KÂKTÜS MEZÂRLIĞI

By kaktuslere

23.9K 7.6K 18.5K

Kim inanırdı ki bu hikâyede büyük balığın küçük balığı yediğine. Gerçek şuydu sayın okur bu hikâyede iki bal... More

"KÂKTÜS MEZÂRLIĞI"
2.BÖLÜM:TAVAN ARASINDAKİ TOZLU KALP
3.BÖLÜM:KÜLÜ SEVEN ATEŞ
4.BÖLÜM:KAKTÜSLERDE ÖLÜR TIPKI ÖLEN SİYAH GİBİ
5.BÖLÜM:KALBİ ATAN ÖLÜ CESET KAPANI
6.BÖLÜM: ÇEKMECEYE DÜŞEN ZEHİRLİ RESİM
7.BÖLÜM:RUH KOVANINI YAKAN KÖRDÜĞÜM
8.BÖLÜM: KUŞ UÇARKEN KANAT NEDEN AĞLAR
KARAKTER TANITIMI
9.BÖLÜM:KALBİM, BİR ISLAK KELEBEK
10.BÖLÜM:ŞAH DAMARA GİREN ZEHİRLİ HANÇER
11.BÖLÜM:KAR VE KAN LEKELİ DÜŞ
12. BÖLÜM: SARDUNYALARI SOLDURAN KAKTÜS ÇİÇEĞİ
13.BÖLÜM:YARANIN ÜZERİNE DÜŞEN YARA
14.BÖLÜM:DİKENLERİN BATTIĞI KIRIK AYNA
15.BÖLÜM: ZİFİR GECE VE KARA ÖFKE
16.BÖLÜM:GÖLGESİ GÜNEŞE SANCILI ADAM
17.BÖLÜM:KUYRUĞU LEKELİ DÜŞ
18.BÖLÜM:SOLUĞA BAĞLANAN KIZIL DÜĞÜM
19.BÖLÜM:ZEHİR SARMALI
20.BÖLÜM:SATIR DİBİ ÖLÜM
21.BÖLÜM:KALBİ DELİNEN KADIN VE ONUN GERÇEKLERİ
22.BÖLÜM:GÜNEŞİN ÜZERİNE KAR YAĞDIRAN ADAM
23.BÖLÜM:ACI BÜYÜK AMA ÖZLEM DAHA BÜYÜK
24.BÖLÜM:DİKENE SAPLANAN KURŞUN

1.BÖLÜM:GÖLGESİNE TAKILAN KADIN

3.1K 602 2.7K
By kaktuslere






1.BÖLÜM:GÖLGESİNE TAKILAN KADIN

Perdenin Ardındakiler | Beni Kendinde Kurtar



Gölgesine takılıp yere düşen kadının yaraları acıyordu.

Onsuz geçen dört yılın yalnızlığını onunla birlikte o karanlık, soğuk, kimsesiz mezara gömmüştüm. Ölümün çaresizliğini, sevginin azabı kadar gerçek yapan onun gidişiydi. O benden gitmişti ama ben ona gidememiştim.

Beni onsuz bırakmışlardı. Ciğerlerime aldığım soluğuma acımasızca kurşunlarını saplamışlardı. Acıyordu.

Bu acı normal değildi. Kimsesizliğin ve onsuzluğun ağırlığı ruhumda bu denli yaralar açarken, nasıl yaşayabilirdim?

Şeytanın intikam dilenen fısıldayışlarını görmezden nasıl gelebilirdim?

Görmezden gelmiştim çünkü şeytanın o intikam dilenen fısıltısı bile benim için yeterli gelmiyordu artık. Kendime durmadan söylediğim o cümleyi tekrar tekrar zihnimin küflü duvarlarına çarptırıyor ve o sefil kuyudan çıkmasına izin vermiyordum.

Hiçbir şey bitmemişti!

Her şey daha yeni başlıyordu.

Sesli söylemekten korktuğum o şeye dönüşmüştüm ben. Bir süre nefesimi tutum ve kendime itiraf ettim. Biliyordum artık ben kötü insan olmuştum. Ben onun sevdiği kadın değildim, ben onun intikamını almak isteyen kadındım.

Ben onun tanıdığı kadından çok uzaktım. Bambaşka biriydim.

Soğuk havanın içimi ürperttiği, saçlarımı usulca okşadığı bahçede otururken parmak uçlarımda tuttuğum sigaranın dumanını içime çekiyordum. İçime çektiğim sigaranın gri dumanını gecenin sessizliğine üflerken, dumanın kızıl saçlarımı okşayarak intihar ediyordu. Başımı usulca gıcırdayan kapıya çevirdiğimde bahçenin zifiri karanlığını aniden aydınlatan cılız ışık huzmesiyle gözlerimi kısmak zorunda kaldım. Usul usul açtığım gözlerimle karşı evden çıkan Ahmet amcayı ve tanımadığım iri yapılı birini görmemle kaşlarımdan biri yavaşça yukarıya kalktı.

Gözlerimi ayırmadan baktığım ikili beni henüz görememişti. Parmak uçlarımla tuttuğum sigarayı tekrar dudaklarımın arasına almak için hareketlenmiştim ki Ahmet amcanın Ayladùa diyen yumuşacık sesiyle elim havada asılı kaldı. Havada asılı kalan elime komut verip sigaramdan tekrar bir nefes içime çekip ayırmadığım gözlerimle doğrudan Ahmet amcayı cevapladım.

"Buyur Ahmet amca." Ahmet amcanın saçlarına düşen aklar yaşını ne kadar ortaya serse dahi yeşilçam jönlerine bin basan bir karizmaya sahipti. Yumuşak babacan gülümseyişiyle bana bakan adama onun kadar samimi olmayan bir gülümsemeyle karşılık verdim.

"İyi akşamlar kızım, bu bey oğlum evi tutmak istiyordu da ortak alan olan bahçeyi göstermek istemiştim." dedi tüm içtenliğiyle. "Seni de rahatsız ettik gece gece kusurumuza bakma olur mu güzel kızım?" Biraz mahcup, biraz da saatin geç olmasından kaynaklanan mağrur sesiyle gözlerime özür diler gibi bakıyordu. Benim gözlerimin odağı doğrudan Ahmet amcadayken yanında duran adamın gözlerinin doğrudan bana bakmadığını bahçeyi baştan sona arşınladığını ama sonunda gözlerini bana da değdirdiğini hissedebiliyordum. Bu garip olay ister istemez tedirgin bir şekilde kıpırdanmama ve oturduğum salıncağın ise hafifçe sallanmasına neden oldu.

Bu evi dört yıldır kimse tutmak istememişti oysa. Yalnızlığımı paylaştığım bu küçük toprağın üzerinde hiç tanımadığım bir adamın varlığını düşünmek şimdiden beni rahatsız etmeye yetmişti. Ama bunu karşımda duran yaşlı adamın bilmesine hiç gerek yoktu. Sesimi olabildiğince sabit tutarak cevapladım.

"Rahatsız olmadım Ahmet amca." dedim düz bir sesle. Ahmet amcanın yüzündeki gülümseme daha güzel ve aydınlık bir gülümseme olarak gözlerime çarptı.

"İyi o zaman güzel kızım ben de hemen bahçeyi gösterip gideyim seni de daha fazla söz hapsine tutmayayım." demişti ki sanki aklına yeni bir şey gelmiş gibi bana doğru küçük bir adım attı.

"Hatice teyzen sana çok kızgın bilesin Ayladùa. Artık eskisi gibi uğramıyor halimi hatırımı sormuyor diye bana dert yakınıyordu geçenlerde. Gönül eylemiş sana benden söylemesi." Hatice teyze, Ahmet amcanın eşiydi. Beni de çok severdi ama ben kafamın içindeki düşüncelerle savaşmaktan insanları unutmuştum. Bu haklı yakarışa hafifçe tebessüm etmekten başka bir şey yapamıyordum. Elimden başka bir şey gelmiyordu.

"Onun gönlünü alırım ben Ahmet amca sen merak etme."

"Al tabii, benim hanımı üzmeyesin yoksa külahları değişiriz." diyen yaşlı adamın yalancı kızgınlığıyla beni azarlamasına oturup bir çocuk gibi ağlamak istedim. Sevdiği kadının can sıkıntısına canı sıkılan bir adamdı.

"Üzmem." Sesimin nefesi kesilmişti. Sesim kaburgalarıma batan kurşun yüzünden mi bu kadar acımıştı. Yıllar geçmişti ama bu acı ne geçmiş ne de azalmıştı. Ben sadece kendimi üzebilirim başka kimseyi üzemem diyememiştim. Çaresizce gözlerimi birkaç saniye yumup tekrar açtım.

Kulaklarıma ulaşan boğuk ses, korkutucu bir gök gürlemesi gibi görünmez ve yırtıcıydı.

"Ahmet Bey, bahçenin hangi kısımları bana ait acaba?" Sesindeki keskinlik baştan beri hissettiğim o rahatsızlığımı arttırmaktan başka bir işe yaramamıştı. Gözlerim, kendinden emin duruşuyla karşımda duran adamın yan profilinde geziniyordu. Siyah saçlar ve yüzünün sol tarafını saran sakallarından başka bir şey göremiyordum. Benim gözlerim onun üzerindeyken onun gözleri Ahmet amcadan bir cevap bekliyordu.

Ahmet amcanın oldukça şaşkın olduğunu oturduğum yerden rahatlıkla görebiliyordum çünkü sorduğu sorunun bir cevabı yoktu. Bahçe daha önce hiç bölünmemişti ve bu ileride sorun yaratacak gibi duruyordu. Ahmet amcanın kararsız sesi kulaklarımıza çarpınca karşımda duran adamın bedeni bana doğru döndü. Karanlıkta o rengini seçemediğim gözlerini ilk kez doğrudan bana değdirdi.

"Ne desem bilemdim ki oğlum. Biz daha önce böyle bir durumla karşı karşıya kalmamıştık."

"Nasıl bir durumla?" Hafif bir kızgınlık sinmişti sesine. Sorusu Ahmet amcayaydı ama gözlerini benim üzerimden çekme gereği duymadan sormuştu. Sanki cevabı benim vermemi ister gibiydi. Gözleri yüzümün her uzvunu acelesiz bir biçimde taradı. Dudağım, burnum, gözlerim. Tüm dikkatini hiç çekinmeden bana vermesi beni öfkelendirmişti. Ahmet amcanın yumuşak sesi kulaklarımıza çalınınca bakışlarını benden ayırmıştı.

"Bu evde eskiden ben otururdum çıktıktan sonrada kimseler tutmadı ki oğlum. Yani senin anlayacağın bahçeyi hiç öyle ayırmadık biz." Ben az önceki bakışmadan sonra ne kadar umursamaz gözükmeye çalışırsam çalışayım aslında diken üstündeydim. Sadece bunu ustalıkla gizliyordum.

"Yani bahçenin her alanı ikimize ait." diyen adama soğuk ve duygusuz bir bakış gönderdim. Evet bahçe ona ve bana aitti, bize değil. Ona cevap verip vermemekte kararsız kalmıştım ama bu kararsızlığım pek uzun sürmedi.

"Evet oğlum, tabii siz isterseniz aranızda konuşur bir sınır belirlersiniz ama buna şimdilik gerek yok gibi gözüküyor." diyen Ahmet amca ile bakışlarımı ondan çektim ve sigara izmaritini ölü bir ceset gibi tuttuğum iki parmağıma çevirdim. Fısıldar gibi ancak kendi kendimi duyabileceğim bir tonda tekrarladım. "Şimdilik!"

İki tarafın da artık bu konu üzerine konuşacak pek bir şeyi kalmadığı anlaşılınca Ahmet amca ve varlığıyla beni tedirgin eden adam birbirleriyle yaklaşık beş on dakika daha bahçe ve ev hakkında konuşmuşlardı. Hiçbir şey söylemeden evin arka kapısından çıkarak gözden kayboldular. Ben hâlâ oturduğum salıncakta gecenin yalnızlığıyla onun yokluğuna küfrediyordum.

🌵


Pencereden içeriye giren gün ışığı önce duvara hafif bir iz sürtünmesi yapar sonrada duvar kenarında olan yatağımın içindeki bana yumuşakça çarpardı. Günaydın deme şekliydi bu güneşin. Havanın soğuduğu bu günlerde güneşin parti verip eğlenme şekli bu olsa gerekti. Güzel havaya rağmen ayaklarımın ve burnumun üşüdüğünü hissedebiliyordum. İnatla yorganı üzerime örtmeyi kabullenmezdim. Mevsim hiç fark etmezdi benim için yorgan örtmeyi hayatımın hiçbir döneminde sevememiştim ve sevmeyecektim.

Sıcağı sevmiyordum.

Hafif yan döndüğümde pencere pervazında duran kaktüslerimin gölgeleriyle göz göze geldim. Dudağımda asılı kalan buruk gülümseme her zamankinden daha fazla canımı yakmıştı. Onları ne dokunabiliyordum ne de gözlerimin değmeyeceği uzak bir noktaya kaldırabiliyordum. Sanki onları yerinden oynatacak olsam onu bir kez de ben öldürecekmiş gibi ödüm kopuyordu. Dikenleri özlemime batıp kalbimi kanatıyordu. Dolan gözlerimi daha fazla bakmaya katlanamadığım pencere pervasızından ayırıp yere çevirdim.

Yerde yığınla üst üste duran dağılmış kitaplarımın en üstünde öylesine atılmış sigara paketimden bir sigara çıkarmak için yataktan hafifçe sol omzumun üzerinden havalandım. Sigaradan nefret ederdim dört yıl öncesine kadar. Şu an olan benden de nefret ederdim. Elime aldığım sigarayı tutuşturmak için boş kalan elimle yatağı gelişi güzel yokladığımda çarşafların arasındaki kibrit kutusunu avucumun içine kolaylıkla hapsettim. İki dudağım arasına aldığım sigarayı yaktıktan sonra derin bir soluk aldığım gri zehri bir idam mahkûmunun kurtuluşuymuş gibi ciğerlerime çektim. Bir yandan boşta kalan elimle ağrıyan başımı ovalayıp diğer yandan durmadan sigaramdan derin derin nefesler çekmeye çalışıyordum.

Bu bok saçması düşünceleri bir türlü kafamın içinden çıkaramıyordum.

Boş bakışlarım odamın rengi solmuş duvarları ile gri tavan arasında gidip geliyordu. Hissizliğimin, huzursuzluğu sinmişti odamın her köşesine. İçimde çözemediğim bir deli hâl vardı bugün. Her sabah hissettiklerimden daha acımasız bir çıkmazla boğuşuyordum. Edepsiz bir inilti çıkmıştı dudaklarımın arasında.

"Siktiğimin baş ağrısı, geç artık. Geç!"

Bahçeden gelen çocuk sesiyle başımın ağrısını bir kenara bırakıp uzandığım yataktan doğruldum. Perdeyi hafif araladığımda gördüğüm görüntü dört yıldır bu bahçede hiç alışık olduğum bir görüntü değildi. Benim her zaman oturup saatlerce düşünüp sigara içtiğim salıncakta küçük bir kız çocuğu oturmuş annesinden onu sallamasını gülen gözlerle istiyordu.

İki gece önce gelen adam yetmezmiş gibi birde bu çocuk ve kadın çıkmıştı başıma. İnsanlardan uzak olmak için her yolu denemiştim. Şimdi ortalığa gürültü saça bu veletle ne yapacağımı bilmeden kala kalmıştım.

Ben çocukları sevmezdim.

Gürültü aralıksız üç saat sürmüştü. Salla beni anneciğim, tut beni anneciğim, kaçma anneciğim gibi anneyle biten düzinelerce cümleden sonra nihayet son bulmuştu. Yalnızlığıma tecavüz eden o velede temiz bir dayak atmak istiyordum. Artık bahçeye geçireceğim zamanın benim için kısıtlı olacağını biliyordum. Ayağıma geçirdiğim terliklerle bahçeye açılan kapıdan geçip, salıncağıma doğru telaşsız adımlar ilerledim. Salıncağımın önüne geldiğimde beni karşılayan bembeyaz bir oyuncak ayıyı hiç beklemiyordum. Usulca salıncaktan kaldırdığım ayının yerine oturmuş oyuncak ayıyı inceliyordum. Bu nasıl bir oyuncaktı böyle? Hangi normal çocuk böyle bir şeyle oynamak isterdi ki? Çok çirkindi bu şey.

Yüzümü buruşturmuş elimdeki çirkin şeyi inceliyordum ki anında açılan bahçe kapından bana doğru koşan kız çocuğuyla kas katı kesildim.

Tam önümde soluk soluğa durmuş kocaman yeşil gözleriyle elimde tuttuğum oyuncak ayıya bakıyordu. Onundu demek bu sevimsiz ve çirkin şey. Gerçi başka kimin olacaktı Ayladùa.

Pamuk gibi yumuşak bir ses kulaklarımı sardı. "O benim oyuncağım." dedi parmağıyla beyaz oyuncak ayıyı gösterirken.

Elimde tuttuğum oyuncağı ona doğru uzattığımda büyük bir gülümsemeyle kollarının arasına alıp sarıldı. Sonra aklına bir şey gelmiş olacak ki o kocaman yeşil gözlerini bana çevirip. "İstersen Bonibomla sende oynaya bilirsin. Çünkü ben de senin salıncağında çok kez sallandım." deyip beyaz oyuncak ayıyı bana doğru uzattı. Bu çirkin şeye bir de isim mi takmıştı?

Ben ne yapacağımı bilemeden bana uzatılan tüy yumağına garip garip bakarken arkadan nahif bir kadın sesi imdadıma yetişti. "Aydeniz, kızım rahatsız etme ablanı."

Bakışlarımızı birbirimizden kopardık, kadın bize doğru usul usul adımlıyordu. İlk bakışta dikkatimi çeken şey kadının kusursuz fiziğiydi sanki daha önce çocuk doğurmamış gibi bir vücuda sahipti. Üzerine giydiği mavi balıkçı yaka kazak ve altına geçirdiği siyah kot pantolonla oldukça sıradan durması gerekiyordu ama durmuyordu. Kazağının üzerinde ki kıvırcık kömür karası saçları gerçekti. Ben onu incelemeye o kadar dalmıştım ki bana uzatılan eli son anda fark edebildim.

"Merhaba, ben Gamze." diyen kadife sesli kadının önce yüzüne sonra bana uzattığı eline baktım. Usulca kaldırdığım elimi hiç istemeden onun avuçlarıyla buluşturdum.

"Ayladùa ben." dedim düz bir sesle.

"Memnun oldum Ayladùa." Ben memnun değildim. Başımı belli belirsiz aşağı yukarı sallayıp bakışlarımı konuşan kıza çevirdim.

"Anneciğim, dayım nereye gitti?"

"Evi için alması gereken ihtiyaçları varmış onları almak içim dışarıya çıktı birtanem."

Dudaklarımdan firar eden soruyla bakışları kızında olan kadının bakışları tekrar beni buldu. "Siz burada oturmayacak mısınız?"

Cevap beklediğim kişiden değildi. "Yo, burası dayımın evi. Biz dayıma yardım ediyoruz sadece, değil mi anneciğim? Hem bizim kocaman bir evimiz var." Küçük kızın dudaklarından çıkan sözler beni mutlu etmişti. Çünkü bu sözler bu sabahki çocuk sesinin olmayacağı anlamına geliyordu.

"Evet, sadece kardeşime taşınma konusunda yardım etmek için gelmiştik. Pek sık gelebileceğimizi sanmıyorum ama bir komşusu olduğuna gerçekten çok sevindim." diyen kadına itiraz hemen küçük kız tarafından gelmişti.

"Dayım ne zaman istersem gelebileceğimi söyledi ama anneciğim." Kırgın mı çıkmıştı şimdi bu veledin sesi?

"Elbette istediğimiz zaman gelebiliriz güzel kızım ama çok yakın bir zamanda senin okulun başlayacak ondan öyle söyledim." Yumuşak sesiyle kızını ikna etmeye çalışan kadını hayretle izliyordum. Birkaç avutucu cümleden sonra küçük kız tamamen ikna olmuştu ve kocaman yeşil gözlerini sanki yeni fark ettiği sol gözümün hemen altındaki yaraya dikmiş sorup sormamak arasında kararsız kalmış bir şekilde ayaklarını oynatıyordu.

"Gözüne ne oldu ki?" Saf bir masumlukta sorduğu soru beni rahatsız etmişti. Sorudan hoşlanmadığımı anlayan kadın.

"Kızım, tanımadığımız insanlara bir anda öyle sorular sormamalıyız." dedi telaşlı bir sesle.

Gözlerimi küçük kıza çevirdim. "Kaza geçirdim." dedim. Silmek istediğim o karanlık anılar zihnimin yaralı duvarlarında kendilerini dışarı atmanın bir yolunu bulmak için birbirleriyle savaşıyorlardı.

Cevabının ne anlama geldiğini bilmediğin bir soru bir başkasını incitebilirdi. Bir başkasının yarasına çokça acıtabilirdi.

"Çok acıdı mı?" Acıdı, hâlâ acıyor.

"Hayır, yıllar geçti. Artık acımıyor." dedim acıyan kalbimi yok sayarak.

Bana iyice yaklaşıp küçük ellerini salıncaktan sarkan dizlerimin üstüne koyup bir sır verirmiş gibi fısıldadı. "Acırsa bana söyle Ayladùa abla. Dayım acıyan yerleri öperek geçirebiliyor. Senin de gözünden öpüp acını alabilir bence." Donuk mavi gözlerimle bana alttan kocaman yeşil gözleriyle bakan kıza zorlukla bakıyordum.

"Olur, söylerim Aydeniz." Parlak gözlerle bana bakan kıza acı kokan gözlerle baktım.

"Tanıştığıma tekrar çok memnun oldum Ayladùa." Zoraki bir tebessümle kafamı sallamaktan ileriye gidemedim. Gamze denen kadında bunu pek dert etmemiş gibi duruyordu. Kızının minik elinden tutup kısa bir sürede gözden kayboldu.

Seni çok özledim. Duvarda asılı siyah beyaz bir fotoğrafa bakıp bunu sana defalarca söylediğimi biliyorum. Özür dilerim ama bu kez çok daha fazla acıtıyorsun beni. Fotoğrafındaki kara gözlerin hep gülümsüyor bana, sanki hiç ölmemişsin gibi bakıyorsun.

"Ben seni hiç bırakır mıyım güzel kadın" der gibi deniz gözlerime bakıyorsun o fotoğrafta.

Sen gittin ben çok ağladım.

Fotoğrafını duvardan indirmek istedim biliyor musun? Ben ağladım duvar ağladı, ben yandım duvar kül oldu.

İndiremedim.

Kalbime saplanan çivi gibi hâlâ asılısın odamın duvarında.

Kaç saattir oturuyordum burada? Hava birkaç saat önceye göre çok hızlı bir şekilde değişmişti. Üzerimdeki siyah bir kapüşonlu ve ince gri bir eşofman olması soğuk havayı iliklerime kadar hissetmeme neden oluyordu.

İçimi ürperten havayı kara bulutlar sarmıştı. Ağlayamayan gözlerim yerine ağlamak istiyorlardı sanki. İlk damla avucumda tuttuğum içinde iki dal kalmış sigara paketimin üzerine düştü. Diğer yağmur tanecikler de art arda intihar etmeye başladılar. Oturduğum yerden kalkmak istemiyordum. Beni ıslatan bu yağmurun ilmeğini boynuma dolayıp beni kurtardıklarını düşünenlere içten içe bir ders vermeyi arzuluyordum.

Yağmurun intiharına gök gürlüyordu sanki.

Islanan kızıl saçlarımdan akan damlalar gözümden yanaklarıma oradan da boynuma akıyordu. Sırılsıklam olmuştum, üşüyordum.

Ölmek istiyordum ama onu bile başaramamıştım.

Önümde dikilen koca beden ile aniden irkildim. Karşımda dikilen adamın sert nefesi kulaklarımı okşuyordu. Bakışlarımı o gece ilk defa gördüğüm adamın yüzüne çevirme cesareti gösterdim.

Gözlerime, avına sivri dişlerini geçirmek isteyen yırtıcı bir hayvan gibi bakıyordu. Beni parçalamak istiyordu. Beni anlamak aynı zamanda anlamamak istiyordu.

Büyük bir direnç hissettim. Tüm benliğimle meydan okuyordum. Konuşmak için ne o bir girişimde bulunmuştu ne de ben.

İlk defa yüzünü bu kadar net görüyordum. Yüzünde yumuşak hiçbir iz yoktu. Siyah gür saçlar, aynı koyulukta kirli sakallarla kaplı sert ve oldukça keskin bir çehre onu tamamlayan kalın dudaklar ve düzgün olmayan ama yüzüne yakışan bir burun.
Gözleri ise soluk bir buz kütlesinin batan kısmı gibiydi. Gözlerinde yaşama dair hiçbir his yoktu, bom boşlardı.

Gözlerime kustuğu bu garip şey de neyin nesiydi?

Korkmamı mı istiyordu? Beni gözlerindeki mavi bilinmezliğe bulanan ölümle korkutamazdı çünkü ölüm yaşayanlar için vardı.

"Ölmek mi istiyorsun?" Bu sesin sahibi yağan yağmurdan daha çok üşütmüştü beni. Gözlerimi ölüm kuyusu olan gözlerinden ayırmadım.

"Dayanıklıyımdır ben." dedim artık yama tutmayan bir sesle.

Neye dayanıklı olduğumu anlayamamıştı. Ölmemeye dayanıklıydım. Gözümü sıyırıp geçen kurşuna rağmen, kalbime saplanan acının her geçen gün büyümesine rağmen bu kahrolasıca nefesi ciğerlerime alıyordum.

Sol elini sanki söyleyeceklerini düşünmek ister gibi yüzüne düşen yağmur damlacıklarıyla birlikte yüzünü sıvazladı. "Kimse göründüğü kadar dayanıklı değildir." Bıkkınlıkla bir soluk çekti dudaklarının arasından. "Sen de dayanıklı değilsin."

Eski Ayladùa'ydı zayıf olan. Ben güçlüydüm. Dayanıklıydım, yıkılmamak için bir ana tutunmuştum.

Buruk bir kin kokuyordu sesim. "Benim kim olduğumu bilmiyorsun."

"Doğru, bilmiyorum." Bana uzatılan ele soluk mavilerimin ucuyla baktım.

"Dorâ, Dorâ Serdengeçti ben." Kendini beğenmiş bir alay gizliydi sesinin tınısında ama buna rağmen cümlesi oldukça düz çıkmıştı.

Bana uzatılan ele soluk mavilerimi değdirip geri çektim. Aradan geçen birkaç dakikadan sonra elini tutmayacağımı anladığında olağan bir şeymiş gibi pantolonunun cebine soktu. Sanki elini tutmayacağımı biliyordu.

"Bir ismin yok mu?" Sesindeki alay korkup bir köşeye saklanmış onun yerine gizlemeye çalıştığı öfke kıvılcımları sahnede yer bulmuştu. Lakin bunları alenen ortaya sermemişti.

"Yok." Öfkemi gizleme gereği duymamıştım. Neden öfkelendiğimi de bilmiyordum oysa.

"İsim birçok şeydir oysa."

Sesim daha önce hiç kullanmadığım bir hâl almıştı. "Ben ismimi sildim, yok benim ismim." Ben her şeyimi kaybedeli yıllar olmuştu.

İki eli şimdi cebinde bir tehdit gibi dururken yağmurun altında bana meydan okuyordu. Şeytanın secde etmesini mi yoksa her şeyi arkasında bırakıp ilk isyanı başlatmanın nedenini mi öğrenmek istiyordu?

Şeytan secde etmedi. Şeytan ölümü için devrim bayraklarıyla kendini astı.

"Sen zaten siliksin. Sadece silik olan uzuvlarına yara bandı yapıştırıp bir çocuk gibi şu salıncakta oturup acının geçmesini bekliyorsun." Bana doğru eğildi, "Yara bandı bu acıyı gizlemeye yetmez," Acımasızca çıkardığı soluğu yüzüme bir kırbaç gibi çarptığında, "Gerçi o yarayı da iyileştirmez." dedi tüm acımasızlığıyla.

Yaram saklanılmaya muhtaç değildi, dikilmeye muhtaçtı.

Anlayamazdı!

Acımın neremi deştiğini bilmiyordu. Beni itmeye çalışıyordu ama ben zaten en dipteydim. Korkutucu yanlarımla, acımasız tutkularımla, kötü isteklerimle, öldürme arzumla dibin de dibindeydim. O yüzden kimseye yalancı iyiler borçlu değilim. Kan kusarken gülümseyemezdim.

Ciddiye alınmamak bir insanı yok ederdi. "Ne o doktor musun?" dedim alayla. Gözlerime sardığı hissiz mavilerine hiç acımadan bıçağımı sapladım.

Dudakları serseri bir haylazlıkla kıvrıldı. "İsterdim ama savcıyım."

Kıstığı mavileri usulca üzerimde dolanıyordu. Bir şey tahmin eder gibi çıkardığı homurtular, "Sen de işsiz olmalısın." dedi olağan bir sesle.

Hayretle yukarıya kalkan kaşlarıma mani olamamıştım. Bir mesleğim vardı. "Bir mesleğim var benim." dedim. Devam et der gibiydi bakışları. "Gazeteciyim."

"Yani işsizsin." dedi tüm sinir bozucu sesiyle.

"İşsiz değilim, kulakların ağır mı işitiyor senin?" Alaylı gülüşünü silmek istiyordum.

"Gayet iyi duyar kulaklarım, tıpkı burnumun da yalanın kokusunu iyi aldığı gibi."

İşsiz falan değildim sadece yaşadığım olaydan sonra en doğru yol olarak bu yolu bulmuştum. İnsanların acıyan bakışları arasında yaşayamazdım. Karşımda dikilen bu adama hiçbir cevap vermek zorunda değildim.

"Seni kızdırdım!" Evet kızdırmıştı. Herkesin benim hakkımda bir fikri vardı ama bırakın da sadece benim kendi fikirlerim olsun.

"Kendine bu kadar değer yükleme!" Gülümsedim, gerçek bir gülümsemeden çok uzaktı gülümsemem.

Cebinden çıkardığı elini ensesine getirip kibar olmayacak bir şekilde sıkıp bıraktı. O an bu hareketi sinirlenince yaptığına yemin edebilirdim.

"Bir ilk yardım kuralı, yaralının yarasını görmesine izin verme der. Ben bu kuralı hayatım boyunca yok saydım ve sana yaranı gösterdim. Senin bu sakladığın saldırgan öfken bana değil, kendine." Kustuğu zemheri sözler bittiğinde bir cevap vermemi dahi beklemeden arkasını döndü ve yürüdü.

Sabır gömleğimi artık yırtılmıştı.

Yükselttiğim sesimle hiç duraksamadan, "Bir şey içindeki acıyı arttırıyorsa ona öfkelenirsin!" dedim. Bahçede yankılanan sesim ikimiz arasında uğur böceğinin karıncaya olan zaafını anlatması için kendisini urgan ipiyle kanatlarından asması kadar çaresizlik kokuyordu. Adımları yağmurun ıslattığı bahçe toprağında gitmek ve kalmak arasında asılı kaldı.

"Kar kadar beyaz yalanlara sahip olduğunu düşünüyorsun ama ayaza bulanmış bu öfken seni öldürecek!" Bir kalp atmayı bıraktıktan sonra onu daha fazla parçalamak bir işe yaramazdı. "Kinin seni öldürmeden önce, içinde ki o acıyı öldür."

Soğuktan ölürken, geri kalan herkesi ateşlere atmaya yemin etmiştim ben. Çünkü bazıları cehennemde iblisin kollarında doğarken, bazıları cennette kovulan şeytanın ellerinde büyürdü. Kimse bir seçim hakkına sahip değildi. Ben de o hakka sahip değildim.

"Gecen hoş olsun, kızıl." O gittiğinden beri her şey büyük bir ziyandı.

Cevap vermemiştim, o da bir cevap beklememişti zaten.

Yalnızlığın kahrını şimdi o tek fotoğraflın asılı olduğu odaya girerek bir kefaret verir gibi ödeyecektim.

Bir insan görkemli bir sadelikle nasıl sevilir bana o öğretmişti. Ama giderken bana öğrettiği başka bir şey daha vardı. Anıların yaralardan daha derin ve unutulmaz izler bıraktığını.

Titreyen bacaklarım beni dikdörtgen pencereden firar eden yapay ışığın vurduğu soğuk zemine zar zor taşımıştı. Dizlerimin üzerine çöküp üzerimdeki nemli kıyafetleri küçük bir telaşla çıkarmaya başladım. Tamamen soyunup yatağımın soğuk çarşafları içine gizledim yorgun bedenimi.

Yatakta yan dönüp gözlerimi hasretle duvarda asılı fotoğraftaki kara gözlerle kavuşturdum. Kara gözler bana bakıyordu. Gözlerimi sımsıkı yumdum. Yine o silinmesine asla izin vermeyeceğim kara gece geldi gözlerimin önüne. İtiraf ediyorum sevgilim, günlerce bir avuç toprağa ağladım. Seni benim kollarımdan alıp kendi koynuna soktuğu için kara toprağa bile düşman oldum.

Yokluğun her şey acıtıyor.

Kahkaha atmayı unuttum sen gideli. Gülümsediğimde gözlerime ulaşamayan gülümsemem kesiliyor, aklıma sen geliyorsun. Kalbimin atışı değişiyor, bedenim üşüyor ve o an ellerimi nereye koyacağımı bilemiyorum. Gözlerim acı acı doluyor ama kapatmaya cesaret edemiyorum. Kötü olan ne biliyor musun sevgilim? Gözlerim dolu doluyken dudaklarımda asılı kalan ve yama tutmayan o gülümsemeye herkes inanıyor.

Gece sabaha kavuşuyor, sabah gecede boğuluyordu. Yine uyuyamamıştım tüm gece. Sıcak bir duşun ardından peş peşe yaktığım sigara izmariti dolu küllüğe bir bakış attım. Neredeyse iki gündür bir şey yemediğim için midem bulanmaya başlamıştı. Gerçi kendimi zorlaya zorlaya yediğim şeyleri de çıkarıyordum. Dün gece ağlayan gök bugün yerini güneşe bırakmıştı. Evde o bilindik zil sesi yankılandığında, oturduğum yerden kalkıp kapıyı doğru yürüdüm ve açtım.

"Günaydın, Dùa." dedi elindeki simit poşetini sallayan Deniz. Hiç Ayladùa demezdi bana.

"Günaydın." diye mırıldandım.

Denizle tanışalı aşağı yukarı dokuz ay olacaktı. Birbirimiz pek tanıdığımız söylenemezdi ama hayatımda bir yere sahip arkadaş vasfı taşıyan tek kişiydi. Ne çok mutlu ne de çok üzgün bir kızdı. Arada dalıp giden bakışlarını yakalamam dışında başka bir garipliğini yoktu.

Kapının önünden çekilip, "Girsene." dedim. Elindeki poşetlerle yanımdan geçip küçük mutfağa girdi. Muhtemelen çay demleyecekti.

Mutfaktan gelen zayıf ses, "Sen bir şey içmek ister misin?" diye salonda oturan bana ulaştı.

İçeceklerle pek aram yoktu. "İstemiyorum ben, sağ ol. " Çayın tadı, kahvenin ise kokusu midemi bulandırıyordu.

Bir elinde tuttuğu dumanı tüten çay, diğer elinde tuttuğu simit poşetiyle çaprazımdaki yeşil koltuğa kendini bıraktı. Çayını önündeki sehpaya bırakım simitlerden birini bana uzattığında ister istemez artık bir şeyler yemem gerektiğini biliyordum.

"Taş simit." dedim mırıltı gibi çıkan sesimle. O beni duymamıştı. Elindeki simit ve çayı midesine göndermenin derdindeydi. Kafamı sallayıp bende simidimden bir ısırık aldım.

"Dùa, birkaç isim buldum ama o bilgilere ulaşmak için hukuk fakültesi bitirmemiz gerekebilir." Anlamamıştım.

Kaşlarımı derinden çattım. "Daha açık konuşur musun?" dedim sabırsız sesimle.

Azındaki lokmayı tam çiğnemden yuttup. "Yani diyorum ki gizli bilgi ve basın kartın o bilgilere erişmemiz için yeterli değil." Göz kırptı, anla artık der gibi.

"Başka bir yolu olmalı Deniz!" Kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Ayaklarım yukarı aşağı hareket ederken, bakışlarımı Deniz'in üzerinden çekip boş duvardaki bir noktaya diktim.

"Birkaç avukat arkadaşımla konuştum, bu iş için sıradan bir avukattan daha fazlasına ihtiyacımız olduğunu söylediler. Öyle her kesin ulaşabileceği bilgiler değilmiş." dedi beni avutmak isteyen sesiyle.

"Daha fazla beklemek demek daha fazla vakit kaybetmek demek Deniz," Kızgındım, karşımdaki duvarı yumruklarımla yıkabilecek bir öfke birikmişti içimde. Aniden Deniz'e dönüp, "Benim kaybedecek dört yılım daha yok!" dedim kararlı bir sesle.

"Beklemeyeceğiz Dùa, sadece başka bir yol bulup o yolda ilerleyeceğiz," dedi beni sakinleştirmek istiyordu. "Tamam mı?"

Kabullenmekten nefret ediyordum. Ağızlara kolayca alınan adalet yazısından, yasalardan, işini satan şerefsizlerden nefret ediyordum. "Tamam ama çabuk bulalım o diğer yolu." Ruhum üşüyordu, onu örtecek ya da avutacak hiçbir şeyim yoktu elimde. Bomboştum!

"İstihbarattan bir arkadaşım isimlerden birinin pis bilgilerine elimizdeki diğer üç isimden daha kolay ulaşabileceğimizi söyledi."

"Ama bulacağımız bilgi bir bokumuza yaramayacak değil mi?" Geçen dört yılın bana öğrettiği en önemli şey kolay ulaşılan bilginin kaçınılmaz bir şekilde değersiz olmasıydı.

"Bilmiyorum Dùa, gerçekten bilmiyorum. İşimizi görür diyerek seni bir başka hayal kırıklığına uğratmak istemiyorum ama içten içe işe yaramasını çok istiyorum. Barış'ı senden alanların tek tek hak ettikleri cezayı çektiklerini görmeyi en az senin kadar bende arzuluyorum." İsminin geçtiği bu bükük cümle ne hüzünlüydü. Çektiğim bu acının bir tanımı bile yoktu oysa.

Ruhum onun isminin dudaklarımdan dökülmesinin özlemini çekiyordu. "Söyleme." Mutsuzluğum eskimişti.

"Dùa, ismi dudaklarını çok özlemiştir." Deniz'in sözleri doğru olabilirdi ama ben korkak bir kadındım.

İsmini dudaklarım çok özledi, doğruydu bu.

Korkuyordum işte, sanki ismi iki dudağımın arasından yanlışlıkla firar ederse, hiçbir zaman alamayacağım o cevapla geri dönülmez bir boşluk içinde düşüşü yaşayacaktım.

"Yapamıyorum ki, söyleyecek gibi oluyorum sonra çıkmıyor o beş harf." Parmaklarımı boğazıma götürüp acıtırcasına bastırdım. "Tam şurama oturuyor Deniz, ne aşağı gidiyor ne de yukarı çıkıyor." dedim perişan olmuş bir sesle. Bir isme yüklediğin anlam senin yıkılmaz dediğin tüm o kalın duvarlarını üzerine yıkabiliyordu. Seni de o yığınların altında çığlık çığlığa bırakıp, hissettiğin katıksız acı ne ölü olmana ne de yaşıyor olmana yarıyordu.

Huzursuzluk sindi odaya, bir süre ne Deniz konuşmak için bir girişimde bulundu ne de ben. Bir saat sonra isimleri ve bağlantılı olduklarını düşündüğümüz mekânların listesini yapmıştık. Ne kadar az isim varsa o kadar çok mekân bağlantısı vardı. Şeref yoksunu köpeklerin pis işlerini saklamak için kullandıkları paravandı tüm bu yerler.

Saat öğleden sonra üçü gösteriyordu. Deniz oturduğu tekli koltuktan yavaşça kalkıp odanın içinde garip hareketler yapmaya başladı.

"Dùa kalk bir hava alalım, dışarı çıkalım. Biraz daha bu evin boş duvarlarına bakacak olursam sıkıntıdan ortadan ikiye yarılacağım." dedi.

"Sen çık ben biraz yalnız kalmak istiyorum." dedim yorgun sesimle.

"Yok öyle şey. Sen yalnız kaldıkça kafanda kurdukça kuruyorsun. Çok yalnız kalmak istiyorsan ben de şu kanepeye oturayım ayrı ayrı yalnız kalalım." Ela gözleri benden bir cevap istiyordu.

"Deniz, geçekten istemiyorum." İnsanların gülen yüzleri bana geçmişimi hatırlatıyordu. Kahkaha atabilen, umut dolu o güzel kızı.

"Tamam o zaman, bari şu bahçeye çıkıp biraz hava alalım. Sonrada bir şeyler yapar yeriz kurt gibi acıktım yine ben." Çocuksu bir istek vardı sesinde.

Cevap vermek yerine ayaklanıp bahçeye giden kapıya ilerledim. Deniz'in peşinden geldiğini çıkardığı gürültülü adım seslerinden anlamamak imkansızdı.

Büyük yaşlı ağacın dallarına asılı olan salıncak rüzgârın etkisiyle hafif sallanıyordu. Hava ne sıcak ne de soğuktu, sonbahar değil de ilkbaharı yaşıyorduk sanki. Kapının yan tarafına koyduğum taburelerin birine Deniz birine ise ben oturdum.

"Sigara?" Bana uzatılan paketten bir dal alıp dudaklarımın arasına bıraktım. Önce kendi sigaramı daha sonra Deniz'in sigarasını yaktım. Nikotinin her hücremi zincirleyişini büyük bir hazla kabul ediyordum. Tutsak edilmiştim ama pekte şikayetçi değildim. Kafamdaki sanrıların azaldığını hissettiğim tek zaman dilimiydi.

"Of be analar neler doğuruyor." Deniz'in beğeni dolu cümlesiyle kendime geldim. Ne dediğini anlayamamıştım. Gözlerini hiç kırpmadan bir yere dikmiş dudağının kenarında sallanan çapkın gülümsemeyle öylece bir noktaya bakıyordu. Baktığı yere baktım. Ellerindeki tabakları bahçedeki küçük masaya koyan bir adama dikmişti elalarını. Daha önce hiç görmediğimiz biriydi.

"Tabak koyuşundaki zarafeti görüyor musun Dùa?" Kahkaha atabilseydim kesinlikle atardım.

"Deniz, sen iyi misin?"

"Bu adamdan ne güzel koca olur değil mi?" Deniz'i daha önce hiç böyle gördüğümü hatırlamıyordum.

Bakışlarımı adamın üzerinde ilgisizce gezdirip, "Seninle aynı fikirde değilim Deniz." Diye mırıldandım.

"Benimle aynı fikirde değilsen muhtemelen yanlış yoldasın Dua, temennim en kısa zamanda doğru yolu bulman olacaktır." diyerek koca adayını izlemeye devam etti.

"Pes Deniz."

"Asıl sana pes, sus bize bakıyor."

"Merhaba hanımlar." diyen oldukça kibar ama mesafeli sesle Deniz'in yan tarafımda iç çektiğini duydum. Birkaç dakikadır bizden cevap alamayan adam tekrar konuşmak için ağzını açmıştı fakat arkadan gelen tanıdık kadın sesiyle sözlerini yutmak zorunda kaldı.

"Selam Ayladùa, nasılsın?"

"İyiyim sağ olun." dedim oldukça mesafe kokan bir sesle. Bakışlarım Deniz'e döndüğünde o hâlâ aynıydı.

"Ben Gamze," Eliyle yanındaki adamı gösterip. "Bu da kardeşim Gökalp" dedi.

"Memnun oldum ben de Deniz, Ayladùa'nın arkadaşıyım." Sesindeki utangaç tınının farkında olan bir tek bendim. Ahlaksız ve edepsizliğiyle ün salmış Deniz ilk kez utanmıştı.

"Çok güzel bir ismin var Deniz. Tanıştığıma çok memnun oldum. Sende baya memnun oldun herhalde Gökalp." Sesindeki eylenir tınıyı saklama gereği duymayan Gamze baya mutlu gözüküyordu.

Boğazını temizleyen adam gözlerini önce bana daha sonra Deniz'e çevirip. "Çok memnun oldum." dedi bir şeyler saklamaya çalıştığı sesiyle.

"Anneciğim dayıma bir şey söyleri misin sakallarıyla beni çiziyor." Aydeniz'in kıkırtısı tüm bahçeyi sarmıştı. O adamın kucağında huzurlu bir şekilde duruyor ve kocaman açtığı gözleriyle dayısına bakıyordu.

"Dorâ, kızımın canını yakmayı bırak ve hemen onu yere indir." Sahte bir öfkeyle söylenmiş sözlerdi.

Buzdan lacivertler bahçede tek olmadıklarını hissetmiş gibi hiç zorlanmadan beni bulmuştu. Kucağında tuttuğu Aydeniz'i ayaklarının üzerine bırakıp benden ayırmadığı bakışlarını kısa bir süreliğine yanımda oturan Deniz'e çevirip tekrar bana dikti.

Gözlerinin buzları bana batıyordu.

Bana doğru koşan Aydeniz ile bakışlarımız koptu. Ne olduğunu anlamadan boynuma dolanan kollarla kala kaldım. Elimde tuttuğum sigarayı ufak kızın bedeninden uzağa çektim ama kollarımı bu küçük bedene sarmadım. Deniz şaşkın gözlerle bir bana bir de Aydeniz'e bakıyordu.

Boynuma dolanan eller gevşemiş ama yüzü yüzüme çok yakındı. "Ayladùa abla sen de bizimle yemek yer misin?" dedi yumuşak sesiyle.

"Çok güzel olur, sizde bize katılın lütfen." Bu kız annesiyle birlikte beni delirtmek istiyor olmalıydı. O kadar doğal davranıyorlardı ki ilk kez gören yıllardır komşu olduğumuzu sanardı.

"Olur, Gamze abla ben de acıkmaya başlamıştım." Az önce utanan kız nereye gitmişti. Bu kızın kulakları yemek lafını duyunca tüm duyguları yüz seksen derece değişiyordu.

"Bu ne şimdi Deniz?" Sesimdeki tehdit yüklü tınıyı görmezden gelip. "Açım. Acıkmakta mı suç kardeşiö." dedi.

"Zıkkım ye Deniz." Diye ağzımın içinde geveledim.

"Bir şey mi dedin Dùa?" diyerek sırıtan bu kızı dövmek istiyordum.

"Hadi şu sofrayı kuralım, ben çok acıktım." Ses Gamze'ye aitti. Her şey o kadar hızlı olup bitmişti ki ne olduğunu anlayamamıştım. Hazırlanan yemek masasında oturmuş neredeyse yarım saattir masada geçen konuşmaları bütün sessizliğimle dinliyordum.

"Ayladùa abla sen hiç konuşmaz mısın?"

"Konuşmayı sevmez o dayıcım." dedi, masadaki konuşma onun sözleriyle kesildi. Şimdi herkesin dikkati benim üzerime çevrilmişti.

Elimde tuttuğum çatalı tüm gücümle sıkıp kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Söylediği her söz alaya bulanmış zehirli bir iğne gibi batıyordu. Mantığım duygularımla savaşmayı bıraktı.

Fersiz gözlerimi soğuk mavi gözlerine diktim. "Konuşmayı severim Aydeniz ama herkesle değil." Cevabım onun üzerinde bir etki bırakmamıştı ya da hislerini çok iyi kontrol ediyordu.

"Sen ne iş yapıyordun Gökalp?" diyen Deniz aklınca masadaki gerilimi azaltmak için ortaya bu soruyu atmıştı.

"Çocuk doktoruyum." İşini seviyordu. "Ya senin mesleğin nedir Deniz?" Kibardı, abisinin aksine.

"Ben mi, askerim." dedi, sesi önemsiz bir şey söyler gibi çıkmıştı.

Gökalp ve Gamze aynı anda. "Nasıl yani?" diye sordular.

"Askerim işte." deyip omuzlarını silkti. Yaptığı işin zorluğunu hiçbir zaman ciddiye almazdı.

"Gerçekten çok şaşırdım." dedi Gökalp şaşkınlığını saklama gereği bile duymadan.

"Askerim derken?" dedi Gamze.

"Yüzbaşı olarak görev yapıyorum Gamze abla."

"Zor bir meslek değil mi?" Hüzünlü çıkan bir sesti bu soruyu soran.

"Tüm meslekler kadar ama işimi çok seviyorum o yüzden pek zorlanmıyorum. Hatta emir vermek hoşuma bile gidiyor." dedi kıkırdayarak. Gamze'nin, Deniz'in üzerinde olan bakışları sevgiyle parlıyordu ama Gökalp'in bakışlarında büyük bir hayranlık gizliydi.

"Hayran olunası." Deniz, Gökalp'ten duyduğu sesle masadaki bardağı devirdi. Yanakları allık sürmüş gibi kızardı anında.

"Şey kusura bakmayın ne oldu anlayamadım. Birden düştü." Bu kadın Deniz değildi.

Gamze'nin avutan cümleleri masada çalan telefon sesiyle son buldu. Çaprazımda oturan adamın sert sesi açtığı telefonla tüm masaya yayıldı.

"Söyle, Levent." Telefon açışı tam da ona yakışır şekildeydi. Kaba.

"Sokturma lan sebeplerinden. Ben sana demedim mi o it o delikten çıkmayacak diye." Öfkesi masada sessizce oturan Aydeniz'i korkutmuştu. Gamze'nin kızına doğru eğilip kulağına fısıldadığı birkaç şeyden sonra Aydeniz masadan kalkıp bahçeye açılan açık kapıdan evin içine girip gözden kayboldu.

"Senin yapacağın işin gelmişine geçmişini sövdürtme Levent" diye gürlediğinde alnında birkaç damar sinirden belirginleşmişti.

"Kapat! Bir saate oradayım." Karşı tarafın ne dediğini beklemeden telefonu çat diye kapattı.

"Sorun ne abi?" Tedirgin üç çift bakış arasında benim umursamaz bakışlarım önümdeki tabaktaydı.

"Bırakmışlar!" Tek kelimelik bu cümle kin doluydu.

Gökalp'in çehresi Dorâ kadar olmasa da sert bir hâl almıştı. Gamze'nin dudaklarında dökülen mırıltılar kendi içinde savaştığını gösteriyordu.

"Tutuklanması gerekiyordu." dedi Gökalp

"Gerekenler yapılmıyor, parası olanlara işliyor bu sistem Gökalp!" Ellerini kendini sakinleştirmek ister gibi parmaklarını saçlarına geçirip çekti.

Öfke dolu gözler bana nefretinin boyutunu anlatmak ister gibi baktığında hepimiz susuyorduk. Birkaç dakika sonra o ve Gökalp çıkıp gitmişlerdi. Ben ve Deniz masayı toplamış ve daha sonra eve geçmiştik.

🌵

Gecenin kasvetli boşluğu evimin duvarlarında asılıydı yine. Sigara paketimi alıp bahçeye geçtim. Deniz ile gündüz oturduğumuz tabureleri es geçip sırtımı kapının çaprazında ki ağacın kahverengi iri gövdesine dayadım. Başımı kaldırdığımda şehir ışıklarından dolayı belli belirsiz olan yıldızları izlerken elimdeki paketten bir sigara çıkartıp yaktım. Zihnim beni büyük bir çıkmaza sürüklüyordu. Kafamın içinde yönünü kaybetmiş ölü cesetler birbirlerine beni gösterip alay ediyorlardı.

"Sen yoksun, sen olmalıyken." Acı bir fısıltıydı. Sevdiğim adamın yüreğinde ölmek varken, sevdiğim adamı öldürmüşlerdi.

Yanıma oturan sert bedenle irkildim. Bu adamın derdi neydi böyle? Omuzlarımın üzerinden çevirdiğim bakışım gecenin zar zor aydınlattığı yüzündeydi. O sert yıkılmaz adam gitmiş onun yerine dağılmış biri gelmişti. Bacaklarımın üzerinde olan paketten bir dal sigara çıkartıp yaktı. İçine çektiği dumanla yanakları içe doğru girdi ve kemikli yüzü kendini gün yüzüne çıkardı. Bir cevap arar gibi gözlerimi ona dikmişken o sadece izin almaya gerek duymadığı sigarasını içiyordu.

"Kimsin sen?" Yine aynı soru. Kimdim ki ben. Gerçek kimdim ben?

"Yine mi başa sardık?" Çok yakınımdaydı. Burnuma giren keskin koku beni rahatsız etmişti. Rahatsız eden şeyin tam olarak ne olduğunu bilmiyordum, yakınlığıydı belki de.

"Kimsin sen?" dedi bıkmış bir sesle.

"Kim olduğum neden bu kadar önemli?"

"Sadece duymak istiyorum." Biten cümlesiyle öldürme isteğinin sindiği bakışlarını beni buldu.

"Ayladùa." Neden bu kadar zordu.

"Adını sormadım, kim olduğunu sordum. İkisi farklı şeyler." Birinin benle değil de kim olduğumla ilgilenmesi gülünçtü.

"Her gece şu salıncakta dur durak bilmeden peş peşe sigara yakan kadın mı, gözlerindeki intikamla yanacak ve yakacak olan kadın mı, yoksa kendisiyle fısıldayacak kadar birini özleyen kadın mı? Hangisisin sen?" Sesinde yangında bir hiçlik gizliydi. Birkaç basit cümleyle beni çözebileceğini sanacak kadar da cüretkârdı.

Gözlerimle savaş açmıştım. "Hiçbiri," Alaylı bir gülümseme süzüldü dudaklarımda. "Ben o kadınlardan hiçbiri değilim. Ben o kadınların ve daha sayamayacağın kadınların bir çoğuyum." Sesli bir soluk aldım. "Beni çözmüş gibi karşıma geçip beylik lafları etmeyi bırak!" dedim.

"Çözmek isteseydim, kim olduğunu sormazdım?" dedi kendinden emin bir sesle. Sanki kim olduğumu bulmak onun için kolay bile sayılmayacak kadar basitti. "Kim olduğunu zaten biliyorum." dedi büyük bir ciddiyetle.

Sağır edecek bir suskunluk asıldı aramızda.

Kim olduğumu tam anlamıyla ben bile bilmiyorken o nasıl bilebilirdi?

🌵🌵🌵

Instagram; yamayapmakguzeldir / kaktuslere

Continue Reading

You'll Also Like

1.7M 122K 29
Onların kaderi yıllar önce yaşanmış tek bir gece sayesinde birleşti. Bir anda karşısına çıkan ve peşini bırakmayan Atmanlı aşireti genç kızın bütün s...
ZEMHERİ By yudumsucan

General Fiction

58.9K 3.1K 11
Zemheri babası tarafından zorla evlendirilen bir kızdı. Akay ona yıllarca aşık bir adamdı. Zemheri Akay'ı sevecek mi?
814K 48.4K 67
"Hiç bir aile karesinde yerim yokmuş ki benim" Ben Buse. Buse Yalın olarak doğmuştum ve şimdi Buse Gamzeli olarak ölecektim. Bu ruhu ölmüş, bedeni ya...
20.1M 1.1M 53
"Karımı artık yanımda, odamda ve yatağımda görmek istiyorum!" diye bağırınca donup kaldım. Ne söylediğinin farkında mıydı? Bir başkasının kimliğiyle...