜM

Güler Özince | Zihnimin Odaları

Umut Kaya | Gül Güzeli

Birkan Nasuhoğlu | Diken




"Hatırlıyorum."

Bana bakan gözleri gözlerime saplı kaldı. Ona itiraf ettiğim şey kurak bir kuyuya yuvarlanan kelimelerdi.

"S-sen," dediğinde soluğuna takılan kızıl düğüm Dorâ'nın konuşmasına izin vermemiş gibiydi. "...hatırlıyor musun?" diye kısıkça fısıldadı.

"Sen beni hatırlıyor musun, Kunâla?" diye sordu. Her sözcüğünün altında binlerce anlam yatıyordu.

Dorâ'nın yüzüne baktım ve usulca başımı salladım. Bunu yaparken içimde yükselen bin bir duyguyu görmezden gelmek çok zordu. Gözleri kısılmış o garip çizgileri ortaya çıkmıştı. Onu yaşlı göstermesi gereken çizgilerdi bunlar ama göstermiyordu.

Gerçekten onu hatırladığıma inanmak istiyor ama içinde baş gösteren o zehirli korku buna engel oluyordu.

"Hatırlıyorum Dorâ." dediğimde renksiz kalın dudakları açılıp kapandı. Onu çok yaralamıştım biliyorum ama ben başlı başına bir yaraydım. Dikenleri olan çirkin kanatan bir yara. Dorâ da biliyordu bunu belki de en iyi o biliyordu.

İri elleriyle aniden yüzümü kavrayıp alnını alnıma yasladı. "Neden şimdiye kadar bir şey söylemedin ha?" Temiz soluğu yüzümü yalarken karanfilli elma kokusu genzimi yakıyordu. "Neden?" dediğinde sesindeki sitem çarptı kirpiklerimin dibine.

Sana umut vermemek için sustum.
Sustum çünkü korktum.

"Bilmiyorum." diyerek basitçe yalan söyledim. "Her şey yarım yarımdı ama son birkaç gündür öyle değil." diye fısıldadım yüzüne doğru. "Her şey çok daha açık." diyerek dudaklarımı sertçe birbirine bastırdım.

Damarlarım nabız boşluğuma düğümlü kalmıştı. Gözlerimi buzdan lacivertlerine saplamak yerine yumup bu kadar yakım olmamıza  rağmen uzak kalmak istedim. Dorâ bana iyi gelmiyordu. Ateşe koşan bir pervane gibiydim.

"Ben hissettiklerimi sana anlatamıyorum." diye mırıldanıp sıcacık alnını iyice alnıma bastırdı. Sesine sinen büyük bir bilinmezlik vardı ve ben bunu tarif edemiyordum. "Doğduğundan beri hapishane parmaklıkları ardında güneşi gören bir mahkumun ilk kez o parmaklıkların ardından çıkıp güneşi özgürce seyretmesi gibi hissediyorum." Sesi titriyordu. "Bu bambaşka bir şey, bu çok başka be Kunâla."

Nefes aldım.

Nefes aldı.

Nabızlarımız farklı atıyordu.

Aldığımız nefesler soluk boşluğumuzda açtığımız kaktüs mezarlığına mıhlandı.

Gözlerimi açtığımda gözlerini kapattığını gördüm. Ölümcül bir güzelliği vardı. Beni öldürecekti. Uzun siyah kirpiklerinin gölgesi belirgin elmacık kemiklerinin üzerine bir çatlak gibi kısık izler bırakmıştı. Yüzünü saran kedere ilmik bir mutluluk asılmıştı. Ben bu adamın ilmiğini ne astığım farkında değildim.

"Beni hatırlamamana bile razıydım. Adımlarının şu evde dolaşıyor, kokunun gölgesi şu boş duvarlara siniyor ya ben ona bile razıydım." Gözlerini açtığında buzdan lacivertlerin içinde duran cehennemi gördüm. Cehennem yanmadan duruyordu. Alnını alnımdan çekti ama yüzüm hâlâ avuçlarının arasındaydı. "Sen beni tekrar diriltin. Şükürler olsun ki tekrar soluklanabiliyorum." dediğinde, kalbimde ucu yanık bir mum söndü.

Zihnimde yükselen uğultulu sesler bu anın doğru olmadığını bağırsa dahi ben bu anın içindeydim. Aldığım nefes ciğerlerime yetişmeden beni bir ikincisini almaya zorluyordu. Vücudumda düşen her duygu Dorâ'nın parmaklarının ucunda kayıp kalbimin üzerinde dikenleri kaktüs dövmeme saplanıyordu.

"Dorâ" diye mırıldandım yüzümü avuçlarından ayırmak için geri çekilirken. Elleri kaydı yüzümden ve başını kaldırıp buzdan lacivertlerine sinen korkunç bir canlılıkla benim soluk mavilerime baktı. Göz bebeklerinin etrafını saran küçük korku halkaları onu kanatmamı engelliyordu ama ben zaten onu kanatmak istemiyordum. "Ben unutamıyorum. Evet seni hatırlıyorum ama onu unutamıyorum."

Sessizlik bir bomba gibi düştü aramıza. Ben tek kalbe iki adam sığdıramazdım. Başkasının dikenlerini taşıyan bir kadınken, bunu yapamazdım.

"Onu unutmazken seni hatırlamak bile çok acıtıyor." diye mırıldandım utançla. Evet utanıyordum, kalbimde olan şeylere engel olamadığım için utanıyordum. Beni unut diyen bir adamı unutamayıp bir başka adamı hatırladığım içim ölesiye utanıyordum.

"Ayladùa," diye mırıldandı sesi bir uçurumun kenarında kendini aşağı bırakan bir adam gibiydi. "...alışacaksın. Bu acıya alışacaksın. Söz veriyorum bu acıyı azaltmak için elimden gelen her şeyi yapacağım yeter ki kaçma."

"Alışacağım." diye tekrarladım onu sesime sinene kederle. Tırnaklarımı koltuğun kumaşına geçirmiş öylece titreyen bakışlarımı kaçırıyordum. Azalacaktı belki dört yıl geçmişti ama hâlâ azalmamıştı, azalmayacaktı.

"Alışacaksın evet." dedi Dorâ tıpkı benim gibi. "Beni hatırladığın içi onu silmeni istemeyeceğim. Beni hatırlarken onu da hatırlayabilirsin. Bu çok zor ama senin yokluğunla kıyasladığımda bu bir hiç." Ruhunun cesetleri vardı bu adamın, cesetler ölür müydü? Dorâ'nın ruhunun cesetleri gözlerimin önünde ölüyorlardı. "Bu nedenle ikimizi de hatırlayabilirsin. Hiç kimseyi unutmak zorunda değilsin."

Üstünde durduğu köprünün çürümüş halatıydım ben ama Dorâ düşmeyi çoktan göze almıştı. Benim yüzümden.

"Kendini benim yüzümden acıtmanı isteyemem buna hakkım yok." diye mırıldandım güçsüz bir şekilde. O tamamen körleşmiş ve benimde körleşmemin bir sakıncası olmayacağını söylüyordu.

Başını hafifçe omzuna doğru eğdi ve doğrudan gözlerimin içine baktı. Kalbinin sızladığını görebiliyordum. Dorâ ateşte harlanmış bir demiri kalbine kendi elleriyle saplayıp duruyor ama bunu yaparken sadece beni önemsiyordu. Kendisini hiç hesaba katmaması kalbimin derinlerinde ateşi çakılan kibrit gibi küçük bir öfke doğurdu.

Beni hissetmesi canını yakıyordu.

Ruhu bu adamın bana düğümlenmişti benim ruhum ise cehennemin diplerindeki kötülüğe. Henüz bilmiyordum ama içten içe hissediyordum.

"Benim değil senin acımaman önemli, sen acıma diye ben her dakika bir öncekinden daha fazla acımayı kabul edeli çok oluyor." dediğinde buzdan lacivertlerini kaynatan ateşin varlığı aramıza devrildi.

Kalbim göğsüme peş peşe tekmeler atmaya başladı. Tekmeler kaburgalarımı çatlatıp kalbimin derinin giden yola küçücük bir çatlak daha açtı. Çatlaktan düşen ışık Dorâ'nın yüzünün kederli kısmını aydınlattı. Işıktan geri kalanlar ise irislerine düştü.

"Hastalıklı bu." diye mırıldandım duyulmayacak kadar kısık bir sesle.

"Biliyorum ama güzel bir hastalık." diyerek kabullendi. Bana karşı hep böyle mi olacaktı? Gözleri gözlerimi sarmaşık gibi kucakladı. "Titriyorsun, üşüdün mü sen?" diye sordu.

Titrediğimin bile o söyleyene kadar farkında değildim oysa. Yoğun bakışları altında oturduğum yerden kıpırdayıp tırnaklarımı yumuşak koltuğa biraz daha sapladım. Dorâ birden oturduğu yerden kalkıp bana doğru elini uzattı. "Sana çay demleyeceğim." dedi.

Bana yukarıdan bakan adamın karanfilli elma kokusu zihnimin duvarlarını aşarak kendine yeni bir evren inşa ediyordu. Dengem alt üst olmuş yörüngemi şaşırmış oradan oraya savrulup duruyordum. Çıplak kollarında belirginleşen yeşil damarlar kanın akışının sesini dışarı duyuracak kadar göz önündeydi. Bana uzatılan kemikli büyük ele bakıp usulca yutkundum. Gri eşofmanının iplerinden biri diğerine göre kısa kalmıştı be Dorâ bana doğru hafifçe eğildiği için uzun olan ip boşlukta sallanıyordu.

"Ben çay sevmem." dedim dilimle kuruyan etli dudaklarımı ıslatırken. Sürekli kaçıyorduk, kaçmasak pek bir şey değişecek gibi durmuyordu.

Bana dikkatle bakan gözleri kısa bir an dilimle ıslattığım dudaklarıma düşse de bu çok uzun sürmedi. Karnımda yükselen ve içimi kabartan bu hissin öğrenmek istemiyordum. Şimdi değildi. Kalabildiğim kadar kaçacak, erteleyebildiğim kadar erteleyecektim.

"O zaman süt ısıtırım." dedi gözlerimin içine içli içli bakarak.

"Cesúr süt ısıtır mısın?" diye sordu küçük kız.

"Ben süt ısıtmasını bilmem ki Ayladùa." dedi oğlan çocuğu.

"Cesúr öğrenirsen ısıtabilirsin." diyerek homurdandı küçük kız ufak burnunu kaldırarak.

"Öğreneceğim, senin için süt nasıl ısıtılır öğreneceğim ama o zamana kadar kimsenin ısıttığı sütü içme olur mu?" diye sordu oğlan çocuğu.

"İçmem Cesúr."

Sustum. Zihnimin çatlaklarından süzülüp önüme düşen anımızla bir kez daha sarsıldım. Benim aksime o sarsılmaz duruyordu. Onu kimse yıkamaz gibi bakıyordu.

"İçerim ama sende içecek misin?" diye mırıldandım alttan bakışlar atarken. Bacaklarımı birbirine bastırmış sorumun cevabını bekliyordum.

Başını ağır ağır sallarken bu içmeyeceğini gösteriyordu. Bana bakan yumuşak bakışlar altında artan titremem beni gittikçe zorluyordu. Onun bana duyduğu bu sevgi ve şefkatle ikiye ayrılıyordum. Beklemediği bir anda elini tutup ayaklandım ve onu mutfağa çekiştirmeye başladım.

Sırtıma değen buzdan lacivertlerinde sallanan kristallerin ucundaki şaşkınlığı hissedebiliyordum. Bunu neden yapıyordum sorgulamayacaktım. Dorâ süt ısıtacak ve bende o sütü içecektim. Ben yirmi yedi yaşında ki Ayladùa değil, bu gece beş yaşında ki Ayladùa olmak istiyordum. Bu kaç dakika sürer bilmiyorum ama olacaktım.
"Kunâla ne yapıyorsun?" diye sordu sesine dolanan şaşkınlık kendini apaçık belli ediyordu.

"Süt ısıtacaktın bana." diye mırıldandım ama hâlâ onu çekiştiriyordum. "Sen içmiyorsun diye teklifini geri çevirecek değilim. Hem üşüyüp üşümediğimi soran da sendin."

Çıplak ayaklarımı soğuk zemine değdikçe biraz daha üşüyordum ama bu bile güzel hissettiriyordu. Ayak seslerimiz girdiğimiz mutfağa dağıldı ve birden evi saran o ufak ses yok oldu. Elimi elinin çekecekken buna izin vermedi ve beni kendine çevirdi.

Tüm vücudum gerilmişti. Birden elimi bırakıp bana sarıldığında kalbim tekledi. Kalbim zihnimle girdiği savaşta mağlup olamamak için kaçtığı tüm tuzaklara bir düşecek gibiydi. Kalbim yuvarlandı. Soluğum yuvarlanan kalbime uzanan düğümü de koparmıştı.

"Seni ısıtayım." dedi iç çeken bir sesle. Çenesini başımın üzerine bastırırken tekrar o bir türlü çözemediğim ses tonuyla devam etti. "Büyük büyük sarılıp seni ısıtayım ha."

Büyük kolu ince belimi sarım beni kendine biraz daha çekti ve diğer eliyle ise kızıl saçlarımı usulca okşamaya başladı. Dorâ, yirmi yedi yaşından bir kadına sarıldı. Aynı zamanda hem geçmişine hem de şimdisine sarıldı.

"Hı hı." diye bir ses çıkardım. Yok diyemezdim. Ayrıca istemiyordum yok demeyi. Bencilce biliyordum ama buna karşı gücüm bitmişti. Yenileceksem yenilecektim.

Beni bir sarmaşık gibi sardı, iri bedeni arasında ufacık olmuştum. Başımın üstünde duran çenesini biraz daha bastırıp, belimde duran sert elleri beni biraz daha kavradı. Kalbinin dövüşü kalbimi dövüyordu. Kokusunun kaynağına yüzümü yanaştırıp bende kollarımı kaldırarak onun bedenine güçsüzce sardım.

Ona sarılmaya alışıyordum.

Ona sarılmaya alışmak sonum olacaktı.

Kızıl saçlarımın ucuna atılan düğümleri çözmek artık imkansızlaştı. Dorâ'nın bir kelimesi, bir davranışı beni darmaduman edip denizimdeki tüm suların karaya vurmasını sağlarken aynı anda iki türlü de yok ediyordu. Kaç dakika oldu bilmiyorum ama ondan geri çekilmek için bir girişimde bulunmadım. O da geri çekilmemişti. Geri çekilmek istememe rağmen istemeyen bir parçam çığlık atıyordu. Bırakmamak için direniyordu.

"Güneş doğana kadar sonra doğan güneş tekrar batana kadar böyle kalmak istiyorum." diyerek burnunu saçlarımın arasına sokup sesli bir soluk aldı. "Nasıl bir koku bu. Bu kokunun kaynağı tam burası değil mi?" diye homurdandığında sesi kendisiyle kavga ediyor gibi çıkmıştı. "Sana süt ısıtmak zorundayım ama sikeyim bırakmak istemiyorum." diyerek huysuzca mırıldandı. Kurduğu her cümle soluğuna karışıp boynuma vuruyordu.

Yıldırımın kaburgalarımızın arasına düştüğüne yemin edebilirdim.

Birkaç dakika düşen yıldırımın durulmasını bekledik ama durulmayacaktı ikimizde biliyorduk. Hiçbir şey söylemeden beni serbest bırakıp sırtını bana dönerek buzdolabına doğru yürüdü ve turuncu kapaklı bir cam şişenin içinde olduğu sütü çıkartıp tezgahın üzerine bıraktı. Şişe küçük bir gürültü çıkarmıştı.

"Bakma şöyle." diye homurdanma sesini işittiğimde mutfak dolaplarından birinin kapağını açmış içinde bakıyordu. İçinde bir şeyi çıkardığında metalin bir başka metale çarpma sesi yankılandı. Aldığı şeyi tezgahın üzerine bırakmıştı.

"Ha?"

"Dikkatli bakıyorsun, böyle bakıp durdukça aklımı kaçırıyorum." dediğinde göğsümde kopan çığlık mutfağın tavanına asıldı. "Mavilerin çok güzel bakıyor."

Cam şişenin turuncu kapağını açıp sütü cezveye boşaltıp ocağın üzerine koydu. Alt çekmecelerden birinin kapağını açıp beyaz ve oldukça büyük bir fincan çıkardı. Fincancı tezgahın üzerine bırakırken kısık bir gürültü çıkardı.

"Dikkatli bakmıyorum," diyerek sol tarafımda duran tabureye çıkıp oturdum. "...sadece bakıyorum."

"Olsun sen yine de öyle bakma."

"Sana bakmam seni rahatsız mı ediyor?" diye birden sordum. Bunu neden yaptım bilmiyordum ama bunu düşünmek için artık çok geçti çoktan söylemiştim ve Dorâ da duymuştu zaten. "Eğer rahatsız oluyorsan bir daha bakmamaya özen gösteririm."

"Bana bakman beni rahatsız mı ediyor dedim ben şimdi? Lafı nerenden anlıyorsun." diyerek yüzünü bana dönerek kalçasını tezgaha yaslayıp tek elini eşofmanının cebine soktu. Siyah saçları oldukça dağınık duruyordu. Siyah dağınık halatlara benzettim, kendini asabileceğin halatlar. Ellerini öylesine saçlarına atıp karıştırdığında kol kasları gerilerek pazılarının şişmesine neden oldu. "Şu mavilerinin bana baktığını bilmek elimi ayağıma dolandırmaya yetiyor Dikkatimi dağıtıyorsun. Üzerimde olan etkinin ne derece büyük olduğunu bilmiyorsun ama iyi ki de bilmiyorsun." diyerek açıkça bir itirafta bulundu. "Şu an çok açık konuşmak istiyorum ama seni korkutup kendimden uzaklaştırma ihtimali dilime kepenk vurup duruyor." Son sözleri ile sesine sinen karanlık tarafı duyumsuyordum.

"Farklısın." diye mırıldandım başımı masanın üzerine elime yaslarken. "Erkekler genelde açık konuşmazlar hatta hiç konuşmazlar ama sen her geçen gün daha fazla açık konuşuyorsun."

"Ben açık konuşmuyorum," diye homurdandı bakışlarını benden çekti. Gözlerinde damlayan hisler zehirli bir okun ucu gibi kalbime saplanıp oracığa düşürdü. "...yani henüz."

Ne demekti bu şimdi? Bakışlarını benden çekip sol omzunun üzerinden ocaktaki cezveye kısaca bir bakış atıp bana çevirdi. Çatılan kaşlarımla alnımın ortasında ince kırışıklarımı göremesem de hissedebiliyordum.

"Anlamadım?"

"Anlayacak bir şey yok ayrıca çatma o kaşlarını sonra erken yaşlanıp botoks yaptırmak zorunda kalacaksın." dediğinde renksiz etli dudağının sol köşesi yukarı doğru kıvrılmış oradaki küçük ince çukurlar gün yüzüne çıkmıştı. "Gerdirme miydi yoksa?"

"Ha?"

"Yine ha demeye başladın huysuz tavuk." diyerek başını hafifçe salladı. "Bakma şöyle şaşkın şaşkın."

"Bana şöyle seslenme." diyerek kaşlarımı biraz daha çattım. "Hem yaşlansam dahi o gibi şeyler yaptıracak en son insan benim."

"Neden?" diye sordu sesindeki saf merakla kaşlarım az da olsa eski haline döndü.

"Korkuyorum." diyerek omuz silktim. Bir doktorun yüzüme iğneler batırması ya da neşterle bir yerlerimi kesme düşüncesi midemi burkuyordu.

"Şaka?" diyerek doğrudan gözlerime baktı.

"Neden şaka yapayım ki?" dediğimde dilimi dişlerimle ezip ucunu ısırdım. Dilimdeki o küçük sancı bedenime batırılan bir iğne gibi aniden tüm vücudumu uyardı. "Neşteri ve iğnesi olan hiç kimseyi sevmiyor ve yanıma yaklaşmalarına izin vermiyorum."

"Daha önce doktorlardan korkmazdın." dediğinde cezvede ki kaynayan sütü almak için geri çekip sırtını bana döndü. Ocağın kapanma sesinden hemen sonra sütün bardağa dökülme sesi düştü büyük mutfağa.

"Ben doktorlardan korkmuyorum." diye homurdandım. Gözlerim geniş sırtında dolanırken ilk kez sağ omzunun üstünde küçük dövmeyi gördüm. Daha önce onun orada olmadığına emindim. Oraya bakan bakışlarımı yakalamıştı. "Sadece neşterleri ve iğnelileri sevmiyorum. Hepsi bu." dedim acele bir şekilde. 

"İğnelilerin halk dilinde ismi hemşire küçük cahil." diye mırıldanıp, elinde tuttuğu küçük beyaz fincanla bana doğru gelmeye başladı.

"Hemşirenin ne olduğunu biliyorum ama bu onların iğneleri olduğunu  gerçeğini değiştirmez." dedim düz bir sesle. "Ve bu onlara iğneliler diye seslememe de mani değil."

"Allah hemşirelerin belasını versin der gibi de söylenmez. Ayıp." dediğinde beyaz porselen olduğunu düşündüğüm zarif fincanı önüme bıraktı ve dişlerini diline iki kez vurup onaylamadığını gösteren bir ses çıkardı.

"Ayıpsa ayıp," diye mırıldanıp fincanın ince kulpundan parmaklarımı geçirdim. "...asıl senin yaptığın ayıp."

"Ben ne yaptım durduk yere?" diyerek ayakta dikilmeye devam etti. Başımda durmuş bana ısıttığı sütü içmemi bekliyordu. Onun bakışları altında fincanı dudaklarıma yanaştırıp büyük bir yudum aldım. Kaynaya süt boğazımı yakmıştı.

"Sütün yanında eskiden bebe bisküvisi alırdın şimdi verdin önüme iç diyorsun. Bu kuru kuru içilmez ki şimdi." diyerek ilk aldığıma göre daha küçük bir yudum aldım. Bunu hatırlıyor olmam onu duraksatmıştı. Bu ve bunun gibi birçok anımızı hatırlıyordum. "Ayıp buna denir. Sen baya cimrileşmişsin." diyerek tebessüm ettim.

Mutfağı saran sessiz karanlık bir odaya düşen küçük bir gölgenin iz düşümü aydınlatacak kadar sihirliydi. Bakışlarımı kaldırdığımda Dorâ'nın yüzünde asılı kalan gülümsemeyle sertçe yutkundum. Neden bana bakıyordu ki bu adam? Kalbim bir yandan böyle baksın diğer yandan hayır bakmasın diye çığlık atıyordu. Renksiz dudaklarını birkaç kez açık kapattı ve o da sertçe yutkundu. Yutkunuşu âdem elmasını art arda iki kez hareket ettirmişti.

"Almıştım." dedi ve karşımda tezgahın duran en alt çekmecesini açıp bir paket bebe bisküvisi çıkartıp kocaman bir gülümsemeyle bana doğru döndü. Düzgün dişlerini göstere göstere gülüyordu ve söylediği tek kelimelik cümleyle duraksama sırası bana geçmişti.

Kendimi çok hüzünlü anlarda buluyordum ama çok nadir bu an yok oluyordu ve bu o anlardan biriydi. Birkaç büyük adımla yanıma gelip elindeki bebe bisküvisinin paketini açarak içinden bir tane alıp ağzına attıktan sonra kalktığı yere oturdu. "Hım," diye ağzı doluyken homurdanıp açık paketten peş peşe birkaç tane daha ağzına attı. "Bunun tadı baya iyiymiş ha."

"İyidir tabii bir de sütle denemelisin ama sen çocukken hiç yemezdin." diyerek ağzındaki bisküvileri çiğnedikçe yanağı çöküp şişen Dorâ'nın bana dönen bakışlarına diktim gözlerimi. "Ne değişti de yemeye başladın?" İştahlı yiyişleri canımı çektirmişti.

Parmaklarımı açık pakete uzatıp küçük bisküviden bir tane alarak süte batırıp ağzıma attım. Her hareketimi büyük bir titizlikle izleyen Dorâ hâlâ soruma cevap vermemişti. Bana evini yakan bir ateşi söndüren diğer bir ateş gibi bakıyordu.

"Sen ye diye yemezdim." diye mırıldandığında buzdan lacivertlerinin içinde yanan yangını görmemem için gözlerini benden kaçırıp arkamda duran mutfak penceresine dikti. "Ayrıca seni bir şeyler yerken izlemek çok daha keyifliydi."

Dorâ'yı mahvetmiştim, ona yaralar açmış geçmeyen izler bırakmıştım. Güzel bir korkunçlukta tebessüm ediyordu.

"Yapma şunu." dedim yüzünü uzaklara dikmiş adama bakarak. Yüreğime bıçak kesikleri atan yanımı görmezden gelemiyordum. Bıçak çok keskindi, atılan kesik çirkin yaralar bırakıyordu, bakılmayacak kadar çirkindi hem de. Sevemeyecek kadar kesikler vardı kalbimde ve hepsi kanla dolmuştu.

"Neyi yapmayayım, Ayladùa?" dediğinde sesi aynı anda hem hüzün hem mutluluk kokuyordu. Evet onun sesindeki hisler kokuyordu.

"Kalbime değip durma." dedim. Acının güzel olması lazımdı. Kalbim kaktüsten bir mezarlıkta yatarken aynı zamanda bir başka kaktüse çiçek açıyordu.

Ondan kaçıp tüm kapılara kilit vuruyordum ama Dorâ bana gelebilmek için kilitleri değil bir kapıları söküyordu.

"Kalbine değmek mi?" diye sordu tok bir sesle.

Bakışlarım onun çaresizce inip kalkan kaburgalarının ardındaki kalbinin olduğu yere indi. Ne yapacağını bilmez bir haldeydi, bende öyleydim.

Kuruyan dudaklarımı aralayıp dilimle ıslattığımda, aralık dudaklarımdan içeri giren sert soluk ciğerlerimi acıtmıştı. Dorâ'nın bana dönen buzdan lacivertlerine bu kez ben bakmıyordum. Beynimin içinde dönen cevaplar duvarlara çarpıp o duvar dibine yuvarlanıyordu.

Gözlerimi kırpıştırarak sert göğsüne bakmaya devam ettim. Soluk mavilerim öylesine odaklandığı yere bakıp diğer her şeye kör olmuştu. Dudaklarımı birbirine bastırıp kendimce kısa bir süre tanıyarak bekledim.
"Evet kalbime değmek, sürekli yapıyorsun." Dudaklarımı terk eden kelimeler akciğerlerimde boşalan soluğa çarpıp nefesimin önüne büyük bir engel koydu. "Kalbim değişlerine alışıyor."

Mutfak penceresi esip içeri dolan buzdan bir soğuk vardı sanki ama pencere kapalıydı. Göz kapaklarıma emir vererek onların kapanmasını sağladım. Onu daha fazla hissediyordum. Her nefes aldığımda burun deliklerimden giren kokusu boynuma sert bir urgan gibi sarılıp beni  Dorâ'ya doğru çekiyordu.

"Kalbine değdiğimi bilemem değil mi?" diye sordu.

Kalbim onun kaburgalarının atışına konuşuyordu. Düşüncelerim karanlık bir kuyuya koşarak gitmiş oraya sığınmışlardı. Gözlerimi açıp onun buzdan lacivertlerinin ucuna taktığı kelepçelere çevirdim. "Bilemezsin," diye mırıldanıp ağzımın içinde kelimeleri ısırdım. "ama hissedebilirsin."

Ufak bir alev yanmaya başladı dinamitle dolu kalbimde, ilkti bu ama son olmayacaktı.

Sonum olacaktı ama son olmayacaktı.

🌵

Güneş doğmuştu. Gece kesik kesik uyuduğum iki saatlik uyku bedenimin dinlenmesi için yeterli gelmemiş olmalıydı ki tüm vücudum sızlıyordu. Gözlerimi odanın güneşliği kapalı perdeliğinde sızan ışık huzmesine dikip öylece izledim.

Birbirine girmiş kızıl saçlarım omuzlarıma düşmüştü. Üzerimde ki kalın yorganı ayağımla iteleyip üzerimden attım, ben sıcağı sevmezdim. Üzerimden atmak için tekmelediğim yorgan küçük bir ses çıkararak yere düştü.

Bakışlarımı pencereden çekip yanımda duran küçük masanın üstünde telefonuma uzanmak için çevirdiğimde elim havada asılı kaldı. Kaktüslerim öylece durmuş bana bakıyorlardı. Hareketsiz kaldım. Kaktüslerimin dikenleri birer çivi gibi bana saplanıyorlardı. "Özür dilerim." diye mırıldandım kısık bir sesle. Dolan gözlerimi onlardan çekip soluğuma takılan yutkunuşuma rağmen telefonu kavrayıp saate baktım.

Bir saatten az zamanım vardı. Yataktan çıkıp bir an önce iş için hazırlanmak zorundaydım. Ayaklarımı yataktan sarkıtıp çıplak ayaklarımla soğuk zemine bastım. Kemiklerim ağrıdan sızım sızım sızlıyorlardı. Ellerimi yatağın dağılmış çarşaflarına bastırarak doğruldum. Doğrudan odamın kapısından çıkıp geniş holün sonundaki banyoya doğru yürüdüm.

Camdan yapılmış banyo kapısını iterek girdiğimde içim ürperdi, burası çok soğuktu. Ellerimle çıplak kollarımı sıvazlayıp musluğun önüne doğru ufak adımlar atarak ilerledim. Aynaya düşen yansımama baktığımda oldukça bitkin gözüküyordum. Göz altımdaki halkalar bu kez soluk bir mavilikte kendine yer bulmuşlardı. Elimi sensörlü musluğun altına tuttuğumda avucuma dolduran suya öylece baktım.

Gözlerimi avucumda biriken sudan ayırmadan suyu yüzüme çarptım. Bunu birkaç kez yaptıktan sonra banyo dolabının önünde açılmamış diş fırçasını açtım ve hemen yanında duran diş macunun üzerine sıktım. Macun ruhsuz bir beyazlıktaydı. Dişlerimi fırçaladıktan sonra ağzımı çalkalamak için eğildiğimde arkamdaki camdan kapı birden açılıp serçe banyonun beyaz fayanslarına çarptı. Ağzıma aldığım suyu tükürük başımı kaldırdığımda Dorâ'yla göz göze geldik.

Gördüğüm görüntü karşısında gözlerim şokla açıldı. Soluk mavilerim yansımayla yetinmeyip hemen peşi sıra ona doğru döndüm. "Ne oldu böyle?" diye sordum telaşa boyanmış bir sesle. Üzerine giydiği beyaz tişörtün önü kana bulanmıştı.

"Yok bir şey." diyerek musluğun önüne geçip burnundan akan kanı temizlemeye başladı. Sesindeki soğuk tını bir an öylece duraksamama neden oldu ama bu çok uzun sürmedi.

Boğazıma dizilen yumruyu yok sayıp gözlerimi Dorâ'nın eğilmiş bedenine diktim ve ona doğru ufak bir adım attım. "Nasıl yok bir şey, burnundan oluk oluk kan akıyor." dedim keskince. "Gerçekten kör olduğumu falan mı düşünüyorsun?" diye homurdandım.

Üzerine giydiği kana bulanmış beyaz tişörtü eteklerinden tutarak çıkarttı ama hâlâ burnu kanamaya devam ediyordu.

"Dorâ!" dedim sesimin küçük bir haykırış gibi çıkmasına mani olamadım.

"Birazdan durur, sakin ol." dedi sakin bir sesle. Manyak mıydı bu adam? Ne durması, gittikçe artıyordu kanaması! "Gözlerinin de maşallahı var." diyerek beni alaya aldı.

"Sen manyak mısın?" Hızlı hızlı attığım adımlarla hemen sol tarafa geçip beyaz el havlusunu alarak onu kolundan tutup kendime doğru çekiştirdim. Havluyu kaldırarak burnuna tampon yaptığımda gözlerindeki yorgunluğa ilk kez şahit oluyordum. "İstersen şuraya oturabilirsin." diyerek kapağı kapalı olan klozeti işaret parmağımla gösterdim.

Beklenmedik bir sakinlikle kabul edip oturdu. Biraz bekledikten sonra havluyu çok az geri çekip baktığımda kanama durmamıştı. İnce bir şekilde süzülen kanla birlikte bakışlarım onun yorgunluk kuyularına düştü. "Durmamış." diye mırıldanıp alt dudağıma dişlerimi geçirdim. "Niye durmuyor ki bu?"

"Hey" diyerek dikkatimi üzerinde topladı. "...telaş yapacak bir durum yok. Yoğun iş temposuna karşı vücudum bazen böyle tepkiler verebiliyor." dediğinde sesinde saklanan yalanı görememiş ama hissetmiştim. "Mavilerine yerleşen şu korkuyu hemen sil, Ayladùa. Bana bu şekilde bakmanı istemiyorum."

Nasıl baktığımı bilmiyordum. Bazen tüm doğrularımın tükendiğini düşünüyordum. Tam o anda dudaklarımı aralayıp kocaman çığlıklar atarak bağırmak istiyor ama bir türlü susan çığlıklarımı serbest bırakamıyordum. "Kandan nefret ediyorum," diye çıkışıp sertçe alt dudağımı dişlerimin arasına alıp çekiştirdim. "ve bu normal bir burun kanaması gibi durmuyor." dedim boğuk ama şüpheli bir sesle.

Yüzünün her uzvunda gözlerimi gezdirip bana söyleyeceği yalana kendimi hazır ettim. Siyah saçları dağılmış asi bir okyanus gibi tenini örtmüştü. Alnına düşen o tutama dokunup kaldırmak istedim. Parmaklarımın arasında tuttuğum havluyu kavrayan iri el kanlı havluyu çekip yere attı. Ondan bir adım uzaklaşıp anlamaz bakışlarımı Dorâ'nın mimiksiz yüzüne diktim.

"Bu oldukça normal bir burun kanamasıydı," diyerek kesip attı. Oturduğu yerden kalkarak bakışlarımın altında yürüyüp duş kabinine girdi. "...gördüğün gibi artık kanamıyor."

"Doktora gitmeliyiz." diyerek bana dönük çıplak sırtının kasılışını izledim. Sırt kemikleri onun nefes alışıyla hareketlenip iç içe geniş alanda uzun bir çukur oluşmasına neden oluyordu. Yaz ortasında bir dağın zirvesinde kalan kar yığınının soğuğu saklıydı o çukurda. "Basit bir şey olamayabilir."

"Doktorluk bir durum yok."
"Sen doktor musun Dorâ?" diye sordum sertçe. Kaşlarımı derince çattım. "Bırak da buna doktor karar versin sen değil. Altmış yaş üstü nazlı hastalar gibi ne bu tavırlar?" diye soludum.

"Bu meseleyi uzatmak yerine banyodan çıkmaya ne dersin?" diyerek geniş omuzlarının üzerinden bana öyle garip bir bakış attı ki bilinçsizce geriye adım attım. Gerçekten gözlerinde bu olayı uzatmamak isteyen kararlı bir taraf vardı. "İşe geç kalmak istemiyorum ve duş alacağım. Ha bu arada ben naz yapmam." dediğinde gözlerimi devirdim.

"Bu ne peki?" diyerek tek kaşımı kaldırarak ona diklenmeye devam ettim. "Çocuk gibi mızmızlanıyorsun."

"Çocuk?"

"Evet çocuk." dedim burnumu kaldırarak.

"Nasıl susturacaksın peki bu çocuğu?" diye sorduğunda bana doğru dönerek ellerini duşa kabinin iki yanına bastırdı. Gözleri beni baştan aşağı taradığında buzdan lacivertleri son olarak mavilerimi ziyaret etti. "Bilirsin ki çocuklar meme-" Sözünü aniden keserek cırladım. Üstüne gitmemi istemediği için yapıyordu.

Hayvan herif.

"Sen!" diyerek kaşlarımı biraz daha çatıp ona oldukça sert bakmaya çalıştım.

"Ben ne?" diye sordu sinir edecek bir ses tonuyla. Biçimli siyah kaşlarından biri havaya kalkmıştı.

"Terbiyesizsin, aynı zamanda da edepsizsin tamam mı?" diye bağırdım birden. "Ne halin varsa gör dağ kaçkını. Yabani." diyerek hırsla banyodan çıkıp odama ilerledim,  kapıyı oldukça sert bir şekilde çarpmadan önce duyduğum son şey, "Yabani mi dedin sen bana?" diyen Dorâ'nın bağırması olmuştu. Sırtımı odanın kapısına yasladığımda göğsüm körük gibi inip kalkıyordu. Bana neydi ondan. Ben neden bu denli sinirlenmiştim ki, bu çok anlamsızdı. Sakinleşmek için kendime tanıdığım kısa süre çabucak bitmiş ama ben henüz sakinleşememiştim. 
Terbiyesiz adam!

Yabani!

Yaslandığım yerden doğrulup elbise dolabına doğru ilerledim. Alagül'ün benim için getirdiği kıyafetleri çekmeceye yerleştirmiştim. Birkaç kıyafetim arasında siyah iç çamaşır takımımı çekip aldım. Hemen yan tarafında üst üste dizdiğim siyah pantolon ve ince askılı bir tişört aldım. 

Soyunmaya başlayıp alt iç çamaşırımı giydiğimde elime aldığım sutyeni giymekten vaz geçtim. İnce askılı tişörtümü üzerime giyip pantolonumun içine soktuğumda aynanın karşısına geçip görüntüme baktım. Göğsümün üzerinde duran dövmem tamamen gözler önündeydi. Biran üzerimdekinin fazla açık olduğunu düşünerek çıkarıp yeni bir şey giyme düşüncesi aklımdan geçse de bundan vazgeçtim çünkü akşam Mert'in sahne aldığı mekana gidecektik ve bunlarla idare edebilirdim.

Kızıl saçlarımı yukarıdan toplayarak yüzümü ortaya çıkardığımda, yüzüm oldukça solgun duruyordu. Yüzümün solgunluğuna rağmen hiçbir şey yapmadan masanın üzerinde duran çantamı ve telefonumu alarak odadan çıktım. Basamakları ses çıkartarak indiğimde camdan duvara vuran yağmur taneleri bana kırılmışlardı. Adımlarımı camdan duvara doğru sıralayıp bir süre kaygısız ama yorgun gözlerle yağmurun çiseleyişini ve toprağı sulayışını izledim. Toprak yağmuru emiyordu.

Salona düşen adımlardan önce kokusu düştü, karanfilli elma kokusu ama bu kez bu kokuya karışmış yoğun bir sigara kokusu hakimdi. Yüzümü usulca ona döndüğümde bakışları beni baştan aşağı usulca süzdü. Merdivenin oğlu basamağında dikilmiş elleri siyah pantolonunun cebinde duruyordu. Bakışları an be an çatıldığında gözleri açık olan dekoltemden yüzüme çıktı.

Bende onu izledim, nemli saçlarını tam kurutmamış bir şekilde alnına düşmüştü. Kirli sakallarını kesmişti ve bu onu biraz genç göstermişti. Çenesindeki küçük ben yine gözlerimin önündeydi.

"Giyindiklerinin daha açığı yok muydu?" dedi boğuk sesine sinen kocaman bir imayla. Gözleri beni baştan aşağı bir kez daha taradı. Bende  gözlerimi indirip kendimi inceledim.

"Açık değil." dedim düz bir sesle.

Buzdan lacivertlerde ortaya çıkan durgunluk cevabımla hırçınlaştı. Renksiz dudaklarını aralayıp arasında bir şeyler homurdandı ama ne dediğini anlayamamıştım.

"İplerine dokunsam, tövbe tövbe." diyerek başını onaylamaz bir şekilde sağa sola salladı. "İşe gidiyoruz üzerindekiler öyle bir yer için uygun değil." dedi bu kez sert bir soluk verirken. "Ve üzenindekiler açık."

Sesinde duyduğum sert solukla dişlerimi kalın alt dudağıma geçirip sertçe ısırdım. Bir süre ısırdığım yeri emdikten sonra dişlerimi alt dudağıma sürterek serbest bıraktım. "Uygun bulup giyinen benim, gerisi kimseyi ilgilendirmez." dedim, sesim kısık,  gerilmiş gibi çıkmıştı.

"Ayladùa!" dedi ciddi bir sesle. Onunla inatlaşmak istemiyordum ama birileri için giysilerimi değiştirmeyecektim. Bunu yapmayacaktım. Yabani.

"Bende en az senin kadar inatçıyımdır, değiştirmeyeceğim. Birilerinin biçtiği kalıplara göre şekillenmeyi kabul etmiyorum. Hele sen bunu giyemezsin, sen buraya gidemezsin, sen bunu yapamazsın diyen sesleri de hiç mi hiç kale almıyorum. Ben buyum." dedim soluk soluğa. "Bilmiş ol! "

Bana bakan buzdan lacivertler banyoda yorgunluktan perişan olan adama ait hareler değil de cehennemde ateşe odun atıp ateşi harlayan ve gelenleri cayır cayır yakmayı bekleyen bir zalimindi sanki. Bana doğru attığı her adım aramıza koca sütunların devrilmesine neden oluyordu. Aramızda kalan yarım adımlık mesafeyle durdu. Onun karanlık bakışları altında derin bir nefes alarak göğsümün kabararak şişmesini sağladım.

Dorâ kabaran göğsümün dekoltesine kısa bir bakış atıp gözlerini çekti. Boyun eğdirmeye çalışan bakışlar değil de fotoğraf arşivinde saklı olan en özel anıları gösteren bakışlardı.

"Sen busun kabul," dedi kurşun gibi bir sesle. "ama ben sana köpek gibi âşığım." diyerek sertçe yutkundu. Zehirli bir hançerin keskinliğine boyanmıştı bana olan sözleri. "Ve sen sürekli böylesin," diyerek parmak ucuyla oldukça açık olan dekoltemi gösterdi. "Seni oldukça davetkar gösteren tek parça giysilerin ve sen. Allah şahit seni kısıtlamak ya da zorlamak gibi bir niyetim yok ama elimde değil, kıskanıyorum." dedi gözlerimin içine bakıp yutkunarak.

Bunu açık açık kaç kez daha duyacaktım.

Tek parça giysilerden kasıt sutyensiz giydiğim üstlerimdi. Kısık gözlerimi heybetli bedenine doğru kaldırıp, "Kıskaçlık adı altında bu gibi söylemlerin altına sığınılmasını kabul etmiyorum. Kıyafetlerim beni davetkar değil çekici gösterebilir ama bunu ben tercih ediyorum. Lütfen karışma." diye mırıldandım.

Başka bir şey söylemesine izin vermeden yanından geçip çıkışa doğru ilerledim. Kitaplarla dolu kitap kokusu sinmiş holü geçerek dış kapının hemen köşesinde asılı kapüşonlumu alıp üzerime geçirerek yerde duran botlarımı ayağıma geçirerek dışarı çıktım. Dorâ peşimden geliyordu.

Yüzüme vuran sert hava beni birden sarsmış dengemi kaybettirmişti. Son anda düşmekten kurtulup dengemi sağladığımda Dorâ'nın sert sesi kulaklarıma doldu. "Dikkat et."

Gözlerimi devirerek ona cevap vermeden araca doğru ilerlemeye başladım. Esen rüzgâr açıkta kalan gerdanımdan içeri girdiği için kapüşonlumun fermuarını yürürken takıp boynuma kadar çektim. Topladığım saçlarımdan firar eden tutamlar gözümün önüne düşüp beni sinir ediyorlardı. Aracın kapılarının açıldığını gösteren otomatik sesle aracın kapısını açıp oturdum. Emniyet kemerimi takmayla uğraşırken Dorâ çoktan takmış aracı hareket ettirmişti.

Telefona peş peşe düşen bildirim sesi ile bakışlarım Dorâ'ya döndü. Mesajı okuyup cevap yazmadan telefonu direksiyonun önüne fırlattığı. Evet fırlattı. "Akşam şu boyalı zibidinin türkü çığırdığı mekana gidecek miyiz şimdi?" diye memnuniyetsizce sorduğu soruyu ilk başta anlayamadım.

"Mert'ten mi bahsediyorsun?" diye sordum.

"Senin türkü çığıran başka boyalı bir tanıdığın mı var? Tabii ki o boyalı zibididen bahsediyorum."

Başımı sallayarak, "Evet, neden ki?"

"Bizim çocuklar soruyorlar, özellikle Ali çok sabırsız!" dediğinde gitmek istemiyordu. Tavrından ve sesindeki isteksizlik çok açıktı.

"Sen gitmek istemiyor musun?" Oturduğum yerden ona doğru dönüp vereceği cevabı bekledim.

"İçkili mekanları pek benlik değil." dediğinde eliyle burun kemerini sertçe sıkıp bıraktı. "O boyalı zibidi de yılışık hareketlerle ortalıkta dolanıp duruyor. Sevmem öyle insanları."

"İstersen sen gelmeyebilirsin." diyerek gözlerimi önüme çevirdim.

"Oldu!" dediğinde sesindeki toklukla bacaklarımı birbirine bastırdım.

"Ne? Seni zorla götürecek halim yok." diyerek ön cama düşen ilk yağmur tanesinin camdan kayışını izledim. "Hem Mert'i sevmediğini kendi ağzınla söyledin."

"Ne diye sevecekmişim elin herifini." diye homurdandı. "Sende sevme."

"Konu Mert'i sevmemiz ya da sevmememiz değil Dorâ," diyerek mırıldandım. Yağmur hızlanmış Dorâ silecekleri çalıştırmıştı. Gözlerim sileceklerin mekanik hareketleri üzerindeydi. "Gelecek misin?"

"Geleceğim." diyerek kesti.

"İyi." diye mırıldandım.

"İyi." diye homurdandı memnuniyetsizce.

Başımı koltuğa yaslamış sessizce akıp giden yolu izliyordum. Yarım saat geçmişti ve ikimiz de tek kelime bile konuşmamıştık. Ara ara Dorâ'nın bana kayan bakışlarını görsem de sessiz olmaya devam ettim. Radyoda çalan kısık sesli müziğin sözlerine kulak kesildim.

Derdi güzel yara meşk oldum

Yandım da durdum can

Yara meşk oldum

Aşk ile

Ne çare yara meşk oldum

"Sana sesleniyorum, minik cahil." diyen Dorâ'nın sesiyle irkildim. Deyişin kısık ama kalbe dokunan sözlerine o kadar dalmış olmalıydım ki hemen yan tarafımdan bana seslenen adamın sesini işitmemiştim.

"Hım?" diye mırıldanarak bakışlarımı onun profiline çevirdim. Dudaklarımı aralasam sanki bundan başka kelime çıkmayacak gibiydi. Kalbimin içinde peş peşe yankılanan sözler beni kızıl bir düğümle bağlamış çaresiz bırakmıştı.

"Dudağını koparacaksın biraz daha ısırmaya devam edersen." diye fısıldadı bana kör zifiri bir bakış atarken.

Dorâ söyleyene kadar dudağımı ısırdığım farkında bile değildim oysa. Dişlerimi geçirdiğim dudağımı serbest bırakıp dudaklarımın düz bir çizgi haline gelmesine izin verdim. Bakışlarımı yan tarafımda duran adama çevirdiğimde sabahki dağılmış hali yerine şu an oldukça dinç gözüken iki adam arasında hangisinin gerçek olduğunu zihnimde verdiğim savaş sonrası bir türlü açığa çıkaramadım.

"Düşünceli duruyorsun." dedi doğrudan akıp giden yolu izliyordu. "En az üç kez seslendim ama beni duymadın."

Duymamıştım zihnim çok kalabalıktı ve bazen bu kalabalığı iç sesime bile yansıtmamak için kitleniyordum. Çünkü bırak sesli düşünmeyi iç sesimle düşünemeyeceğim ve dile getiremeyeceğim kelimelerle doluydu.

"Düşünceliyim," dedim yorgun bir sesle. "...kayboluyorum bazen onlar arasında."
Buzdan lacivertlerini bana dikip direksiyonu kavrayan parmaklarını sıklaştırdı. Parmak boğumlarına çarpan nabız direksiyonu kıracak kuvvette duruyordu. Onunla sessiz bir savaş içindeydik ama bu savaşın kazananı olmayacaktı.

"Bu düşüncelerin ne kadarı benimle alakalı peki?" diye sordu kelimelerin ona ayrı ayrı baskı uygulayarak.

Bilmiyordum. Allah kahretsin ki bilmiyordum.

"Bazen hepsi," diye mırıldanıp bakışlarımı onun üzerinden çekip dizlerimin üzerine bastırdığım parmaklarıma diktim. Parmaklarımın uçlarına batan zehirli iğneler ruhumu kanatıyordu. "...bazense hiçbiri. Çok şey saklıyorsun benden bunu kanıtlayamıyorum ama içten içe garip bir şekilde biliyorum. Kara bir delik gibisin ve bu delikten ne çıkacağını bilmemek beni düşündürüyor."

"Beni sana açık olmamakla mı suçluyorsun?" dedi vurgulayıcı bir sesle. Sesinde ki karanlık güneşe inen bir kırbaç darbesi gibi dünyamı sızlattı.

"Seni suçlamıyorum."

"Beni suçluyorsun," diye ürpertici bir sesle konuştuğunda dökülen kelimeler bana çarptı. Buzdan lacivertlerini yüzüme dikmiş tüm ağırlığını hissetmemi beklercesine çekmiyordu.

"Sadece de her şey çok hızlı ilerlemiyor mu? Ben emeklemem gereken yolları koşarak gidiyorum. Bunu yaşarken korkmam lazım ama buna rağmen korkmuyorum." diyerek derin bir nefes aldım. Soluğum yine bir düğüme bağlanmış beni alaşağı etmişti. "Senin için benim yanımda durmak ne kadar kolaysa benim için senin yanında durmak o kadar zor. Hele seni hatırlarken hissetmek nasıl biliyor musun?" diyerek bakışlarımı onun doğrudan bana bakan kararmış buzdan lacivertlerine sapladım. "Biri kalbimi söküp önüme indirmiş gözlerimin içine baka baka ayaklarıyla eziyor gibi. Yapma da diyemiyorum, bırak da gideyim diyemiyorum, git de diyemiyorum. Çünkü çıkış yok." dedim kısık, acılı bir sesle.

Aramızda uzayan sessizlik tüm uzuvlarımı kanatacak kadar güçlüydü. Sağır mı olmuştum? Neden susuyordu ki şimdi? Ben ona karşı bu kadar açıkken o neden susuyordu. Çaresizce başımı önüme eğip dolan gözlerimi ondan sakladım.
Kalbime iki adam tarafından dur durak bilmeden tekme yiyordu.

Biz sustuk yol aktı ...

Dorâ konuşmadı ama yol aktı ...

Araç durdu ve, "Üzgünüm! Seni bırakamayacak kadar bencil olduğum için üzgünüm!" diyerek kendini hiç beklemeden arabadan dışarı atıp yürümeye başladı. Üzgün olmasını istemiyordum ben, kalbime bir kez daha tekme yemiş gibi arabanın içinde acıdan iki büklüm oldum. İnsanlar her seferinde bir önceki acısından çok farklı acıyabiliyordu. Yine çok farklı acıyordum. Yine çok farklı acıtılmıştım. Aramıza örülen duvarları benim ördüğümü haykıran kalbim neredesin çık da bağırabiliyorsan bağır.

Titreyen dudaklarımı ısırıp bulutlanan gözlerime dolan yaşları geri ittim. Ağlamayacaktım hem nedenini bildiğim bir şey için göz yaşı dökecekmişim. Gözlerimi yumup acı acı tebessüm ettim. Artık emindim.

Barış'ın bıraktığı enkazı Dorâ küle çevirecekti.

🌵🌵🌵

SINIR | Vote62, Yorum 357

Sizi seviyorummmmmm (:
Instagram: yamayapmakguzeldir / kaktuslere

Czytaj Dalej

To Też Polubisz

904K 50.4K 24
"Benim adım yok Narin, gölgem yok, ayak izim yok." dedi umutsuzca. "Olsun!" dedim omuz silkerek. Onun aksine umarsız çıkıyordu sesim. "Adını dilim...
3.2M 159K 66
Hayatı boyunca kimseyi sevmemiş, tek derdi vatan, bayrak ve ülkesi olan asker ile hiç sevildiğini hissetmemiş, kalabalık içinde yalnızlığı hisseden b...
131K 21.1K 45
TÖRE & ADALET SERİSİ 2. KİTAP♟️👠🎓
65.4K 5.6K 13
Balım. Kalabalık bir ailenin en küçük üyesiydi. Babasının göz bebeği, abilerinin prensesi. Ancak annesinin hataları yüzünden hayatı bir anda değişti...