Kar Beyaz

By rcntnls99

3.9K 197 13

NOT: Bu hikayeyi 14 yasimda yazmistim, 2014'te. Lutfen eger denk gelirseniz bunu goz onunde bulundurarak okuy... More

Hayaller Dünyası (INTRO)
Yeni Çocuk
"Ögrenci Birligi Başkanıyım."
Etkileyici
Asla, asla deme.
"İşte şimdi saçmaladın!"
"Kitaplarını düşürmüştün tatlı şey."
"Bir arkadaş bıraktı diyelim"
Siyah çizmeli çocuklar
Deney Kurbağası
Gözlerindeki Masumiyet
Acı Gerçekler
İntikam
Maskeli Balo Canavarı
Kalpkıran
Küçük Sırlar
Pinokyo
Gökyüzünde Hapsolmak
Oyun Başlasın
Sürpriz
Kayan Yıldızlar

Ekstra Bilet

94 5 0
By rcntnls99

2K’yi geçmişizı!!! ÇOOOK mutluyumm hepinize teşekkürler. Multimedia’da “Selim” vaaar :D Herkese iyi okumalar :) Eğer beğenirseniz votelayıp yorum yaparsanız çoook mutlu olurumm <3 Bu bölüm yalnızca Mira’nın ağzından yazıldı. İyi okumalar <3

Bölüm Şarkısı: Sia - Chandelier

#MİRA KARATAŞ#

Titreyen ellerimdeki not bir tüy gibi süzülerek yere düştüğünde, bağlı olduğum makineden gürültülü sesler geliyordu.

En son hatırladığım şey, Almanca konuşan birkaç beyaz hemşire üniforması giymiş bayan ve erkeğin kapıya hızla açıp bana doğru gelmesiydi. Ondan sonra her şey bulanıklaşarak kararmıştı.

Birkaç doktor ve okuldaki yürütmeden birkaç kişi odama girdi. Uyanmıştım. Genç, hafif tombul ve bakımlı bayan hemşirenin bana verdiği tavuk suyu çorbasını içiyordum.

Doktorlar Almanca bir şeyler söyleyip gittiler.

“Hayatım, aileni aradık. Olanlar hakkındaki bilgiyi verdik: artık oksijen tüpü takviyesine ihtiyaç duymayacakmışsın, bir sürelik. Doktorlar akciğerlerinde çok fazla iltihap sıvısı biriktiğinden ve beynine oksijen gitmediğinden bayılmış olduğunu söylediler. Kısa bir operasyondan sonra akciğerlerindeki sıvı alındı; iltihap azaltıldı. Ama bu hastalığının devam etmeyeceğini göstermiyor. Sadece; bir süreliğine bu hastalıktan kurtuldun. Ama ailen ilk uçakla buraya gelmekten vaz geçirmedik. Velilerin seni hastaneden alacak.” dedi müdürümüz.

Odadaki herkes tebrik etti ve alkış tuttu.

Buruk bir gülümsemeyle onlara baktım. Sonra da kapıdan çıkışlarını izledim.

Masamın yanında duran telefonumla Barış’ı aradım ve ona Whatsapp’ten mesaj attım.

M: Barış, hemen buraya gelmelisin. Çok acil!

Birkaç dakika sonra mesaj geldi.

B: Ne oldu?

M: Hemen gel, birazdan ailem gelecek acele et. O zaman anlatamam.

B: Tamam, hemen geliyorum.

Yarım dakika kadar sonra Barış kapımda belirdi. Ben de ona notu ve fotoğrafı gösterdim.

Yatağımın kenarına oturup fotoğrafa baktı, sonra da notu okudu.

“Diyecek bir şey bulamıyorum…”

“Ben de.”

“Ne yapacağız? Benim olursun derken neyi kastediyor? Sapık mıdır nedir! Geri zekâlı! Sen kimin hoşlandığı kıza benim olursun diyorsun?!” dedi ve az ötede duran deri koltuğa oturup başını öne eğdi ve ellerini darmadağan ipeksi saçları arasında gezdirdi.

‘Benim hoşlandığım kız’ mı? Barış benden mi hoşlanıyordu? Kalbim hızla çarpıyordu ki bunu yanımda duran ve kalp atışlarımı kaydeden gürültülü makine onaylıyordu. Peki, neden bunu başkasına söylemiyordu ve üzerine bir de Buse’yle beraberdi?

“Sakin ol.” dedim soğuk bir sesle.

“Olamam. Koskocaman bir bilinmezliğin ortasındayız.”

“Haklısın ama he şeyi oluruna bırakmalıyız.”

Kapı açıldığı gibi annem ve babam içeriye koştu.

“Canım kızım!” dedi annem ve boynuma sıkı sıkı sarıldı. Güzel, yaz akşamında tüm kokusunu havaya salmış bir yasemin ağacı gibi kokuyordu.

“Ben biliyordum bunun doğru olmadığını! Olana bak!” diye bağırdı.

“Ne demek olana bak? Kızımızın ciğerlerini tertemiz yapmışlar. Her şeyde bir hayır vardır!” dedi babam, annemin sırtını sıvazlayarak.

Sonra Babam, Barış’a döndü ve ona doğru yaklaştı.

“Sen burada ne arıyorsun sen?” diye bağırdı.

“Ben… Ben…” diye geveledi. Onu kurtarmalıydım.

“Şey, baba… Şu balonları odada çok kalabalık yapıyordu, onlar kaldıracak biri lazımdı. Benim de aklıma Barış geldi.” dedim.

“Artık biz geldiğimize göre balonlarını kaldırabiliriz.” dedi babam.

“Evet, haklısınız; görüşmek üzere.” dedi Barış ve fotoğrafla notu da alarak dışarıya çıktı.

Birkaç saat sonra taburcu oldum. Ailem de beni otele götürdü ki kalan eşyalarımı toplayabileyim. Kalmam için herkes, ben dâhil, anne ve babama çok ısrar etti ama ‘biricik tek kızının’ daha fazla zarar görmesini istemeyen annem ve ilk kez ona katılan babamla havalimanına yol aldık.

Yağmur’dan mesaj geldi.

Y: Slm güzellik.

M: Selam :)

Y: Neredesin? Havalimanı mı?

M: Yok, taksideyim. Havalimanına varmak üzereyiz. Sen neredesin?

Y: Burada devasa bir sinema salonu var. Bize gösterdiğin var ya, işte. Oradayız. Film başlayacak birazdan. Çok izlemek istediğin bir film vardı ya, o. Aklıma sen geldin. Neyse. Eee hastalığın bitmiş :) Gözün aydın bebikoo.

Kıskanmıştım. Çok uzun zamandır sürekli seanslarını takip ettiği, çok izlemek istediğim bir filme gidiyorlardı. O sinema salonu hakkında da birçok dergide yazılar okumuştum. Oraya gitmeyi öyle istiyordum ki. Ayrıca Yağmur haklıydı. Artık oksijen tüpü yoktu, kanül yoktu, iltihaplı ciğerler yoktu. Aslında ‘yoktu’ o kadar doğru bir kelime değil. Duraklamıştı denebilir. Ama farklı hissetmiyordum. Sadece daha kolay nefes alabiliyordum. Ciğerlerimde bir hafifleme yoktu, başımın dönmesi de geçmemişti.

M: Saol cnm :D

Y: Ceyda ve Yusuf da yanımda, onlar da çok selam söylüyor.

Telefona bakıp aptal aptal gülümsedim.

M: Çok öpüyorum onları. Barış ne yapıyor?

Yağmur’dan çevrimiçi görünümü bir süre öyle kaldı. Yaklaşık 3 dk sonra tekrar yazdım.

M: Yağmur?

Y: Şey, Mira...

M: Ne oldu?

Y: Buse’yle. Resmen…

M: ?

Y: Yiyişiyorlar yani! Ay ne diyim! Literatürümü böylesine bir alanda genişletmek de çok bana uygundu ya yani(!) Koskoca Yağmur Atalay’ın kelimelerini seçememesine yönlendiren bu aptal, kendini bad boy sanan şu çocuğun (manikürümü feda ederek) yüzünü tırnaklayacağım!

M: Anladım. Neyse, biz havalimanına epey yaklaştık. Birazdan telefonumu kapatıcam. İnince tekrar konuşuruz. Herkese selamlar.

Y: Tamam aşkım çok öptümm <3

M: Bendee :D

Sıkıcı ve yorucu bir uçak yolculuğundan sonra havalimanının kapısında bekleyen tek boş taksiye binerek hastaneye gittik. Annem doktoruma İsviçre’den getirdiğimiz raporları verdi. Ardından kan tahlili yapıldı. Sonuçlar için yaklaşık 2 saat bekledikten sonra her şeyin yolunda olduğunu ama akciğerlerimde oluşan iltihabın ödem bıraktığını ve büyümesinin olanaklı olduğunu öğrendikten sonra eve gidebildik. Yukarı çıkıp yatağıma uzandım. Öğleden sonra olmuştu bile.

“Hayatım, acıktın mı?” diye bağırdı annem alt kattan.

“Evet.” Dedim ben de.

“Dışarı çıkmak ister misin?”

“Hayır, yorgunum.”

“Tamam, ne söyleyelim?”

“Suşi söyler misin? Sushico’dan?”

“Tamam birtanem. Sen iyice dinlen.”

“Sağol annecim.”

Hala o notu düşünmekten kendimi alamıyordum. Kelimeleri teker teker harfi harfine kafamda inceledim. Sonra birden aklıma geldi.

Teufels Geschwister

Hemen laptopumu açtım ve bu kelimeyi Türkçeye çevirmek için internete yazdım.

Aranıyor…

Aranıyor…

Aranıyor…

*Sonuç bulundu*

Tıkladım.

“Şeytan Kardeşler”

Bu da ne demekti?

(2 GÜN SONRA)

Bugün okul tekrar başlıyordu. Diğerleri de dün geziden dönmüştü. Barış’a bu şeytan kardeşler olayını anlattım. O da bir mantık çıkaramadı.

“Bu olayı araştırmalıyız. Diğerleri biliyor mu?” dedi Barış. Dolapların önündeydik.

“Hayır, henüz söylemedim.” dedim.

“Tamam, ben sınıfa gidiyorum. Zaten zar zor Buse’den kaçtım. Merak etmiştir.” dedi.

“Evet, git sen sahibine. Evcil hayvanısın zaten; bir tasman eksik.” Diye mırıldandım.

“Bir şey mi dedin?” dedi ve bana baktı, yine o ellerimi buz kesen mavi bakışlarıyla. Her bakışında mavilikte boğuluyordum.

“Hayır.”

Dolabıma yaslanmış, bekliyordum. Ellerimde artık tüpün çekeceği değil, ders kitaplarım vardı. Ama rahatsızdım. Sanki biri beni izliyordu. Kafamı kaldırdığımda, arkadaşıyla konuşan iyi görünümlü bir çocuk gözlerini kaçırdı.

Selim’di.

Kafamdaki bulanık görüntülerde buldum onu. Beni ziyarete gelmişti. Daha önce onu hiç fark etmemiştim. Ne okul koridorlarında ne sınıfta ne kantinde ne de herhangi bir okul faaliyetinde çekmişti dikkatimi. Kahverengi saçları, ela gözleri ve kemikli, hoş suratıyla yere bakıyordu. Dolgun dudakları kıpkırmızıydı. Hafif bronz teni ve gözlerine çarpan güneş ışığıyla birçok kızın isteyebileceği türden biriydi. Altında okul pantolonu vardı, üzerindeki tişörtü karın kaslarını belirginleştiriyordu. Kolunda siyah bir saat, elinde birkaç defter vardı. Arkadaşı onun kolunu tuttu ve bana doğru itti.

“Merhaba Mira, naber?” dedi, yanında duran.

“İyi, sen?” dedim.

“Ben de iyiyim.”

Selim bana bakıyordu. Ellerim Barış’ın yaptığı gibi soğuk değildi ama yine de kalbim hızlı çarpıyordu.

“Selim’i biliyorsun. Aaa! Ben sınıfa kadar gitmeliyim, defterimi unutmuşum, sonra konuşuruz.”

“Abi napıyorsun ya?” dedi Selim, kalın ama yumuşak sesiyle.

Önce Selim’in sırtına hafifçe vurdu. Sonra gözden kayboldu.

Selim’e baktım gülümseyerek.

“Şey, tüpünden kurtuluşsun.” Dedi, ellerini saçının arasında gezdirerek.

“Evet.”

“Gözün aydın.”

“Teşekkürler.”

“Şey… Sana bir şey soracaktım.”

“Tabii.

“Hani senin izlemek istediğin film var ya, Türkiye’de bugün 7’de çıkacakmış. Benim de daha önceden aldığım ekstra bir biletim var. Film baya iyiydi. Tekrar gitmek istiyorum. Benimle gelir misin?”

Barış’tan sonra birinin bana çıkma teklif etmesi garipti. Ama Selim, sakindi. Barış’tan farklıydı. O Barış’ın aksine sürekli gülümsüyordu. Elleri rahattı, bazen cebine koyuyordu. Barış’ınkilerse genellikle yumruk halindeydi. Barış’ın siyah çizmelerini değil, Calvin Klein’in şık ama sportif ayakkabılarını giyiyordu. Barış gibi hep deri ceket giymiyordu, kendine özgü bir stili vardı.

Tamam, onu Barış’la kıyaslamayı bırakmalıydım.

Onunla çıkmak, Barış’a haksızlık olur muydu? Ne haksızlığı! Buse’yle resmi olarak birlikte olan ben değildim ya! Hem ayrıca bana “artık başkalarıyla olmalıyız” demişti. İşte, bu sana bir fırsat Mira!

Başımı salladım:

“Çok isterim.”

“Gerçekten mi? Şey seni saat 6’da evinden alırım. Mesajla adresi gönderirsin, değil mi?”

“Telefon numaran bende yok.”

“Tamam, telefonları değişelim, ben seninkine kendi telefonumu yazıyım; sen benimkine senin.”

“Peki.”

Telefonları değiştik. Telefonuna telefon numaramı yazdım. O benimkini verdiğinde çoktan adıyla beraber kendisini rehberime kaydetmiş olduğunu gördüm.

“Sonra görüşürüz.” dedim gülümseyerek.

“Evet, görüşürüz.”

Gardırobumun kapağını açtım ve içinden giymek için birçok şeyin arasından, “tercih” kelimesinin kaybolduğu ve kararsızlığın hâkim olduğu yaklaşık bir yarım saat sonra, Brandy Melville’den aldığım floral mini etek üzerine Forever 21’den aldığım beyaz crop top ve (her ihtimale karşı) kolları dirseğimin az altına gelen H&M’den aldığım açık mavi kot ceketimi giydim. Altına beyaz converselerimi geçirdim.

Pastel renklerin hakim olduğu ve siyah bir kalemle belirginleştirdiğim göz makyajımla, Chanel’den sipariş ettiğim koyu pembe renkli allık ve açık pembe az parıltısı olan dudak parlatıcımı sürdüm.

Saat 5:48’di, Selim birazdan gelirdi. Ben de telefonumu alıp Yağmur ve Ceyda’yla olan Whatsapp grubumuza mesaj attım.

M: Bilin bakalım ne oldu?

Anında cevap geldi.

C: Ne oldu?

Y: Çatlatma kızım söylesene!

M: Selim’le randevulaştım!

Y: O kim ya?

C: Aaa, aynı sınıftayız ya! Leyla’nın yanında oturuyo!!

Y: Aaa!

Y: Taş çocuukk ;)

C: Vaaay Miraaa :D

M: :P

Y: Nereye götürüyo seni bakıyım?

M: Sinemaya, sizin İsviçre'de gittiğiniz film var ya, nasıl biliyor bilmiyorum ama o filmi çok izlemek istediğimi biliyor bir şekilde. Ekstra bir bileti varmış. Beni götürmek istedi?

C: Çok garip. Bitek yakın arkadaşların bilmiyor muydu?

Y: Amaaan sizdee Leyla’ya falan sormuştur. Neyse off İstanbul’dan kuzenlerim geldi, gitmeliyim. İyi eğlenceleeer <3 Detayları hemen sonrasında anlatıyosunnn!

M: Hahahaha tmm <3

C: Ben de gitmeliyim anneme yemeği hazırlamasında söz verdim. Sonra görüşürüz :D

M: Byee <3

Saate baktım: 4:52

Annem alt kattan bağırıyordu:

“Hayatım, arkadaşın geldi!”

Aşağıya indim. Selim çok havalı ve yakışıklı olmuştu! Siyah-beyaz çizgili bir tişört, altında kot pantolon vardı. Ceket olarak da kahverengi deri bir ceket giyiordu – Barış’ınkiler gibi serseri tarzı değil. Ayakkabı olarak da kırmızı (kahverengi bağcıklı) Vans giymişti.

Annem gülümsüyordu. Ben kapıdan çıkarken kulağıma eğildi ve fısıldadı.

“Bu çocuk o serseriden çok daha iyi.”

Dışarıya çıktık, evin önünde Selim’in arabası vardı. Siyah üstü açık bir spor arabası vardı. Kapıya ilerlediğimizde benim için kapıyı açtı, arabaya bindiğimde kapıyı kapattı. Barış gibi öküz ve kaba değildi, centilmendi Selim.

Üstü açık olduğu için yolun tüm rüzgârı yüzüme çarpıyor; ama İzmir’in ılık kış akşamının nemli havasına bir çare oluyordu. Selim elini radyoya götürdü.

“Ne tür müzik seversin?”

“Fark etmez.”

“Hmm… Tamam, o zaman bunu seveceksin.”

Aynı zamanda direksiyonu kontrol edip, CD girişine Rolling Stones CD’si takmayı becerebiliyordu. Eski grupları seviyordu sanırım, CD’liğinde birçok eski grup ve şarkıcıdan oluşan bir koleksiyon vardı.

“Nasıl buldun?”

“Çok iyi.”

Sinemaya geldiğimizde saat 6:29 olmuştu bile. İnanılmaz bir sıra vardı.

Yanımızdaki sıra, farklı bir film için olan, daha az kalabalıktı. O sıraya göz gezdirirken Buse ve Barış’ı gördüm. Fal taşı gibi açılmış gözlerimle onlara dik dik bakıyordu. Ellerim yine buz kesilmişti. Buse, Barış’ın elini sıkıca tutuyordu; parmakları birbirlerine kenetlenmişti. Önce Barış, sonra Buse bizi gördü. Barış’ın kaşları çatıktı, yüzü de asıktı. Buse’yse bizi görünce önce şaşırdı ve Barış’a baktı. Sonra gözlerini kısıp devasa bir gülümsemeyle; “Mira! Selim!” diye bağırdı. Biletlerimizi alınca onların yanına gittik.

Barış Selim’e pis pis bakıyordu.

“Aaa, sizi aşk kuşları! Filme mi geldiniz? Çıktığınızı bilmiyordum! Çok yakışıyorsunuz.”

“Şey aslında –” demeye çalıştım ki tabii k, Buse sözümü böldü.

Bir ara beraber çifte randevuya çıkalım! Aaa hatta, biliyor musunuz? Bence bu cumartesi nasıl? Ben lüks bir restoranda rezervasyon yaptırırım!”

“Ne?” diye çıkıştı Barış.

Selim bana baktı ve gülümsedi:

“Bence harika bir fikir!” dedi.

“Şey ama—“

“Olmaz.”

“Neden olmayacakmış canım? Çok eğleniriz. Harika bir çifte randevu olacak.”

O sırada anons yapıldı: “3.Salon’daki film başlamak üzeredir.” Dedi, orta yaşlı bir bayan sesi.

“Gitmeliyiz, bu bizim filmin salonu.”

“Tamam, da—” demeye çalıştım.

“Bence bu iyi bir fikir değil.” dedi Barış, tamamlayarak.

“Saçmalama aşkım. Neyse, hadi sizin filmin kapılarını kapatıyorlar, sonra konuşuruz. Mesajla detayları bildiririm. İyi eğlenceler aşk böcekleri!”

Onlar uzaklaşırken Barış arkalarından bana öfkeyle bakıyordu.

Ama umurumda değildi. Nasıl hissettiğini o da görmeliydi. Benim ne yaşadığımı bilmeliydi. Belki de bu çifte randevu fikri o kadar da kötü değildi?

İkişer paket orta boy patlamış mısır ve 1 şişe kola (Selim’e) ve bir kutu karpuzlu Fuse Tea (bana) alıp yerimize oturduk.

Filmin başlamasına yakın, pipetlere uzanmak için elimi öne doğru itmiştim ki Selim’le ellerimiz değdi. Midem Barış’ta olduğu gibi yanmıyordu, kelimelerim birbirine karışmıyordu, aklım başımdan gitmiyordu, ellerim de soğumuyordu. Sadece gülümseyip ona baktım ve sonra pipeti alıp elimi çektim.

Filmin ilk yarısı güzeldi. Gerçekten muhteşem bir filmdi. İlk başta gidemediğim için üzgündüm ama gerçekten daha yarısını izlemiş olsam da mükemmeldi.

Selim, kola şişesinden pipetle kola çekiyrdu ki bitmiş şişenin sesinden başka bir şey duyulmadı ve sanırım tek çektiği havaydı.

“Ben biraz daha kola alacağım. Gelmek ister misin?”

Gülümsedim.

“Hayır, teşekkürler, ben burada bekliyorum.”

“Tamam.”

Selim yerinden kalktı ve salon kapısına doğru yürüdü, bir süre sonra kayboldu. Selim’in oturduğu koltuğa baktım. İkiye katlanmış bir kâğıt vardı. Sanırım cebinden düşürmüş olmalıydı. Ne kadar almamak istesem de karşı koyamayıp kâğıda uzandım.

Kâğıdı açtığımda, şaşkınlıktan elimdeki yarısı kalmış teneke ellerimden çözüldü ve yere düşüp tüm içindeki yere döküldü.

Kâğıtta bir fotoğraf vardı.

Barış’la benim İsviçre’deyken öpüştüğümüz fotoğraf.

Hastanedeyken balonlu sepette bulduğum fotoğraf.

Ama bu Selim’de ne arıyordu?

Continue Reading