KÂKTÜS MEZÂRLIĞI

By kaktuslere

23.9K 7.6K 18.5K

Kim inanırdı ki bu hikâyede büyük balığın küçük balığı yediğine. Gerçek şuydu sayın okur bu hikâyede iki bal... More

"KÂKTÜS MEZÂRLIĞI"
1.BÖLÜM:GÖLGESİNE TAKILAN KADIN
3.BÖLÜM:KÜLÜ SEVEN ATEŞ
4.BÖLÜM:KAKTÜSLERDE ÖLÜR TIPKI ÖLEN SİYAH GİBİ
5.BÖLÜM:KALBİ ATAN ÖLÜ CESET KAPANI
6.BÖLÜM: ÇEKMECEYE DÜŞEN ZEHİRLİ RESİM
7.BÖLÜM:RUH KOVANINI YAKAN KÖRDÜĞÜM
8.BÖLÜM: KUŞ UÇARKEN KANAT NEDEN AĞLAR
KARAKTER TANITIMI
9.BÖLÜM:KALBİM, BİR ISLAK KELEBEK
10.BÖLÜM:ŞAH DAMARA GİREN ZEHİRLİ HANÇER
11.BÖLÜM:KAR VE KAN LEKELİ DÜŞ
12. BÖLÜM: SARDUNYALARI SOLDURAN KAKTÜS ÇİÇEĞİ
13.BÖLÜM:YARANIN ÜZERİNE DÜŞEN YARA
14.BÖLÜM:DİKENLERİN BATTIĞI KIRIK AYNA
15.BÖLÜM: ZİFİR GECE VE KARA ÖFKE
16.BÖLÜM:GÖLGESİ GÜNEŞE SANCILI ADAM
17.BÖLÜM:KUYRUĞU LEKELİ DÜŞ
18.BÖLÜM:SOLUĞA BAĞLANAN KIZIL DÜĞÜM
19.BÖLÜM:ZEHİR SARMALI
20.BÖLÜM:SATIR DİBİ ÖLÜM
21.BÖLÜM:KALBİ DELİNEN KADIN VE ONUN GERÇEKLERİ
22.BÖLÜM:GÜNEŞİN ÜZERİNE KAR YAĞDIRAN ADAM
23.BÖLÜM:ACI BÜYÜK AMA ÖZLEM DAHA BÜYÜK
24.BÖLÜM:DİKENE SAPLANAN KURŞUN

2.BÖLÜM:TAVAN ARASINDAKİ TOZLU KALP

1.4K 460 1.3K
By kaktuslere






2.BÖLÜM:TAVAN ARASINDAKİ TOZLU KALP

Ahmet Kaya | Acılara Tutunmak




Sol göğsünün altında mayın taşıyan kadın oraya ilk adımını atacak adamın mezarı olacaktı.

Konuşmak istiyordum, konuşacaktık. "Hiç sana ihtiyacı olduğunu bildiğin halde kalbin tarafından aldatıldın mı?" dedim mezarlık kokan sesimle. Ben onu toprağın altında yapayalnız bıraktığım ilk gün aldatmıştım.

Nerdeyse bitmek üzere olan sigarayı esir ettiği parmaklar küçük bir hareketle sigarayı dudaklarına kavuşturdu. Tek solukta kalan kısmı biten sigarayı yerde ayakları altındaki toprak zeminde ezerek söndürdü. Düşünmek için zaman kazanmaktan ziyade bir sakinlik vardı tavrında. Başımı dizlerime dayayıp yüzümü ondan tarafa çevirmiş ve bir çocuk gibi dudaklarından çıkacak cevabı bekliyordum.

"Bilmem zar zor atıyor benim kalbim." Onun kalbi zar zor işlerken benim kalbim atmıyordu. "Ya sen, sen aldattın mı?" dedi hiçbir anlam çıkaramıyordum.

Göz yaşım kendini gecenin sessizliğine asmıştı. "Aldattım, sevdiğim adamın mezarını terk ettim." Sesim titredi. Ağladığım içi öleceğini söyleyen adamı terk etmiştim.

İçine çektiği soluğun acı çığlığı aramızda asılıydı. "Neden peki, hâlâ sevdiğim adam diyebildiğin birini terk ettin?" Sesinde onu zorlayan ve benim anlam veremediğim bir yıkım vardı.

Ona bunu hem açıklamak hem de açıklamamak istiyordum. Daha üç kez gördüğüm bir adama güvenecek biri değildim ben. Peki bu içimdeki bilmediğim kara istekte neyin nesiydi?

"Leyla ile Mecnunu izledin mi sen hiç?" Kaşları çatıldı. Benim ne yapmak istediğimi çözmek ister gibi sönmüş buzlarını bana dikti. Gözlerim bir anlığına kalın dudaklarına takıldı. Bunu fark eder etmez gözlerimi kaçırdım. Bir utançla değildi kaçırmamın sebebi. Rahatsız olmuştum.
"İzlemedim." diye mırıldandı.

Yutkundum!

Bakışlarının ağırlığı altında kalmıştım. Dizlerimin üzerinde olan sol yanağımı canımı acıtacak kadar diz kapaklarıma bastırdım. "Hani Mecnun, Leyla'nın mezarının başında kimsesiz kalmış gibi oturduğu bir sahne vardı ya. Hayatta en çok bunu yaşamaktan korktum." Bir el yüreğimi sıktı.

Derin bir soluk çektim hüzünle dolmuş ete. Devam etmek çok zordu. "Ben o anı yaşadım. Şimdi kaçıyorum. Benim ona her gitmediğim dört yıl var ya..." Soluksuz kalmıştım. Biriken yumruları yutamıyordum. "İşte o dört yıl içindeki her gün her saat her dakika kadar aldattım ben onu." Kalbim eski bir plak gibi tersten çalıyordu. Herkesin severek dinlediği o sözler, benim plağımda intihar ediyordu.

Sıcak ve temiz nefesi yüzüme çarptı, o tanımlayamadığım kokusuyla birlikte. Baktı öylece, yaramdan tanımak ister gibi telaşsız bir bakıştı.

"Sen onu aldatmıyorsun," dedi sertleşen sesiyle. "Sen sadece korkuyorsun."

Kendime bile itiraf edemediğim gerçek karşımdaydı. "Korkuyorum." dedim herkes kadar yaralanmış sesimle.

İtirafım onu afallattı. Yalnızlığı insanlarla dolu olan kadının itirafı kim olduğunu bilmediği adamaydı.

"Çok açık sözlüsün bu gece, ama kalbinin kırıklarını bu kadar açığa çıkarma, kimsenin umurunda olmaz." Olmamıştı zaten. Yırtık bir tebessüm süsledi dudağımın kenarını.

"Kimsemin umurunda olmadığımı çocuk yaşta öğrendim ben, dert etme sen." Acıma mutluluk maskesi taktım. "Alt tarafı komşu olacaksın. Komşu dediğin çok dinleyip az konuşur." dedim dudaklarımda intihar eden gülümsemeyle.

"Gerçekçi olmak gerekirse ilk komşuluk ilişkimi yaşıyorum. İşim gereği çok dinler ve daha çok konuşurum ama senin için bir istisna yapabilirim." Az önceki karamsar havadan o da çıkmak ister gibi bana uyum sağlamıştı. Duraksadı, bir şey söylemek ve söylememek arasında gidip geliyordu.

Gözlerinin rengi soğuk maviden, donuk bir laciverte geçti. Ciddileşti. Benim fersiz mavilerime bakıyordu. 

"Yardım istemekten çekinme." Gözleriyle beni tartı. "Konu ne olursa olsun." dedi. Biliyordu. Ne yapmak istediğimi anlamıştı.

"Komşu komşunun külüne muhtaçtır mı oynamamı istiyorsun?" dedim bende daha önce hiç rastlanmayan bir rahatlıkla.

"Oynamana gerek yok, istemen yeterli kızıl." Önce iste diyenlerin hepsi, ben istedikten sonra üstüme basıp geçmişlerdi. Nasıl oyunsuz isteyebilirdim ki? Bu konuşmamız bile oyunun gidişatı için değil miydi?

"Bana o gece de kızıl dedin. Ben bana isim takılmasından pek hoşlanacak bir kadın değilim." dedim. Konuyu dağıtmak aynı zamanda rahatsız olduğum bir durumu dile getirme ihtiyacı hissetmiştim.

Dudaklarındaki o tanıdık gülümseme yine kendini gösterdi. "Ben de isim takacak bir adam değilim." Sesinde gizleme ihtiyacı duymadığı bir alay vardı. "Sen bir istisnasın."

Benimle alay ediyor oluşu ona tanımlayamadığım bir keyif veriyordu. "Ayladùa diye seslenmeni isterim çünkü adım bu. Gereksiz cümlelerle tanımlanmak istemiyorum."

"Olur, Ayladùa." Sesinde kendini zorlayan tınıyla sertçe yukarı aşağı oynayan âdem elmasına gözüm çarptı. Bir ismin bir insanı zorlaması nedir iyi bilirdim. Benim ismin neden daha önce hiç görmediğim karşımdaki bu adamı zorlasın, bu çok manasızdı. Anlamaz gözlerim onun perdelenmiş boş gözlerinde dolanıyordu. 

Bahçede yayılan acı bir yakarışla bakışlarımız birbirinden koptu. Sesin nerden geldiğine kulak kesilmiştik sanki az önce yaşanan o garip an hiç olmamıştı. Yanımdaki hareketliği görmezden gelip oturduğum ağaç dibinden kalkıp çıkan sese doğru ilerlemeye başladım. Ses bahçeye diktiğim sardunya çiçeklerinin arasından geliyordu.

Arkamda hissettiğim bedeni görmezden geldim ve birkaç adım daha atıp elimle çiçeklerin arasındaki küçük kediyi avuçlarımın arasına aldım. Çok üşümüş ve korkmuştu. Kalbinin ürkek atışları elimin ayasına vuruyordu.

Fısıldadım. "Annen mi terk etti seni?" Sanki bana cevap vermek ister gibi miyavladı.

"Yaralanmış galiba." dedi sol tarafımdan gelen sert ses. Karanlıkta pek bir şey göremiyordum. Telefondan gelen ışık bir anda elimde tuttuğum kediyi ürkütmüş ve beni tırmalamasına sebep olmuştu. Sağ gözündeki kurumuş kan ona saldırdıklarını gösteriyordu.

"Ne yapacağız?" Sesimde gizlemediğim bir telaş vardı.

"Sakin ol ve onu bana ver istersen." Sesinde temkinli bir tını vardı. Bana uzatılan ellere onaylamaz bir  bakış attım ve ondan kaçmak ister gibi bir adım geriye gittim.

Bir annenin evladını koruma iç güdüsüyle kendime biraz daha yasladığım avuçlarımla onu güvende tutmak istedim. "Vermem." dedim.

Benim bu anlık refleksim onu da duraksatmıştı. Bir bana birde ellerimin arasında tuttuğum küçük yavruya bakıyordu. "Yani bende kalabilir."

"Tamam, sende kalsın ama ona bakmalı ve tedavi etmeliyiz. Onu daha fazla kucağında tutamazsın eve götürmemiz gerekiyor." dedi. Kendi evine doğru yürüyen adamın arkasından gitmek istemiyordum ama şu an onunla sidik yarışına giremezdim.

Telaşlı davranmadan ama oldukça çabuk adımlarla onun geçip girdiği kapıdan içeriye girdim. Karanlıkta biraz yürüdükten sonra evin yanan ışıklarıyla küçük bir salon karşılamıştı beni. 

"Geç otur ve kucağındakini masanın üzerine bırak." Emir vererek konuşması beni sinir ediyordu.

"Neden?" Sorum ona o kadar anlamsız gelmiş olmalıydı ki ağzının içinde bir şeyler mırıldanıp salonda ayrıldı. Ben kucağımdaki kedi yavrusuyla baş başa kalmıştım. Birkaç dakika sonra elinde bir kap ve ufak bir çantayla içeri girdi.

"Masaya koyacak mısın yoksa acı çekmeye devam etmesini mi izleyeceksin?" diye sordu kızgın bir sesle. Kızmakta haklı olduğunu biliyordum ama buna rağmen ağzının ortasına yumruğumu indirme isteğimi de görmezden gelemiyordum.

"Tamam be, koyuyorum ne kızıyorsun." dedim yükselttiğim sesimle. Kucağımdaki yavru kediyi korkutmuştum. Usulca avuçlarımda kedi yavrusunu masaya bıraktım ve kaçmaması için hafifçe tuttum. Bana yaklaşan adam elindeki çantayı ve kabı masaya indirdiğinde şeffaf kabın içindeki suya anlamaz gözlerle baktım.

"Ilık su, kurumuş kanı temizleyip yarasının durumuna bakmamız lazım." diyerek bana bir açıklama yaptı. Bunları yapmak onun için olağan bir şey gibi duruyordu.

"Ya canı acırsa?" Sesindeki bilinmezlik sol yanımda duran adam tarafından çözülmeyi bekliyordu.

"Güçlü görünüyor, bunca saat dayandığına göre biraz daha dayanabilir." Eline aldığı pamuk torbasından biraz pamuk koparıp ılık suya daldırdı. Kediye uzanan elin önüne elimi attım.

"Ya başka seçeceği yoksa?" dedim. Bazen seçeceği olmaz insanın. Olduğundan daha güçlü daha dayanıklı gözükmek zorunda kalır. Ama aslında güçlü değildir.  Herkes gibi sıradandır. Belki de herkesten de daha zayıftır çünkü herkesten çok yara almış ve yaralanmıştır. Ama bu lanet duyguya meydan okuyup güçlü rolü yapar. Zorunda bırakılmıştır işte.

"Güçlü değil de rol yapıyorsa," Ölü bir çocuk mezarı görmüş kadar ürkek çıkmıştı sesim. "rol yapıyor olabilir değil mi?

Buzdan mavileri benim soluk mavilerimi sarıp sarmaladı. Düştüğüm yerden kaldırıp sarılmak ister gibi. Beni anlıyor gibi bakıyordu.

"Biraz daha rol yapması gerekecek o zaman." Yaşayıp yaşamaması kimin umurunda ki? İçimi kemiren bu soru banaydı aslında. Gözlerimle izin vermiştim ona çünkü dilim konuşmaya küsmüş, dudaklarımdan akacak göz yaşının düşmemesi için kendi içinde bir ihtilal başlatmıştı.

İncitmekten korkarak nahif hareketlerle dokunuyordu ufak kediye. Usulca temizlediği yaraya dikkatli bir şekilde baktı önce. Sonra çantadan ne işe yaradığını bilmediğim iki krem çıkardı ve yeni aldığı bir pamuk parçasının üzerine ikisinden de bir miktar sıktı ve yavru kedinin kapalı gözüne sürdü. O kadar kirliydi ki kedinin renklerini bile seçemiyordum.  Sadece gri ve yeşilin karışımı olan korku dolu gözleri ortadaydı.

"Çok pis ama yarasına çok fazla su değdirilmemesi gerekiyor. Birkaç güne gözünün üzerindeki yarada iyileşir o zaman temizleyebiliriz." dedi durağan sesiyle. Sanki her zaman yaptığı bir işten söz ediyordu.

"Tamam, öyle yaparım." dedim bu küçük yavruyu onun ellerine bırakmak istememiştim.

"Sende kalıyor yani." dedi tek kaşını kaldırarak.

"Evet, bir itirazın mı var?" Olması pek bir şey değiştirmeyecekti. Ben bulmuştum. O yüzden benimdi.

"Yok," serseri bir gülüş asılıydı dudaklarınım kenarında. "ama yapman gereken birkaç şey var. Öncelikle vücut ısısının normal düzeyini sağlamak için battaniye altına sıcak su torbası koyup onu yatırman gerekiyor. İkinci olarak şu kremleri karıştırıp günde bir kez göz üstüne baskı yapmadan uygulamalısın." Gösterdiği kremleri alıp pantolonumun arka cebine sıkıştırdım. Masada duran kediyi tekrar avuçlarıma alıp göğsüme yasladım. Üzerimde olan, her hareketimi dikkatlice izleyen yoğun bakışlar beni rahatsız ediyordu.  Söyleyecekleri bitmemişti.

"Son olarak karnını doyurmak lazım bu yaralının." dedi kucağımdaki kediyi eliyle göstererek. Ben bunu tamamen unutmuştum. Ne vermem gerektiğini  bile bilmiyordum oysa. Cevap arayan gözlerimi kucağımdaki yavru kediden çekip onun gözlerine dokundurdum

"Ne yer ki bu?" dedim karma karışık olmuş gözlerimle onun gülen mavilerine bakarken. Ben daha önce hiçbir hayvana bakmamıştım. Erkeksi kahkaha sesi odaya dalga dalga  yayıldı ve kulaklarıma çarptı.

"Kucağındakini yırtıcı bir hayvanın yavrusunu korur gibi tutuyorsun ama ne yer onu bile bilmiyorsun." Sesi çok keyifliydi. Beni sinir edecek kadar hem de. "Gerçekten inanılır gibi değil."

"Alay etmen bittiyse ne yiyeceğini söyler misin?" Sesimdeki öfkeyi umursadığı yoktu. Sadece bu durumdan anlayamadığım bir haz alıyordu.

"Kedi maması ya da,"  Cümlesini geciktirmesi beni daha fazla sinirlendirmek içindi. "Süt ama çok ufak olduğu için sütü suyla karıştırıp vermelisin." dedi.

Sinirden kızardığını hissedebiliyordum. Daha fazla konuşup uzatmak istemediğim için kuru bir sesle. "Sağ ol, yardımların için." dedim.

Bir anda yüzünde ki eğlenir tını silinip aşinası olduğum o çözemediğim hâl geri geldi. O kadar ani bir değişimdi ki az önce gülen gözle yok olmuştu. "İstemeden çekinmemen gerektiğini söylemiştim. Bir daha söylüyorum benden isteyebilirsin," dedi anlamını çözemediğim bir sesle ve devam etti. "Her şeyi!" Ben istemeyi bıraktım. Usulca kafamı aşağı yukarı salladım ve yanından geçip burnuma dolan tanımlayamadığım kokuyla birlikte geldiğim holden kendimi bahçeye attım. Kucağımdaki yavru kedinin daha fazla üşümesini istemiyordum. Hızlı hızlı adımlayıp evin kapısını cebimden çıkardığım anahtarla açıp hiç beklemeden içeriye girip odama adımladım. Kucağımdaki kirli tüy yumağını yatağımın üzerine bırakıp onum için gerekli olan şeyleri hazırlamak için mutfağa geçtim.

Hazırladığım su torbasını ve sütü alıp yatağımın üstündeki tüy yumağının yanına oturdum. Bu gecelik çok az süt verebilirdim. Su torbasını üç kez katladığım battaniyenin altına koyup onu da üzerine yerleştirdim. Sütün bulunduğu kaseyi onun içeceği bir açıyla önü koydum ve onu izlemeye başladım. Çıkardığı küçük dikiyle sütü içmeye başlamıştı. Dudaklarımda can bulan tebessüm bir zorlama eseri değildi, gerçekti. Gerçekten beni tebessüm ettiren bu pire torbası mıydı yani?

Gözlerim hiçbir zaman düşmeyecek yaşlarla doldu. Çok masumdu. Karnını doyurmuş şimdi yatakta uyukluyordu. O gittiğinde beri ilk kez bir başkasıyla aynı evde yaşıyordum.  İnsanlardan hep kaçmıştım. Çünkü beni sessizliğe zorlayan bir acım vardı ve bu acıyı bir başkasına sesli anlatamıyordum. Yatağımı paylaştığım bu pire torbası dinlemeliydi beni.

"Sana onu nasıl anlatacağımı bilmiyorum ama gidişiyle gönlümü acıtan çok güzel bir adam vardı. Üstelik bana veda bile edemeyen bir adam. Her şey ona kalbinde bir oda vermemle başladı. Bir baktım kalbim onun olmuş,"  Acı bir tebessümün takıldı dudaklarıma.  "İnan ben de anlayamadım nasıl olduğunu. Pencere kenarına duran kaktüslerim var ya ondan bana kalan ve beni en acıtan parçalar." Aklım beni fırtınaya direnemeyen bir yaprak gibi o ana savurmuştu. 

"Dizimin dermanı bak sana ne aldım."  Yumuşacık, evim gibi bir ses sarmıştım tüm bedenimi.

Işıl ışıl parlayan gözlerimle arkasında tuttuğu ve benden sakladığı şeyi görmeye çalışıyordum. "Ne, ne aldın bana Barış? " dedim meraklı bir çocuk isteğiyle.

Arkasında tuttuğu ellerini önüne çıkardığında kocaman bir çığlık attım kendime hakim olamadan. "Seni şu elimde tuttuğum kaktüs gibi seviyorum, dizimin dermanı." dedi. Onun gözleri bendeyken benim gözlerim elinde tuttuğu kaktüs çiçeğindeydi.

Bana kaktüs almıştı, beni kaktüs gibi seviyordu. Anlayamamıştım. Oda biliyordu anlayamadığımı. Bakışlarımı kara gözlerine kaldırdım. "Dikenlerim mi var yani benim?" dedim kırılgan bir sesle. Mutluydum ama ne için mutlu olduğumu bile bilmiyordum. Bu adamdan gelen her şey beni mutlu etmeye yetiyordu.

İçimi titreten, kalbime zarar bir kahkaha atmaya başladı. Gözlerimi elinde tuttuğu kaktüs çiçeğinden ayırıp ona çevirdim.  O kadar güzel gülüyordu ki bir zamanlar tavan arasındaki tozlu kalbim ona bakarak yeniden yaşamaya başlamıştı. "Hayır güzelim," Bir eli ile kaktüs çiçeğini tutarken diğer eliyle sımsıkı belimi kavrayıp bir anda beni  kendi göğsüne çekti. Kara gözlerini mavilerime dikip konuşmasına devam etti. "tam olarak öyle değil. Ben seni ilk gördüğümde kaktüs çiçeğine benzetmiştim. Dışım ne kadar dikenli olurda olsun içinin hep saf, masum bir çocuktu." Alnımdan öpüp kokumu içine çekti.  "Sana kim sarılacak olsa dikenlerinin batacağından korkup vaz geçmiş. Bilememişler ki senin dikenlerinle sadece kendini korumak istediğini." Dolan gözlerimle ona bakarken kalbim kaburgalarıma sığmıyordu.

Kulağıma yanaştırdığı dudaklarından çıkanlar gözlerimden düşen renksiz sularıma eşlik etti. "Bugün dikeni olan sen, yarın herkesi kıskandıracak o çiçek olacaksın." Alnını alnıma dayadı, yarım yarım nefesler çekti. Alıp verdiği soluklar yüzümü yalıyordu. "Benim kaktüs çiçeğim, benim kaktüs gibi sevdiğim kadın." deyip bir kez daha cayır cayır yanan dudaklarıyla alnımı öptü. "Benim dikenim. "

Benim tüm yenilgilerim hep ona olmuştu ama bu onun için hiçbir zaman bir zafer olmamıştı. Gözlerimden düşen renksiz sulara kızıyordum. Onun boynuna gizlediğim başım, gözlerimden düşen yaşlardan dolayı boyun oluğunu ıslatıyordu. Çok seviyordum. Ben bu adamı çok seviyordum. 

"Şşş, güzelim neden ağlıyorsun ki şimdi sen?" İncitmekten korkar gibi sardığı kolunun baskısını biraz daha arttırdı.

"Bilmiyorum," Sesim gizlendiğim bedenden dolayı boğuk çıkıyordu. "bazen çok sessiz kaldığım için beni anlamadığı düşünüyordum. Ama sen beni hep anlamışsın, konuşmama gerek duymadan hem de." Saklandığım yerden kafamı kaldırıp renksiz sularımla ıslanan kirpiklerimi  birkaç kez açıp kapattım. Gözlerimi giydiği beyaz gömleğin düğmesine dikip konuşmaya devam ettim. Gözlerine bakacak gücüm yoktu. "Korkuyorum!  Ya bir gün beni kaktüs gibi sevemezsen? Ya dikenlerim sana batarsa, seni de kanatırsam." dedim soluğu katrana boyanmış sesimle.

Ellindeki kaktüsümü yan tarafımızda duran pencere pervazına koyarken bile elini belimden çekmedi. İki eliyle kavradığı yüzümü kendine doğru kaldırıp düşen yaşlarımı silip mavilerimin ona bakmasını sağladı.

"Korkma dizimin dermanı, ben dikenimin acısını dikenime yaşatmam."

Dikenin çok açıyor ve senden bir tek bu kaldı. Bu kör olası geçmek bilmeyen acı kaldı.

Şimdi ki beni görse tavan arasında çıkardığı o tozlu kalbin nasıl öldüğüne bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlardı, biliyordum. Onu içimde yaşatmak için kendi dikenlerimi kopardım ben,  dikeninden geriye dikensiz bir kaktüs kaldığını bilse bir kez daha ölürdü. Tüm kalbiyle sevdiğin birini kaybetmeyi nasıl anlatabilirdim ki başka türkü.

"Neden mi bir başkasına anlatmadım bunları?" Ara ara açılıp kapanan gözlerden bu soruyu çıkarmıştım.

"Onun, bir başkasının anılarında kalmasına kalbim izin veremezdi çünkü. Bir tek bende kalsın istedim. Biliyorum bencilce ama ben bencilce sevdim." Saçma değildi bu, sesi senin nefesin olan birini öyle kolay kolay birine anlatamazdın. Hep içinde, içinin en derinlerinde saklar durur kimselerin dokunmasına izin vermezdin. 

Sakınırdın. Saklardın.

Gözlerimi uyuyan kediye çevirip, "Sana bu anlattıklarımı kimselere söylemek yok. Anlaştık mı?" Onun beni dinlediği bile yoktu oysa. Dudağımda asılı bıraktığım tebessümle yan tarafımdan uyuyan pire torbasına biraz daha yanaştım. Birlikte ilk gecemizi sabah etmeden iki saate olsa uyumak istiyordum. Gözlerim aklımda dönüp duran anıları unutmak için savaşırken kalbim bu savaşa artık ne kadar dayanabilir onu kestiremedim.

Öğrenecektim. Yaşayarak öğrenecektim.

🌵

Yatağımın üstünde hoplayan pire torbasının gözünün üzerindeki yara sonunda iyileşmişti. Aradan geçen bir hafta bu pire torbasının hareketli olduğunu öğretmişti bana. Bugün onu yıkayacaktım.

"Hey, hoplayıp zıplama yatağımın üzerinde. Pirelerin düşüyor be. Kime diyorum." Beni pek taktığı yoktu. Sesimi işitmesi ona ayrı bir hareketlilik katmıştı. Sen istedin bunu. Küçük bedenini ellerimin arasına alıp doğruca banyoya geçtim. Onu küvetin içine bırakıp bir kaba su doldurdum ve suyun ısısını ayarladım. Suyu üzerine ilk döktüğümde ellerimin arasından kaçmaya çalıştı.

"Yok öyle kaçmak pasaklı, her yerimizi pire dolduracaksın. Yıkayacağım seni sonrada mis gibi olacaksın." Bana miyavlaması kızgınlık barındırıyordu. Küçük tırnaklarıyla ellerimi çizmeye başlamıştı.

"Pasaklı ve pireli olman yetmiyor bir de hırçınlığın mı çıktı senin başıma?" Yüzünü yüzüme yaklaştırıp ciddi ciddi sormuştum bu soruyu. Bir haftadır bu kedi yavrusuyla konuşa konuşa delirmiş olmalıydım çünkü bu davranışımın başka bir açıklaması olamazdı. Avuçlarımın arasında ki yavruyu son kez durulayıp küçük bir havluya sardım. Tam banyodan çıkmış odaya giderken çalan kapı sesiyle yönümü değiştirdim. Bir elimle kapıyı açmaya çalışırken diğer elimde yavru kediyi kucağımda sabit tutmaya çalışıyordum. Kapıyı açtığımda karşımda hiç beklemediğim bir yüzü buldum.
"Günaydın, Ayladùa abla." Cıvıl cıvıl sesiyle bana günaydın diyen bu kızın varlığını onu kapımın önünde görene kadar hatırlamıyordum.

"Günaydın Aydeniz." Benim soran gözlerim onun koca yeşil gözlerinde geziniyordu. O ise kocaman kocaman açtığı gözleriyle kucağımdaki pire torbasına bakıyordu.

"Senin kedim mi var Ayladùa abla?" Sesindeki çocuksu heyecan bir kilometreden fark edilebilir düzeydeydi.

"Evet, benim." Yani, sanırım benim.

"Sevebilir miyim?" Masum çıkan sesiyse  sorduğu soruyu geri çevirmek istiyordum ama olmuyordu. Tüm duvarlarımı indiriyordum bu kıza karşı.

"Sevebilirsin tabii ki ama çok sıkma." dedim kendimden beklenmeyecek yumuşaklıkta bir sesle.

Kapı ağzına, dizlerimin üzerine çöküp onunda oturmasını bekledim. Benimle birlikte oturan çocuğum kucağına pire torbasını bıraktım. "Merhaba, sen ne kadar güzelsin. Simsiyah tüylerin sana çok yakışmış." Onunla konuşan çocuğu cevap vermek ister gibi ona miyavlayarak başını sürttü. Bana gelince pençe başkasına gelince sevgi gösterisi. Nankör pire torbası ne olacak.

"Ayladùa abla ismi var mı bu sevimli kedinin?" Bana dönen bir çift yeşille kala kaldım. Pire torbasıydı işte. İlla bir isim gerekliyse ona böyle seslenebilirdim. Ama bunu nasıl karşımda bana bu denli masum bakan kıza söyleyecektim.

"İsmi henüz yok Aydeniz."  Bir anda gözleri ışıldadı ve büyük bir heyecanla konuşmaya başladı.

"Çikolatalı puding olsun mu?" dedi sözlerine hiç ara vermeden devam etti. "Tüylerinde siyah tıpkı çikolatalı pudinge benziyor. Hem ben çikolatalı pudingi de çok seviyorum."  Gözlerini kocaman açma sırası artık bendeydi.

Çikolatalı puding mi?

Ne yapacağımı bilmez bir halde gözlerini bir umut bana dikmiş bu kız çocuğuna ne cevap vereceğim konusunda zihnimle savaşıyordum.

"Bilmem ki çikolatalı puding sanki,"  Ne diyeceğimi bir türkü toparlayamıyordum. "sanki biraz farklı gibi değil mi?" dedim sonuna doğru içime kaçan sesimle.

Beni anlamayan bakışları kucağında tuttuğu kediye dönmüştü. "Farklı olmak kötü mü ki Ayladùa abla?" Ne?

Farklı olmak ne Ayladùa, bahanen bu mu yani? Aferin sana alkışlıyorum seni.

Benden cevap bekleyen kıza döndüğümde. "Hayır, tabii ki. Neden kötü olsun ki farklı olmak." dedim.

"O zaman ismini çikolatalı puding koyabilir miyiz?" Ondan sonra kimse bana bu kadar umutlu gözlerle bakmamıştı. Nasıl hayır diyebilirdim, bilmiyordum.

Başımı onaylar gibi aşağı yukarı salladım. "Koyabiliriz, adı çikolatalı puding olabilir Aydeniz." dedim mutluluk kırıntısı yapışmış kelimelerimle.

"Teşekkür ederim , çok teşekkür ederim Ayladùa abla." Mutlu bir çocuk duruyordu yanımda. "Merhaba çikolatalı puding, bu artık senin ismin tamam mı?" dedi kucağındaki pire torbasından bir cevap almak ister gibi.

"Meow" Yeni ismini onaylamak istercesine sesini çıkaran pire torbasına kıstığım gözlerimle baktım. Pis nankör.

Bir an tepemizden gelen sesle ikimizin de bakışları sesin sahibine döndü. "Ne yapıyorsunuz kapının ağzında böyle? diyerek göz kırptı.

Buzdan mavileri yoktu bugün koyu bir lacivertin kuşatma altındaydı. Üzerine giydiği boğazlı çürük yaprak yeşili balıkçı yaka kazağı ve siyah renkte olan kumaş pantolonu bedenine tam oturmuştu. Saçları her zamanki gibi asiliğini göstermişti. Dağınıktı. Gözlerini benden ayırmadan usulca elini kaldırdı. Çenesine giden eli sakallarını belirgin bir sertlikte kaşıdı. Onun üzerinde dolaşan gözlerime karşı onun da gözleri üzerimde hiç çekinmeden  dolanıyordu. Kendi giydiklerimi onun giydikleriyle kıyaslandığında, üzerimde askılı bir atlet ve gri bir eşofman dışında pekte dikkat çekecek bir şey yoktu. Gözlerin odağı ilk olarak başımda rastgele toparladığım kızıl saçlarıma çarptı. Daha sonra tüm bedenimde öylesine gezindi. Beni izlerken kaşları çatılmıştı. İstemeden kendimi incelediğimde, gözlerinin açılan yakamdan gözüken dövmeme takılı kaldığını anlamıştım. Cevap ister gibi gözlerini orama dikmiş bana meydan okuyordu. Ne yapmak istediğini anlayamamıştım. Bende ona meydan okuyarak tek kaşımı kaldırıp dövmemden çektiğim gözlerimi onun  fersiz lacivertlerine diktim.

"Dayı, çikolatalı pudingi seviyoruz." Aydeniz'in sesindeki sevinç aramızda asılı kalan garip gerginliğe yerle bir etti.

"Çikolatalı puding?" Sesinde şaşkın tını Aydeniz'i durduramamıştı.

"Evet dayı," ellerinin arasındaki pire torbasını kaldırıp. "çikolatalı puding adı. Ben buldum güzel mi dayı?" dedi gururlu bir sesle. Pire torbasına bulduğu ismin güzel olduğunu  karşımızda duran adamdan duymanın onun için ne kadar önemli olduğunu anlatmak çok zor bir çıkarım olamamıştı benim için.

Aniden atılan kahkahayla gözlerim kocaman açıldı. Neden güldüğünü anlamıştım ama cevap vermek yerine yüzümü sadece önümde duran küçük kıza ve pire torbasına çevirmekle yetindim. "Çok güzel isim bulmuşsunuz dayıcım." Sesindeki alayı gizleme gereği bile duymamıştı.

"Gerçekten mi dayı, beğendin mi yani?" Taze bir bebek masumluğundaki sesiyle.

"Çok beğendim tabii ama," Düşünür gibi elini başına götürdü. O sırada Aydeniz ise cümlenin devamını dinlemek için yeşillerini kocaman açmış heyecanla bekliyordu. "bu ufaklığın sahibi Ayladùa ablan sonuçta belki o farklı bir isim vermek ister." dedi yeğenini incitmekten korkuyordu.

O yeşil gözler şimdi bir umut bana dönmüştü. "Yok, ben bir şey düşünmemiştim. Aydeniz'in bulduğu isim güzel bence." Ellerimden birini Aydeniz'in kucağındaki kediye uzatıp şefkatle okşadım. "Hem ismini de sevdi sanki. Değil mi Aydeniz?" dedim benden beklenmeyecek bir şefkatle.

"Evet çok sevdi, sevdin değil mi çikolatalı pudingim?" Cümlesi biter bitmez pire torbasını öpücüklere boğdu. O kadar uzun zaman olmuştu ki katıksız sevgiyi hissetmeyeli şimdi karşımda öylece ete kemiğe bürünmüş bir şekilde durması ve benim de bu sahneyi izlemem içimdeki duvarların çatırdamasına sebep oluyordu.

"Tanışmamız bittiğine göre hadi güzelim doğruca eve."

"Ama dayı daha çikolatalı pudingime doyamadım ki ben." diyen kızla ikimizin bakışları bize üzgün üzgün bakan bakışlara takıldı. 

"Sonra yine seversin güzelim, annen seni arıyordu evin içinde." Karşımdaki bu sert adam sözlerini Aydeniz'i ikna etmek için pamuklara sarıyordu.

"Şimdi sevsem, ha dayı," Dolan gözlerle bir bana bir dayısına bakıyordu. "şimdi sevsem olmaz mı?"

Bir anda dizlerinin üzerine çöken adamla aramızda mesafe azalmıştı. O tanımlayamadığım koku her zamankinden çok daha yoğundu. Bu beni yine rahatsız etmişti. Sertçe yutkunmamı engelleyemedim. "Güzelim yapma böyle," sesinde baba şefkati vardı. "akıtma sakın o incilerini." Bir anda bakışlarını bana çevirdi ve cümlesine devam etti. "Hem Ayladùa ablan çikolatalı pudingi birkaç saatliğine sana bırakabilir." dedi. Bu bir rica değildi sözleri bana bırakmam gerektiğini bağırıyordu.

Gözlerimde şizofrene dönüşen bir öfkeyle onun laciverte bulanmış gözlerine takılı kaldı.

"Gerçekten kalabilir mi?" Yutkundum. Yutkundu. Kolay bir yenilgi olmuştu.

"Kalabilir ama çok yorma olur mu? O daha çok küçük." dedim çatlamış bir sesle.

Aydeniz'in ağzından çıkan her kelime kulaklarıma ulaşmasına rağmen  zihnimin duvarlarını aşamıyordu. Birkaç günde bu denli bağlandığım bir canlıdan ayrılma düşüncesi içimde biriken korkuları acıtıyordu.

"İyi misin?" Bu sorunun cevabı hiçbir şey değiştirmeyecekti. 

"O çok küçük," dedim karmakarışık feri sönmüş gözlerimi ona çevirerek. "Onu incitebilir." Evet bu doğruydu, onu incitebilirdi.

"Neden izin verdin o zaman?" Sesindeki keskin bıçak iyileşmeyen yaralarıma değmişti.

Yutkundum! Gözlerimi yüzüne çevirdim. "Çünkü o da çok küçük." dedim Aydeniz'in  girmek üzere olduğu ev kapısına kaçamak bir bakış atarak.

"Sen de çok küçüksün." Sözleri yirmi yedi yaşında olan bir kadına değildi. Sözleri herkesten köşe bucak sakladığım o kız çocuğunaydı.

"İstemiyorum." dedim. Başımı kucağımda tuttuğum damarları belirgin olan ellerime çevirdim. Ben artık küçük bir kız olmak istemiyordum.

Usulca çeneme dokuna sert el bakışlarımı bakışlarına kaldırdı. "Biliyorum," Sözlerini devam ettirmek sanki ona acı veriyordu. "Allah kahretsin ki biliyorum!" O kadar sert yutkunmuştu ki yukarı çıkıp inen âdem elmasına gözlerim takılı kaldı. Tüm acılarımı benden almak ister gibi bakıyordu. Benim neremden kanadığımı karşımda duran bu bir çift lacivert biliyordu. Bu garip andan kurtulmak istemiştim ama ağzımı açıp tek bir kelime edecek gücü içimde bulamıyordum.

Gözlerime bakıyordu. Acımasızlıktı bu.

"Seni büyütmek çok isterdim." dedi çenemi tuttuğu elinin işaret parmağıyla yanağımı okşarken. Yalvaran gözlerle bakıyordu, beni büyütmek için sanki bana yalvarıyordu. Susuyordum, yalnızlığımın diliyle sadece susuyordum. Çenemi tutam elini itebilir, benimle böyle konuştuğu için güzel yüzüne sert bir tokat atabilirdim ama yapmıyordum. Yapamıyordum. İçimde bir şeyler buna izin vermiyordu. Elimi kör bir düğümle bağlamışlarda beni tutsak etmişlerdi.

Ağlayabilmek istiyordum, dolan gözlerimdeki renksiz suların artık intihar etme zamanı gelmişti. Zehrimin panzehir bendim. "Sakın!" Dişlerinin arasından bir ıslık keskinliğinde çıkan tek kelimelik cümlesiyle duraksadım. "Sakın düşüreyim deme o hüzünlü cehennemleri." Boşta kalan eliyle belimi kavrayıp ondan beklenmeyecek bir kibarlıkla başımı kendi göğsüne çekti. Burnum sert göğsüne çapmış canımı yakmıştı. İçime çektiğim titrek nefes onun kokusunu da içime doldurmama neden oldu. Kokusunda baskın olmayan sigara tanımlayabildiğim ilk şeydi. Toprağın ve denizin o tanımlanması zor kokusunun karışımı gizliydi teninde ama tam olarak kokusu bu da değildi. Bu beklenmedik hareket yoğun hissettiğim duyguların dağılmasına sebep oldu. Olduğum yerde geri çekilmek yerine buna daha çok ihtiyacım varmış gibi burnumu göğsüne bastırdım. 

Beni saran bu yabancı kollar gerçeklerin onun düşündüğü gibi olmadığını öğrenecekti. Çünkü ben geri dönmeyecek birini bekliyordum.

Sözleriyle beni vuran bu adamı öldürecektim. Boğul çıkan sesimle, "Önce ağlatacak sebepler yaratıp sonrada ağlama diyorsunuz." dedim küçük ama güçlü bir kız çocuğuydu bunları söyleyen.

Göğsüne aldığı derin nefeslerle bende onunla birlikte hareket ediyordum. Soluksuz bırakmışlar gibi alıyordu her birini. Sanki bende soluklanıyordu.

"Şşş, sevdiği kadının düğününde saz çalan adamın hikayesini duydun mu?" Benden bir cevap bekliyordu. Sanki dudaklarımı aralayıp konuşmazsam sözlerine devam etmeyecekti.

"Duymadım." dedim peşi sıra da şunları ekledim. "Anlatır mısın?" Sırtımda duran eli benden duyduğu soruyla baskısını biraz daha arttırdı.

Anlatırım demedi. Anlatmamda demedi. Sert pürüzlü sesi kulaklarıma doldu. "İnsan çekeceği çilenin âşığı olurmuş, bu da öyle bir hikaye." Dudaklarında firar eden bu tek cümleyle aldığı nefesler sanki ona yetmiyordu. En içte olan düşüncesine bile savaş açıyordu.

"1905 yılında Horasan'da  yaşanan bir âşk hikâyesi bu. Behmen düğünlerde saz çalarak geçimini sağlayan bir delikanlı. Bir gün gittiği bir düğünde sadece gözlerini gördüğü bir kıza sevdalanıyor. Nasıl olduğunu anlayamadığı gibi başına gelecek olanlardan da haberdar değil o zamanlar." Sığındığım yerden bir anda kalkıp buzdan gözleri bakmak istedim. "Behmen deliler gibi Gülnar'a adında bir kıza sevdalanıyor ama Gülnar'ın Behmen'den de onun her geçen gün yere göğe sığdıramadığı içini kavuran sevdasından da haberi yok." Her cümle ile kalbine bir düğüm atıyordu. "Behmen hiçbir zaman Gülnar'a sevdasını söyleyememişti çünkü Gülnar'ın kim olduğunu bilmiyordu. Bu yüzden Behmen gittiği her düğünde gözleri bir çift menekşe gözü arar olmuştu. Bu arayış tam on yedi ay sürmesine rağmen o menekşe gözlü güzeli bulamamıştı." Kalbinin sert vuruşları göğsünü yaracak gibiydi.

"Yine bir düğünde eline aldığı sazı çalıp dururken, aylarca aradığı o menekşe gözlü güzeli karşısında görüyor," Yutkundu. Yutkunmasından çıkan o sert ses aramızda görünmez bir duvar ördü. "ama o güzel beyazlar içinde. Elindeki saz bu acıya dayanamıyor ve tam o anda intihar ediyor." Sarıldığım bedenden kendimi ayırdım, soluk mavilerimi onun kararmış mavilerine kaldırdım. Ne hissettiğini anlamak istiyordum ama kendini o kadar gizlemişti ki sadece buzdan lacivertlere dönmüş koca bir boşluk vardı tam karşımda.

"Ya sonra?"

"Bir rivayete göre delirmiş bir diğerine göre ise sazı gibi o da canına kıymış. Ama bana kalırsa gönlündeki yamayla yaşamayı öğrenemedi," Bahsettiği kişi Behmen değildi. Çattığım kaşlarımla direk bulutlanmış gözlerine baktım. Başka bir yerlere gitmişti. Devam etsin istiyordum. "yaması onu öldürmedi ama yaşatmadı da." dedi gizlediği hüzün kokan sesiyle. Dudaklarının kenarında bir çocuk mezarlığı kadar küçük bir çukur oluştu. 

Tam şu an bir insanların içini görebilmenin iyi mi kötü mü olduğuna bilemiyordum. "Yani, kalbinin kalbine yenildi."

"Güzel sevmiş." dedim güzel sevilmenin nasıl olduğunu bilerek.

Duaları alaylı bir tebessüme gebe kaldı. Başını ondan beklenmeyecek bir yavaşlıkla yan yatırdı. Söyleyeceklerinin bana çarpmasını değil bana geçmesini istiyordu.

"Güzel sevmek için bir insanın kendi içinde neler öldürdüğünü bilemezsin Ayladùa. İnsanlar nasıl güzel sevilir bilmiyorlar."

Denizde nefes alamayan bir balığın ölüm soluğunu hissediyordum.

Neden bir başkasının sürgün edildiği ve unutulduğu bu taş duvarlar benim üzerime yıkılmıştı. Kırılmış ve içe bükülmüş sesimle ona meydan okudum. "Güzel sevmiş ya da sevmemiş  bence bunu bir önemi yok. Çünkü senin varlığından habersiz biri için neler verdiğin sadece seni acıtır." dedim soluğu acıtan sesimle.

Alaylı tebessümü yerini şefkatli ve kırılmış bir tebessüme bıraktı. Kendini bana anlatmak istemiyordu sadece anlatıyordu. "Senden haberinin olup olamaması bir noktadan sonra pekte önemli değil. Sadece onu hiç kimse acıtmasın istersin ve kendi kalbini başka bir kalbe kendi ellerinle teslim edersin." Sözleri bittiğinde kalbinin damarlarını vuran kanının acısını kalbimin ölmüş yarısında hissettim. İçinden geldiği gibi konuşmasını oturduğum yerden alışagelmiş tepkisizliğimle izliyordum. Hüzünlü olanları seçmek onun için bir zorunluluk değil bir tercih olmuş gibiydi. Karşımdaki bu soluk mavilere sahip adam dengesini kaybetmişti, dengesini kaybettiği için ise durmadan suçlanıyordu. Benim sözlerim de onu suçlamıştı.

Ne gidebildiğin ne de onum sana gelebildiği bir yol yoktu. Benim için bu böyleydi. "Ben yapamazdım," dedim bir nefes aldım ve güç almak ister gibi saçlarımı tek omzumda topladım. "yani senin yaptığını yapamazdım. Senin bu yaptığın haberi olmadan ölmek oluyor."  Bu hissizleşmekten de kötüydü, hissederek ölmek.

Soluk gökyüzü mavilerinin içi dudaklarımdan dökülen sözcükler sonrası bana gülümseyerek bakıyordu ama sert çehresi hala olduğu gibiydi. "Ölüyüm zaten," Öylesine bir cümle değildi, öylesine söylenmemişti. Arkaya gizledikleri  vardı. "uğruna ölecek biri bulmak güzel şey."

"Ne zamandır, ölüsün?" Arkasını öğrenme arzusuyla dolmuştum. Nedenini bilmiyordum ama kendi içimde ki çarpışmada bunu öğrenme isteğimi engelleyemiyordum.

"O gittiğinden beri," O gideli çok oldu der gibiydi. O gitti ama bıraktığı sancı hâlâ aynı der gibi. "çok yıl oldu."

"Gelir mi sence? Bekliyor musun yoksa hâlâ?" Rüzgârın esmesiyle bahçedeki kiraz ağacının kuru dalları birbirine acımasızca çarptı. Çarpma sesi boş bahçenin duvarlarına düşüp toprağın kokusuyla sarmalandı kendini.

"Bekliyorum," Rüzgârda bu anı bekliyorsun der gibi daha şiddetli esmeye başlamıştı. Çaresiz çığlığını bana duyurmak ister gibi sert ve hırçındı. "gelip gelmeyeceğinin önemi yok ben onu hep beklerim. Benim için onu bir gün ya da bin gün beklemenin bir farkı yok." dedi çürük bir kalbin son dakikalarını yaşadığını göstermek istedi. Zamansız bir bekleyiş içindeydi. Benim gibi o da ona belki hiç gelmeyecek birini bekliyordu. Bu gerçekle yüzleşmeye hazır olmanın can yakan acımasızlığından kaçmak istiyordu. Ona kaçmamasını canının bu yaşadığından daha fazla yanmayacağını söylemek omuzlarından tutup  sarsmak yüzüne doğru haykırmak istiyordum gerçeği

Ama yapamadım.

Karanlık zihnimin gerisine itilmiş gerçekleri gün yüzüne çıkarmak için araladığım dudaklarım evin içinden gelen keskin bir gürültüyle kapandı. Bakışlarımız gürültüyle birbirinden kopmuştu. Aniden ikimizde ayaklanmıştık evin içerisine önce ben girmiştim  Dorâ'nın arkamdan geldiğini sert adımlarından çıkan sesten anlamıştım. Bir an kolumdan tutulmam ile olduğum yerde kaldım. Gözlerim önce kolumu kavrayan parmaklara daha sonrada elin sahibinin yüzüne çıktı. Sert olan çehresi daha da sertleşmişti.

"Arkamda kal ve sakın bir aptallık yapayım deme." Beni arkasına alıp itiraz istemeyen bir sesle uyarısını yapıp yanımdan geçti.

Ben onu dinlemeden tekrar öne atılmak istemiştim ki ne olduğunu anlamadan kendimi duvarla onun arasında buldum. "Sana aptallık yapma dedim değil mi?" Bu bir soru değildi, bir cevapta beklemiyordu. Sesindeki korkutucu tınıyı bağırarak elde edemezdi. Laciverte dönen gözleri o kadar ürkütücü bakıyordu ki bu bakışlar karşısında bir adım geriye gitmek istedim ama arkamdaki duvara biraz daha yaslanmaktan başka bir şey yapamadım.

"Benim evim burası." Dedim sabit tutmaya çalıştığım sesimle. Onun beni ürkütmesi geri adım atmam için yeterli değildi.

"Aptal mıyım lan ben, senin evin olduğunu bilmiyor gibi mi duruyorum oradan bakınca?" dedi dişlerinin arasından. "Geride dur, bu bir rica değil. Geride dur!" Son kelimesi sancılı bir vurguyla suratıma çarptı. Beni arkasında bırakıp dar koridordan büyük ve telaşlı adımlarla ilerleyip hiç beklemeden odamın kapısını araladı. Aralanan kapıdan çıkan dumanlar beni olduğum duvardan ayırıp telaşlı adımlar atmama neden oldu.

"Hayır." Yakarış gibi dudaklarımdan çıkan kelime bana arkası dönük adamın sırtına çarpmıştı. Kapının önünde duran Dorâ'yı sert bir şekilde itip içeriye girmeye çalışmıştım ki belime sarılan kollar buna izin vermedi. Alevler odanın dört bir köşesini sarmaya başlamıştı.

"Bırak beni, Dorâ!" Sesim bana yabancıydı. Gözlerim pencere pervazındaki kaktüslerime takılı kaldı. Çığlık çığlığa olan kalbim içeride yanıyordu. Ben beni sarmalayan bu güçlü kolların arasında çırpınıyor ellerinden kurtulmak için tüm gücümü kullanıyordum. Yapamıyordum. Yine yeniliyordum. Yine ellerimin arasında kayıp gidişini izliyordum.

"Bırakmam." dedi benim aksime kendinden emin bir sesle.

"Bırak beni hayvan herif, bırak!" Çığlık çığlığa bağırıyordum. İçerde evladı ölen bir annenin acı feryadı gibiydi. Ondan bana kalan son şeyde içeride yanıyordu. Çaresizce çırpınıyor peşi sıra küfürler ediyordum ama bu onun beni daha sıkı tutmasından başka bir işe yaramıyordu. Beni kapı eşeğinden çekip dar koridordan çıkışa doğru götürmeye başladı.

"Ölsem de bırakmam." Nefes nefese kurduğum cümle onu duraksatmıştı.

"Anlamıyorsun benim içeriye girmem gerek onları orada bırakamam, ölürüm daha iyi." Delirmiş gibiydim. Ayaklarımı sallıyor beni saran ellerine tırnaklarımı geçiriyordum. Kaktüslerim içeride yanarken ben burada yetim kalıyordum. Anlamıyordu, beni anlamıyordu ki.

Kim inanırdı ki bu hikâyede büyük balığın küçük balığı yediğine. Geçek şuydu bu hikâyede iki balıkta ölüyordu.

🌵🌵🌵

Instagram; yamayapmakguzeldir / kaktuslere

Continue Reading

You'll Also Like

75.2K 4.6K 15
Unutulmuş bir kadın, Yüzbaşı Hazal Unutulmuş. [Kurgudaki kişi ve olaylar tamamen hayal ürünü olup hiçbir kurum ve kuruluşlarla alakası yoktur]
2.1M 203K 41
"Benim topraklarımda ölmek için özel bir nedene gerek yok." Mihra Elnurova, Türkiye'nin güneyinde yer alan, ufak bir Türkmen ülkesi olan Karahan'da...
808K 48K 67
"Hiç bir aile karesinde yerim yokmuş ki benim" Ben Buse. Buse Yalın olarak doğmuştum ve şimdi Buse Gamzeli olarak ölecektim. Bu ruhu ölmüş, bedeni ya...
2.7M 143K 16
Maça Kızı 8 serisinin devam bölümlerini içermektedir.