Sefiller

By ClassicsTR

75.4K 1.3K 300

Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği s... More

Önsöz - I.CİLT
BİRİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
EVİNİ KİME KORUTUYORDU
BİR KISITLAMA
-İKİNCİ KİTAP-
PONTARLIER PEYNİRHANELERİ ÜZERİNE BİLGİLER
DALGA VE GÖLGE
KÜÇÜK-GERVAIS
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
BOMBARDA'NIN YERİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
UFUKTA BELİRSİZCE ÇAKAN ŞİMŞEKLER
MADAM VICTURNIEN'İN BAŞARISI
BELEDİYE ZABITASINA AİT BAZI MESELELERİN ÇÖZÜMÜ
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
ISTIRABIN UYKUDA ALDIĞI ŞEKİLLER
SIMPLICE HEMŞİRE SINAMADAN GEÇİYOR
KANAATLERİN ŞEKİLLENMEYE BAŞLADIĞI BİR YER
-SEKİZİNCİ KİTAP-
İKİNCİ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
SAVAŞLARIN "QUID OBSCURUM"U*
İMPARATOR, KILAVUZ LACOSTE'A BİR SORU SORUYOR
KILAVUZUN KÖTÜSÜ NAPOLYON'A, İYİSİ BÜLOW'A
QUOT LIBRAS İN DUCE?*
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
KÜÇÜK KIZ YAPAYALNIZ
ZENGİN OLMASI MUHTEMEL BİR YOKSULU HANA KABUL ETMENİN HOŞNUTLUĞU
THENARDİER OYUN PEŞİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
ESRARIN BAŞLANGICI
-ALTINCI KİTAP-
NEŞELİ ANLAR
BU KARANLIKTA BİRKAÇ SİLUET
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
JEAN VALJEAN AUSTİN CASTILLEJO'YU OKUMUŞA BENZİYOR
BAŞARILI BİR SORGULAMA
ÜÇÜNCÜ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
HALKIN BAĞRINDA SAKLI DURAN GELECEK
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
DEVRİMCİ OLMAK İÇİN AYİNE GİTMENİN FAYDASI
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
MARIUS'UN UĞRADIĞI ŞAŞKINLIKLAR
-BEŞİNCİ KİTAP-
YOKSULUN SEFİLLE İYİ KOMŞULUĞU
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
KADERİN GÖZ DELİĞİ
SEFALET ACIYA HİZMETİNİ SUNUYOR
MARIUS'UN İKİ SANDALYESİ KARŞI KARŞIYA
ÖNCE KURBANLARI YAKALAMAKTAN BAŞLAMALI DAİMA
II.CİLT -DÖRDÜNCÜ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
TEMELİN ALTINDAKİ ÇATLAKLAR
ENJOLRAS VE YAVERLERİ
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
SAVAŞ BAŞLIYOR
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
-ALTINCI KİTAP-
FİRARIN CİLVELERİ
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
CAB, ÜSTÜNDE GİDER; ARGODA HAVLAR
İHTİYAR KALPLE GENÇ KALP KARŞI KARŞIYA
-DOKUZUNCU KİTAP-
-ONUNCU KİTAP-
-ON BİRİNCİ KİTAP-
-ON İKİNCİ KİTAP-
GRANTAIRE'İN ÜSTÜNE GECE İNMEYE BAŞLIYOR
TOPLULUĞA BILLETTES SOKAĞI'NDA KATILAN ADAM
-ON ÜÇÜNCÜ KİTAP-
-ON DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-ON BEŞİNCİ KİTAP-
BEŞİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
BARİKATIN ÜSTÜNDE GÖRÜLEN UFUK
GEÇİCİ PARILTILAR
MORTUUS PATER FILIUM MORITURUM EXPECTAT*
KAHRAMANLAR
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
TOPRAK ÇÖKÜNTÜSÜ
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
İKİ YAŞLI KİŞİ, KENDİ TARZINDA*
-ALTINCI KİTAP-
AYRILMAZ OLAN
-YEDİNCİ KİTAP -
-SEKİZİNCİ KİTAP-
ARKASINDA GÜNDÜZ OLAN GECE
SONSÖZ

-DOKUZUNCU KİTAP-

416 7 1
By ClassicsTR


Yüce Karanlık, Yüce Gün Doğuşu

I

MUTSUZLARA ACIMAK, FAKAT MUTLULARI HOŞ GÖRMEK

Korkunç bir şeydir mutlu olmak! Onunla nasıl da yetinilir! Nasıl da onun yeter olduğu sanılır! Yaşamın yalancı amacı olan mutluluğu elde edince, gerçek amaç olan ödev nasıl da unutuluverir!

Yalnız şunu da söylemek gerekir ki, Marius'u suçlamak haksızlık olur.

Marius, söylediğimiz gibi, evlenme öncesinde Mösyö Fauchelevent'a hiçbir şey sormamıştı; evlenmenin ardından da Jean Valjean'a sormaya çekinmişti. Kendini koyuverip ardından sürüklendiği o sözü verdiğine pişman olmuştu. Üzüntüye bu denli ödün vermekle yanılmış olduğunu kendi kendine sık sık yinelemişti. Jean Valjean'ı yavaş yavaş evinden uzaklaştırmakla, elinden geldiğince onu Cosette'in zihninden silmekle yetinmişti. Bir bakıma sürekli Cosette'le Jean Valjean'ın arasına girmişti; böylelikle Cosette'in Jean Valjean'ı göremeyeceği, onu asla düşünmeyeceği konusunda kuşkusu yoktu. Silinmekten de öte bir şeydi bu; yok olmalıydı.

Marius gerekliliğine ve doğru olduğuna inandığı şeyi yapıyordu. Jean Valjean'ı, sertlik göstermeden ama güçsüz de davranmadan uzaklaştırmak için şimdiye değin gördüğümüz, ileride daha da başkalarını göreceğimiz önemli nedenler olduğuna inanıyordu. Savunmasını üzerine aldığı bir duruşmada, tesadüf Laffitte'in eski bir görevlisini karşısına çıkardığından ötürü, istemeyerek de olsa kimi ilginç bilgiler elde etmişti; yalnız saklamaya söz verdiği o gize saygı duyarak, Jean Valjean'ın sakıncalı durumunu da korumaya çalışarak bu bilgileri derinleştirmek istememişti. Tam o sırada yerine getirilmesi gerektiğine inandığı önemli bir görevi olduğunu düşünüyordu: özenli bir biçimde araştırdığı birisine altı yüz bin frangın geri verilmesi işi. O ana gelinceye kadar o paraya el sürmekten kaçınıyordu.

Cosette'e gelince, bu sırların hiçbirini bilmiyordu; ama bundan ötürü onu suçlamak güçtü. Marius'tan kendine yönelen çok güçlü bir çekimsel akım vardı; içgüdüsüyle ve sanki iradesinin dışında, Marius'un belirli bir isteği olduğunu seziyor ve ona uyuyordu. Kocası ona hiçbir şey söylememişti; Cosette onun sessiz düşüncelerinin, bulanık ama kesin baskısını hissediyor, buna körü körüne boyun eğiyordu. Buradaki boyun eğme, Marius'un unuttuğunu kendisinin de anımsamamasıydı. Bunun için göstereceği bir çaba da yoktu. Nedenini kendi de bilmeden, ortalıkta onu suçlayacak bir şey olmaksızın, ruhu öylesine kocasının ruhu olmuştu ki, Marius'un zihninde gölgelenen herhangi bir şey, onun zihninde de kararıyordu.

Yalnız pek ileri gitmeyelim; Jean Valjean konusundaki bu unutma, bu silinme yüzeydeydi sadece. Cosette unutkan olmaktan çok dalgındı. Gerçekten uzun süre "baba" adını verdiği kişiyi çok seviyordu; ama kocasını daha çok seviyordu. Yüreğinin dengesini bir ölçüde bozan, bir yana eğen de bu olmuştu.

Arada bir Cosette'in Jean Valjean'dan söz açtığı, gelmeyişine şaştığı oluyordu. Böyle durumlarda Marius onu yatıştırıyordu: "Burada değil sanırım. Bir yolculuğa çıkacağını söylememiş miydi?" "Doğru," diye düşünüyordu Cosette. "Böyle ortadan kayboluvermek onun âdetidir. Yalnız bu kadar uzun sürmezdi."

İki, üç kez Nicolette'i Homme-Armé Sokağı'na yollayıp Mösyö Jean'ın dönüp dönmediğini sordurmuştu. Jean Valjean, "Dönmemiş," dedirtti. Cosette de ondan sonra pek üstelemedi, çünkü onun yeryüzünde bir tek gereksinimi vardı: Marius.

Şunu da söylemek gerekiyor: Marius'la Cosette de kentten uzaklaşmışlardı. Vernon'a gitmişlerdi. Marius, Cosette'i babasının mezarını ziyarete götürmüştü.

Marius Cosette'i azar azar Jean Valjean'ın elinden almıştı. Cosette de karşı koymamıştı. Kaldı ki, bazı durumlarda pek sert davranmaktan doğan çocukların değer bilmezliği denilen şey, öyle sanıldığı gibi suçlanacak bir şey değildir. Yaradılışın değer bilmezliğidir bu. Başka bir yerde de söz ettiğimiz gibi, yaradılış "kendi önüne bakar". Yaradılış canlı varlıkları ikiye ayırır: gelenler ve gidenler. Gidenler karanlığa doğru dönmüşlerdir, gelenler ışığa dönüktür. İşte, yaşlılar için kaçınılmaz ve gençler için irade dışı olan uzaklıklar bundan kaynaklanır. Başlangıçta fark edilmeyen bu uzaklık, her dal sürmesinde olduğu gibi, yavaş yavaş çoğalır. Dallar ağaçtan ayrılmamakla birlikte, ondan uzaklaşırlar. Onların suçu değildir bu. Gençlik sevincin bulunduğu yere, şenliklere, parlak ışıklara, tutkulara doğru gider. Yaşlılık ise sona doğru. Birbirlerini gözden yitirmeseler bile kucaklaşma yoktur artık. Gençler yaşamın soğukluğunu, yaşlılar da mezarın soğukluğunu duyarlar. Bu zavallı çocukları suçlamayalım!

II

YAĞSIZ KANDİLİN SON TİTREYİŞLERİ

Bir gün Jean Valjean basamakları indi, sokakta üç adım gitti, bir binek taşının üstüne, Gavroche'un kendisini 5-6 Haziran gecesi düşünceli düşünceli otururken bulduğu taşın üstüne oturdu. Birkaç dakika kaldı orada, ardından gene yukarı çıktı. Sarkacın son sallantısı oldu bu. Ertesi gün evinden dışarı çıkmadı. Daha ertesi gün yatağından dışarı çıkmadı.

Onun biraz lahana ya da birkaç patates ile bir parça domuz yağından ibaret etsiz yemeklerini hazırlayan kapıcı kadın, esmer toprak çanağa bakıp haykırdı:

- Ama dün ağzınıza hiçbir şey koymamışsınız zavallı efendim!

Jean Valjean:

- Basbayağı yedim! diye karşılık verdi.

- Çanak ağzına dek dolu duruyor.

- Su testisine bakın. O bomboş.

- Bu, su içtiğinizi kanıtlar; yemek yediğinizi kanıtlamaz.

Jean Valjean:

- Peki, ne olur? dedi. Canım sadece su istediyse elden ne gelir?

- Susamak derler buna; insan sırf bununla yetiniyor ve yemek de yiyemiyorsa, bunun adı yüksek ateştir.

- Yarın yerim.

- Ya da hiçbir zaman! Niçin bugün değil? Yarın yerim denir mi hiç? Pişirdiğimiz yemeği el sürmeden bırakmak olur mu? Pek de güzel olmuştu.

Jean Valjean yaşlı kadının elini tuttu. Duygulu sesiyle:

- Hazırladığınız o güzel yemeği yiyeceğime söz veriyorum, dedi.

Kapıcı kadın:

- Sizden hiç hoşnut değilim, diye karşılık verdi.

Jean Valjean'ın bu yaşlı kadından başka canlı yaratık gördüğü yoktu. Paris'te kimselerin geçmediği sokaklar, kimselerin girmediği evler vardır. Jean Valjean bu sokaklardan, bu evlerden birindeydi. Sokağa çıkabildiği sıralar, birkaç meteliğe bir bakırcıdan küçük bakır bir haç alıp yatağının karşısına çivilemişti. Bu çarmıhı sürekli görmek yararlıdır.

Jean Valjean odasında bir adım bile atmadan bir hafta geçti. Hep yatıyordu. Kapıcı kadın kocasına:

- Yukarıdaki adamcağız yataktan hiç kalkmıyor artık, diyordu, hiç yemek yemiyor. Çok dayanmaz. Pek büyük üzüntüleri var besbelli. Kızının hiç de iyi bir evlilik yapmadığı düşüncesini kimse kafamdan çıkaramaz benim.

Kapıcı, üstün kocalık davranışıyla karşılık verdi:

- Zenginse hekim getirsin, değilse getirmesin. Hekimi yoksa ölür.

- Ya hekim getirirse?

Kapıcı:

- Gene ölür, dedi.

Kapıcı kadın, avlunun taşları arasında biten otları eski bir bıçakla kazımaya başladı. Bir yandan da söyleniyordu:

- Çok yazık! Ne de temiz bir dedecik! Piliç gibi bembeyaz.

Yolun öbür başından geçen semt doktorlarından birini gördü; kendiliğinden gelmiş gibi yukarı çıkmasını rica etti ondan.

- İkinci katta, dedi. Kapıyı açıp girersiniz. Adamcağız yatağından kımıldamadığı için anahtar hep kapının üzerindedir.

Hekim Jean Valjean'ı gördü, onunla konuştu. Aşağı indiğinde kapıcı kadın ona seslendi:

- Ne haber, doktor?

- Hastanız çok hasta.

- Nesi var?

- Hem hiçbir şey hem her şey. Görünüşe göre, bu adam çok sevdiği birini elinden kaçırmış. İnsanı öldürür bu.

- Size ne söyledi?

- Sağlığının yerinde olduğunu.

- Gene gelecek misiniz, doktor?

- Evet, dedi doktor. Ama benden başka birisinin gelmesi gerekir.

III

FAUCHELEVENT'IN YÜK ARABASINI KALDIRAN KİŞİYE ARTIK BİR KALEM AĞIR GELİYOR

Bir akşam Jean Valjean dirseklerinin üzerinde doğrulmakta güçlük çekti. Elini tuttu, nabzını buldu. Yüreği kısa aralıklarla vuruyor, arada bir duruyordu. Şimdiye değin hiç böylesine güçsüz düşmemiş olduğunu düşündü. Bununla birlikte, belli ki olağanüstü bir düşüncenin baskısıyla çaba gösterdi, oturduğu yerde doğruldu, giyindi. Eski işçi elbisesini giydi. Artık sokağa çıkmadığından hep bu elbisesini giyiyordu; yeniden ona dönmüştü. Giyinirken sık sık dinlenmek zorunda kaldı; ceketin kollarını geçirirken bile alnından ter boşanıyordu.

Yalnız kalışından bu yana, bu ıssız evde elinden geldiğince az yer tutmak için karyolasını sokak kapısının yanındaki odaya yerleştirmişti.

Valizi açtı, Cosette'in giysilerini çıkardı. Yatağın üzerine yaydı.

Piskoposun şamdanları ocağın üzerindeki yerlerindeydiler. Bir çekmeceden iki mum aldı, şamdanlara taktı. Sonra, yaz mevsiminde olmalarına ve ortalığın o an aydınlık olmasına rağmen mumları yaktı. Ölülerin bulunduğu odalarda güpegündüz böyle yanan şamdanlar görülür.

Bir eşyadan ötekine giderken soluğu kesiliyor, oturmak zorunda kalıyordu. Gücü yenilemek üzere tüketen sıradan yorgunluklardan değildi bu; bir insanın yapabileceği eylemlerin son kırıntısıydı; bir daha gerçekleştirilemeyecek çabalarla damla damla sızıp tükenen yaşamdı bu.

Üzerine yığıldığı sandalyelerden biri, aynanın önüne -kendisi için o denli uğursuz, Marius için o denli kurtarıcı olan, Cosette'in kurutma kâğıdındaki yazısını tersinden okuduğu aynanın önüne- konmuştu. Görüntüsünü aynada gördü, tanımadı. Seksen yaşındaydı; Marius'la Cosette'in evlenmesinden önce ancak elli yaşında gösteriyordu; bu bir yıl otuz yıl gibi geçmişti. Yaşlılık kırışıklıkları değildi alnında olanlar, ölümün gizemli belirtileriydi. Orada, amansız tırnağın kazıntısı seziliyordu. Yanakları sarkıyordu; yüzünün derisi daha şimdiden altında toprak varmış dedirten bir renk almıştı; ağzının iki kenan, kadim mezarların üzerine kazıdıkları o maskedeki gibi aşağı sarkıyordu. Hoşnutsuzluğunu belirten o yüce trajik varlıklardan birini andırıyordu. Güçsüzlüğün sonları denilen öyle bir durum vardır ki, üzüntü artık akmaz olur; o da bu duruma gelmişti. O an üzüntü sanki pıhtılaşmıştır; ruhun üzerinde üzgünlük pıhtısı gibi bir şey vardır.

Gece olmuştu. Bir masayla eski bir koltuğu ocağın yanına zor bela çekti; masanın üzerine kalem, mürekkep ve kâğıt koydu. Ardından bir baygınlık geçirdi. Kendine geldiğinde susamıştı. Testiyi kaldıramadığından ağzına doğru güçlükle eğerek bir yudum su içti.

Sonra yatağa doğru döndü ve oturduğu yerden -ayakta duracak halde değildi çünkü- küçük siyah entari ile bütün o sevgili eşyalara baktı. Böylesi seyirler dakikalar gibi çabuk geçer. Birdenbire ürperdi. Kendini soğuğun sardığını duydu. Piskoposun şamdanlarının aydınlattığı masaya dirseklerini dayadı, kalemi aldı. Kalemle mürekkep uzun süredir kullanılmadıkları için, kalemin ucu kıvrılmış, mürekkep kurumuştu; ayağa kalkması, mürekkebe birkaç damla su koyması gerekti. Bunu iki, üç kez duraklamadan, oturmadan yapamadı; yazıyı da kalemin tersiyle yazmak zorunda kaldı. Arada sırada alnını siliyordu. Eli titriyordu. Ağır ağır şu birkaç satırı yazdı:

Cosette, seni kutlarım, sana Tanrı'dan mutluluklar dilerim. Bak, sana açıklayayım; uzaklaşmam gerektiği konusunda kocan haklıydı, bir ölçüde yanlışı var ama yine de haklıydı. Olağanüstü bir kişi o. Ben öldükten sonra onu çok sev. Mösyö Pontmercy, siz de benim sevgili yavrumu çok sevin. Cosette, bu kâğıdı bulacaklardır. Sana söylemek istediğim sayıları anımsayacak gücü kendimde bulursam tabii. İyi dinle: O para senindir. Bak bütün sorun şu: Beyaz kehribar Norveç'ten gelir, siyah kehribar İngiltere'den, siyah cam boncuklar da Almanya'dan. Kehribar daha hafif, daha değerli, daha pahalıdır. Fransa'da da Almanya'daki gibi benzerleri yapılabilir. İki parmak genişliğinde küçük bir örsle, mumu yumuşatmak için bir ispirto ocağı ister. Mum eskiden reçineyle duman isinden yapılırdı, libresi dört franga gelirdi. Ben onu gomalaka ve terementiyle yapmayı düşündüm. Artık otuz meteliğe çıkıyor sadece, hem de çok daha üstün nitelikte oluyor. Küpeler mor camdan yapılır, kara demirli bir çerçeveye bu mumla yapıştırılır. Demirden süs eşyası için cam boncuklar mor olmalıdır, altından süs eşyası için ise siyah. İspanya bunlardan çok satın alır. Orası siyah kehribar ülkesidir.

Burada durakladı. Kalem parmaklarının arasından düştü, ruhunun derinliklerinden yükselen acıyla yüklü hıçkırıklar boğazını tıkadı. Adamcağız başını elleri arasına alıp düşündü.

"Oh," diye haykırdı (yalnız Tanrı'nın duyduğu içten acı bir haykırışla), "Her şey bitti! Onu bir daha göremeyeceğim. Bir gülümseme gelip geçti üstümden. Onu yeniden göremeden gireceğim karanlıklara. Ah! Bir dakikacık, bir an için sesini duymak, giysisine dokunmak, ona bakmak, ona, yani meleğe ve sonra da ölmek! Ölmek bir şey değil, korkunç olan onu görmeden ölmek. Bana gülümser, hiç değilse bir kelimecik söylerdi. Bunun kime ne zararı dokunurdu? Hayır, her şey bitti, sonsuza dek! İşte yapayalnızım. Ulu Tanrım! Ulu Tanrım! Onu artık göremeyeceğim."

IV

BİR LEKE Kİ SADECE AKLAMAYA YARAR

Aynı gün, daha doğrusu aynı akşam, Marius sofradan kalkıp bir dosyayı incelemek için çalışma odasına girmişti ki, Basque ona bir mektup uzatarak, "Mektubu yazan bekleme odasında," demişti.

Cosette büyükbabanın koluna girmiş, bahçede dolaşıyordu.

Bir mektup bir insan gibi, kötü görünüşlü olabilir. Kabaca katlanmış kalın kâğıttan bir mektup ilk bakışta hoşa gitmez. Basque'ın getirdiği mektup da bu türdendi. Marius mektubu aldı. Tütün kokuyordu. Hiçbir şey anıları koku kadar iyi uyandırmaz. Marius bu tütünü tanıdı. Üzerindeki adrese baktı. Mösyö Baron Pontmercy. Kendi konağında. Anımsadığı tütün kokusu yazıyı da anımsattı ona. Şaşkınlığa düşmenin şimşekleri olduğu söylenebilir. Marius bu şimşeklerden biriyle aydınlanır gibi oldu. Gizemli bir anımsatıcı olan koku duyusu onda tümüyle evreni canlandırmıştı. Kesinlikle o kâğıttı bu; aynı katlama biçimi, mürekkebin aynı soluk rengi, aynı bilinen yazı. Hele o tütün! Jondrette gözünün önüne geliyordu.

İşte tesadüfün anlaşılmaz bir oyunu! O kadar aradığı iki izden biri, daha çok yakınlarda bulmak için bunca emek tükettiği, bulunmamak üzere kaybolduğunu sandığı iz, kendiliğinden gelip ortaya çıkıyordu. Mektubu aceleyle açtı, okudu:

Mösyö Baron,

Ulu Tanrı bana o yetenekleri verseydi, ben Baron Thenard, fen akademisine üye olabilirdim, ama olamadım. Yalnız onunla aynı adı taşıyorum. Bu anı bana sizin iyi yürekliğinizin bağışlayıcılığını salık veriyorsa ne mutlu bana! Bana bağışlayacağınız iyilikler karşılıklı olacaktır. Birini ilgilendiren bir sır biliyorum. Bu kişi sizi ilgilendiriyor. Size yararlı olabilmek şerefine erişmek isteğiyle bu sim emrinize sunmak için bulunduruyorum. Madam Barones büyük bir ailenin üyesi olduğundan, aranıza katılmaya hakkı olmayan o kişinin şerefli ailenizden kovulması için, pek kolay bir çareyi göstereceğim. Erdemin kutsal barınağı, hakkını bırakmadan, uzun sure suçla birlikte aynı çatı altında bulunamaz.

Bekleme odasında Baron'un emirlerini bekliyorum.

SAYGILARLA

Mektup "THENARD" imzasını taşıyordu. Sadece biraz kısaltılmıştı. Bu ad uydurma değildi.

Öte yandan karışık yazı, kuralsız yazım açıklamayı tamamlıyordu. Her şey tamamdı. Hiçbir kuşkuya yer yoktu.

Marius pek derinden coşkulanmıştı. Gösterdiği ilk şaşkınlık davranışının ardından sevinç duydu. Şimdi aradığı öbür adamı, yani kendisini kurtarmış olan adamı bulsa, isteyecek başka hiçbir şeyi kalmayacaktı artık.

Çalışma masasının çekmesini açtı, oradan biraz para aldı, cebine koydu, çekmeceyi kapadı, zili çaldı. Basque kapıyı araladı.

- Bekleyen adamı getir, dedi Marius.

Basque seslendi:

- Mösyö Thenard!

İçeri bir adam girdi.

Marius için yeni bir sürpriz. İçeri giren adam onun için tümüyle yabancı biriydi. Yaşlı bir adamdı bu. Kocaman bir burnu, boyunbağı içine gömülmüş bir çenesi, gözlerinde çifte tahta siperlikti yeşil gözlükler vardı; saçları, High Life'ın İngiliz arabacılarının perukları gibi kaşlarına dek alnına doğru taranmış, yassılatılmıştı. Saçları ağarmıştı. Baştan ayağa karalar giymişti; çok aşınmış ama temiz, siyah bir giysiydi bu. Yelek cebinden sarkan bir deste incik boncuk, madalya, orada bir saat bulunduğunu belli ediyordu. Eski bir şapka tutuyordu elinde. Az kamburlaşarak yürüyor, selam verirken yerlere dek eğilmesiyle sırtının eğikliği daha da artıyordu. İlk bakışta göze çarpan şuydu: Dikkatle iliklenmiş olduğu halde, çok bol olan giysisi onun üstüne yapılmamış gibi duruyordu.

Burada kısa bir ara gerekir.

O dönemde Paris'te, Arsenal yakınlarında, Beautreillis Sokağı'nda, şüphe uyandıran eski bir evde, işi bir ahlaksızı namuslu adam kılığına sokmak olan kurnaz bir Yahudi vardı. Bu değişiklik pek uzun bir süre için değildi, çünkü uzun süre için olsaydı o ahlaksız için tedirgin edici bir şey olurdu. Değişiklik, ücreti önceden ödenmek üzere, gündeliği otuz metelikten, bir iki gün için, dürüst kişilerinkine elden geldiğince benzeyen bir giysiyle yapılıyordu. Bu giysi kiralayıcısına Changeur adı veriliyordu; ona bu adı Paris yankesicileri vermişti, başka adı olup olmadığını da bilmiyorlardı. Neredeyse eksiksiz bir vestiyeri vardı, insanların üstlerine geçirdikleri eski giysiler giyilebilir durumdaydı. Spesiyaliteler ve kategoriler vardı; mağazasının her çivisinde kullanılmış, eskimiş bir toplumsal konum asılıydı. Burada bir memur giysisi, şurada bir rahip giysisi, ötede bir banker giysisi, başka bir yerde bir yazar, daha ötede bir devlet adamı giysisi. Bu adam düzenbazlığın Paris'te oynadığı uçsuz bucaksız dramın kostümcüsüydü. işlik, hırsızlığın girip dolandırıcılığın çıktığı kulisti. Hırpani kılıklı bir serseri bu vestiyere gelir, otuz metelik bırakır, o gün oynamak istediği role göre kendine uyan giysiyi seçerdi; serseri basamakları inerken, artık bir kişilik kazanmış olurdu. Ertesi gün giysiler sadakatle geri getirilirdi. Hırsızlara her şeyi teslim eden Changeur hiç soyulmamıştı. Yalnız bu giysilerde bir eksiklik vardı; kimseye "uymaz"lardı. Giyenlere göre yapılmadıklarından kimine dar gelir, kiminin sırtından dökülürlerdi; kimselere uymazdı. Ortalama insanın üstünde boyutlara sahip hiçbir düzenbaz, Changeur'ün giysilerinin içinde rahat edemezdi. Ne şişko ne de sıska olmamak gerekti. Changeur ancak ortalama insanları göz önüne almıştı. Ölçülerini ne çok şişman ne çok ince ne çok iri ne çok küçük olmayan, sıradan serseriye göre almıştı. Bundan ötürü bazen zor durumlar yaşanıyor, alıcılar bu durumdan ellerinden geldiğince sıyrılmaya çalışıyorlardı. Ölçü dışı olanlar başlarının çaresine baksın! Örneğin, boydan boya siyah olduğu için herkese pek uygun olan devlet adamı giysisi Pitt'e çok geniş, Castelcicala'ya ise çok dar gelirdi. Devlet adamı giysisi, Changeur'ün katalogunda aşağıdaki biçimde belirtilmişti; aynen aktarıyoruz: "Siyah çuhadan ceket, siyah yünlüden pantolon, ipekli yelek, potin, çamaşır." Giysinin kıyısında Eski büyükelçi yazıyordu. Ayrıca, gene aynen aktardığımız şu yazı vardı: "Ayrı bir kutuda, güzelce hazırlanmış bir peruka, yeşil gözlükler, saat kösteği için madalyalar, burnun biçimini değiştirecek iki küçük boru." Sonuncular eskiden büyükelçi olan devlet adamının giysileri içindeydi. Tüm bu giysiler, deyim yerindeyse, bitikti; dikişler ağarmış, dirseklerden birinde pürüzlü bir ilik belirmişti, üstelik giysinin göğsünde bir düğme eksikti ancak bu küçük bir eksiklikti. Devlet adamının eli ceketin içinde, yüreğinin üzerinde durması gerektiğinden, eksik düğmeyi gizlemek onun işiydi.

Marius'un Paris'in gizli kuruluşlarıyla yakınlığı olsaydı, Basque'ın içeri aldığı konuğun üstünde Changeur'ün eskici dükkânından ödünç alınmış devlet adamı giysisi bulunduğunu derhal anlardı. Beklediğinden başka birisinin içeri girdiğini görünce, Marius'un uğradığı düş kırıklığı yeni gelene karşı horgörü biçimini aldı. Adam selamlamak için yerlere kadar eğilirken, onu baştan ayağa dek inceledi, emreder bir sesle sordu:

- Ne istiyorsunuz?

Adam, bir timsahın okşayıcı gülümsemesini andıran sevimli bir sırıtmayla cevap verdi:

- Mösyö Baron'u daha önce sosyetede görmemiş olmam olanaksız gibi geliyor bana. Kendileriyle birkaç yıl önce, daha çok Prenses Bagration'un konağında ve Fransa senato üyelerinden Senyör Vikont Dambray'ın salonlarında karşılaştığımı sanıyorum.

Hiç tanımadıkları kimseleri pek iyi tanırmış gibi davranmak düzenbazların sürekli kullandıkları iyi bir taktiktir. Marius bu adamın konuşmasını büyük bir ilgiyle izliyordu. Sesini, davranışlarını gözlüyordu ama uğradığı düş kırıklığı da artıyordu; duymaya hazırlandığı keskin, sert sesten apayrı, burundan gelen bir konuşmaydı bu. Marius çok şaşırmıştı.

- Ne Madam Bagration'u ne de Mösyö Dambray'ı tanımıyorum... dedi. Ömrümce ne birinin ne de ötekinin evine adımımı atmış değilim.

Bu sözler asık bir yüzle söylenmişti. Adam yine de incelikli bir davranışla ısrar etti:

- Öyleyse mösyöyü Chateaubriandlarda görmüş olacağım. Chateaubriand'ı iyi tanırım. Pek İnceliklidir. Bazen bana, "Thenard, dostum, benimle bir içki içmez misiniz?"der.

Marius'un yüzü gittikçe daha da sertleşiyordu.

- Mösyö Chateaubriand'ın evine buyur edilmek onuruna hiç erişmedim. Kısa keselim, ne istiyorsunuz?

Adam daha da sertleşen sesin karşısında daha da kibarlaşarak;

- Mösyö Baron, dedi, beni dinlemek yüceliğinde bulunun. Amerika'da Panama yakınlarında Joya adında bir köy vardır. Bu köy bir tek evden ibarettir. Dört köşe, büyük, üç katlı bir evdir bu; güneşte kurutulmuş tuğlalardan yapılmıştır. Her kat, altındaki kattan dört metre içerlek olup önünde, yapıyı çepeçevre kuşatan bir balkon oluşturur. Ortada erzak ve cephane bulunan bir iç avlu vardır; hiç pencere yoktur, mazgal vardır; kapı da yoktur, duvara dayanan iskeleler vardır. Yerden birinci kata çıkmak için, birinci kattan ikinci kata çıkmak için, ikinci kattan üçüncü kata çıkmak için bir sürü iskele... ve iç avluya inmek için de iskeleler. Odalarda kapı yoktur, kapak vardır; merdiven değil asma merdivenler vardır. Akşam olunca kapaklar kapanır, iskeleler çekilir; mazgallara karabinalar yerleştirilir; içeri girmeye olanak yoktur; gündüz ev, gece kale... Sekiz yüz insan yaşar orada. İşte bu böyle bir köydür. Böylesine korunma niçin? Çünkü bu ülke tehlikeli yerdir; insan eti yiyen yamyamlarla doludur. Öyleyse oraya niçin gidiyorlar? Çünkü bu ülke olağanüstü bir yerdir; altın vardır orada!

- Sözü nereye vardırmak istiyorsunuz? diye lafını kesti Marius.

Düş kırıklığından sabırsızlığa geçmişti.

- Şuraya, Mösyö Baron, ben yorgun düşen eski bir diplomatım. Eski uygarlık beni çok hırpaladı. Bir de vahşileri denemek istiyorum.

- Sonra?

- Bencillik yeryüzünün yasasıdır, Mösyö Baron. Gündelikle çalışan köylü kadın posta arabası geçerken başını çevirir, kendi tarlasında çalışan mülk sahibi köylü kadın başını çevirmez. Yoksulun köpeği varsılın arkasından havlar, varsılın köpeği yoksulun arkasından havlar. Herkes kendisi için. Çıkar, işte insanların amacı. Altın, işte mıknatıs!

- Sonra? Sadede gelin.

- Gidip Joya'ya yerleşmek istiyorum. Biz üç kişiyiz. Karım, bir de kızım var; çok güzel bir kız. Yolculuk uzun ve pahalı. Biraz paraya ihtiyacım var.

Marius:

- Bunun benimle ne ilgisi var? diye sordu.

Yabancı adam, boynunu akbaba gibi kravatından dışarı uzattı, artan bir gülümsemeyle:

- Mösyö Baron mektubumu almadılar mı yoksa? diye sordu.

Doğruydu. Gerçek şuydu ki, pusulada yazılanlar Marius'ta iz bırakmadan yok olup gitmişti. Mektubu okumaktan çok yazıyı görmüştü; içinde ne olduğunu anımsamıyordu bile. Bir süreden beri yeni bir şey onu uyarmaya başlıyordu. Şunu fark etmişti: "Karım, bir de kızım." Adama ilgiyle bakıyordu. Bir sorgu yargıcı bundan daha esaslı bakamazdı; onu gözetliyordu sanki.

- Açıklayın, demekle yetindi.

Adam iki elini yelek ceplerine soktu, sırtını doğrultmadan başını kaldırdı; o da gözlüğünün yeşil bakışları ardından, kendi açısından Marius'u gözetliyordu.

- Peki, Mösyö Baron. Açıklıyorum. Size satacak bir sırrım var.

- Bir sır mı?

- Bir sır.

- Beni mi ilgilendiriyor?

- Bir parça.

- Nedir bu sır?

Marius, onu dinlerken, bir yandan da adamı incelemeyi sürdürüyordu.

- Bedava başlıyorum, dedi adam. Bakın göreceksiniz, ne kadar ilginizi çekeceğim.

- Konuşun.

- Mösyö Baron, evinizde bir hırsız, bir katil var.

Marius ürperdi:

- Evimde mi? Hayır! dedi.

Yabancı adam, yavaşça, istifini bozmadan, dirseğiyle şapkasını fırçaladı.

- Hem katil hem hırsız, Mösyö Baron. Dikkatinizi şuna çekmek isterim ki, burada eski, kadükleşmiş, geçersiz, yasa karşısında zaman aşımına uğramış ve Tanrı gözünde affa uğramış olaylardan söz etmiyorum. Yeni olaylardan, bugünkü olaylardan, yargının şu saatte bilmediği olaylardan söz ediyorum. Sürdürüyorum: Bu adam sizin güveninizi kazandı ve ailenize uydurma bir adla nüfuz etti. Onun gerçek adını size söyleyeceğim.

- Dinliyorum.

- Asıl adı Jean Valjean'dır.

- Biliyorum.

- Şimdi de, gene bir şey istemeden kim olduğunu söyleyeceğim.

- Söyleyin.

- O eski bir forsadır.

- Biliyorum.

- Size bildirmek şerefine eriştiğimden beri biliyorsunuz.

- Hayır. Daha önceden biliyordum.

Marius'un soğuk sesi, şu çifte biliyorum cevabı, konuşmaya uygun düşmeyen kısa sözleri adamın içinde boğuk bir öfke uyandırdı. Marius'a gizliden, çabucak sönen korkunç bir bakış fırlattı. Bu bakış ne denli çabuk olursa olsun, bir kez görünce hemen anımsanan türdendi; Marius'un gözünden kaçmadı bu. Düşüncenin aynası olan gözbebeklerine düşen kimi parıltılar ancak kimi ruhlardan gelebilir, onunla alevlenir; gözlükler hiçbir şeyi gizleyemez. Cehenneme cam takın bakalım!

Adam içini çekerek sürdürdü:

- Mösyö Baron'u yalanlamak gözü karalığını gösteremem. Yalnız, ne olursa olsun iyi bilgiler taşıdığımı görüyorsunuzdur. Size şimdi açıklayacağım şeyi benden başka bilen yoktur. Madam Barones'in varlığı ile ilgilidir bu. Olağanüstü bir sırdır, satılıktır. Bunu öncelikle size öneriyorum. Hem de çok ucuz: Yirmi bin frank.

Marius:

- Bu sırrı da ötekiler gibi biliyorum, dedi.

Adam istediği tutarı biraz indirmek gereğini duydu.

- Mösyö Baron, on bin frank verin de söyleyeyim.

- Bana öğretecek hiçbir şeyiniz olmadığını size tekrarlıyorum. Sizin söylemek istediğinizi ben biliyorum.

Adamın gözünde yeniden bir şimşek belirdi.

- İyi ama bugün karnımı doyurmanı gerek! diye haykırdı. Olağanüstü bir sır diyorum size! Mösyö Baron, konuşacağım. Konuşuyorum. Bana yirmi frank verin.

Marius ona dik dik baktı:

- Sizin o olağanüstü sırrınızı ben biliyorum, dedi. Jean Valjean'ın adını bildiğim gibi, tıpkı sizin de adınızı bildiğim gibi.

- Benim adımı mı?

- Evet.

- Bu zor bir iş değil, Mösyö Baron. Onu size yazmak, ağızdan söylemek şerefine eriştim. Thenard.

- Dier.

- Nasıl?

- Thénardier.

- O da kim?

Tehlike belirince kirpi dikenlerini çıkarır, domuzları böceği de ölü taklidi yapar, eski korumacılar kale düzenine geçerler. Bu adam da gülmeye başladı. Sonra bir fiskeyle ceketinin kolundaki bir toz tanesini süpürdü.

Marius sürdürdü:

- Siz aynı zamanda işçi Jondrette, komedyen Fabantou, ozan Genflot, İspanyol Don Alvares, bir de Balizard Kadın'sınız.

- Ne kadın dediniz?

- Montfermeil'de ucuz bir meyhane işlettiniz.

- Ucuz meyhane mi? Asla!

- Thénardier olduğunuzu söylüyorum size.

- Kabul etmem.

- Ve de bir serserisiniz. Alın!

Marius cebinden bir banknot çıkardı, adamın yüzüne fırlattı.

- Mersi! Pardon! Beş yüz frank mı? Mösyö Baron!

Ve altüst oldu adam. Yerlere kadar eğilirken parayı yakalayarak inceledi. Şaşırarak:

- Beş yüz frank! diye tekrarladı.

Alçak sesle kekeledi:

- Bu yaman bir papel!

Sonra birdenbire:

- Peki, öyle olsun! diye haykırdı. Rahatımıza bakalım.

Bunun üzerine, bir maymun çevikliğiyle, saçlarını arkaya attı, gözlüğünü çıkardı; az önce bu kitabın başka yerinde de sözü geçen iki pamuklu boru parçasını burnundan çıkarıp gizledi; şapka çıkarır gibi yüzünü çıkardı. Bakışı parladı, düzensiz derin kırışıklıklar içinde, yer yer kamburlaşmış, üstü iğrenç bir biçimde buruşmuş alnı ortaya çıktı; bir yırtıcı kuş gagasını andıran burnu eski durumuna döndü; adamın yabanıl, kurnaz yüzü ortaya çıktı.

Burundan gelmeyen bir sesle:

- Mösyö Baron'un hakkı var. Ben Thénardier'im, dedi sırtının kamburluğunu düzelterek.

Thénardier -evet, gerçekten de bu adam oydu- şaşırıp kalmıştı; elinden gelse kaygılanırdı. Şaşkınlık uyandırmaya gelmişti buraya ama şimdi kendisi şaşkınlığa düşüyordu. Bu yenilgi ona beş yüz frank kazandırmıştı; iyi hesaplayınca, bunu kâfi buluyordu ama gene de şaşkınlıktan sersemlemiş gibiydi.

Baron Pontmercy'i ilk kez görüyordu; değişik giyimine rağmen Baron Pontmercy onu tanıyor, hem de derinlemesine tanıyordu. Bu baron, yalnız Thénardier olayını değil, Jean Valjean olayını da biliyordu. Böylesine soğuk, böylesine eli açık, herkesin adını bilen, herkesin bütün adlarını bilen, onlara kesesini açan, düzenbazları bir savcı gibi tartaklayan ama gene de bir gafil gibi para veren bu toy delikanlı neyin nesiydi acaba?

Thénardier, anımsanacağı gibi, Marius'un komşusu olduğu halde, Paris'te çok kere olduğu gibi, onu hiç görmemişti. Kızlarının eskiden aynı apartmanda oturan Marius adında pek yoksul bir delikanlıdan söz ettiklerini öylesine bir duymuştu. Kendisini tanımadan, az önce gördüğümüz mektubu ona yazmıştı.

Onun düşüncesinde, o Marius'la bu Mösyö Baron Pontmercy arasında hiçbir yakınlık yoktu.

Pontmercy adına gelince, anımsanacağı gibi, Waterloo savaş alanında, ancak son iki heceyi duyabilmişti; bu yüzden teşekküre karşı duyulan haklı hor görmeyi bu iki heceye karşı da duymuştu. Öte yandan, 16 Şubat'ta gerek yeni evlilerin peşine kattığı kızı Azelma yoluyla, gerekse kendi araştırmalarına dayanarak çok şey öğrenebilmiş, sonsuz karanlıkların derinliklerinden pek çok gizemli ipucu ele geçirebilmişti. Günün birinde ana lağımda karşılaştığı adamın ne biçim bir insan olduğunu ustalıkla keşfetmiş ya da bağlantılara başvurarak, en azından tahmin etmişti. Adamdan isme varmıştı kolaylıkla. Barones Pontmercy'nin Cosette olduğunu biliyordu. Yalnız bu bakımdan ağzını sıkı tutmaya kararlıydı. Cosette kimdi? Gerçekten bunu kendisi de tam olarak bilmiyordu. Ancak ortada bir piçlik olduğunu seziyordu. Fantine öyküsü ona öteden beri kuşkulu görünmüştü; ama ondan söz etmek neye yarardı ki? Sus payı koparmaya mı? Daha pahalı bir sırrı vardı ya da öyle sanıyordu. Sonra da, tümüyle görünüşe dayanarak, kanıtsız, ispatsız, Baron Pontmercy'e gidip de, "Kannız piçtir!" diye açıklamada bulunmak, açıklamayı yapanın belinin ortasına adamın tekmesini yemekten başka bir işe yaramazdı.

Thénardier'nin düşüncesine göre Marius'la konuşması daha başlamamıştı bile. Gerilemek, stratejisini değiştirmek, bir durumu bırakmak, cephe değiştirmek gerekmişti; ama dişe dokunur hiçbir şeye başlamamıştı. Beş yüz frank da cebindeydi. Ayrıca daha söyleyeceği bir şeyi vardı, üstelik böylesine iyi bilgi sahibi, iyi silahlı olan şu Baron Pontmercy'e karşı bile kendini güçlü görüyordu. Thénardier yaratılışında olanlar için her konuşma bir çarpışmadır. Az sonra başlayacak olan çarpışmada durumu neydi? Kiminle konuştuğunu bilmiyordu ama ne konuştuğunu biliyordu. İçinden kendi güçlerini çabucak gözden geçirdi "Ben Thénardier'yim," dedikten sonra bekledi.

Marius düşüncelere dalmıştı. Demek Thénardier elindeydi nihayet! Bulmayı böylesine istediği adam nihayet karşısındaydı. Albay Pontmercy'nin öğütlerini yerine getirebilirdi artık. Öyle bir kahramanın böyle bir hayduda bir şey borçlu olması, babasının mezardan yolladığı poliçenin bugüne dek geri çevrilmiş olması onu küçük düşürüyordu. Her ne olursa olsun, hoşnuttu. En sonunda albayın ruhunu bu alçak alacaklıdan kurtarabilecekti. Ona öyle geliyordu ki, babasının borç yüzünden tutsak olan anısını tutsaklıktan kurtaracaktı.

Bu ödevinin yanı sıra bir başka şey daha vardı: Cosette'in varlığının kaynağını aydınlatmak. Olanak karşısına çıkmış gibiydi. Thénardier belki bir şeyler biliyordu. Bu adamın içini görmek yararlı olabilirdi.

İşe oradan başladı.

Thénardier "yaman papel"i yok edivermişti ve adeta iyiliksever bir yumuşaklıkla Marius'a bakıyordu.

Marius sessizliği bozdu:

- Size adınızı söyledim, Thénardier. Şimdi bana öğretmek için geldiğiniz sim da söyleyeyim mi, ister misiniz? Benim de soruşturmalarım var. Göreceksiniz ki sizden daha çok şey biliyorum. Jean Valjean dediğiniz gibi hem katil hem de soyguncu. Soyguncu, çünkü varlıklı bir sanayiciyi, Mösyö Madeleine'i soydu, onu iflasa sürükledi; katil, çünkü polis görevlisi Javert'i öldürdü.

Thénardier:

- Anlayamıyorum Mösyö Baron, dedi.

- Anlatmaya çalışacağım. Dinleyin. 1822 yılına doğru Pas-de-Calais'nin bir yöresinde, adliye ile eski bir anlaşmazlığı olan bir adam vardı. Madeleine adı altında belini doğrulttu, saygınlık kazandı. Bu adam, sözün tam anlamıyla doğru bir kişi olmuştu. Bir sanayi, siyah cam boncuk fabrikası kurarak bütün bir kenti varlığa kavuşturmuştu. Kendi varlığına gelince, onu da yapmıştı ama ikinci derecede ve âdeta tesadüfen. Yoksul babasıydı. Hastaneler kuruyor, okullar açıyor, hastaları ziyaret ediyor, öksüzlere arka çıkıyordu; ülkenin koruyucusu gibiydi. Verilen nişanı reddetmişti; onu belediye başkanı yaptılar. Serbest bırakılan bir forsa bu adamın geçmişte çarpıldığı bir cezayı biliyordu; onu ihbar etti ve tutuklattı, yakalanmasından yararlanarak Paris'e geldi, sahte imzayla -olayı veznedarın kendisinden duydum- Bay Madeleine'e ait olan yarım milyondan çok paranın Banker Laffitte tarafından kendisine verilmesini sağladı. Bay Madeleine'i soyan bu forsa Jean Valjean'dır. Öteki olaya gelince, onda da bana öğretecek hiçbir şeyiniz yok. Jean Valjean polis müfettişi Javert'i öldürdü; onu bir tabanca kurşunuyla vurdu. Şimdi sizinle konuşan ben oradaydım.

Thénardier mağlupken bir dakikada zafere erişen ve bütün kaybettiğini yeniden kazanan bir adamın üstün bakışlarıyla Marius'a bir göz attı. Sonra, gülümsemesi çabucak yerine geldi. Aşağıdaki yukarıdakine karşı sürekli okşayıcı bir zafer göstermelidir.

Thénardier Marius'a:

- Mösyö Baron, yanlış yoldasınız... demekle yetindi.

Ve kösteğindeki madalyonları anlam saçan bir fırıldak gibi döndürerek bu cümlenin altını çizdi.

Marius:

- Nasıl? dedi. Bunu onaylamıyor musunuz? Bunlar gerçek olaylardır.

- Bunlar kuruntudur. Mösyö Baron'un bana gösterdikleri güven, bunu kendilerine bildirmek ödevini verir bana. Her şeyden önce gerçek, doğruluk. İnsanların gereksiz yere suçlanmasını hiç sevmem. Mösyö Baron, Jean Valjean Mösyö Madeleine'i soymadı ve Jean Valjean kesinlikle Javert'i öldürmedi.

- İşte bu ilginç! Nasıl oluyor?

- İki nedenden ötürü.

- Hangi nedenle? Söyleyin.

- İşte birincisi: Mösyö Madeleine'in parasını çalmadı, çünkü Mösyö Madeleine ta kendisiydi.

- Neler uyduruyorsunuz siz böyle?

- Ve İkincisi: Javert'i öldürmedi, çünkü Javert'i öldüren Javert'dir.

- Ne demek istiyorsunuz?

-Javert kendini öldürdü.

Marius, kendinden geçerek:

- Kanıtlayın! Kanıtlayın! diye bağırdı.

Thénardier sözcükleri hecelere ayırarak sözlerini yineledi:

- Po-lis gö-rev-li-si Javert, Pont-au-Change'da bir san-da-lın al-tın-da bo-ğul-muş o-la-rak bu-lun-du!

- Kanıt gösterin öyleyse?

Thénardier yan cebinden, içinde katlanmış, değişik boyda kâğıtlar bulunduğu sanısı veren geniş kurşuni bir zarf çıkardı. Sakin bir tavırla:

- Dosya yanımda, dedi.

Sonra ekledi:

- Mösyö Baron, sizin yararınıza, ben bu Jean Valjean'ı esaslı bir biçimde tanımak istedim. Jean Valjean'la Madeleine'in aynı insan olduğunu öne sürüyorum; Javert'in Javert'den başka katili olmadığını söylüyorum ve eğer söylüyorsam, kanıtlarım var demektir. Elyazısı, kanıt değil bu, elyazısı su götürür; elyazısı dileğe göre iş görebilir, yazılı kanıtlarım var.

Thénardier konuşurken zarftan sararmış, solmuş, tütün kokusuna boğulmuş iki eski gazete çıkardı. Kat yerlerinden yırtılmış, dökülmüş durumda olan dört köşe parçalardan bir tanesi diğerlerinden çok daha eskiye benziyordu.

- İki olay, iki kanıt, dedi Thénardier.

Ve kat yerlerini açarak gazeteleri Marius'a uzattı.

Okur bu iki gazeteyi iyi bilir. Bir tanesi, en eski olanı, 25 Temmuz 1823 tarihli Drapeau blanc'ın bir nüshası, bu yapıtın birinci cildinin ikinci bölümünün ikinci kitabının başında görülmüştü. Gazetenin bu sayısı Madeleine'le Jean Valjean'ın kimliğini belirtiyordu.

Öteki 15 Haziran 1832 tarihli Moniteur, Javert'in kendini öldürdüğünü kaydettikten sonra şunları ekliyordu: Javert, polis müdürlüğündeki sözlü bir raporda Chanvrerie Sokağı'ndaki barikatta tutsak edildiğini, hayatını, tabancasıyla onu hedef alan, beynini dağıtacak yerde kurşunu havaya sıkan bir isyancının yüce yürekliliğine borçlu olduğunu belirtmiştir.

Marius okudu. Kesinlik vardı bunda; belirli tarihler, yadsınamaz kanıtlar. Bu iki gazete Thénardier'nin sözlerini doğrulamak amacıyla özel olarak bastırılmamıştı elbette. Moniteur'de yayımlanan haber, polis müdürlüğünce resmen bildirilmişti: Marius artık kuşkulanamazdı. Veznedarın verdiği bilgiler yanlıştı, kendisi de aldanmıştı. Jean Valjean birdenbire yücelmiş, buluttan sıyrılıyordu. Marius sevinç çığlığını tutamadı:

- Öyleyse, bu bahtsız adam hayranlık verici biridir. Demek ki bütün bu varlık onundu! Bütün bir ülkenin koruyucusu, Madeleine! Javert'in kurtarıcısı Jean Valjean! Bir kahraman! Bir ermiş!

Thénardier:

- Ne bir ermiştir ne de bir kahraman, dedi. Bir katil, bir soyguncudur o!

Ardından kendinde belli bir güç duymaya başlayan bir adam davranışıyla ekledi:

- Sakin olalım.

Soyguncu, katil sözcükleri, Marius'un artık yok olduğunu sandığı bu sözcükler yeniden ortaya çıkarak onun üzerine soğuk su gibi dökülmüştü.

- Hâlâ mı? dedi.

- Her zaman, dedi Thénardier. Jean Valjean Madeleine'in parasını çalmadı ama gene de soyguncudur. Javert'i öldürmedi ama gene de katildir.

- Kırk yıl önce işlediği, sizin gazetelerinizin de belirttiği, tümüyle yanlışlarından arınmış, el etek çekmiş, erdem dolu bir hayatla ödediği o bahtsız soygunculuktan mı söz etmek istiyorsunuz?

- Mösyö Baron, katil ve soyguncu diyorum. Ve tekrar ediyorum, aktüel olaylardan söz ediyorum. Size açıklayacağım şeyleri kimse bilmiyor. Bir yerde yayınlanmamıştır. Belki de Jean Valjean'ın Madam Barones'e kurnazca verdiği servetin kaynağını orada bulursunuz. Kurnazca diyorum, çünkü böyle bir bağışla, rahatlığın varlığını paylaştığı namuslu bir evin içine süzülmek, bununla birlikte suçunu gizlemek, soygunculuğundan yararlanmak, adını gömmek, kendisine bir aile yaratmak pek beceriksizce bir iş değildir.

- Burada sözünüzü kesebilirdim; ama sürdürün.

- Mösyö ödülü sizin cömertliğinizin değerlendirmesine bırakıp her şeyi anlatacağım. Bu sır bir külçe altın değerindedir. Bana, "Niçin Jean Valjean'a başvurmadın?" diyebilirsiniz. Anlaşılır bir nedenden ötürü. Varlığını bıraktığını, size bıraktığını biliyorum; ama onun bu davranışını da pek akıllıca bulmuyorum. Beş parası yok, ona başvursam bana bomboş ellerini gösterir. Oysa benim Joya yolculuğu için biraz paraya ihtiyacım var; her şeyi olan sizi, hiçbir şeyi olmayan ona yeğlerim. Biraz yorgunum, bir sandalyeye oturmama izin verin.

Marius oturdu, ona da oturmasını işaret etti. Thénardier kapitone bir sandalyeye oturdu. İki gazeteyi de geri aldı, yeniden zarfın içine yerleştirdi. Drapeau blanc'ı tırnağıyla didikleyerek mırıldandı:

- Bunu buluncaya dek akla karayı seçtim.

Sonra söylediklerinden kuşkusu olmayan kişilere özgü bir davranışla, bacak bacak üstüne attı, arkaya doğru kaykıldı; ardından ağır bir tavırla, sözcüklerin üstüne basa basa konuya girdi:

- Mösyö Baron, bundan yaklaşık bir yıl önce, 6 Haziran 1832'de, ayaklanma gününde, Invalides Köprüsü ile Iena Köprüsü arasında, lağımın Seine sularına döküldüğü yerde, Paris ana lağımında bir adam vardı.

Marius birdenbire sandalyesini Thénardier'nin sandalyesine yaklaştırdı. Thénardier bu davranışı gördü; dinleyicisini kavrayan, sözlerinin karşısındakinde yarattığı coşkuyu sezen bir konuşmacı yavaşlığıyla sürdürdü:

- Gerçekte siyasi olmayan nedenlerle gizlenmek zorunda olan bu adam, lağımı kendine mesken edinmişti; kendisinde oranın bir anahtarı vardı. Yineliyorum, 6 Haziran günü oluyordu bu. Akşamın saat sekizi sularındaydı. Adam lağımın içinde bir ses duydu. Çok şaştı, bir köşeye büzüldü, gözetledi. Bu bir ayak sesiydi; karanlıkta yürüyen biri vardı, ona doğru geliyordu, ilginç şey, lağımda ondan başka biri daha vardı. Lağımın demir parmaklıklı çıkış kapısı uzak değildi. Oradan süzülen az bir ışık yeni geleni tanımasına, bu adamın sırtında bir şey taşıdığını fark etmesine yardımcı oldu. Eğilerek yürüyordu. Eğilerek yürüyen adam eski bir forsaydı, sırtında taşıdığı da bir ölüydü. Öldürme suçundan yakalanmak da ancak böyle olur. Soygunculuğa gelince, sorun ortada; insan yok yere kimseyi öldürmez. Bu forsa bu ölüyü ırmağa atacaktı. Belirtilecek bir olay şudur ki, lağımın ötelerinden gelen bu forsa, çıkış parmaklığına erişmeden önce yolunun üzerinde korkunç bir çöküntüye rastlamıştı mutlaka, ölüyü oraya bırakabilir gibi görünse de, daha hemen ertesi gün, işçiler çöküntüde çalışırken, ölüyü orada bulabilirlerdi. Bu da katilin hiç işine gelmezdi sanırım. O, sırtındaki yükle çöküntüyü geçmeyi seçti. Gösterdiği çaba korkunç olmuştur, insan hayatını bundan daha çok tehlikeye atamaz; oradan sağ olarak kurtulmasını bir türlü anlayamıyorum.

Marius'un sandalyesi biraz daha yaklaştı. Thénardier bundan yararlanarak uzun uzun soluk aldı. Sözünü sürdürdü:

- Mösyö Baron, bir lağım eğitim alanı değildir. Orada insan her şeyden, duracak yerden bile yoksundur. Orada iki adam varsa karşılaşmaları gerekir. Bu da öyle oldu. Lağımda oturan ve oradan geçen yolcular istemeyerek birbirlerine günaydın demek zorunda kaldılar. Yolcu oturana, "Sırtımdakini görüyorsun, buradan çıkmam gerek; anahtar sende, ver onu bana," dedi. Bu forsa korkunç güçlü bir adamdı. Geri çevirmek olası değildi. Öyleyken anahtarın sahibi zaman kazanmak için tartışmaya başladı. Ölüyü inceledi; iyi giyimli, varsıl görünen, yüzü gözü kan içinde bir genç olduğundan başka şey göremedi. Konuşurken, katile duyurmadan, öldürülen adamın giysisinden bir parça koparıp alma imkânı buldu. Anlıyorsunuz ya, suç kanıtı, ipucu yakalamak, suçluya karşı suçu kanıtlamak çaresi. Suç kanıtını cebine koydu. Ondan sonra kapıyı açtı, sırtındaki yükle adamı dışarı çıkardı, parmaklığı kapattı. Bu serüvene katılmamak kaygısıyla, ondan da çok katil öldürdüğü kişiyi nehre atarken orada bulunmamak için kaçtı. Şimdi anlıyorsunuzdur. Ölüyü taşıyan Jean Valjean'dı; anahtarın sahibi de şu an sizinle konuşmakta, giysinin parçası ise...

Thénardier cümlesini bitirirken, koyu renk lekelerle kaplı, didik didik olmuş siyah bir çuha parçasını cebinden çıkarıp iki işaret parmağı ve iki başparmağı arasında tutarak göz çizgisine dek kaldırdı.

Marius yüzü sapsarı, zorlukla soluk alarak, gözleri siyah çuha parçasına dikili, bir tek sözcük söylemeden, bu paçavradan gözlerini ayırmadan ayağa kalkmıştı. Duvara doğru geliyordu. Ardında uzanan sağ eli, duvarda, el yordamıyla, ocağın yanındaki bir dolabın kilidinde duran anahtarı arıyordu. Anahtarı buldu, dolabı açtı, ürküntücü bakışlarını Thénardier'nin tuttuğu kumaş parçasından ayırmadan, oraya bakmadan kolunu dolabın içine soktu.

Bu arada Thénardier konuşmayı sürdürüyordu:

- Mösyö, öldürülen delikanlının çok zengin bir yabancı olduğuna, büyük bir para taşıdığına, Jean Valjean tarafından bir tuzağa düşürüldüğüne inanmam için ortada çok güçlü nedenler var.

Marius:

- O delikanlı bendim, işte giysi! diye bağırdı.

Kan içinde eski bir siyah giysiyi döşemenin üstüne fırlattı. Sonra Thénardier'nin elinden kumaş parçasını kaptı, giysinin yanına çömeldi, yırtılmış parçayı yırtık eteğe yaklaştırdı. Yırtık tıpatıp uyuyor, parça giysiyi tamamlıyordu.

Thénardier şaşkınlıktan taş kesilmişti. "Şimdi hapı yuttum işte," diye düşündü.

Marius, titreyerek bitkin ve sevinç içinde doğruldu. Cebini karıştırdı, bin frankla dolu yumruğunu öfkeyle Thénardier'ye doğru uzatarak, sanki onun suratına bastırarak yürüdü.

- Siz bir alçaksınız! Siz bir yalancısınız, karaçalıcısınız, sefilsiniz! Bir adamı suçlamak için gelmiştiniz, onu akladınız; onu bitirmek istiyordunuz, onu şerefe ulaştırmaktan başka bir şey yapmadınız. Asıl soyguncu sizsiniz! Asıl katil sizsiniz! Ben sizi, Hôpital Caddesi'ndeki o yerde gördüm. Thénardier Jondrette. Sizi küreğe, istesem daha da uzağa göndermeye yetecek kadar çok şey biliyorum hakkınızda sefil alçak! Al şu bin frangı!

Ve Thénardier'ye bin franklık bir banknot attı.

- Ah, Jondrette Thénardier, alçak namussuz! Bu sana ders olsun, sır eskicisi, sır satıcısı, karanlıklar araştırıcısı sefil! Şu beş yüz frangı da al ve defol git. Waterloo seni koruyor.

Thénardier beş yüz frankla bin frangı cebine tıkıştırırken:

- Waterloo mu? diye mırıldandı.

- Evet, katil! Orada bir albayın hayatını kurtarmıştın...

Thénardier başını kaldırarak:

- Bir generalin, dedi.

Marius öfkeyle:

- Bir albayın, dedi. Bir general için metelik vermem. Üstelik buraya bir sürü alçaklık yapmaya geldin! Sana diyorum ki işlemediğin cinayet yok! Defol! Yok ol! Yalnız mutlu ol, bütün isteğim bu. Ah! Canavar! Al üç bin frank daha! Alsana! Yarından tezi yok, kızınla Amerika'ya gideceksin; çünkü karın öldü, iğrenç yalancı! Buradan gittiğini göreceğim, haydut! O zaman sana yirmi bin frank daha vereceğim. Gider, başını başka yerde taşa vurursun!

- Mösyö Baron, size ebediyen minnettarım, diye cevap verdi Thénardier eğilerek.

Ve çıktı. Hiçbir şey anlamıyordu; bu altın yağmuruyla bu banknot yıldırımıyla şaşırmış, çılgına dönmüştü. Gerçekten de yıldırım çarpmış gibiydi ama hoşnuttu da; böylesi bir yıldırıma karşı yıldırımsavarı olsa pek canı sıkılırdı doğrusu.

Bu adamla ilgili konuyu burada bitiriverelim.

Şu anda anlatmakta olduğumuz olaylardan iki gün sonra, Marius'un yardımıyla, kızı Azelma ile, uydurma bir ad altında, yanında New York'ta ödenmek üzere bir çekle Amerika'ya gitti Thénardier. Başarıya ulaşamamış olan bu burjuvanın duygusal kokuşmuşluğu onulmaz türdendi; Avrupa'da neyse Amerika'da da öyle kaldı. Kötü bir adamın elinin değmesi kimi zaman bir iyiliği çürütmeye, ondan kötü bir sonuç çıkarmaya yeter. Marius'un parasıyla Thénardier, zenci köle alım satımına başladı.

Marius, Thénardier çıkar çıkmaz, Cosette'in gezinmekte olduğu bahçeye koştu:

- Cosette! Cosette! diye bağırdı. Gel! Çabuk gel! Gidelim Basque, çabuk bir araba! Cosette, gel. Aman Tanrım! Benim hayatımın kurtarıcısı oymuş! Bir dakika olsun yitirmeyelim! Şalını al.

Cosette onun çıldırdığını sandı ve itaat etti.

Marius soluk almıyordu; yüreğinin atışlarını bastırmak için elini üzerine koyuyordu. Büyük adımlar atarak gidip geliyor, Cosette'i öpüyordu.

- Ah! Cosette! Bahtsız bir adamım ben! diyordu.

Çılgına dönmüştü. Şu Jean Valjean'ın nasıl da erişilmez yücelikte, kederli bir yüzü olduğunu görmeye başlıyordu. Gözlerinin önünde işitilmemiş, üstün değerde, koruyucu, sonsuzluğun içinde alçakgönüllü bir erdem beliriyordu. İsa'nın yüzüne bürünüyordu kürek mahkûmunun yüzü. Bu olağanüstülüğün karşısında Marius'un gözleri kamaşıyordu. Gördüğü şeyin ne olduğunu tam olarak bilmiyordu, büyüklüğünü kavrıyordu.

Bir dakika içinde araba kapının önüne geldi. Marius Cosette'i bindirdi, kendisi de arabaya atladı.

- Arabacı! dedi. Homme-Armé Sokağı, numara 7.

Araba hareket etti.

- Ah! Ne mutluluk... dedi Cosette. Homme-Armé Sokağı. Cesaret edip sana söyleyemedim. Mösyö Jean'ı görmeye gidiyoruz.

- Senin baban! Cosette, o, her zamandan çok senin baban. Şimdi anlıyorum Cosette. Gavroche'la sana yolladığım mektubu almadığını söylemiştin. Onun eline geçmiş olmalı. Cosette, beni kurtarmak için barikata geldi o. Bir melek olmak onun için bir gereksinim olduğundan, geçerken başkalarını da kurtarmış. Javert'i kurtarmış. Beni de, sana vermek üzere, uçurumdan o kurtarmış. O korkunç lağımda beni sırtında o taşımış. Ah! Ben canavar kadar nankörüm! Cosette, senin kurtarıcın olduktan sonra, benim de kurtarıcı meleğim olmuş! Düşün bir kez Cosette, korkunç bir çöküntü varmış, yüz kez boğulacağı, çamur içinde boğulacağı bir çukur Cosette! Beni oradan geçirmiş. Bayılmıştım, hiçbir şey görmüyordum, hiçbir şey işitmiyordum, kendi başımdan geçen olaylara ilişkin hiçbir şey bilemezdim. Onu alıp getireceğiz; istese de, istemese de yanımıza alacağız, bir daha da bizden ayrılmayacak. Yeter ki bulalım onu! Onu yeter ki bulalım! Hayatımın geri kalan bölümünü ona saygıyla geçireceğim. Evet, öyle olmalı. Bak, gördün mü Cosette? Demek ki Gavroche mektubunu ona vermiş. Her şey anlaşılıyor. Anlıyorsun, öyle ya.

Cosette tek sözcük bile anlamıyordu.

- Haklısın, dedi.

Ve araba yol alıyordu.

Continue Reading

You'll Also Like

382K 7.7K 25
William Shakespear'in kaleme aldığı Romeo ve Juliet, iki düşman ailenin birbirini seven çocuklarının ölümle sonuçlanan mutsuz aşklarını konu alıyor.
682 73 12
Kısa Hikaye // Texting [Tamamlandı ✓] 05...: Bugün sana 24. Siyah Laleyi gönderdim. 05...: Sende keşke bu Siyah Lalelerin anlamını öğrenebilsen... 0...
63.7K 1.9K 146
Almanya'da dönemin gençliğini etkisi altına alan bu romanın, birçok kişinin intiharına neden olduğu, Werther'in giydiği mavi frak, sarı yelek ve çizm...
8.6K 458 12
Neden böyle bir yolu seçtim? Neden sana aşık oldum? Bu yanlış bir şey öyle değil mi? Üvey Kardeşime aşık olmak yanlış birşey... Acaba sende beni sev...