KÂKTÜS MEZÂRLIĞI

Av kaktuslere

23.9K 7.6K 18.5K

Kim inanırdı ki bu hikâyede büyük balığın küçük balığı yediğine. Gerçek şuydu sayın okur bu hikâyede iki bal... Mer

"KÂKTÜS MEZÂRLIĞI"
1.BÖLÜM:GÖLGESİNE TAKILAN KADIN
2.BÖLÜM:TAVAN ARASINDAKİ TOZLU KALP
3.BÖLÜM:KÜLÜ SEVEN ATEŞ
4.BÖLÜM:KAKTÜSLERDE ÖLÜR TIPKI ÖLEN SİYAH GİBİ
5.BÖLÜM:KALBİ ATAN ÖLÜ CESET KAPANI
6.BÖLÜM: ÇEKMECEYE DÜŞEN ZEHİRLİ RESİM
7.BÖLÜM:RUH KOVANINI YAKAN KÖRDÜĞÜM
8.BÖLÜM: KUŞ UÇARKEN KANAT NEDEN AĞLAR
KARAKTER TANITIMI
9.BÖLÜM:KALBİM, BİR ISLAK KELEBEK
10.BÖLÜM:ŞAH DAMARA GİREN ZEHİRLİ HANÇER
11.BÖLÜM:KAR VE KAN LEKELİ DÜŞ
13.BÖLÜM:YARANIN ÜZERİNE DÜŞEN YARA
14.BÖLÜM:DİKENLERİN BATTIĞI KIRIK AYNA
15.BÖLÜM: ZİFİR GECE VE KARA ÖFKE
16.BÖLÜM:GÖLGESİ GÜNEŞE SANCILI ADAM
17.BÖLÜM:KUYRUĞU LEKELİ DÜŞ
18.BÖLÜM:SOLUĞA BAĞLANAN KIZIL DÜĞÜM
19.BÖLÜM:ZEHİR SARMALI
20.BÖLÜM:SATIR DİBİ ÖLÜM
21.BÖLÜM:KALBİ DELİNEN KADIN VE ONUN GERÇEKLERİ
22.BÖLÜM:GÜNEŞİN ÜZERİNE KAR YAĞDIRAN ADAM
23.BÖLÜM:ACI BÜYÜK AMA ÖZLEM DAHA BÜYÜK
24.BÖLÜM:DİKENE SAPLANAN KURŞUN

12. BÖLÜM: SARDUNYALARI SOLDURAN KAKTÜS ÇİÇEĞİ

665 256 445
Av kaktuslere





Hadi okuyalım minik kaktüsler  ama önce yıldıza dokunmayı unutmayalım.

12. BÖLÜM: SARDUNYALARI SOLDURAN KAKTÜS ÇİÇEĞİ

Duman | Neredesin Sen

Alec Benjamin | Let Me Down Slowly

John Legend |  All of Me

Barış Akarsu | Resimdeki Gözyaşı




Bir varmış bir yokmuş, bir şeytan ile melek ladese tutuşur, parmakları arasında kırılan kemik iki parçaya bölünür. Şeytanın elinde kalan parça aşkı, meleğin elinde kalan parça ise ölümü temsil edermiş. Şeytan aşkın sırrını aşkı hiç hak etmeyenlere satarken, melek sadece onu acıtan ölümü izler ve mezarlıkta uykunun nasıl güzel olacağını düşünüp dururmuş.

Dün gecenin izlerini taşıyan yüzüm aynada bana buzdan bir duvar gibi bakıyordu. Buzdan duvarlar örüyordum, eriyebileceğini bildiğim buzdan duvarlar. Hapsolduğum yerden çıkmamı söyleyen yanım çıkışı kendi buzdan duvarlarıyla kapatıyordu oysa.

Uykudan yeni uyanmış solgun tenim tıpkı bir ceset kadar beyaz duruyordu, dağınık uzun kızıl saçlarımın uçları birbirine girmiş bir şekilde omuzlarıma dökülmüştü. Soluk mavilerim sanki tüm gecenin uykusuz geçtiğini çığlık çığlığa bağırıyor bunu gizleme telaşına hiç düşmüyordu. Kafam hâlâ dün gece bana büyük bir şüpheyle yaklaşan Giray'ın sözlerindeydi.

Aralık bıraktığım banyo kapısı tıklanarak tamamen açıldı, bakışlarımı çevirmeden aynadaki yansımamın yanına düşen ikinci bedene baktım. "Günaydın, hazırlanıp bir an önce çıkalım bugün çok önemli bir davam var, ona geç kalmak istemiyorum." diyerek durgun bir sakinlikle aynadaki yansımama baktı. Her zaman olduğu gibi dağınık saçlarının bir kısmı esmer alnına düşüp orada küçük ama keskin bir gölge bırakmıştı.

Başımı sallayıp, "Günaydın, hazırlanmam uzun sürmez." deyip Dorâ'nın bakışları altında yüzümü yıkayıp doğruldum. Sol tarafımda asılı duran beyaz havluyu alıp yüzümü kuruladıktan sonra tekrar yerine astım. Arkamı döndüğümde yüzüme büyük bir dikkatle baktığı için duraksamak zorunda kalmıştım.
Elim istemsizce yüzüme gittiğinde, "Neden öyle dikkatli bakıyorsun? Yüzümde bir şey mi var?" diye sordum.

Buzdan lacivertleri sorumla birlikte büyük bir yavaşlıkla kısılmıştı. Kirli sakallarının süslediği çehresi, gece karanlığını andıran bir orman kadar korkutucu bir görüntü katıyordu; kötü ve ölümcül. "Nasıl bakıyorum?" diye sorduğunda, sesinde gerçekten de nasıl baktığını bilmediği gösteren bir anlaşılmazlık sızıyordu.

Omuzlarımı umursamazca kaldırıp indirdim, "Bilmen, böyle işte." Böyle işte derken çenemle kısılan siyah uzun kirpiklerinin arasına gizlenen bakışlarını işaret etmiştim.

"Bakmıyorum ben sana, baktığım yerde duruyorsun. Çekilsene." deyip beni büyük eliyle itip yüzünü yıkamak için arkamda duran lavabonun önüne geçti. Açılan musluktan akan su sesine karışan sesi boğuk çıkmıştı. "Beni lafa tutup işe geç kalmamızı sağlamaya mı çalışıyorsun yoksa sen?"

"Ne alaka be?" Sesim kış ortasında çatıları uçuran bir rüzgar kadar güçlü, aynı zamanda da düz çıkmıştı.

"Düşün bir bakalım işten kaçmaya çalışıyor olmayasın ama kusura bakma huysuz tavuk ilk iş gününden kaytarmana asla müsaade etmem." Akan su sesinin kesildiğini duymamla ona doğru döndüm, yüzümü kuruladığım beyaz havluyu almış yüzünü kuruluyordu.

"İşten kaçmaya falan çalışmıyorum ben, ayrıca bunu da nerden çıkardın?" diyerek istemsizce kaşlarımı çattım.

Sağ dudak kenarı büyük bir alayla yukarı doğru kıvrıldı, "Bunu nerden mi çıkardım?" diyerek sesine de bir parça beni sinir edecek alay da katıp sözlerine kaldığı yerden devam etti. "Hâlâ karşımda durmuş bana laf yetiştirmeye çalışmandan."

Ben ona laf yetiştirmeye falan çalışmıyordum sadece benden kaçmak için arkasına sığındığı bu saçmalığın nedenini anlamaya çalışıyordum. Her şeyi korkutucu bir gerçeklikle itiraf eden adama ne olmuştu da şimdi böyle davranıyordu. Dün gecenin tek uykusuz kalanının ben olmadığımı göz altlarına sinen bir yorgunlukla bana bakan Dorâ'nın gözlerinde de görebiliyordum.

"Sana laf yetiştirmeye çalışmıyorum." dedim.

"Küfredeceğim ama ha!"

"Etsene bir, merak ettim."

"Dorâ!"

"Tamam sakin ol," dediğinde sesli bir soluk çekti. "Peki ne yapıyorsun?" diye sordu sesine yapışan sert ama alaylı bir tınıyla.

"Anlamaya çalışıyorum," deyip bir soluk aldım, aldığım solukla bir an şişen göğsüme düşen buzdan lacivertler tekrar soluk mavilerimi çıktı. "sadece anlamaya çalışıyorum." dedim düşünce kuyusunda batmak üzere olan bir sesle.

Dorâ o kuyuya attığım taştan çıkan sesten ürkmüş gibi durmuyordu, az önce bana bakan gözleri şimdi daha yoğum ve daha hisliydi.

Gökyüzüne bakan kör bir adamın sınavıydım belki de. Gök yüzünün mavisini hiç göremeyen ama karasından da asla vaz geçmeyen bir adamın bakışlarıydı.

Dorâ için kara bir gök yüzüydüm ben.

"Anlamaya çalışmakla beni anlayamazsın, Kunâla. Yetmez o bana." Gözlerindeki o kristaller yine çıkmış bir kambur gibi gözlerime binmişti. "Beni ancak tamamen hissederek anlaya bilirsin ama sen hissetmekten kaçarken sana bakan bakışlarımda ancak benim gösterdiğim kadarını anlamakla yetineceksin." Sesinde yanan bir buz kütlesinin çıkardığı sessiz parçalanışlar vardı, parça parça düşen buzlar büyük bir alev topuna dönüşüp okyanusun karasına gömülüyorlardı.

Her seferinde Dorâ'nın kapanmayan bir yarasına dokunup bunu görmezden gelmem zorlaşıyordu çünkü onun yaraları benim soluğumu kesiyordu.

Kasılan yüzüyle içe çöken elmacık kemikleri yüzünün kemikli keskin çehresini ortaya çıkarmıştı. Renksiz kalın dudakları küçük bir aralık bile bırakmadan bir birbirlerine mühürlenmişken, âdem elması kalın sert boynu üzerinde ölü bir beden gibi hareketsiz duruyordu, kuruyan dudaklarımı yalamam ile birlikte o sert çıkıntı oldukça gürültülü bir ses çıkararak aşağı yukarı oynadı. Banyonun duvarlarına çarpan ses bir kırbacın çıkardığı o keskin etkiyi yaratmıştı üzerimde.

Benden bir cevap beklemiyordu, biliyordum.

Kendini önce toparlayan taraf her zaman ki gibi Dorâ oldu. "Hazırlan istersen, en geç on beş dakika bilemedin yirmi dakikaya evden çıkmak zorundayız." dedi demir parmaklıklar ardına geçerek.

"En geç on dakikaya hazır olmuş olurum." deyip banyodan çıkmak için ona arkamı döndüm, sırtıma tırmanan bakışlarının ağırlığı altında bir an tökezleyeceğimi sanıp adımlarıma daha büyük bir telaş kattım.

Üzerime giyindiğim gömleğin rengi mavi ve gri arasına sıkışmış bir renkteydi. Gömleğin üstten iki düğmesini açık bırakmış salaş ve oldukça rahat bir görüntü elde etmiştim. Alt tarafıma giydiğim siyah renkteki klasik pantolon ise sayılı giysilerim arasında bir işin ilk günü için giyilebilecek en doğru parçaydı. Kızıl saçlarımı ensemde toplayıp  küçük bir balerin topuzu yapmamdan dolayı solgun yüzümün tamamı ortaya çıkmıştı. Gülçiçek'in  geçen gece kıyafetler ile birlikte benim için getirdiği birkaç makyaj malzemesiyle yüzümü renklendirmeye başladım. Morarmaya yüz tutmuş yorgun göz altlarıma sürdüğüm kapatıcıyı işaret parmağımla yedirdikten sonra aynı işlemi yüzümün geri kalan kısmı içinde tekrarladım. Son olarak zaten pembe bir renge sahip olan dudaklarıma aynı tonlara sahip bir parlatıcı sürerek işimi bitirdim.

Odamın kapısını açmam ile koridorun sonunda ceketini omuzlarından geçiren Dorâ'yla göz göze gelmiştim. Bakışları üzerimde büyük bir yavaşlıkla geldikten sonra mavilerimde durdu. Onun bana bakan lacivertlerini bir an yok sayıp bende onun üzerindekilere göz gezdirdim. Beyaz bir gömlek ve onun üzerine tam oturan bir yelek giymişken o da tıpkı benim gibi paçaları dar ama üzerine yapışmayan siyah bir pantolon tercih etmişti. Giyim zevki oldukça klasik olmasına rağmen üzerindekiler ona farklı ve ciddi bir hava katmış gözüküyordu. Yakışmışlardı.

"Üşürsün böyle, üzerine bir şey al istersen." dediğinde neden her seferinde üşüyeceğimi söylüyordun be adam diye sormamak için kendimi tutuyordum.

"Bu evde giyebileceğim kıyafet sayım çok az ve üzerime giyecek bir şeyim yok." Dorâ'yla didişip işi yokuşa sürmek yerine tamamen dürüst davranmıştım. Gerçekten bu evde giyeceğim kıyafet sayısı on parça üzerinde değildi ve benim bu sorunu artık bir şekilde halletmem gerekiyordu.

"Bekle burada." Sesinde beklemem gerektiğini vurgulayan sivri uçlu bir kısım vardı.

Sayılı dakika içinde girdiği odasından bana büyük geleceğine emin olduğum oldukça kalın gözüken bir hırkayla çıktı. Önümde duran iri ve uzun adamın gözlerini görebilmek için başımı ona doğru kaldırdım.

"Şimdilik bununla idare edebilirsin," derken bir yanda da elindeki hırkayı bana giydirmeye çalışıyordu. "akşam eve gelirken kıyafet işini hallederiz." deyip siyah kalın hırkayı bana giydirdikten sonra bende bir adım uzaklaştı.

Benden uzaklaşmasıyla tuttuğumu yeni fark ettiğim nefesimi Dorâ'ya belli etmeden bırakıp hırkanın üzerine sinen karanfilli elma kokusunu içime çektim. Tüm kıyafetleri Dorâ gibi karanfilli elma kokuyordu, bana anlattığı hikayedeki karanfilli elma.

Benden oldukça uzun adama bakıp. "Tamam." diye mırıldanmakla yetindim, bir an gerçekten uzun olan boyunu merek ettim. Geniş omuzları ve uzun boyu yüzünden oldukça iri gözükmesine rağmen beli bunlara tezat bir zıtlıktaydı. "Senin boyun kaç?" Dudaklarımın arsında firar eden soru isteyerekti.

"Ne?"

Dorâ'nın tepkisi soruyu anlamamış olmasına değil de daha çok böyle bir soruyu sormuş olmamın getirdiği şaşkınlığın ani tepkisineydi. Yukarı kalkan kaşlarıyla birlikte başını yana doğru yatırmıştı.

Aferin kızım!

"Sorumu duydun, bir daha tekrarlamayı düşünmüyorum." dediğimde çatık olan kaşları bir ormanda başlayan yangında devrilen büyük gövdeli ağaçlara benziyorlardı.

"Bir doksan iki." dedi sesinde sakladığı küçük bir gururla. "Türkiye standartlarının baya üzerindeyim. Senin boyun kaç peki?" diye sorup cevap vermemi beklemeden kendi sorusunu kendi cevapladı.

"Yuh ama!" Verdiğim tepkiye gülerek konuşmasına devam etti.

"Bir atmış dört ya da en iyisi bir atmış beş sindir." Kendini beğenmiş domuz.

"Sorunun Türkiye standartları olduğunu sanmıyorum bence sen fazla uzunsun." dediğimde gözlerinde parlayan alayı görebiliyordum. "Ayrıca ben bir atmış yediyim." dedim sabit tutmayı başardığım sesimle.

"Bir atmış yedilik huysuz tavuk bence artık çıkmalıyız ne dersin?" diye sorarken bana değil de kolunda takılı olan gümüş rengindeki oldukça pahalı olduğuna emin olduğum saate bakıyordu.

"Bana şöyle seslenmeni istemiyorum." dediğimde bana çoktan sırtını dönmüş çıkardığı ayakkabılarını giyiyordu.

"Nasıl seslenmeyeyim?"

"Demin seslendiğin gibi."

"Demin nasıl seslendim hiç hatırlamıyorum." Bilerek bilmezliğe vuruyor ve bundan gerçekten bir türlü anlam veremediğim bir zevk alıyordu.

"Gerçekten mi?" Hâlâ sesim oldukça durağandı. "Benimle maytap mı geçiyorsun?"

"Estağfurullah seninle maytap geçmek ne haddime, bir atmış yedilik huysuz tavuk."

"Seninle daha fazla uğraşmayacağım!"

Başımı iki yana sallayıp daha fazla bu anlamsız durumu sürdürmemek adına yerde duran beyaz spor ayakkabılarımı ayağıma geçirip Dorâ'nın açtığı kapıdan dışarı çıktım. Hemen ardımdan çıkan adamın kapıyı kapatıp kilitlediğini duyarken ben yolun karşısında duran tanıdık araca doğru yürüyordum.

Esen rüzgâr; soğuğunun arasına hapsettiği birkaç yağmur taneciğinin ıslaklığını yüzüme bırakıp hırçın bir şekilde geçip gitmişti. Sabahın erken saatleri olduğu için sokak oldukça çıplaktı. Sokak başında havlayan iki köpeğin yükselen seslerine aracın uzaktan kumandayla açıldığını gösteren sesi birbirine karıştığında iki köpeğin başı bize doğru döndü. Havlama sesleri kesilmiş yerini sokağı sağır eden büyük bir sessizlik çökmüştü. Köpeklerden biri oldukça büyük siyah kabarık tüylere sahipken diğeri siyah büyük köpekle kıyaslandığında oldukça küçük kalıyordu. Köpekler tekrar havlayarak sokağın başından ayrılıp, bizi arkalarında bırakıp gittiler. Artık o köpeklerin sesleri de oldukça uzaktan geliyordu.

Açtığım araç kapısıyla ne marka olduğunu bilmediğim ama pahalı olduğunu tahmin ettiğim arabanın ön koltuğuna oturdum. Böyle bir evde otururken neden bu kadar pahalı bir araca biniyordu? Hemen peşi sıra açılan yan kapıyla birlikte Dorâ'nın sesi arabaya doldu. "Emniyet kemerini bağla." derken kendi emniyet kemerini büyük bir gürültüyle çekip takmıştı. Emniyet kemerimi onun aksine nerdeyse hiç ses çıkarmadan takıp arkama yaslanıp ön camdan dışarıyı izlemeye başladım.

Güneş doğmasına rağmen onu bir örtü gibi saklayan gri belki de kara bulutların ardına sığınmıştı. Yağmur yağacaktı belki de.

Arabanın çalıştığını anlatan ses yayıldığında, tekerlekler hiç beklemeden dönmeye başlamışlardı. Beni neyin beklediğini bilmemek bile korkutmuyordu çünkü her şeyini kaybeden bir insanı hiçbir şey korkutamazdı.

***

İstanbul Çağlayan Adalet Sarayı'nın kapısından içeri girdiğimizde karşımıza çok geniş bir alan ve o alanın içinde oldukça kalabalık bir insan yığını durmaksızın bir hareket içinde oluşları başımı döndürmüştü. Büyük binanın devasa pencerelerini yarıp geçen güneş ışıkları, kalabalık insan yığınının çıkardığı sesler üzerine düşüp umursamazca tanımadık ve oldukça yabancı ayaklar altında birer birer kayboluyorlardı.
Yürüdükçe adım seslerimiz artık çıkan gürültüden dolayı duyulmuyordu. Adalet Sarayı'nın kapısından girdiğimde uzaktan gördüğüm heykele artık çok yakından bakıyordum. Gözleri kapalı bir kadının sağ elinde tutuğu kılıç sanki omuzlarına yüklenen yükten dolayı aşağı doğru düşmüştü. Sol elinde ise dengede tuttuğu bir terazi vardı, adaletin simgesi olarak bilinen sembol.

"Themis," deyip duraksayan Dorâ'ya baktığımda, bir elini pantolonunun cebine koymuş doğrudan karşımızda duran heykele bakıyordu. "Yunan mitolojisinde adalet ve düzeni sağlayan tanrıçadır." dedi oldukça vurgulu çıkan sözlerini kalabalığa rağmen hiç dağılmadan işite bilmiştim.

Tanrıça, yozlaşmış bir düzende pekte işe yaramıyor, bakışlarımı Dorâ'nın yan profilinden çekip tanrıça heykeline, Themis'e çevirdim.

"Evrensel bir hukuk benimsemiş bir ülke olduğumuz için mi bu Themis?" diye sordum bakışlarımı gözleri kapalı tanrıçadan ayırmadan.

Dorâ'nın buzdan lacivertleri çıplak yanağım değdi önce, "Öylede söylenebilir ya da daha iyisi olmamasını da öne sürebiliriz." dediğinde soluk mavilerim onun buzdan lacivertlerini görmek istemdi ama bakmadım.

"Anlamsız." diye fısıldadım zar zor duyulan bir sesle.

Duymuştu, ben bile fısıltımı duymazken koca gürültü yığınına rağmen Dorâ beni duymuştu. "Anlamsız gelen şey nedir, Ayladùa?" Sorusu zihnimin kabul etmediği  sorunu dudaklarıma dökmek için hiç acele etmedi.

"Themis'in elinde tuttuğu kılıç ve terazi bir nevi anlamsal bir sembol taşımasına rağmen gözlerinin bağlı olması bir an oldukça anlamsız geldi." Sesim gerçekten bu olayı bir yere oturtamadığımı açık ediyordu.

"Büyük ihtimalle kılıcın adaletin verdiği cezalar üzerindeki caydırıcı güç unsuru olduğunu, terazinin ise adaletin dengeli bir şekilde dağıtılmış olduğu çıkarımını elde ettin. Değil mi?" Bir öğretmenin öğrencisini okur gibi okumuştu düşüncelerimi.

"Aynı cümlelerle olmasa da aşağı yukarı." dedim.
Kendinden emin duruşunu hiç bozmadan belli belirsiz başını salladı. "Themis'in gözü kapalıdır çünkü adaletin herkese eşit ve tarafsız dağıtılmasının ancak bu şekilde olacağını bilir. Basit gözüken ama oldukça karmaşık bir durumdur aslında." dedi, sesi bir uçurumdan düşen bir çocuğun çıkardığı çığlık kadar derin ve düşünceli çıkmıştı.

"Adalet sarayında tek gözü bağlı olanın Themis olması komik." deyip başımı Dorâ'ya çevirdim. Dudaklarımda asılı duran sahte tebessüm aslında bu gerçekliğin acısından kaynaklı bir kıvrılmaydı.

Ülkedeki birçok hakimlerin gözleri açıldıkça açılmıştı hatta sadece gözleri de değil cepleri de açıktı.

Sustuk, tüm kalabalığa  ve adaletsiz bir düzene kafa tutar gibi sustuk.

Dorâ ve ben asansöre bindik. Asansörden indiğimizde geniş bir koridorla karşılaştım.  Koridor oldukça aydınlık ve sessizdi. Onunla birlikte odasına girdiğimde, bir savcıdan beklenecek klasik bir oda karşılamıştı beni. Bir duvar tamamen dosyalarla doluydu. Orta boyutta bir masa, masanın önünde ise siyah deri tek kişilik iki koltuk duruyordu. Dorâ masanın arkasına geçip makam koltuğuna oturdu ve masanın çekmecesini gürültü çıkartacak bir şekilde açtı. İçinden çıkardığı şeyi avuçlarının arasına alıp başını bana doğru kaldırdı. "Oturmayı düşünmüyor musun?" dedi, soruyu tek kaşını kaldırarak sormuştu. "Biraz daha ayakta duracak olursan kök salacaksın."

Tek kişilik deri siyah koltuğa otururken gözlerimi devirmekten geri duramamıştım.

"Devirme o gözlerini bana," demeden önce masanın üzerine bana ait olan sarı basın kartını indirip bana doğru itti. Ani bir refleksle kartı yere düşmeden yakalayıp bana ait olan bilgilerin yazdığı kartı incelemeye başlamadan önce gözlerimi tekrar devirmiştim. "Şaşı kalacaksın, şaşı."

"Karta değil bana bak, orda bilmediğin bir şey yazmıyor." diyen Dorâ'ya dönen bakışlarım kısılmış, söyleyeceği şeyleri dinlemek için renksiz dudaklarını aralamasını bekliyordum.

Konuşmuyordu, "Evet dinliyorum!"

"Seninle birlikte aynı gazeteden iki kişi daha olacak burada, onlarla çalışacaksın. En önemlisi de onlarla aranı iyi tutmaya çalışmanı istiyorum." dediğinde bu bir istekten ziyade yapmam gereken bir zorunluluk gibiydi.

"Bunu daha önce söylememiştin bana." dediğimde sesim çatlamıştı.

"Söyledim ama sen inatla söylemediği sürdüreceksin. O zaman şimdi söylüyorum, Ayladùa, onlarla aranı iyi tutmaya bak." dedi oldukça düz bir sesle.

Her geçen gün hayatıma yeni insanlar almak beni karanlık bir mağaraya hapseden bilinmezliğin üzerine daha büyük bir bulmaca ekliyordu. Bu bulmaca her an yaralarıma saplanıp beni öldürebilecek bir zehirli hançere dönüşebilirdi.

"Sana ihtiyacım olduğu için beni kullanıyorsun, yapma." Sesim Dorâ'nın gözlerinde bir şeyleri kırıp geçmişti. "Bana karşılaşacağım her şeyi en başından anlatmalısın son dakika umursamazca takındığın bir üslup kullanarak değil."

Derin bir denize dönen gözleri daha derinden bir yerlerin sarsıldığını, sarsılan yerlerde yaşayan her şeyin kurak bir erozyona dönüşünü saklamaya çalıştı. Sakladı ama saklamadan önce görmüştüm o yıkık kurak erozyonu.

"Bana güveniyor musun?" Ona güvenip güvenmediğimi bilemezdim. Ama güvensizliğe daha yakındım.

"Seni tanımıyorum Dorâ." dedim deli bir cehenneme dönen sesimle. Sözlerim üzerimize yığılmış altında ikimiz de kalmıştık.

Bana bakan bakışları sivrilmiş, sinesine sapladığım bıçakla acısını saklama gereği duymadan buzdan lacivertlerin içine sakladığı ölü adamla çaresizce baktı. "Beni tanımak için hiçbir şey yapmıyorsun." diye fısıldadı. Sesinde büyük bir özlem vardı, sürekli bulup kaybettiği birine duyulan gerçek bir özlem. "sorun bu işte. Beni tanımadan senin için yaptığım hiçbir şeyin sende karşılığı olmayacak. Senin için güvenilmez, hatırlanmaz bir adam olarak kalacağım." Sözleri bittiğinde âdem elması titriyordu. "Öyle bir adam olarak kalmak istemiyorum." dediğinde başını masanın üzerinde yumruk haline gelen ellerine doğru eğdi.

Aramızda biten sesiz çığlıklar, bir ırmaktan akan son damlalara karışmış o zifiri kuyuyu dolduruyordu.

Çalan kapı peşi sıra açıldığında orta yaşlı bir kadın elindeki tepsiyle içeriye girip, "Günaydın Savcı Bey, kahvenizi getirdim." dediğinde tepsinin üzerindeki içi kahve dolu beyaz fincanı masanın üzerine bırakıp bir adım masadan uzaklaştı. Gözleri beni bulduğunda, "Siz de bir şey içer miydiniz?" diye sordu, az önceki sesiyle kıyaslandığında oldukça mesafeli çıkmıştı.

İstemediğimi dile getirmeme izin vermeyen Dorâ'ya dönen bakışlarım, "Sağ olun Halime Hanım kendisi birazdan kalkacak, kahve için de teşekkür ederim, siz çıkabilirsiniz." dediğinde bakışlarım hâlâ konuşmama izin vermeyen Dorâ'nın üzerindeydi. Tavır alıyordu bana.

"Peki o zaman, kolay gelsin Savcı Bey." dedikten sonra arkasını dönüp odadan çıktı.

Dorâ'nın konuşmasına izin vermeyen taraf bu kez bendim, "Nereye gitmem gerekiyor, daha doğrusu şu bahsettiğin kişileri nerde bulabilirim?" diye sorup oturduğum yerden ayağa kalktım.

Ben ayakta dikildiğim için ona üsten üsten bakıyordum. Bakışlarını kısılıp aramızdaki uçuruma rağmen büyük bir baş kaldır ile baktı. "Her yerde olabilirler, gazeteci olan sensin onları bulmak senin işin." dediğinde, masanın üzerinde dumanı tüten sıcak kahveyi başından aşağı dökmek istedim ama o an sadece o kahveyi içişini izledim.

"Dorâ, onları nasıl bulmamı bekliyorsun? İsimlerini ve neye benzediklerini bilmeden hem de!"

"Küçük bir yardımda bulunabilirim, kızın adı Mihrima Alabey, zibidinin adı ise Mert Gezmiş." dediğinde sol elini saçlarında geçirip dağıttı. "Birbirini yiyen bir çift görürsen eğer onlardır." Bu söyledikleriyle gerçekten doğru insanları bulabileceği mi sanıyordu?

"Sen gerçekten bu bilgilerle o insanları bulabileceğime inanıyor musun?" demeden hemen önce elimi masanın üzerine koyup biraz öne doğru eğilmiştim. Toprağın suyu emdiği gibi baktı donuklaşan soluk mavilerime.
Gözleri gözlerimdeydi. "Senin aksine ben sana hep güvendim," deyip yutkundu, âdem elması kavisli bir dağdan düşen bir çığ altında bırakmış gibi hareketsiz kalmamı sağladı. "şimdi de güveniyorum." dedi.

Ellerimi masanın soğuk yüzeyinden usul susul çekip doğruldum. Ondan kaçırdığım bakışlarımı da alıp odadan çıkmak için sırtımı Dorâ'ya döndüm. Attığı adım ikincisini atamadan durmuştu, "Söylediklerimi unutma, onlar ile aranı iyi tutmaya çalış ve hakkında gerekmediği sürece ayrıntılı olacak bilgiler verme." dediğinde kelimeleri sırtıma çarptı. Dorâ'yı onaylayan ya da onaylamayan bir cevap vermeden oradan ayrıldım.

***

Kafamda taşıdığım cesetlerin sesini kısmayı başaramama rağmen onlarla nasıl yaşanması gerektiğini artık biliyordum. Onlardan daha güçlüydüm, varlıkları benim varlığımla anlam kazanan bu cesetler artık benim olan soluğu benden alamayacaklardı çünkü cesetleri diriltip ben öldürecektim.

Dinlenmek için girdiğim kafeteryada korkunç bir kalabalık durmadan birbirlerine bir şeyler söyleyip kahkaha atıyorlardı ama hiçbir asla gülümsemiyordu. Duvar köşesinde duran boş masaya geçip oturduğumda gürültüden biraz olsun kaçabilmiştim. Yüzümü hınç hınç akan kuru kalabalığa çevirdiğimde insanların yüzüne yansıyan duyguların bu denli kolay okunuyor olmasını büyük hüzünlü gözlerle izledim.

İki masa ötemde oturan yaşlı ihtiyarın yüzünde, mutluluğu sevmeyen bir adamın pervazsız bakışları dalga dalga yayılıyordu. Yaşlı adamın sol çaprazında oturan genç çift ise, mutluluğu sevdiği kadar acıyı da sever gibi bakıyorlardı birbirlerinin gözlerinin içine. Onların önünde oturan orta yaşlı iki kadının bedenlerinde akan şey acıyla harmanlanmış saf bir tutkuydu. Mutluluk, acı ve arzu tüm berraklığıyla karşımdaydılar.

"Yazıklar olsun sana, benim gibi bir adamı bırakıp nereye gidiyorsun, saçlarına ak düşürdüğüm sütlü çikolatam?" diyerek kafeterya kapısından bağırarak giren kişiyle düşüncelerim kara bir  toz bulutu gibi dağılıp yok oldular.

Bedeni oldukça iri duran bir erkek yanında küçük kalan bir kızın peşine takılmış hiç durmadan konuşuyordu. Kız onu görmezden geldiği gibi cevapta vermiyordu. Kantinciden aldığı tostun parasını verdikten sonra arkasını döndü ve gözleriyle oturacak boş bir yer ararcasına bakınırken camdan gözleri benim soluk mavilerimle kesişti ve hiç beklemeden bana doğru yürümeye başladı

Masanın önünde ayakta duran beden aslında kısa değildi hatta bende uzun bile sayılırdı sade yanındaki yüzünden gözüme ufak gelmiş olmalıydı. "Otura bilir miyim?" diye sordu tostu tuttuğu eliyle boş sandalyeyi göstererek.

"Mihrima yapma ama sadece şakaydı." diyen iri bedenli çocuğa döndü bakışlarım, aradığım kişilerin bunlar olacağını düşünerek. Mihrima denen kız elindekileri masaya bir hışımla koyup iri yarı olan çocuğa doğru döndü.

"Ne şakası be! Senin yüzünden savcıdan azar işittim kadın beni dava etse kırk yıl içerden çıkamazdım, sen gelmiş bana hâlâ şaka yaptım diyorsun. Pes Mert!" diye öfkeyle bağırdığında birkaç masadan dönen bakışların odağında artık bende vardım.

"Sütlü çikolatam kızma arık söz ben bulacağım o kızı, sen şimdi otur bir sakinleş bakalım. Derin derin nefes al çakraların açılsın. Ben halledeceğim." deyip benim bir cevap vermemi umursamadan Mihrima'yı sandalyeye oturtup hemen ardından kendi de boş kalan tek sandalyeye oturdu.

Mihrima'nın gözleri yaptığı şeyi yeni fark etmiş gibi büyüyerek bana döndü. "Kusura bakma lütfen senden bir cevap almadan oturduk ama hepsi bunun yüzünden." dediğinde işaret parmağı ile Mert'i göstermişti. Sesinde gerçekten  büyük bir mahcubiyet vardı. "Özür dileriz biz hemen kalkıyoruz." dedikten hemen sonra ayağa kalkmak için hareketlenmesi güçlü bir kol tarafından engellendi.

Mert, "Sütlü çikolataya buladığım acı biberim, benden bu diye bahsettiğin için kalbimi kırıldı bunu bilmiş ol," dedikten sonra elalarını bana çevirip, "doğuştan üstün seçilmiş olan bu kızıl ırk neden kusura baksın söyler misin? Baksa baksa benim gibi harika bir adamın yakışıklılığına bakar." dediğinde Mihrima başını sabır diler gibi  iki yana salladı.

Mert'in renkli kişiliği davranışları kadar dış görünüşüne de yansımıştı. Kumral saçlarının ortası uzunken yanları sıfıra vurulmuş ve başına yaptırdığı renkli dövmelerini bu sayede gözler önüne sermişti. Dövmelerin tüm bedenini kapladığını göremesem de boynunun açıkta bıraktığı kısmı görmem bunun için yeterli olmuştu. Kulakları tamamen küpelerle doluyken burnunda  ise gümüş renkte bir piercing vardı. Keskin yüz hatlarını süsleyen zehirli ela gözleri benden bir cevap istiyor gibi bakıyordu.

"Mert yeter!"

"Sorun değil." diye mırıldandım.

Sözcükler Mihrima ve benim ağzımdan aynı anda çıkmışlardı. Mert, Mihrima'nın sözlerini duymazdan gelip dövmelerle dolu elini masanın üzerinden bana uzattı. "Gördün mü bak, üstün kızıl ırk sorun yok diyor. Bu arada ben de senin kadar üstün bir ırka mensup olan Mert Gezmiş." deyip kocaman gülümsedi

Bana uzatılan eli tutup sıktığım esnada, " Ayladùa İz ben de." deyip Mert'in elinin içinde kaybolan elimi usulca geri çektim.

El temasımız kesilmiş olmasına rağmen benim soluk mavilerim onun elalarından ayrılmamıştı. "Ne değişik bir ismin varmış üstün kızıl ırk seni." dediğinde dudaklarında asılı kalan gülümseme silinmemişti. "Yoksa sen şu bizim aradığımız Ayladùa mısın?" diye haykırarak sorduğunda yüzümü buruşturmamak için kendimi çok fazla zorladım.

Başımı belli belirsiz sallayıp, "Galiba." diye fısıldadım.

"Mihrima görüyor musun üstün kızıl ırkı gökte ararken kafeterya köşelerinde buluyoruz." dediğinde, üzerimizde ki bakışların birer birer azaldığını görebiliyordum.

"Mert birincisi o gökte ararken yerde bulmak atasözlerini değiştirip durma, ikincisi biz hâlâ küsüz," diyen Mihrima yüzünün neredeyse yarısını kaplayan gözlüğü düzeltip konuşmasına devam etti. "üçüncüsü ve sonuncusu ise saçmalamayı bırak artık." deyip sesli bir soluk bıraktı.

Mert gerçekten şaşırmış bir yüz ifadesiyle Mihrima'ya bakıp, "Kim ben mi saçmalıyorum? Üstüme iyilik sağlık saçmalamak ve benim aynı cümle içinde geçmemizi ufku geniş bilgi dolu kişiliğime büyük bir hakarettir. Seni esefle kınıyorum Mihrima." deyip kollarını birbirine bağlayıp arkasına yaslandı. "Ayrıca ben on kelime söylüyorsam on birincisi bile mantıklıdır." dediğinde Ali'den daha fazla saçmalayan bir insanın varlığıyla yüz yüze gelmiştim. "Mihrima denen sütlü çikolataya karışmış bitter seni."

Mihrima'nın bakışları beni bulduğunda, "Sen Mert'e bakma en iyi hali budur onun. Bu arada ben Mihrima Alabey, tanıştığıma memnun oldum." deyip kibarca gülümsedi.

Bana uzatılan ele karşılık verdim. Mihrima oldukça güzel bir kadındı, cam mavisi gözleri parlarken dudaklarında ki sıcacık tebessüm onun gerçekten iyi bir insan olduğunun ele veriyordu. Beyaza yakın renkte olan saçlarını toplamasına rağmen kıvrım kıvrım olan saçları isyan eder gibi dağılıp ona eşsiz bir güzellik katıyordu. Ufacık burnu ve lekesiz beyaz teni Mert'in neden ona sütlü çikolata dediğini gösterir nitelikteydi. Mihrima oldukça sade olmasına rağmen çok güzeldi ve içimden bir his bunun sadece fiziksel bir güzellikten ibaret olmadığını söylüyordu.

"Ayladùa İz, bende memnun oldum." diyerek nihayet karşılık verebilmiştim.

"Lütfen aradığımız Ayladùa olduğunu söyle." diyerek gözlerimin içine o camdan mavileriyle baktı.

"Mihrima annem sence Türkiye'de Ayladùa isminde kaç kişi vardır? Hadi onu geçtim İstanbul'da kaç kişi vardır? Hadi onu da geçtim bu adliyede o isimden kaç kişi vardır?" Mert kumral kaşlarını kaldırarak sorduğu soruya Mihrima gözleri devirerek karşılık vermişti.

"Mert sana cevap vermeyeceğim."

"Bana cevap vermeyeceğini söylerken bile bana cevap veriyorsun sütlü çikolatam." deyip başını gururla dikmişti. "İstersen sana özel ders verebilirim?" diye sorarken sandalyesini Mihrima'nın sandalyesinin yanına yanaştırdı.

"Ne dersi?" Sesinde ki şaşkınlığa karışmış bolca anlaşılmazlık vardı.

"Bana benzeme dersi tabii ki sütlü çikolatam," demeden hemen önce bir kolunu Mihrima'nın omuzuna atmıştı. "Nihayetinde her insan kendini geliştirmeli değil mi?"

"Allah seni kahretmesin, bende durmuş burada safça seni dinliyorum. Bozuk saat bile günde iki kez doğruyu gösterirken sen onu bir kez bile başaramıyorsun, boya küpüne düşmüş insan müsveddesi." diyerek omuzlarında ki kolu itip Mert' e bir tane vurdu.

"Oluyor mu hiç böyle sütlü çikolatam, beddua etmeye kıyamıyorsun ama gelişine de yapıştırmadan edemiyorsun. Kadına şiddete hayır da erkeğe şiddete ahey ahey mi?" diye isyan etti.
"Sus Mert, sus!" diyen Mihrima ile Mert ellerini havaya kaldırıp teslim oldum işareti yapıp sustu.

Renkli kişiliklerini izlerken onları hayatıma almak bir an sabah düşündüğüm kadar korkutucu gelmemeye başlamıştı. Çevrem her geçen gün yeni insanlar ile doluyordu ve ben ister istemez bu insanlara alışıyordum.

Onlar susunca konuşmam gerektiğini düşünerek, "Evet o Ayladùa benim." dedim ve  tebessüm etmeye çalıştım.

"Bizde seni arıyorduk, Hande Hanım bu sabah aramıza yeni biri katılacak deyince baya şaşırmıştık normalde iş açığımız yoktu ve o kadının birini işe aldığını duyduğumda ağzım açık kaldı inan bana." deyip kıkırdadı, Hande Hanım'ın kim olduğunu bile bilmiyordum oysa. Mihrima sanki yanlış bir şey yapmış gibi kıkırtısını aniden kestiğimde, "Ay, lütfen beni yanlış anlama senin işe alınmana bir şey demiyorum." dediğinde sesinde gerçekten onu yanlış anlamadan korktuğunu okuyabiliyordum.

Onun telaşlı haline gülümseyip, "Yanlış anlamdım Mihrima." dedim düz çıkan sesimle.

"Sen Mihrima'ya bakma üstün kızıl ırk o her şeyi abartır. Hande Hanımı da kıskandığı için böyle konuşuyor." diyen Mert sözlerinde hiç de gerçekçi değildi sadece Mihrima ile uğraşma için yapmış gibiydi. "Kadın başarılı olduğu kadar da güzel üstelik."

"Kadın başarılı olabilir ama güzel değil tamam mı?" dediğinde aslında sesi bunun aksini söylüyordu.

"Kıskançlıktan birazdan kuduz köpekler gibi ağzından beyaz köpükler çıkaracaksın." diyen Mert kahkaha atarak Mihrima'nın yanağından bir makas aldı. "Bence Ayladùa'ya soralım." dediğinde iki çift bakışın odağı artık bendim.

Mert cebinden çıkardığı telefonunun birkaç tuşuna basıp telefonu benim önüme bıraktı. Telefona düşen bakışlarım ekranda gözüken oldukça bakımlı bir kadın üzerinde takılı kaldı. Kadın güzeldi ama bu güzellik doğal bir güzellikten oldukça uzak yapay bir güzellikti.

"Evet?" Mihrima'nın sabırsız  sesini işittiğimde bakışlarımı telefon ekranından kaldırdım. "Ne düşünüyorsun?"
"Bence oldukça sıradan bir kadın." dediğimde Mihrima ben sana demiştim bakışları atıyordu Mert'e doğru.

"Sizin gözünüz bozuk be, şikayet ederim sizi feminist derneklerine. Kul hakkıdır bu kul hakkı. Hesap günü rabbim size sorduğunda ne cevap vereceksiniz iki kıskanç kemirgen?" Gerçekten Mert'in olaylar karşısında ki bu refleksleri beni zamansız yakalıyordu.

"Bence daha fazla saçmalamak yerine işimizin başına geçelim yoksa ajansa habersiz dönmek zorunda kalırız." deyip tostunun son lokmasını da ağzına atan Mihrima. "Kalkalım mı? Hem haber kovalar hem de bu sırada daha çok kaynaşırız." dedi.

Başımı sallayıp, "Olur kalkalım." diyerek oturduğum sandalyeyi geriye doğru itip ayaklandım. Sandalyemi küçük bir güç uygulayarak masaya doğru itip eski haline getirdiğim esnada Mert hala söyleniyordu.

"Üstün kızıl ırk ve onun yandaşı sütlü çikolatam artık beni görmezden mi geliyorsunuz?" diye yakınan Mert'e ne ben ne de Mihrima cevap vermişti. Mert'i arkamızda bırakıp yan yana  kafeteryanın çıkışına doğru ilerledik.

Yürüdüğüm esnanda geçip giden haftalarımın hayatımdan ne alıp ne götürdüğünü düşündüm. Diğer yandan Mihrima'nın sorularını oldukça üstün körü cevaplamaya çalıştım.

Son birkaç saat pekte bir şey çıkmamıştı. Haber bulamamaktan yakınan Mert'in yükselen sesiyle bakışlarım bizden alıp hemen ilerimizde duran iki bedene çevrildi. Bu tanıdık yüzlerden birini görmek dizlerimin titremesine sebep olmuştu.

Nazlı Karakurt, buradaydı.

Barış'ın Nazlısı hiç değişmemişti, hâlâ çok güzel hâlâ çok masumdu. Ufacık olan kız yıllar geçtikçe sanki daha da ufalmış gibiydi. Sarı saçları ufak suratını kapatmasına rağmen ben görebiliyordum. Çimen yeşili gözleri beni bulduğunda gözlerinde geçen afallamayı aramızdaki mesafeye rağmen hissedebilmiştim. O küçük dudakları aralanmış ama bir sözcük çıkmadan tekrar kapanmıştı.

"Hakan Yılmaz değil mi şurada ki adam?"
Mihrima, "Evet ama bu adamın burada ne işi olabilir. Şimdiden burnuma garip kokular gelmeye başladı." dedi şüphe bulutlarıyla kaplanmış bir sesle. Sesler bana çok uzaktan geliyorlardı.

Nazlı yanında ki adama bir şeyler söyleyip bana doğru bir adım attığında ben de ona doğru bir adım atmıştım. Uzun zaman olmuştu görüşmeyi çok uzun zaman. Korkmuştum ondan bir parça görürsem kalbimin buna dayanmayacağına, bana yaklaştıkça hiç değişmediğini artık daha yakından görebiliyordum.

Zarif kollarını bana dolayıp. "Ayladùa," dediğinde, sesini duyduğumda sol kaburga altında parçalanan kalbimden bir şeyler yer değiştirdi. "Sensin." Ben olduğuma kendini inandırmak istiyor gibiydi.

Buruk kalbim Nazlı'nın buruk kalbinin üstündeydi. "Benim Nazlı." diye bildim boğuk boğuk çıkan soluğumla.

Nazlı geçmişimin tüm izlerine şahit olan kişiydi. Nazlı benden giden ama benden geçmeyen o çatlaktı, acıydı. Nasıl izah edebilirdim ki Nazlı'yı, Barışımın Nazlısıydı işte.

Kollarını benden çekip, "Senin burada ne işin var?" diye sordu. Sesinde saf merak vardı, onu okuyor olabilmek bile beni mutlu ediyordu.

"İşimi yapıyorum." dediğimde bana inanmayan gözlerle baktı ama bir şey söylemedi çünkü o da beni okuyabiliyordu. "Ya sen, sen ne yapıyorsun burada?" diye sorduğumda omuzlarının üzerinden arkamızda ki adama varla yok arasında bakmıştı.

"Avukat oldum ve İstanbul'a atandım. Hakan Bey'in eğiteceği avukatlardan biriyim." dediğinde sesinde ki gizli öfkeyi onu tanımayan biri asla fark edemezdi.

Nazlı'nın Zonguldak'tan İstanbul'a gelme sebebi kesinlikle Hakan Yılmazdı. Kalbimde yükselen ani korku Nazlı'ya bir şey olabileceğini fısıldıyordu. "Sen," deyip duraksadım çünkü sesim isteğim dışı yüksek çıkmıştı, daha kontrollü konuşabilmek için kendime birkaç saniye verdim. "sen ne yaptığını bilmiyorsun? Bu adamadan uzak durman gerekiyor." dedim çünkü ben ikinci bir kaybı daha kaldıramam diyememiştim.

Nazlı da tıpkı benim gibi kontrollü konuştu. "Bunları şimdi konuşabileceğimiz bir ortamda değiliz ama senden bir şeyler saklamaya da niyetim yok. Sadece bana güven olur mu, sadece güven?" diyerek ince uzun parmaklarıyla kolumu hafifçe sıkıp bıraktı. "Şimdi gel ve selam ver şu adama."

Bakışlarım Hakan Yılmaz'ın olduğu tarafa döndüğünde Mert ve Mihrima ile konuştuğunu gördüm. Nazlı'nın yönlendirmesiyle yürümeye başladığımda bunu yapmak istemediğimi bas bas bağıran tarafımı görmezden gelmek istemiyordum çünkü Dorâ'nın ban anlattıkları bile bu adamdan nefret etmeme yetmişti.

Yanlarına vardığımızda, yaşlı olmasına rağmen oldukça dinç gözüken adamın bakışları midemi bulandırmaya yetmişti. Aradan geçen yıllar benden tüm hayatımı alıp gitmişken karşımdaki şerefsizin bir tek saç telini bile götürmemiş gözüküyordu. Şu an suratımı sabit tutup tutamadığımı bile bilmiyordum üstelik.

"Sizi daha önce bir yerlerden tanıyor gibiyim." dediğinde suratına tükürmek istedim. Kaburgamın altındaki yer karanlığa gömüldü.

"İnsanlar çift yaratılmış derle Hakan Bey." Arkamdan yükselen tanıdık ses beni neden güvende hissettirmişti. "Hoş geldiniz." diyen Dorâ'nın sesi resmi olduğu kadar da mesafeliydi.

"Hoş buldum Cesur Bey ama açık olmak gerekirse sizi hâlâ buralarda görmeyi pek ummuyordum." diyen Hakan Yılmaz'ın bu cümlesi öylesine kurmamış gibi bir iğneleme takınmıştı.

Hakan Yılmaz'ın biten cümlesiyle Dorâ'nın dudaklarında alaylı bir gülümseme yer buldu. "Ben kolay kolay gitmem Hakan Bey bilirsiniz, bunu birlikte çalışacağımız süreçte de mutlaka göreceksiniz." dedi Dorâ, Hakan denen şerefsizi kibar bir dille hepimizin önünde tehdit etmişti.

Bu çıkışı beklemediği rengi atan yüzü ayan beyan ortaya seriyordu. "Yok edilmez olduğunuzu söylüyorsunuz yani Cesur Bey?" diyen adamın sesinde bıçaklar vardı ama bilmiyor ki o bıçakları var eden ateşin karşısında durduğunu.

Dorâ'a izin vermeyen taraf bendim. "Yok etmek zorbaların kullanacağı bir kaba kuvvet biçimidir. Karşınızdaki kişiyi aklınızla yenemeyeceğinizi anladığınız zaman parayla tuttuğunuz adamların gücüne baş vurursunuz. Sizinle aynı düşünceye sahip olmadığım için beni yok sayamaz ya da bir başkasını ortadan kaldırmazsınız." dediğimde Dorâ'nın yüzümü delip geçen buzdan kristallerine dönüp bakmadım. Çünkü susmamı istiyordu ama susmamıştım.

"Vicdanlı insanlar böyle yapmazlar. Bilginin erdem yüklü gücüne inanan her birey konuşarak bir çözüme ulaşmaya gayret gösterir. " Hakan Yılmaz'ın kısılan gözleri beni büyük memnuniyetsizlikle dinliyordu. Her kelimem ona saplanan bir hançerdi. "Yok etmek yerine, konuşmayı seçin ama sadece doğruları konuşmayı belki o zaman birileri neden böyle davranışlar sergilediğinizi anlayabilir." dedim. Bilgisiz ve cahil bir adamdı. Aldığı diploma bunu değiştirmezdi.

Korkunun tohumlarını atmıştım oysa bugün toprağa, korkunun tohumlarını bir gün zevkle biçeceğim o hasattın zamanı elbet gelecekti.

"Adınız neydi sizin duyamadım da? diye sordu korkuyu yerin yedi kat altına gömen adam. 

"Duymamanız normal çünkü söylemdim. " dedim meydan okuyan bir sesle. "Ayladùa İz." İsmim adalet sarayının adaletten yoksun duvarları arasında yankılanıp karşımda duran şerefsizin suratına çarptı.

Zaman durdu sanki, adaletin olmayışını öğrenen zaman durdu. Adaletin sadece bir isim olduğunu duyan zaman durdu. Adalet yazısının sadece duvarları süsleyen bir yazıdan ileri gitmediğini gören zaman durdu. Adalet arayışın en büyük adaletsizlik olduğunu anlayan zaman artık akma!

***

Dora'nın tüm yol boyu sessizliğini bozmaması beni de o suskunluk kuyusuna itmişti.

Araçtan inmemizle çalan telefonunu açıp kulağına götürdü. "Söyle Gamze." dediğinde birkaç kez telefon açışına şahit olduğum için bunu pekte garipsememiştim.

"Yok artık!" diye yükselen sesle bakışlarımı değişen yüz ifadesine çevirdim. "Bunu şimdi mi haber veriyorsun?" dediğinde arkasını dönüp aracın tekerleğine sert bir tekme atıp homurdandı.

Yere düşen gölgesi asfaltı tıpkı bir örtü gibi sarmalarken iri bedeni bana gölge olmuştu. "Ne için geldiğini sen de benim kadar iyi biliyorsun Gamze!" dediğinde bir süre karşı tarafı dinledi, benim gözlerim ise gerilmiş sırtındaydı. "Evde mi?" diye sorup arkasını döndüğünde gözleri gözlerime çaptı
"Hassiktir!"

Evde olan kimdi? Kafamın içinde yankılanan sorun cevabını bilen Dorâ bu cevaptan pekte memnun gözükmüyordu. "Tamam, tamam dedik ya Gamze ne uzatıyorsun." diye homurdanıp telefonu kapattı.

İki elini saçlarının arasından geçirip tamamen dağıttıktan sonra buzdan lacivertlerini bana çevirip, "İçerde olacak her şey için şimdiden özür dilerim." deyip benim bir şey sormama zaman ayırmadan yanımdan geçip ilerlemeye başladı. Üzerimdeki şaşkınlığı bir tarafa atıp bende arkasında yürüdüm.

Eve girdiğimde ilk fark ettiğim şey ahşap zeminde duran tanımadığım bir çift ayakkabıydı. Salonun yanan ışıkları ise bir diğer tuhaflıktı. Dorâ benden önce salona girdiğinde içerde yükselen bir kadın sesiyle kala kaldım.

"Nerde o portakal saçlı kız?"

Portakal saçlı kız mı?

Bende salon kapısından içeriye girdiğimde yeşil çift kişili koltukta oturan tesettürlü yaşlı bir kadını bulmayı beklemiyordum. Yaşlı kadın pire torbasını kucağına almış tüylerini okşarken tıpkı Dorâ'nın gözlerine benzeyen mavi gözlerini kapı eşiğinde duran bana çevirdi.

"Babaanne sen neden haber vermeden geliyorsun?" diye soran Dorâ'ya dönen gözlerimi bir an tedirginlik kapladı.

"Eşek sıpası, torunumun evine gelirken bir de haber mi vereceğim. Sen neden öteki evi bırakıp buraya geldin demem lazım önce ama daha mühim meselelerimiz var." deyip torununun yani Dorâ'ya dönen maviler tekrar bana dönmüştü. "Portakal saçlı kızım sen ne diye orada dikiliyorsun gel elimi öp bakayım." dedikten hemen sonra elini kaldırıp öpmemi bekledi.

Yere çakılan ayaklarımı zar zor harekete ettirip yaşlı kadının oturduğu yeşil kanepenin önüne geldim. Yaşlı kadının yumuşak ellerini avuçlarımın arasına alıp önce öpüp sonra da alnıma koydum. "El öpenlerin çok olsun portakal saçlı güzel kızım." deyip kolumdan tuttuğu gibi yanına oturttu.

Mavilerinin etrafını saran kırışıklıklar yaşlı kadına farklı bir güzellik katmıştı. "Bizim deli oğlan seni bulmuş ha." dediğinde daha önce beni tanıyan biri olduğunu anlayabilmiştim.

"Babaanne, ne bu konuşmanın yeri ne de zamanı!" diyen Dorâ'nın sesinde bin bir farklı uyarı gizliydi ama yaşlı kadın bu uyarıları pekte takacak gibi durmuyordu.

"Nerde ne konuşacağıma ne zamandan beri sen karar verir oldun, Cesur. Evinde bir kızla yaşamana izin verir miyim sanıyorsun. Ha dersinki yaşamak istiyorum alırsın nikahına öyle yaşarsın." dediğinde bedenimim üzerine buzdan bir kütle düşmüş gibi sarsıldım. "On dokuz yıl bu kızı beklemedin mi, bekledin. O zaman ya evlenirsin ya da portakal saçlı kızım benimle gelir."

"Olmaz babaanne!" Dorâ'nın sesinde ki yıkılmaz duvarlar tek tek üzerime yıkılacaktı.

"Hangisi olmaz, nikahına alma kısmı mı yoksa benle kalacak olma kısmı mı?" Yaşlı kadın bunu büyük bir sakinlikle sormuştu.

"İkisi de olmaz Babaanne!" diyen ses netti.

Yaşlı kadın bana dönerek, "Geç kıyafetlerini topla güzel kızım gidiyoruz. Bu ırz düşmanıyla aynı evde seni bir dakika daha tutmam." diyen yaşlı kadının kelimeleriyle sertçe yutkunmuştum. Sesi beni alıp götürecek kadar kararlıydı.

"Allah aşkına ne ırz düşmanı Babaanne, böyle konuşup olmayan sabrımı si-" Cümlesinin devamını getirmemişti ama ne diyeceğini ben de yaşlı kadın da çok iyi anlamıştık. "Kimse bir yere gitmiyor, ne sen ne de Ayladùa!" dedi.

"Ben anlamam sen bu kızla nikahsız bir dakika daha bu çatı altında yaşayamazsın. Ben bunu bilir bunu söylerim." dediğinde soluk mavilerim bana mahcupça bakan buzdan lacivertlere saplandı. Sessizce özür diliyorlardı.

"Ayladùa sen odana geçer misin? Benim babaannemle yalnız konuşmam gerekiyor." diyen yorgun ses dur durak bilmeden başka bir şey için çarpışmaya hazırlanıyordu. Başımı sallayarak onu onayladım ve çıktım.
Saatlerdir içerde tepkisiz kaldığım konuşmayı düşünüyordum. Yaşlı kadının benden  istediği şeyi nasıl yapardım? Kalbimin içinde yanan mumu söndürmemi istiyordu benden, ben o mumu söndürecek olursam ölmezdim yangınımla önüme çıkan her kesi yok ederdim. Yangınım dünyada hiç bitmeyen ezan gibi herkesi ferahlatmak yerine herkesi kavururdu. Kırardım ben, yıkardım, öldürdüm, yok ettiğim kadar yok olurdum.

Çalan kapı irkilmeme sebep oldu. Kapı açıldığında eşikte duran yaşlı kadının sesi doldu odaya. "Girebilir miyim portakal saçlı kızım?" Sesindeki şefkat daha önceleri şahit olduğum bir şeydi ama çok öncelerde kalandı.

"Girebilirsiniz." dediğimde  sesim mesafeliydi, yatakta oturur hale gelmiştim. Yumuşak adımlar sanki bir şefkat kuyusundan akan su kadar berrak ve temizdi.

Yanıma oturup kırışık ama yumuşak olan ellerinden birini yan tarafındaki çekmeceliğin üzerinde duran tahta tarağa uzatıp avuçlarının içine aldı. "Sen küçükken bu portakal saçları çok tarardım, evden kaçıp bana gelirdin taramam için, bende kıyamazdım bana bakan boncuklarına." dediğinde sesinde o günlere duyulan bir özlem vardı. "Tarayayım mı yine?" diye sorduğunda içimde bana sırtını dönen çocuk başını sallıyordu.

"Olur," deyip sırtımı yaşlı kadına doğru döndüm, saçlarımı taramasına izin verecek kadar mı güvenmiştim?

Tarak saçlarımın arasından kayıp gittikçe gözlerim bu an içinde kaybolmak ister gibi kapandılar. Okyanusa aşık bir balık, saçlarıma değen tarağın uçlarına asmıştı kendini, balık saçlarım için hayatından vaz geçmişti

"Ben eski kafalı bir kadının kızım, içerde söylediklerim için kusuruma bakma sen," deyip tarağın olmadığı eliyle kızıl saçlarımı okşuyordu. "Cesurum her şeyi anlattı bana." dediğinde sesindeki kayıp, kalbimdeki kayba yapıştı. "ama ördüğün bu duvarlar arkasında da yaşayamazsın be kızım." dedi hüzünle.

Duvarlarım, buzdan duvarlarım vardı benim. "Ölü bir insan tekrar doğar mı ki nene?" Sorumla saçlarımı tarayan el durmuştu. Nene, hatırlamadığım o zamanda böyle seslenmiş olmalıydım arkamda ki yaşlı kadına. "Ölüyken ördüğüm duvarların bir anlamı olur mu hiç?" diye fısıldadım.

Yumuşak bir soluk alış karıştı kızıllarıma. "Olur," dedi kararlılıkla. Elleri saçlarımı üçe ayırmış, örüyordu. "Sen ölüyken bile o duvarlar arasında rahat et diye canını parça parça o duvarların etrafına saran biri var çünkü." deyip derin bir soluk aldı, soluk alışı kulaklarıma sözlerinden çok sonra çarptı.

Omuzlarımın üzerinden arkama baktığımda kırışıklarla dolu yüzü aynı anda büyük bir keder ve sevgi kaplamıştı. "Buda ne demek?" diye sordum kuşku sisiyle sarmalanmıştı sesim.

Maviler körmüşüm gibi sessizce baktı. "Canın bildiğin adam için canından bir parça vermekten geri durmadı Cesurum." dediğinde karanlık bir mezara düşmüştüm.  Ne demekti bu? Olamazdı,  değil mi? Dorâ bu kadarını da yapmış olamazdı. "Sen duvarlarını yıkma ama bırak o da duvarlarını duvarlarıyla sarsın."

Oturduğum yataktan aniden kalkıp odadan çıktım. Çaprazımda duran kapıyı çalmada içeriye girdiğimde, elindeki tişörtü giymek için hareketlenen Dorâ duraksamıştı. Gözlerim çıplak üst bedeninde büyük bir telaşla dolaştığında, daha önce fark etmediğim dövmesinin kapattığı izle yüz yüze geldim.

"Ne oluyor Ayladùa?" diyen ses telaşlı aynı zamanda biraz da kızgın çıkmıştı. Onu cevapsız bırakıp aramızdaki mesafeyi birkaç adımla kapattım ve tam önünde durdum, elleri arasında duran siyah tişörtü çekip yere bıraktığımda bakışlarından kaçıyordum.

Ellimi böbreğinin olması gereken yere, çıplak tenine değdirdiğimde irkildi. Bana üsten bakan buzdan lacivertlere baktığımda, "Neden yaptın bunu?" diye fısıldadım. Dorâ canından bir parçayı, Barış yaşasın diye vermişti ve ben bu gerçek altında eziliyordum.

Denize küsmüş bir balık gibi baktı, "Bunun cevabını biliyorsun ama ben bunu söylemeyi yer yüzündeki tüm yüzler bana sırtını dönse bile bırakmam." dedi. "Sevdim de yaptım." dedi, yine olsa yine yaparım der gibi çıkmıştı sesi.

Suskunluğum bir diken gibi Dorâ'nın bedenini kanatıyordu.

Dorâ dirençli bir sardunyaydı ben ise onu yıllarca kurutan, öldürmek için uğraşan kaktüs çiçeği.
Gözlerimi kaçırdım, küçük ameliyat izinin üzerinde bir ceset gibi hareketsiz duran parmaklarıma bakarak mırıldandım. "Çok zor, bu çok zor." Kıyamet kopmuşta tüm sevdiklerim o enkazın altında kalmış sanki

İçindeki çığlıklar gün yüzüne çıkmıştı. "Kolayı herkes sever Kunâla," deyip bana biraz daha yaklaşmıştı. Sert parmakları çenemi kibarca tutup kaldırdığında, "Sende, senin sevdan da kolay değil, bu hikayede ki hiçbir şey kolay değil." dediğinde soluk mavilerim ilk kez ona sadece mavilerimle baktı.

Yutkundu!

Yutkundum!

Sardunyalarını soldurduğum adamı artık hissediyordum çünkü bu adamın her şeyi âşıktı benim her şeyime.

"Evlenirim seninle."

🌵🌵🌵

Bölüm nasıldı bakalım?

Bölüm kısa demeyin düşer bayılırım.

Sizi seviyorummmmmm(:

Instagram: yamayapmakguzeldir / kaktüslere

Fortsett å les

You'll Also Like

SARKAÇ Av Maral Atmaca

General Fiction

850K 55.2K 5
"Delilerin sevdası hoyrat bir fırtına gibidir. Günün başında seni sarsan fırtına, gecenin şafağında ılık bir esintiye dönüşüp kaburgalarının arasına...
HUN Av Şeyma Özcan

General Fiction

304K 13.2K 28
Kan! kaç bedel ödetir. Babasını öldüren adamın kızı ile evlenmişti Ferzan. Yüreğini yakan sevda sızını baba acısı bastırmıştı. Süveydanın sırtına yük...
Zeynep Av Jutenya_

General Fiction

562K 39.3K 34
Güzeller güzeli Zeynep... İki adam ve bir kadın. Afran'ın mutlu olmak istediği tek masal prensesi Zeynep'ti. Zeynep'in masalında aşık olduğu prens...
3.2M 159K 66
Hayatı boyunca kimseyi sevmemiş, tek derdi vatan, bayrak ve ülkesi olan asker ile hiç sevildiğini hissetmemiş, kalabalık içinde yalnızlığı hisseden b...