ÇEPNİ Tuğrabozan

By 6EmreYavuz1

56.4K 5.9K 369

(2020 Wattys TR Tarih Kategorisi Kazananı...) Gök Sultan ile Tuğrabozan'ın arasındaki sevgi kıvılcımı mutlu s... More

GİRİŞ
İZİN
KUTLU HABER
YENİ PUSATLAR
CENEVİZLİLER
TUĞRABOZAN
HAK
GİZLİ SEVDA
KURT
TUZAK
AK ÖRGÜ
GÖNÜL OKU
KAVUŞMA
ZEHİR
YARIŞMA (1)
YARIŞMA (2)
HABER
HAİN
SAVAŞ
İNTİKAM
FETİH YOLUNDA
KUTLU
BEKLENMEDİK
ULA - FİNAL
TEKERRÜR - YENİ ÇALIŞMAYA GEÇİŞ: 1. KISIM
KUTLU'NUN YOLU - YENİ ÇALIŞMAYA GEÇİŞ 2. KISIM
3. KİTABIM // ULA // ÇIKTI
EKLENECEK SAYFA [DEDEM KORKUT & ATAM SARI SALTUK]
EKLENECEK SAYFA
EKLENECEK SAYFA
EKLENECEK SAYFA
EKLENECEK SAYFA

YARIŞMAYA DOĞRU

1.1K 162 8
By 6EmreYavuz1

Hadis 27: Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Üzerine güneş doğan en hayırlı gün cuma günüdür. Adem o gün yaratıldı, o gün cennete konuldu ve yine o gün cennetten çıkarıldı." [Kaynak: Müslim, Tirmizî]

Hadis 28: Ebû Hüreyre radıyallahu anh'den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:

"Büyük günahlardan kaçınıldığı sürece, beş vakit namaz ile iki cuma ve iki ramazan, aralarında geçen günahlara kefaret olur." [Kaynak: Müslim]

Hadis 29: İbni Ömer (r.a) rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

"Namazınızın bir kısmını evlerinizde kılınız da oraları kabirlere çevirmeyiniz." diye buyurdu. [Kaynak: Müslim]

^

2 gün sonra.

Minik börülerle devam ettirmekte olduğu sohbeti gördü. Yürüyerek sohbet halkasının yanına vardı. Selâm verdi. Selâmı hep bir ağızdan alındığı sırada bağdaş kurmak suretiyle halkaya katıldı. Dilinden dökülenleri hiç bilmiyormuşçasına bir bakış ile dinlemeye başladı onu;

"Evet börüler, söyleyin bakalım namaza başladığımızda tekbirden sonra neyi okuruz?"

Sonundaki 'e' harfini uzatmak suretiyle hep bir ağızdan söylediler:

"Sübhaneke"

"Eyvallah. Biliyoruz ki her hayırlı işe Besmele ile başlanır. Peki neden namazda besmeleden önce Sübhaneke duası okunur? İşte son olarak bu sorunun cevabı üzerine konuşup dersimizi sonlandıracağız.

Allah (celle celalühü) biraz önce konuştuğumuz arşı yaratınca meleklere arşı taşımalarını emretti. Lâkin arş meleklere ağır geldi. Bunun üzerine Allah (celle celalühü) onlara Sübhaneke duasını okumalarını emretti. Okudu melekler;

'Sübhâneke Allâhümme ve bi hamdik...' Daha iyi anlayalım deyu gönlümüze nakşetmemiz gereken anlamı: 'Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim Allah'ım, sana hamd ederim.'

've tebârekesmük...' İsmin yücedir.

've teâlâ ceddük...' Şanın yücedir.

've lâ ilâhe ğayrük.' Senden başka ilah yoktur.

Demem o ki dediler: 'Sübhâneke Allâhümme ve bi hamdik ve tebârekesmük ve teâlâ ceddük ve lâ ilâhe ğayrük.

Demem o ki dediler: 'Seni noksan sıfatlardan tenzih ederim Allah'ım, sana hamd ederim. İsmin, şanın yücedir. Ve senden başka ilah yoktur.'

İşte bu duayı okuyunca melekler koca arşı kaldıracak gücü buldular.

Gözü pek olunuz. Hikmet burada. Namazımıza, Kur'an'ı Kerim'de oluştuğu kelimeleri ayrı ayrı gördüğümüz, anlamı böylesine muhteşem bir dua ile başlıyoruz. Bu dua öyle bir dua ki meleklere güç vermiş. Güç öyle güç ki koca arşı kaldırıp taşıyacak güç bulmuşlar. Demek ki bizler de namazımıza başladığımızda böylesine koca bir yükün altına, tek başımıza girmekteyiz. İşte bu yükü kaldırmadan dua etmekteyiz. Dua etmekte, duamızın hemen ardından bir başka sırra geçmekteyiz."

Lafa girdi içlerinden biri;

"Beyim, peki çokça okuduğumuz Besmele ile yine çokça okuduğumuz Fatiha suresinin hikmeti nedir?"

"Mübarek Besmele ile hadislerde her derdin devasının onda olduğundan, arşın altındaki bir hazineden indirildiğinden emin olduğumuz Fatiha suresini yarın konu edeceğiz. Bugün Sübhaneke de dahil olmak üzere sizlere verdiğim öğütleri belleyin. Sübhaneke duamızı anlamıyla birlikte ezberleyin, namazlarınızı anlamını kalbinizden geçirmek suretiyle kılın. Böylelikle kendinize de atalarınıza da güzel bir hediye eyleyiverin. Hayde bakalım önce güzel bir dinlenin. Sonra doğruca talim alanına, Orhan Bey'in yanına."

Ayağa kalktı minik börüler. Hadisçi ile Mehmet'e selâm vermek suretiyle oradan ayrıldılar.

Mehmet'e döndü Hadisçi:

"Hoş geldin beyim." dedi.

"Hoş buldum."

"Beyim bilginiz üzere Alakurt ile Hau sabah obadakilerle helâlleşip kaleye gittiler. Lâkin tıpkı sizler gibi ak örgüye kavuşan Alakurt yarışmada zihnini toparlayabilecek mi bilemem. Gördüğüm kadarıyla Hau'da bir yola girme niyetinde idi."

"Endişe etmeyesin Hadisçi. Onlar erdirler, savaş alanında atalarını tanımazlar."

"Eyvallah beyim. Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Oralarda kendinize dikkat edin."

"Cümlemizin üzere olur inşallah. Hakkını helâl eylesin. Üzerimizdeki ilim ilmeklerinde emeğin çoktur."

Duydukları karşısında istemsizce duygulandı Hadisçi. Tereddüt etmeden:

"Helâl olsun beyim. Yaptığın iş çok tehlikelidir ama bilirim ki sen atalarından cesursun ve bir işe elini attın mı Allah'ın izniyle galip gelirsin. Bundan da yüzünün akıyla çıkacağına eminim. İnşallah hem siz hem de beyimiz kutlu zaferleri bizlere müjdelersiniz." dedi. Mehmet ile birbirlerine sarıldılar. Sarılmaları bitince Hadisçi, sözlerine devam etti; "Beyim kalenin içerisinde sevmediğin ya da İslam'a aykırı yemekler yeme riskin var. Yanında hurma bulundurasın. Kale içerisinde tahminimce sadece içki değil sütte vardır. Hurma ve süt için rivayet edilene göre alemlere rahmet peygamberimiz (s.a.v) iki en güzel şey demiştir. Onlar seni tok tutacak, sana enerji verecektir." dedi.

"Doğrudur Hadisçi. Beyim Salih Efendi'den de Acve ve Berni hurması ile ilgili bir iki hadis duymuştum. Nasipse merkeze indiğimde limandaki tüccarları gezip onlardan alırım. Süt işine de bakacağım olmazsa su içer, hurma yerim."

"Eyvallah beyim. Beyim bazen yemek yerken Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in günlerce aç kaldığını düşünüyorum da tüm iştahım kaçıyor hiçbir şey yemek istemiyorum. O bir peygamberdi istese her istediğini yiyebilirdi ama o, Dünya'ya hiç meyletmedi. Aç kaldı, hatta taşlandı, mübarek dişi kırıldı. Nice nice zorluklar çekti. Yine de sabretti. Rabbim Peygamberimiz (s.a.v)'i vesile makamına erdirsin. Binlerce salat ve binlerce selam Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)'in, tüm ashabının ve diğer Peygamberlerimiz ve ashaplarının üzerine olsun. Doksan dokuz adına hamd ettiğim, doksan dokuz adına şükrettiğim Allah'ım sizlerin de sağ salim gidip dönebilmesini bizlere nasip eylesin"

"Âmin garındaşım. Âmin. Yüreğine sağlık. Bu arada unutmadan..." dedi Mehmet. Ayağa kalktı. Önünde bağdaş kurup oturdukları çadırı gösterdi. "İçerisi uygun mudur?" dedi.

"Uygundur beyim." dedi Hadisçi.

Bunun üzerine Mehmet, çadırın giriş kısmına geçip zırhını çıkardı. Zırhın altına giymiş olduğu, Hadisçi'nin ona verdiği yeleği üstünden çıkardı. Ardından tekrar zırhını giyip elindeki yelekle Hadisçi'nin yanına gitti. Yeleği ona uzatarak:

"Bu gömleği benden alasın. Senin gideceğin o kutlu vazife benimkinden çok daha mühimdir." dedi.

Hadisçi'nin almam şeklindeki kafa sallayışlarını gördü. Kaşlarını çattı, sert bir ses tonuyla;

"Bilirim seni Hadisçi. Gönlünü de bilirim kalbini de bilirim. Ama gideceğin o kutlu vazifenin ne kadar ehemmiyetli olduğunu da bilirim. Israr etmeyesin de alasın." dedi. Israrla gömleği Hadisçi'ye uzattı.

Son çare yeleği eline alan Hadisçi, Al-i İmran suresinin 92. ayetini okudu. Bu ayet 'Allah yolunda sevdiğiniz şeylerden harcamadıkça iyiliğe asla eremezsiniz. Ne harcarsanız Allah onu hakkıyla bilir.' anlamına geliyordu.

O, bu ayeti okuyunca Mehmet, onun bu gömleğe çok ehemmiyet gösterdiğini ama bunu Allah rızası için niyet edip ona verdiğini anladı.

"Beyim en değerli en sevdiğim malım buydu. Ben, bunu bu ayete uyarak sana verdim. Allah için bunu bana verme. Emanet dahi olsa verme beyim." dedi. Gözlerine yaşlar hâkim olmuş şekilde gömleği Mehmet'e uzattı.

Hadisçi ayeti okuyup üstüne bir de bu lafları söyleyince Mehmet, diyecek başka bir söz bulamadı. Yaşlı gözlerle ona bakan Hadisçi'ye gülümsedi. Tekrar ona sımsıkı sarıldı. Defalarca şükretti. Hamd etti. Hadisçi'nin muhabbetlerini sevdiği için bir müddet daha yanında kalmayı düşündü. Muhabbet devam etsin, ortam neşelensin diye de daha önce içtikleri bitkiyi ne yaptığını sordu. Hadisçi de neler yaptığını, neler yapmaya niyetli olduğunu anlattı.

Birlikte bir müddet daha sohbet ettikten sonra Mehmet, tekrar yeleğini giyerek oradan ayrıldı. Doğruca annesinin bulunduğu çadıra vardı. Müsait mi diye içeriye seslendi. Müsait olduğunu duyunca çadırdan içeriye girdi.

İçeriye girdiğinde annesi ile kız kardeşinin yanında Gök Sultan ile Eçine'nin de olduğunu gördü. Selamını verdi. Selamını alan annesinin ona eliyle gösterdiği yere oturdu.

"Hoş geldin kurt oğlum. Biz de kızlarımla sana yolluk hazırlıyorduk. Sen ne yaptın? Hazırlıkların tamam mıdır?" dedi Gülbahar.

"Tamamdır ana. Nasipse birazdan yola çıkacağım. Sizlerden de helâllik almaya geldim."

"Helâl olsun gözümün nuru oğul. Aman ha oralarda her ayrıntıya dikkat eyleyin. Düşmanın inine giriyorsunuz sabrı elden sakın düşürmeyin. En ufak bir fırsatta da bana haber yollayın. Ve sakın ha sakın oralarda kendinizi tehlikelere atmayın." dedi Gülbahar.

Mehmet'in annesi ve Eçine, Gök Sultan'a bakıp onun da birtakım sözler sarf etmesini göz işareti yaptılar. Bu sırada çadır dışında Alarcın ile Orhan sesi duyuldu.

"Ana destur var mıdır?" dedi Alarcın ile Orhan aynı anda.

Alarcın, ağabeyi Orhan'la aynı anda söylemelerine güldüğü esnada annesinin 'Gelin.' sözünü duydu. İçeriye girmeden sözlerine devam edip; "Ana küçük beyimiz orada mıdır?" dedi.

"Evet buradadır. Gelin gelin."

Orhan ile Alarcın çadıran içeriye girdi. Orhan Mehmet'e, Alarcın da orada bulunan herkese bakıp selam verdi. Orhan, Mehmet'in yanına, Alarcın ise Eçine'nin yanına oturdu. Orhan kardeşinin omzuna şöyle bir vurup imâlı ses tonuyla annesine;

"Ana beyimiz biz gitmeden bir gün öncesinden yarışmaya katılmak üzere yola koyuluyor. Düşmanların inine gidecek kadar cesur bir evlat yetiştirmişsin maşallah." dedi.

"Talimlerde nasıldı Orhan? Var mıydı bir eksiği ya da herhangi bir kötü yanı." dedi Gülbahar.

"Yoktu ana. Ah bir olsa ah. Talimlerde sırf yenilsin diye üstüne dört yetenekli erimi saldım. Beyimiz bana mısın demedi iyice hırpaladı erleri. Hayır o kadar da naif ki erlere saldırmadan önce canınızı yakabilirim razı mısınız diyor." dedi gülerek.

"O zaman herhangi bir problem yok sungur bakışlı oğlum. O tedbirini almış, takdir haktan." dedi.

Alarcın, Mehmet'in Gök Sultan'dan ak örgüyü aldığını öğrenmişti. Hafif bir tebessümü ile ak örgüyü ima ederek;

"Onu da yanında mı getiriyorsun yoksa burada mı bırakacaksın ağabey?" dedi.

Mehmet, kardeşinin ak örgüyü kastettiğini anlayıp aynı tebessümle;

"Yanımda götürüyorum minik ceylan, yanımda. Bu konuda beni bayıltamazsın." dedi. Alakurt'un bayılma olayını üstü kapalı kardeşine ima etmişti.

Alarcın, kaşları çatık şekilde gülümsedi. Abisinin alenen ona takıldığını anlayıp;

"Ağabey bir de bu minik ceylanla gitmeden önce bir talim edeydin."

"Yenilmeye doyamıyor minik ceylanımız. Asıl cesur, minik kardeşimiz ağabey." dedi Mehmet, sözü adeta Orhan'a devredercesine.

"Bu konuda beyimizi ben dahi geçemiyorum Alarcın. Zira beyimiz uykuya da düşman bellemiş."

Orhan'ın sözlerinin ardından üç kardeş birbirlerinin gözüne bakarak gülmeye başladılar. Annesi de onların bu haline gülüp Gök Sultan ile Eçine'ye bakarak;

"Küçüklükten bu yana kızım ve oğullarım hep böyledir. Başka obalarda kardeşler birbirlerini yerken bizimkiler birbirlerine hep böyle tatlı tatlı takılırlar. Bazen oturup sadece onların birbirlerine takılmalarını, birbirleri ile talim yapmalarını izlerim ve Allah (celle celalühü)'ya böyle çocuklar bana verdiği için hep şükrederim." dedi. Kalbine hüzün hâkim oldu. İç çekerek sözlerine ekledi. "Vakit geldi, ak sungurlarım büyüdü. Artık yuvadan uçma vakti. İnşallah hepiniz sağ salim geri dönersiniz."

Gök Sultan, Gülbahar'ın bu halini görüp gayet kendinden emin bir şekilde;

"Onlar böyle bir olduğu sürece ne kadar ayrı olurlarsa olsunlar. Gayet kararlı bir şekilde hedeflerine yürür, onları gerçekleştirirler. Kaldı ki maşallah evlatlarınızı çok iyi yetiştirmişsiniz hepsi de birbirinden yetenekli." dedi.

"Evet maşallah. Özellikle Alarcın her genç kızın hayâl ettiği yeteneklere sahip." diyerek Gök Sultan'ı onayladı Eçine.

"Kendi azimleri kızım. Ben sadece yol gösterdim." dedi Gülbahar.

Biraz daha obanın meselelerinden, talimlerden ve kutlu yolculuktan bahsettikten sonra Mehmet, zamanın geçtiğini sezip ayağa kalkarak herkesten tek tek helallik aldı. Son olarak annesinin elini öptü. Gitmek üzere üstünü başını düzelttiği sırada Gök Sultan;

"Ayağına taş, gözüne yaş değmesin. Tez gidin, tez gelin inşallah." dedi. Aslında içinden çok şey geçiyordu Gök Sultan'ın. Onu çok özleyeceğini, ona karşı hislerini içinden geldiği şekilde söylemek, söyleyip rahatlamak istiyordu. Ama sert yapısına rağmen, sevdiği kişiden ve onun ailesinden utanıyordu. Evet Mehmet'i çok özleyecekti. Babasından sonra onun da başına bir hal gelmesinden endişe ediyordu ama Gülbahar'ın dediği gibi kader ağacında ne varsa oraya erişilecekti. Tevekkül edilmeliydi.

"Sağ olasın Gök Sultan. Alemlerin rabbi olan Allah, elinin şifasını tez zamanda nasip eylesin." dedi Mehmet, Gök Sultan'ın masmavi gözlerinin denizinde son bir kez daha kaybolarak. Ardından Alarcın'a dönüp sözlerine ekledi; "Alarcın, Şifa hatun Gök Sultan için merhem hazırlıyor bitince Gök Sultan'a ulaştırırsın."

Gülümsedi Alarcın. Kardeşinin ne demek istediğini iyi anlamıştı.

"Tamam iyi bakarım Gök Sultan'a. Gözün arkada kalmasın."

Derken Gülbahar'ın gözleri doldu.

"Hayırlı git, hayırlı gel inşallah oğul. Allah'a emanetsin." dedi. Bunu gören Alarcın, ağabeyi Orhan ile annesinin koluna girip Mehmet'e göz kırptı. Duygulu gözlerle ona gülümsedi. Orhan ise dimdik ve kararlı bir şekilde gururlanarak kardeşine baktı.

Mehmet, her birinin git gide hüzün fırtınasına yakalanıyor olduğunu gördü. Hançerlerini tuttu. Kararlı bir biçimde; "Allah'a emanetsiniz." diyerek çadırdan çıktı. Çadırda bulunanlar da onun peşinden gidip çadırın içinden çıktılar. Onun atına yöneldiğini gören ahali de tek tek peşine takılıp 'Allah'a emanetsin beyim. Tez git tez gel inşallah.' gibi sözler söylediler. Bu sözler ve türlü nidalar eşliğinde Mehmet atına bindi. Hızlıca obadan ayrılıp merkezin yolunu tuttu.

Aradan yirmi beş dakika kadar geçmiş, atını şehre doğru sürebildiği kadar hızlı sürüyordu ki aniden bir ok gözünün önünden geçti Mehmet'in. Hemen atını durdurup inerek onu dikkatlice hemen yakınındaki bir ağaca bağladı. Bir yandan da etrafını süzüyordu. Derken bir ok daha gelip yanındaki ağaca saplandı. Okun hedefini vurmadığını gören eşkıyalar, bu okun peşinden bulundukları yerden çıkıp Mehmet'in etrafını sardılar. Biri de yan taraftaki tepeden elindeki yayla birlikte yavaş yavaş Mehmet'in yanına doğru inmeye başladı. Tepeden inmekte olan eşkıyaların başı olan adam sert bir ses tonuyla Mehmet'e;

"Ya atını ve silahlarını verirsin. Ya da paran ve silahlarının yanında canını da alırız." dedi.

Mehmet, onun bu sözlerine hafifçe gülümseyerek;

"E hadi alın o zaman." dedi. Hançerlerini belinden çekti.

Mehmet'in alaycı sözüne sinirlenen eşkıya lideri, adamlarına saldırmaları emrini verdi. Adamları aldıkları emirle birlikte Mehmet'in üstüne gelmeye başladılar.

Mehmet, hızlıca iki kişiyi bir hamlede hançerleri ile yaraladı. Hemen onların arkasına geçerek yaraladığı adamın birini önünde siper etti. Arkasını da ağaca yasladı. Önünde siper ettiği adamı bir anda iterek yanına yanaşmakta olan iki kişinin dikkatini dağıttı. Bu sayede onları da yaralamayı başardı.

Adamlarının yaralandığını gören eşkıyaların başı, sinirlenip yayını eline aldı. Mehmet'e ok atmak üzere yayına ok takıp yayı iyice gerdi. Oku tam Mehmet'e fırlatacağı sırada, Mehmet oku atacağını fark edip hamle yapacaktı ki arkadan atılan oklar geriye kalan eşkıyaları öldürdü. Mehmet, habersiz gelen bu oklardan nasibini almamak için uygun gördüğü bir ağacın arkasına geçti. Okları kimin attığını görmek üzere etrafına baktığında tepenin yukarısından aşağıya doğru ellerinde yaylarıyla birlikte gülerek gelen Alarcın ile Orhan'ı gördü. Arkalarında da Adsız, İrice ve Orhan ile Alarcın'ın erlerinden dört er vardı.

Hızlıca tepenin üstünden Mehmet'in yanına geldi Alarcın ile Orhan.

Orhan, Alarcın'a aynı gülümseme ile;

"Ben sana demiştim Alarcın. Beyimiz her daim talimlerini yapıyor. Biz ona güç yettiremeyiz." dedi. Sonrasında Mehmet'e dönerek ekledi; "Selamun aleyküm beyim. Bakıyorum da kalabalık eşkıya grubu bile yetemiyor sana."

Ağabeyinin gelmesinden memnun olan Mehmet, kendisine beyim demesinin de verdiği tebessümle yerde acıyla kıvranan eşkıyaları işaret edip;

"Aleyküm selam ağabey. Şunların her birini bir kişiden mi sayıyorsun Allah aşkına. Obamızda bulunan en güçsüz er bile en az üçüyle başa baş cenk eder." dedi.

Mehmet'in sözlerinin sonrasında Adsız, Orhan'a yerde yaralı halde kıvranan eşkıyaları işaret etti. Ne yapmaları gerektiğini sordu. Orhan'da eliyle İrice'ye işaret edip yerde yatan eşkıyaları korkutmasını istedi. Çünkü yerde yaralı halde yatan eşkıyalar, onlar geldiğinden beri İrice'ye bakıyor, onun iri vücudunu ve daha önce görmedikleri korkutuculuktaki pusatı olan sivri dikenlere sahip topuzu izliyorlardı.

İrice, Orhan'ın sözlerinden sonra eşkıyalara bakıp;

"Sizleri bir daha buralarda görmeyeceğim. Ha olur da sizi buralarda görür, haramilik ettiğinizi duyarsam emin olun sizi o saklandığınız mağaranızda bulacak, bu elimdeki topuzla her bir kemiğinizi un ufak edip sizleri öylece orada bırakacağım. Öyle ki kırılan kemiklerinizin verdiği acıyla yerinizde bu kıvrandığınızdan daha da acı bir şekilde kıvranacaksınız. Sonunda da yabanilere yem olacaksınız." dedi. İrice bu sözleri öyle bir jest ve mimiklerle söyledi ki eşkıyalar tir tir titremeye başladılar. Hatta Orhan'da onun bu performansına şaşırmış, memnuniyetini Adsız'a dönüp eşkıyalar görmeden yüz ifadesi ile bildirmişti.

Eşkıyalar, İrice'nin sözlerinden sonra apar topar kalkıp ağrı, sızılarıyla birlikte ormana doğru kaçmaya başladılar. Bu sırada Mehmet, Alarcın'a;

"Söyle bakalım küçük ceylan hangi rüzgâr sizi buralara yönlendirdi?" dedi.

"Merkezdeki tüccarlarımızın satışları tahmin ettiklerinden fazla olmuş. Dokunan kilimlerin hepsini babam sabah tüccarları ile yükleyip gitmiş. Kilimhaneye gittiğimde yeterince malzeme olmadığını gördüm. Hem bunlar için hem de bunu bahane ederek ağabeyimle senin kaleye sağ salim girdiğini görmek istedik. Bu yüzden zaman kaybetmeden geldik."

Alarcın'ın cevabıyla Mehmet'in gözleri Gök Sultan'ı arar oldu. Keşke o da gelseydi diye bir düşünmeye başladı.

"Hadi artık yolumuza devam edelim. Geç kalmayasın kaleye. Olur da sağ salim hayâllerine ulaşırsan yarışma dönüşünü düşünme. Sen yarışmadan çıkınca obaya haber verilecek. Zaten tedbir olarak erlerden birkaçını da sen yarışmaya girdikten bir gün sonra obaya giden ıssız yerde bekleteceğim." dedi Orhan, kardeşinin omzuna dokunarak.

"Tamam ağabey." dedi Mehmet, cevap olarak.

Hep birlikte atlarına binip gidecekleri sırada uzaklardan at sesleri duyuldu. Gelenin kim olduğunu görmek üzere beklediler. Biraz sonra gelenin Gök Sultan olduğunu gören Mehmet'in keyfi doruk noktasına ulaştı. Bu sırada güldü Alarcın. Çünkü Mehmet'in gözlerinin Gök Sultan'ı da arayacağını bildiğinden hançerlerini obada, tahta masanın üzerine bırakmıştı. Gök Sultan'ın mutlaka hançeri bahane edip peşlerine takılacağını düşünmüştü. Öyle de olmuştu.

Gök Sultan, yanında Orhan'ın iki eriyle birlikte gelip Alarcın'a selam verdi. Ona hançerini unuttuğunu söyleyip hançerini teslim etti. Bu esnada da ara sıra Mehmet ile göz göze geldiler. Onun geldiğini gören Orhan, yüzünden eksik etmediği tebessümüyle:

"Tamsak artık ilerleyelim." dedi. O ve erleri en önde, Adsız, İrice ve Alarcın'ın erleri en arkada, Gök Sultan, Alarcın ve Mehmet'te ortada olmak üzere sohbet ede ede merkeze doğru yola koyuldular.

Hoş sohbetin ardından merkeze vardıklarında Mehmet, uzunca bir vedalaşmanın ardından onlardan ayrılarak önce ahalinin pazardaki sesleri ve ona olan övgüleri eşliğinde limana gitti. Orada gözüne kestirdiği tüccarın birinden hurma aldı. Sonra babasının bulunduğu pazar yerine gidip selamını vererek içeriye girdi. Babası onu görünce alnındaki teri silip;

"Aleyküm selam hoş geldin kurt oğul. Kardeşlerin malzeme tedariğine mi geldiler merkeze."

"Evet."

"Bizler akşama getirecektik. Lakin görünen o ki bu sabırsız davranışları seni bahane etmelerinden kaynaklanıyor."

"Evet beyim, hep küçük ceylanın işleri."

"Bilirim bilirim." dedi gülerek Salih Efendi. Durduğu yerin arkasındaki masayı işaret ederek sözlerine devam etti. "Şu masanın altındaki çantada sana erzak hazırladım. Elindekileri de oraya koyup, çantayı yanına alasın. Zaman kaybetmeden de diğerleri gibi gözlem yapmaya başlayasın kurt oğul. Kalenin dışarısında durup girenleri incelersin demiştik ama kalenin içerisinden birisi çıkıp yarışmacılara kalede akşama kadar ziyafet olduğunu söyleyince bir çoğu kalabalık gruplar halinde sabah ile öğle arasında içeriye girdiler. Bu yüzden gözlemlerini kale içerisine yoğunlaştırasın. Yine bu adam yarışmacıların kaleye giriş ücretlerini de açıkladı. O da tastamam çantada. Son olarak unutmadan kurt oğul. Haçı boynuna takmayı unutmayasın. Mutlaka Müslüman birileri var mı diye kontrol edecekler. Onları olabildiğince inandırmaya bak."

"Anlaşıldı ata." dedi Mehmet. Babasının dükkanında bulunan haçlı kolyesini giydi. Bir müddet duraksadı. Babasından ayrılacağından dolayı üzgün olduğunu belli etmemeye çalışarak önce etrafına baktı. Kimse olmadığını görünce sözlerine devam etti; "Uzunca bir süre görüşemeyeceğiz. Hakkını helâl edesin baba. Doksan dokuz adına hamd ettiğim Allah'ım kutlu zaferlerle obaya dönmenizi sizlere nasip eylesin. Allah'a emanetsiniz."

"Doksan dokuz adına şükrettiğim Allah'ım senin de kutlu zaferlerini bizlere ulaştırsın kurt oğlum. Senelerdir her sabah erkenden kalkıp benle merkeze geldin, işlerimde bana yardımcı oldun. Hiçbir zaman 'Öf.' demedin. Babalık hakkım sana helâldir. Aman ha kendinizi tehlikeye atacak bir ahvâl içinde bulunmayasınız. Önemli olan kazanmanız değil, canınızın sağlığı. Bunu sakın unutma. Daha yaşın çok genç kurt oğul. Hak ömür verirse yapacakların çok. Bu yüzden kendini heba etmemeye bak. Allah'a emanetsin." dedi Salih Efendi. Oğlunun yanına gelip ona sarıldı.

Mehmet de aynı şekilde babasına sarıldı. Akabinde çantasını alarak kalenin yolunu tuttu. Hızlı adımlarla pazar yerindeki kalabalığın içerisinden geçip kaleye doğru ilerledi. Bu esnada da kalabalığın içerisinde kimse görmeden boynuna haçı taktı. Nihayet kalenin önüne geldiğinde kalenin önünde muhafızlardan başka iki kişinin olduğunu gördü. Bunlardan biri daha önceden ona lakap takan adamdı. Bu adam uzaklara bakıyordu. Diğer adamı ise daha önce hiç görmemişti. Uzaklara bakan adam onu görünce sevindi. Yanındaki kişiye Mehmet'i gösterdi. Ardından Mehmet'e seslenerek;

"Hoş geldin Tuğrabozan. Gözüm yollarda kaldı sabahtan beridir seni bekliyorum. Gel, kale içerisinde ziyafet veriliyor." dedi. Yanındaki adam, ona önce parayı almasını, sonra Müslüman mı diye kontrol etmesini onun omzuna vurup işaret edince mahcup bir şekilde sözlerine devam etti: "Ama önce kurallar gereği giriş altınlarını almam ve Müslüman olup olmadığını kontrol etmem gerekiyor." dedi. Mehmet, sorun değil gibisinden yüz işareti yaptı. Eğildiğinde haçı dışarıya çıksın diye de çantasını yere koydu. Yere koyduğu çantasından altınları alırken haçı dışarıya çıktı. İkisinin de gördüğünden emin olduktan sonra haçı tekrar koynuna sokarak altınları konuşan adama verdi. Çantayı sırtına tekrar alıp kaşlarını çatarak sert bir ses tonuyla;

"Kontrol edin bakalım Müslüman mıyım?" dedi.

Altınları alan adam önce boynundaki haçı işaret etti. Daha sonra önceden eşini kurtardığını ve Müslüman olan Sever'e neler yaptığını hatırlatıp Mehmet'e;

"Kontrol ettik herhangi bir problem yok." dedi. Arkadaşına Mehmet'i ziyafet alanına getireceğini işaret edip sözlerine ekledi; "Hadi takıl peşime de seni ziyafete götüreyim. Bu şöleni kaçırmak istemezsin."

Mehmet temkinli şekilde henüz adını bilmediği ama söylemesine göre eşini kurtardığı süslü giyimi olan bu adamın peşine takılarak kaleden kapısından içeriye girdi. İçeriye girdiğinde kalenin içerisinde bir sur daha olduğunu, dahası bu surun da kapısı olduğunu görerek hayret etti. Bu iki surun arası, bölük bölük gezen muhafızlarla doluydu. Bunun yanı sıra surların üstlerinde de okçular dörderli gruplar halinde geziyorlardı. Adeta kuş dahi uçmasına izin verilmiyordu. İkinci kapıdan da adam önde o arkada olacak şekilde içeriye girdi Mehmet. Bu girdiği yerinde diğerinden farkı olmadığını gördü. Karşısında tekrar bir kapı vardı. Bu kapının ardında ahali yaşıyordur diye düşündü. Fakat bu düşüncesi çok sürmedi. Üçüncü ve dördüncü kapıdan da içeriye girdiğinde oraların da diğer iki yerden farkı olmadığını gördü. İşte o zaman anladı ki bu yamaçta duran kale gerek sağlam duvarları gerekse de seçkin muhafızları ile aşılamayacak nitelikte dizayn edilmişti. Bu da onun asırlardır fethedilememesini açıklar nitelikteydi. Şaşkındı ama kimseye belli etmiyordu. Sadece gördükleri yerleri aklında tutuyor, birlikte gittiği adamın anlattıkları eşliğinde sessiz sessiz ilerliyordu. Bu şekilde beşinci kapıdan da içeriye girdi Mehmet. İçeriye girdiğinde bu kapının ardının diğerleri gibi olmadığını görünce içinden Allah'a şükretti. Zira şimdiye kadar girdiği her kapı fetih hayallerini yıkar nitelikte olmuştu.

Beşinci kapının ardında sıra sıra pazarlarla karşılaştı ama bu pazarlar kalenin dışarısındaki eski görünümlü pazarlara hiç benzemiyordu. Satılan ürünlerin en güzel ürünler oldukları her hallerinden belliydi. Hepsi göz alıcı nitelikteydiler. İnsanların giyim kuşamları da kalenin dışarısına göre oldukça farklıydı. Burası adeta tüm hatlarıyla başka bir yer gibi duruyordu.

Pazarların arasından geçip kalenin arka kısmına doğru ilerlemesine müteakip bu yerde birçok savaşçının yemek olan masaların etrafında oturup yemek yediğini, bir kısmının kenarlarda oturduğunu, küçük bir kısmının ise silahlarını cilalayıp kendi kendilerine yarışma için hazırlandıklarını gördü. Savaşçılarla göz teması kurmadan bulunduğu yerin yapısını inceledi;

Kalenin arka kısmının, kalenin son iç kapısı içinde bulunan büyükçe yapıdan rahatça görülebilir şekilde olduğunu gördü. Üstelik bu yerin üst tarafındaki surlarda bulunan düşman askerleri, diğer surlarda bulunan askerlerin dört katı fazlalıktaydı. Tüm bunlar demek oluyordu ki bulunduğu yerde sadece savaşçılar değil, üst düzey kale yöneticilerinin de bulunma ihtimali vardı.

Savaşçılara kısa bir göz gezdirdi. Bu göz gezdirmede Hau ile Alakurt'un da yemek masasında oturmuş yemek yediklerini ve ikisinin de sert mizaç takıldıklarını gördü.

Derken yanında geldiği adam:

"Tuğrabozan yol boyu sesin çıkmadı. Sen hep böyle sessiz misin?"

Bu sözlere karşılık olarak Mehmet;

"Sadece yorgunum." dedi.

Adam ona hak verir nitelikte;

"Haklısın tabi gün boyu babana yardım et falan yorulmuşsundur. Akşam karanlığı çökünce muhafızlardan birkaç kişi gelip dinleneceğiniz yeri söyleyecek. Benim favorim sensin Tuğrabozan. Tanrı yardımcın olsun. Ben artık gideyim." dedi adam ve oradan uzaklaştı.

Nihayet Mehmet, o çok beklediği, hayâlini kurduğu yarışmaya katılmış, kalenin içerisine girmişti. Artık her şeyi yetenekleri belirleyecekti. Savaşçılar ne kadar çetin görünürse görünsünler ne kadar ihtişamlı silahlar kullanırlarsa kullansınlar o, kendinden emindi. Bu yarışmaya kazanmak için gelmişti. Şimdi geriye sadece iyi gözlem yaparak buradaki savaşçıların zayıf yönlerini bulması, alışkanlıklarını öğrenmesi kalmıştı...

^

Trabzon Kalesi gerçek plânlarını merak edenler için;

Continue Reading

You'll Also Like

265K 36.1K 50
Geçmiş hayatınızı yaşama şansınız olsaydı ne yapardınız? On yıllık ilişkisi büyük bir ihanet ile son bulduğunda Eda artık bir gerçeği kabul etmek zor...
147K 6.2K 40
Sesiz bir ağıt yaktı genç kız yaşamına ve yaşayacaklarına. Onun adı olmuştu zaten uğursuz ama kızın bir suçu yoktu ki onun kaderi böyleydi. Adam içi...
227K 13.8K 26
BÜTÜL ÇEZİKER EMRİ HİKAYESİDİR ...
216K 9.9K 20
Ben Asenath. Prens Seth'in biricik hizmetkarı. Bir Firavun olduğunda, uğruma kendi kız kardeşini öldürdü. Ben Asenath. Canı beş para etmez bir köley...