Sefiller

By ClassicsTR

75.4K 1.3K 300

Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği s... More

Önsöz - I.CİLT
BİRİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
EVİNİ KİME KORUTUYORDU
BİR KISITLAMA
-İKİNCİ KİTAP-
PONTARLIER PEYNİRHANELERİ ÜZERİNE BİLGİLER
DALGA VE GÖLGE
KÜÇÜK-GERVAIS
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
BOMBARDA'NIN YERİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
UFUKTA BELİRSİZCE ÇAKAN ŞİMŞEKLER
MADAM VICTURNIEN'İN BAŞARISI
BELEDİYE ZABITASINA AİT BAZI MESELELERİN ÇÖZÜMÜ
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
ISTIRABIN UYKUDA ALDIĞI ŞEKİLLER
SIMPLICE HEMŞİRE SINAMADAN GEÇİYOR
KANAATLERİN ŞEKİLLENMEYE BAŞLADIĞI BİR YER
-SEKİZİNCİ KİTAP-
İKİNCİ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
SAVAŞLARIN "QUID OBSCURUM"U*
İMPARATOR, KILAVUZ LACOSTE'A BİR SORU SORUYOR
KILAVUZUN KÖTÜSÜ NAPOLYON'A, İYİSİ BÜLOW'A
QUOT LIBRAS İN DUCE?*
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
KÜÇÜK KIZ YAPAYALNIZ
ZENGİN OLMASI MUHTEMEL BİR YOKSULU HANA KABUL ETMENİN HOŞNUTLUĞU
THENARDİER OYUN PEŞİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
ESRARIN BAŞLANGICI
-ALTINCI KİTAP-
NEŞELİ ANLAR
BU KARANLIKTA BİRKAÇ SİLUET
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
JEAN VALJEAN AUSTİN CASTILLEJO'YU OKUMUŞA BENZİYOR
BAŞARILI BİR SORGULAMA
ÜÇÜNCÜ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
HALKIN BAĞRINDA SAKLI DURAN GELECEK
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
DEVRİMCİ OLMAK İÇİN AYİNE GİTMENİN FAYDASI
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
MARIUS'UN UĞRADIĞI ŞAŞKINLIKLAR
-BEŞİNCİ KİTAP-
YOKSULUN SEFİLLE İYİ KOMŞULUĞU
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
KADERİN GÖZ DELİĞİ
SEFALET ACIYA HİZMETİNİ SUNUYOR
MARIUS'UN İKİ SANDALYESİ KARŞI KARŞIYA
ÖNCE KURBANLARI YAKALAMAKTAN BAŞLAMALI DAİMA
II.CİLT -DÖRDÜNCÜ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
TEMELİN ALTINDAKİ ÇATLAKLAR
ENJOLRAS VE YAVERLERİ
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
SAVAŞ BAŞLIYOR
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
-ALTINCI KİTAP-
FİRARIN CİLVELERİ
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
CAB, ÜSTÜNDE GİDER; ARGODA HAVLAR
İHTİYAR KALPLE GENÇ KALP KARŞI KARŞIYA
-DOKUZUNCU KİTAP-
-ONUNCU KİTAP-
-ON BİRİNCİ KİTAP-
-ON İKİNCİ KİTAP-
GRANTAIRE'İN ÜSTÜNE GECE İNMEYE BAŞLIYOR
TOPLULUĞA BILLETTES SOKAĞI'NDA KATILAN ADAM
-ON ÜÇÜNCÜ KİTAP-
-ON DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-ON BEŞİNCİ KİTAP-
BEŞİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
BARİKATIN ÜSTÜNDE GÖRÜLEN UFUK
GEÇİCİ PARILTILAR
MORTUUS PATER FILIUM MORITURUM EXPECTAT*
KAHRAMANLAR
-İKİNCİ KİTAP-
TOPRAK ÇÖKÜNTÜSÜ
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
İKİ YAŞLI KİŞİ, KENDİ TARZINDA*
-ALTINCI KİTAP-
AYRILMAZ OLAN
-YEDİNCİ KİTAP -
-SEKİZİNCİ KİTAP-
-DOKUZUNCU KİTAP-
ARKASINDA GÜNDÜZ OLAN GECE
SONSÖZ

-ÜÇÜNCÜ KİTAP-

117 7 0
By ClassicsTR


Çamur Ama Ruh

I

LAĞIM VE BEKLENMEDİK OLAYLAR

Jean Valjean Paris lağımındaydı.

Paris'le deniz arasındaki benzerliklerden biri daha: Burada da dalan bir kimse kaybolabilir.

Bu geçiş rastlanır cinsten değildi. Jean Valjean kentin göbeğinde, kentten ayrılmıştı; hem de bunu kaşla göz arasında, bir kapağın açılıp kapanma süresi içinde yapmıştı; gün ışığından zifiri karanlığa, öğle vaktinden gece yarısına, gürültüden sessizliğe, gök gürültüsünden mezar dinginliğine, sonsuz bir tehlikeden mutlak bir güvenliğe geçivermişti, Polonceau Caddesi'ndekinden çok daha şaşırtıcı bir olayla.

Birdenbire bir karanlığa düşüş, Paris'in yeraltı zindanında kaybolma, ölümün kol gezdiği bu sokaktan hayat izleri taşıyan bir mezara geçiş; oldukça garip bir dakikaydı bu. Birkaç saniye duraksadı, şaşkın şaşkın çevreyi dinliyordu. Kurtuluşun kapağı, altında açılıvermişti birdenbire. Tanrı'nın merhameti âdeta hileyle kurtarmıştı onu. Kaderin hoş tuzakları!

Yalnız yaralıda hiçbir hareket yoktu. Jean Valjean bulunduğu çukurda, taşıdığı şeyin canlı mı, ölü mü olduğunu bilmiyordu.

İlk duyduğu şey, ani bir körleşmeydi. Birdenbire hiçbir şey göremez oldu. Bunu bir anlık sağırlaşma izledi. Hiçbir şey işitemiyordu. Birkaç adım üstündeki şiddetli boğazlaşmanın gürültüsünü, söz ettiğimiz toprak kalınlığı engelliyor, ona ancak çok hafif, belirsiz, derinlerden gelen bir uğultu gibi geliyordu. Ayağını bastığı zeminin sağlam olduğunu anlamıştı, hepsi o kadar; ayrıca bu da onun için yeterliydi. Önce bir kolunu, sonra ötekini uzattı, duvarı her iki yandan da hissetti, böylece geçidin oldukça dar olduğunu anladı; ayağı kaydı, zemindeki taşlar ıslaktı. Bir delik, çukur veya uçurum bulunabileceğinden korkarak bir ayağını ihtiyatla ileri attı; taş döşeli zemin devam ediyordu. Kokulu bir esinti de nerede olduğunu bildiriyordu.

Körlüğü birkaç dakika sürdü, şimdi çevresini görebiliyordu. İçeri süzüldüğü delikten çok az ışık sızıyordu. Gözleri mahzene alıştı, bir şeyler fark edebiliyordu. İçine saklandığı koridor -bulunduğu yeri hiçbir kelime bundan daha iyi anlatamaz- arkadan duvarla örülüydü. Kendi dilinde "ana borudan ayrılan kol" diye adlandırılan o çıkmaz sokaklardan birindeydi. Önünde başka bir karanlık duvar vardı. Yukarıdaki delikten sızan ışık, Jean Valjean'ın bulunduğu yerin on, on iki adım ötesinde bitiyor, birkaç metrelik bir uzaklıkta donuk bir beyazlık yaratıyordu. Onun ötesinde karanlık artıyordu. Yola koyulmanın ürkütücü bir yanı vardı, denize batmak gibi. Oysa bu sis duvarında kaybolabilirdi, kaybolmalıydı da; hatta acele etmeliydi. Taşların altında fark ettiği o ızgarayı askerlerin de görebileceğini, her şeyin bu rastlantıya bağlı olduğunu düşündü. Onlar da bu dehlize girebilirler, araştırma yapabilirlerdi. Kaybedeceği bir dakikası bile yoktu. Yere bıraktığı Marius'u aldı -bu da tam yerinde bir sözdür- yeniden sırtlandı, yürümeye başladı, karanlıklara büyük bir kararlılıkla daldı.

Jean Valjean'ın sezinlediği kurtuluşun henüz gerçekleşmediği açıktı. Daha öncekiler kadar büyük, ancak başka türlü tehlikelerle dolu bir yolculuk bekliyordu onları. Savaşın şiddetli kasırgasından sonra ulaşılan yer, pis bataklıklar, tuzaklarla dolu geçitler, onca karışıklıktan sonra bir çirkef çukuru. Jean Valjean, cehennemin bir bölümünden öbürüne düşmüştü sanki.

Elli adım yürüdükten sonra durmak zorunda kaldı. Ortada bir sorun belirmişti: Geçit, bir başka dar, uzun yola ulaşıp onu yanlamasına kesiyordu. Ortada iki yol vardı. Hangisine sapmalıydı acaba? Sağa mı, yoksa sola mı dönmeliydi? Bu karanlıklar içindeki dehlizde yönünü nasıl bulmalıydı? Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu dehlizlerdeki eğim, tek yol göstericidir. Eğimi izlemek, ırmağa ulaşmak demektir. Jean Valjean bunu hemen anladı. Halles lağımında bulunduğunu, soldaki yolu seçip eğimi izlerse, bir çeyrek saate kadar Pont-au-Change ile Pont-Neuf arasında, Seine üzerinde bir kavşağa ulaşacağını, bunun da güpegündüz Paris'in kalabalık noktalarından birinde ortaya çıkmak olduğunu düşündü. Bir kavşaktan çıkmak da olasıydı. Ayaklarının dibinden, kanlara bulanmış iki adamın çıkmasıyla yolcuların düşeceği şaşkınlık, belediye çavuşlarının birdenbire çıkıp gelmeleri, yakındaki karakol askerlerinin silaha sarılmaları. Daha dışarı çıkmadan yakalanırlardı. En iyisi karanlıklara dalmak ve güven duygusunu yitirmemek, bir yerlerde ortaya çıkmak için de Tanrı'ya teslim olmaktı. Eğimin ters yönüne, sağa saptı.

Köşeyi döner dönmez, ızgaradan gelen uzak ışığı artık göremez oldu, karanlık bir perde üzerine yeniden kapandı, Jean Valjean yeni bir körlüğe gömüldü. Gene de yoluna devam etti, hem de hiç duraksamadan. Marius'un iki kolunu boynuna dolamıştı, ayakları da arkasında sallanıyordu. Jean Valjean bir eliyle iki kolu tutuyor, öbür eliyle duvarı yokluyordu. Marius'un kanlı yanağı yanağına yapışıyordu. Yaralıdan sızan ılık bir derenin üzerine aktığını ve elbiselerinden içine doğru sızdığını hissediyordu. Yaralının ağzı kulağına değdikçe de ıslak bir sıcaklık duyuyor, bu da onun soluk aldığını, yani yaşadığını haber veriyordu.

Jean Valjean şimdi, birincisinden çok daha dar bir koridorda yol alıyordu. Burada yürümek oldukça zordu. Bir gün önce yağan yağmur suları, ark tabanının ortasında küçük bir sel oluşturmuştu; ayaklarını olabildiğince suya sokmamak için duvara doğru büzülmek zorunda kalıyordu. Böylece karanlıklar içinde yürüyor, yeraltında kaybolmuş, görünmezlikler içinde el yordamıyla yolunu bulmaya çalışan gece yaratıklarına benziyordu.

Ancak zaman geçtikçe, ya uzaklardaki deliklerin bu yoğun sis içine yolladığı titrek ışıktan ya da gözleri karanlığa alıştığından, giderek belli belirsiz bir görüşe kavuştu. Bazen dokunduğu duvarı, bazen de altından geçtiği kubbeyi hayal meyal seçebiliyordu. Gece karanlığında genişleyen gözbebekleri, eninde sonunda bir ışığı seçer; bunun gibi, felaket içinde de ruh genişler ve sonunda Tanrı'yı bulur.

Lağım içinde yön bulmak oldukça zordu. Dehlizlerin planları, üzerinden geçen yollara göredir. O devrin Paris'inde de iki bin iki yüz sokak vardı. Buna bir de lağım denen o karanlık kollar ağını ekleyin. O devirde lağım yolları uç uca eklense on bir fersah ederdi. Daha önce de söylediğimiz gibi, son otuz yılın özel çabaları sayesinde bugünkü şebeke altmış fersahı geçmiştir.

Jean Valjean yol konusunda yanılmaya başladı. Saint-Denis'in altında olduğunu sandı; orada olmayışı gerçekten de üzücüydü. Saint-Denis'in altında 13. Louis döneminden kalma eski, taş bir lağım vardı; bu lağım doğuda, Büyük Lağım denen ana boruya ulaşır, sağda Eski Serseriler Yatağı hizasında bir tek köşeyle bağlanır, bir kol olarak da Saint-Martin lağımının kolunu alır ve bu dört kol haçvari biçimde kesişir. Yalnızca girişi Corinthe Meyhanesi'nin yanında olan Petite-Truanderie'nin dar lağım kanalı Saint-Denis ile birleşmez, o yol Montmartre lağımıyla birleşir. İşte Jean Valjean'ın şu an izlediği yol budur. Eski şebekenin en karışık lağımıdır Montmartre lağımı. Ancak bereket versin ki, bir yığın karmakarışık geometrik planlı yelken direği biçiminde görülen Halles lağımını arkada bırakmıştı Jean Valjean, ama önünde bir yığın soru işareti gibi duran pek çok sokak köşesi ve can sıkıcı rastlantılar vardı; evet, gerçekten de bunlar birer sokaktılar. Birincisi, solundaki geniş Plâtriere lağımı -karmakarışık bir bilmece gibi durmakta, birtakım T ve Z'ler çizerek postane ve buğday halinin altından geçer, Seine'e ulaşıp Y yaparak sona erer-; İkincisi, sağında, her biri birer çıkmaz sokakla sonuçlanan üç dişli Cadran'ın eğri koridoru; üçüncüsü, gene solunda, hemen girişte bir çatalla karışık hale gelen, zikzaklı yapısıyla her tarafa dağılarak Louvre'un büyük yeraltı mezarına varan Mail kolu; gene sağda, Jeûneurs Sokağı'nın çıkmaz sokak dehlizi. Bu büyük lağım kollarının yanı sıra sağda solda küçük bölmeler olmakla birlikte, bu çevredeki lağım onu güvenli bir çıkışa ulaştırabilecekti.

Burada anlatılanlar hakkında Jean Valjean'ın en küçük bir bilgisi olsaydı eğer, Saint-Denis Sokağı'nın yeraltı galerisinde bulunmadığını anlaması için sadece duvarları yoklaması yetebilirdi. Lağım içinde bile görkemli, şatafatlı olan eski taş işçiliği yerine, el altında, tutumluluk olsun diye tercih edilmiş bugünün ucuz işçiliğini hissederdi; eski yapı, granitten temel taşları, yağlı kireç harcıyla kulacı sekiz yüz franga gelirdi; bugün yapılan ucuz iş ise, beton üzerine hamam döşemesinde kullanılan taşlar ve sulu harçla metresi iki yüz franga mal olur. Anlatılanların tümünden habersiz olan Jean Valjean, hiçbir şey görmeden, bilmeden kendini kadere ve tesadüflere bırakarak, kaygıyla ama metanetini de koruyarak yoluna devam ediyordu.

Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, giderek içine bir korku yayılmaya başlamıştı. Çevresindeki karanlık, düşüncelerini de etkiliyor, çevresini saran bir bilinmezlik içinde yürüyordu. İçinde bulunduğu çirkef, korkunç ve baş döndürecek kadar karmaşıktı. Karanlıklar Parisi'ne dalmış olmak hazin bir şeydir. Jean Valjean, görmeden yolunu bulmak, her adımda onu yeniden yaratmak zorundaydı. Bu giz içinde attığı her adım sonuncusu olabilirdi. Nasıl kurtulacaktı buradan acaba? Bir çıkış yeri bulabilecek miydi? Veya onu zamanında bulabilecek miydi? Delikleri taşları olan bu muazzam yeraltı süngerini delip geçmek olanaklı mıydı acaba? Yoksa bir karanlık düğümle mi karşılaşacaktı hiç beklemeden? İçinden çıkamayacağı, aşılmaz bir güçlük mü bulacaktı onu? O yerde, Marius kan kaybından, kendisi de açlıktan mı ölecekti? Her ikisi de karanlıklar içinde kaybolup bir köşede iskelet halinde mi kalacaklardı? Bilmiyordu. Bunların tümünü kendine soruyor ama bir karşılık bulamıyordu. Uçuruma benzer Paris'in bağırsağı. Peygamber gibi, o da canavarın kanındaydı.

Ansızın hiç ummadığı bir şeyi fark etti. Hiç beklemediği bir anda, dümdüz yürürken, artık yukarıya doğru çıkmadığını, ortadaki derenin ayak uçlarına gelen su düzeyinin şimdi topuklarına dek yükseldiğini sezdi. Lağım artık aşağı doğru iniyordu. Niçin? Yoksa birdenbire kendini Seine'de mi bulacaktı? Tehlike büyüktü ama geri çekilmenin getireceği tehlikenin daha fazla olacağını düşünerek yoluna devam etti.

Hayır, Seine'e doğru gitmiyordu. Paris'in oturduğu zeminin ırmağın sağ yakasındaki bölümü bir sırt şeklindedir; bu sırtın bir yanı Seine'e, öbürü de Büyük Lağım'a dökülür. Böylece doruk noktası, sularla gelişigüzel bir şekilde ikiye bölünmüş olur. Akıntıların ikiye ayrıldığı en yüksek nokta, Sainte-Avoye lağımının Michel-Le-Comte Caddesi'ne rastlayan bölümünün ötesine düşer; Louvre lağımında ise bulvarların yakınında, Montmartre lağımındaysa Halles'in yakınındadır. İşte Jean Valjean bu en yüksek noktaya ulaşmıştı. Çevredeki lağıma doğru ilerliyordu. Bilmeksizin doğru bir yolda yürüyordu.

Yeni bir kola rastladıkça köşeleri yokluyor, bulunduğu koridordan daha küçük kollara hiç girmiyordu; çok doğru bir yaklaşımla, her küçük dehlizin bir çıkmazla sonuçlanacağını, bunun kendisini hedeften uzaklaştıracağını hesaplayarak yoluna devam ediyordu. Böylece, daha önce sözünü ettiğimiz o dört dehlizin, karanlıkta kendisine kurdukları dörtlü tuzağa düşmemiş oldu.

Bir an geldi ki, Paris'in ayaklanma nedeniyle donup kalmış bölümünden çıktığını anladı; o bölümde, barikatlarla yollardaki gidiş-geliş durdurulmuştu, oysa şimdi bulunduğu yerde, artık canlı ve tabii Paris'in altındaydı. Birden başının üstünde, çok derinden sürekli uğultuya benzer bir ses duydu. Bu, araba tekerleklerinin çıkardığı sesti.

Kendi yaptığı hesaba göre, yarım saate yakındır yürüyordu, dinlenmeyi aklına bile getirmemişti; yalnızca Marius'u diğer eliyle tutmaya başlamıştı. Karanlık, her zamankinden daha dipsizdi; ne var ki, ona güven veriyordu.

Birdenbire önüne düşen gölgesini gördü. Gölge, ayaklarının dibindeki ark tabanını, başının üzerindeki kubbeyi, sağındaki ve solundaki kaygan koridor duvarlarını aydınlatan, çok hafif ve titrek kırmızımtırak ışığın üzerine düşüyordu. Şaşkınlıkla arkasını döndü.

Arkasında, koridorun biraz önce geçtiği kısmında, uzun olduğunu sandığı uzaklıkta, kendisine gözlerini dikmiş gibi görünen korkunç bir yıldız, karanlıklar içinden ışıldıyordu.

Polisin kasvetli yıldızıydı bu; lağımın içinde doğmuş kaygı verici bir yıldız. Arkasında ise, sekiz on tane dimdik, siyah, belli belirsiz görünen ürküntü verici hayaller düzensizce kımıldıyordu.

II

AÇIKLAMA

6 Haziran günü lağımlarda bir araştırma yapılması için emir verilmişti. Ayaklanmada yenilenlerin orada barınmalarından korkuluyordu. General Bugeaud aşikar olan Paris'i ayıklarken, Vali Gisquet de gizli Paris'i araştırmak zorunda kaldı; üst düzeyde ordunun, daha aşağıda polisin temsil ettiği devlet gücünün çifte işbölümünü gerektiren, birbiriyle ilintili iki eylemdi bu. Polis memurları ve lağımcılardan kurulu üç takım, Paris'in yeraltı geçitlerini araştırdılar: birincisi sağ kıyıyı, İkincisi sol kıyıyı, üçüncüsü Çite Adası'nı.

Polis memurları karabinalar, lobutlar, kılıçlar ve hançerlerle donatılmışlardı.

O sırada Jean Valjean'ın üzerine doğru yönelmiş olan ışık, sağ kıyının devriye feneriydi. Bu devriye, Cadran'ın altındaki üç çıkmazla yuvarlak galeriyi araştırmıştı. Fenerin titrek ışığı bu çıkmazların içinde dolaşırken, Jean Valjean, yolunun üzerinde rastladığı bu galeriye, içinde bulunduğu koridordan daha dar olduğu için girmemiş, atlayıp geçmişti. Polisler, Cadran galerisinden dönerlerken, çevre lağımdan gelen bir ayak sesi duyar gibi olmuşlardı. Gerçekten de bunlar Jean Valjean'ın ayak sesleriydi. Devriye başçavuşu fenerini yukarı kaldırmış, diğerleri de sisin içine, sesin geldiği yöne doğru bakmaya başlamışlardı.

Jean Valjean'ın unutamayacağı bir dakikaydı bu. Bereket versin, feneri iyi görebilmesine karşın, fener onu iyice aydınlatamıyordu. Fener ışıktı, o ise karanlık. Çok uzakta olduğu için bulunduğu yer karanlıktan ayırt edilemiyordu, karanlığa karışmıştı âdeta. Duvarın dibine büzüldü, hareketsiz kaldı. Zaten arkasında yanan şeyin ne olduğunu anlamamıştı. Uykusuzluk, açlık ve heyecan, hayalet görebilecek hale sokmuştu onu. Bir parıltıyla birlikte kara kara hayaletler görmeye başlamıştı. Neydi acaba? Anlayamıyordu.

Jean Valjean'ın durması gürültüyü de sona erdirmişti. Devriyeler dinliyorlar, hiçbir şey duy anlıyorlardı; bakıyorlar ama hiçbir şey göremiyorlardı. Aralarında fısıldaştılar.

O dönemde Montmartre lağımının o noktasında, yağmur suları sellerinin birikerek küçük bir iç göl oluşturdukları, "servis meydanı" denilen bir kavşak vardı; bu yüzden daha sonra kaldırıldı. Devriye işte bu alanda toplandı. Jean Valjean, o günahkâr ruhların bir halka meydana getirdiklerini gördü. Yaklaşan buldok başları fısıldaştı.

Bu toplantının sonunda, bekçi köpeklerinin yanıldıklarına karar verdiler; hiçbir gürültü olmamıştı, orada kimse görünmüyordu, çevre lağımına dalmanın bir anlamı yoktu, boşuna bir zaman kaybıydı; aksine, Saint-Mery'ye doğru gitmek için acele edilmeliydi; bir şey yapacaklarsa ve yakalanacak bir "bousingot" varsa mutlaka oralarda bulunabilirdi. Siyasi partiler, eski sövgülere yeni bir kalıp bulurlar. 1832'de "bousingot" sözcüğü, tabanı patlamış "jacobin" sözcüğüyle, o dönemde henüz kullanılmayan, ancak o günden bu yana epeyce işe yarayan "demagog" kelimesi arasında yer alıyordu.

Seine yamacına doğru, sola dönülmesini emretti çavuş. İki mangaya ayrılarak iki ayrı yöne gitmeyi akıl edebilselerdi, Jean Valjean yakalanırdı. Ve az daha da oluyordu bu. Merkezin emrine göre, bir çarpışma ya da kalabalık sayıda isyancı grubu olasılığına karşı devriyenin ikiye bölünmesi yasaklanmıştı. Bu yüzden devriye ona arkasını dönerek yoluna devam etti. Jean Valjean bütün bu olan bitenden hiçbir şey anlamamakla birlikte, fenerin aniden geri dönüp kaybolması fark edebildiği tek şeydi.

Tamamen çekip gitmeden önce çavuş, polis vicdanının rahatlığı için, geriye, Jean Valjean'a doğru karabinasıyla bir el ateş etti. Silah sesi mahzende, bu dev bağırsağın gurultusuymuş gibi yankılandı. Jean Valjean birkaç adım ötesinde, dereye düşerek suyu şıkırdatan bir sıva parçasından, kurşunun başının üzerindeki kubbeye çarptığını anladı.

Tekdüze, ağır adımların sesi duyuldu bir süre ark tabanında, uzaklaşmanın artmasıyla da gitgide silindi; siyah şekiller grubu dağıldı, bir ışık titreyerek, kubbede gittikçe azalan, kırmızımtırak bir çizgi şeklinde uçuştu ve kayboldu. Sessizlik ve karanlık yeniden derinleşerek tamamlandı, körlük ve sağırlık uçsuz bucaksız karanlıkları yeniden kapladı, Jean Valjean, hâlâ kımıldamaya cesaret edemeyerek uzun zaman duvara dayalı, öylece kaldı; gözbebekleri iyice büyümüş, kulağı kirişte, uzaklarda yitip giden bu hayalet devriye koluna bakıyordu.

III

İZLENEN ADAM

O devirdeki polisin hakkını teslim etmek gerekir; en kritik anlarda bile, devriye gezmek, ortalığı gözetmek görevini, hiç aksamadan yerine getiriyordu. Bir ayaklanmada hiçbir zaman suçluları başıboş bırakmaya, hükümet tehlikede diye toplumu ihmal etmeye hiç gerek yoktu ona göre. Olağanüstü durumlardaki çalışma temposunun yanı sıra günlük hizmetler de hiç aksamadan yapılıyor, kesintiye uğramıyordu. Beklenmedik bir siyasi olay ortasında, her an patlayacak bir karışıklığın baskısı altında bile, ayaklanma ve barikatla oyalanmadan, bir memur bir hırsızı "gizlice izleyebiliyordu".

Haziran'ın altıncı günü öğleden sonra, Seine'in sağ yakasındaki kıyı yolunun Invalides Köprüsü'nün biraz ötesine düşen yanında, buna benzer bir olay gerçekleşiyordu. Bugün, orada bir kıyı yolu yok artık. Oraların görünümü çok değişti.

Bu kıyı yolundaki iki adam, aralan oldukça açık, birbirlerinden kaçınıyor ama birbirlerini gözetliyor gibiydiler. Öndeki uzaklaşmaya, arkadaki ise yaklaşmaya çabalıyordu.

Uzaktan bakıldığında, sessizce oynanan bir satranç oyununa benziyordu bu. Ne biri ne öteki acele eder görünüyordu. Her ikisi de, sanki birbirlerini hızlı gitmeye zorlamaktan korkarcasına yavaş yürüyorlardı. Bir avcının hiç belli etmeden bir avı kovalamasına benziyordu bu. Sinsiydi av ve tetikteydi.

Kapana kısılmış bir sansar ile peşinden koşan av köpeği arasındaki ilinti burada da kuruluyordu. Kurtulmaya çalışanın durumu pek iyi değildi; oldukça çelimsiz bir görünümü vardı; oysa kovalayan uzun boylu bir delikanlıydı, görünüşünün sertliğinden, onunla karşılaşmanın da sert olacağı anlaşılıyordu. Birincinin kaçışında, zayıf olduğunun bilinci vardı, buna rağmen öfkeliydi; onu inceleyen kişi, gözlerindeki kaygılı düşmanlığı, korku halindeki son cesareti görebilirdi.

Kıyı yolu oldukça ıssızdı, gelip geçen hiç kimse yoktu; öyle ki, şuraya buraya yanaşmış kayıklarda bile ne kayıkçı ne de hamal vardı.

Bu iki adamı daha rahat görebilmek için karşı kıyıda olmak gerekirdi; o uzaklıkta bunları izleyen biri için, ne birinci adam paçavra gibi olmuş bir işçi ceketi altında titreyen, saçı sakalı birbirine karışmış, hırpani kılıklı, kötü düşünceli, tasalı biri gibi görünür ne de öteki sırtındaki beylik redingotu çenesine dek iliklenmiş, olağan resmî bir kişi gibi. Okuyucu bu iki adamı biraz daha yakından görebilse, tanıyabilirdi.

İkincisinin hedefi neydi? Belki de, daha sıcak tutacak bir şeyler giydirebilmekti birinciye.

Devlet tarafından giydirilen bir kimse hırpani kılıklı birini izlediği zaman, onu da devletin giydirdiği bir adam haline getirmek istiyor demektir. Ancak bütün sorun renktedir. Maviler giymek oldukça şerefli bir iştir, kırmızılar ise sevimsiz. Bir de aşağı tabaka kırmızısı vardır. Öndeki, böyle sevimsiz bir kırmızı elbise giymemek için kaçıyordu belki de.

Öbürü onun önden gitmesine göz yumuyor ve hâlâ yakalamıyorsa, görünüşe göre bu, öndekinin önemli bir buluşma yerine, bir av topluluğuna ulaştığını görme umudunu taşıyor demektir.

Önü ilikli adamın, kıyı yolundan, rıhtım caddesinden geçen boş bir arabayı görünce arabacıya işaret etmesi, bu olasılığı kuvvetlendiren bir durum oldu. Arabacı anladı, işaret edeni tanıdığı belliydi. Arabayı çevirdi, rıhtımdan iki adamı izlemeye başladı. Önden giden, o şüphelenilen, lekeli adam bu olayı fark etmedi. Kira arabası, Champs-Élysées'deki ağaçlar boyunca ilerliyordu. Korkuluğun üstünden arabacının elindeki kamçısıyla gövdesi görünüyordu.

Zabıta memurlarına verilen gizli emirlerden birinde şu madde yer alır: "Tedbir olarak, daima elinizin altında bir kira arabası bulundurun."

Her biri kendi oyununu kusursuz bir şekilde oynayan bu iki adam, oyunu sürdürürken rıhtımdaki hafif sırta doğru yaklaşıyorlardı. O devirde, yokuşun kıyıya dek inmesi, Passy'den gelen arabaların sürücülerinin ırmağa gelerek atlarına su içirmesini sağlıyordu. O günden bugüne, güzellik uğruna bu sırt yok edildi; atlar susuzluktan çatlıyor ama gözler bu güzelliği görmekten hoşnut.

İşçi ceketli adamın kaçıp kurtulmasını sağlayacak ağaçlarla bezeli Champs-Elysee'ye ulaşması bunun için de bu hafif yokuşu tırmanması en akla yakın çözümdü. Evet, orası ağaçlıydı ama buna karşılık polislerin orada bulunduğu da gerçekti; öbürü kolaylıkla yardımcı bulabilirdi.

1824'te Albay Brack tarafından Moret'den kopya edilerek getirilen, 1. François'nın evi denilen evden pek de uzakta değildi bu yöre. Hemen oralarda bir de karakol vardı.

İzleyeni şaşırtan bir şey oldu; izlenen adam, sözü geçen bu yola sapacağına, rıhtım boyunca kıyıdan yürümeyi sürdürdü. Durumu oldukça tehlikeliydi. Seine sularına kendini atmayacaksa ne yapacaktı ki acaba?

Artık rıhtıma çıkabilmek için hiçbir olanağı kalmamıştı, ne o yokuş ne de merdiven; hem kıyının o noktası, Iena Köprüsü'ne çok yakındır ve burada kıyı gitgide daralarak ince bir şerit haline gelir ve kaybolur. Adamın artık orada hiçbir çaresi kalmayacaktı; sağında dik duvar, solunda ve karşısında ırmak, arkasından da hükümet kuvvetleriyle kuşatılmış olacaktı.

Ancak kıyının bitiminde, altı yedi ayak yüksekliğinde, hangi yıkıntıdan geldiği pek belli olmayan bir moloz yığınının olduğu biliniyordu. Ama bu moloz yığınının ardında gizlenmenin kendisine bir yararı mı olacağını sanıyordu bu adam? Çözüm pek çocukça olurdu. Bunu aklına getirmediği kuşku götürmez. Hırsızlar o kadar saf değillerdir.

Kıyıdaki moloz yığını rıhtımın duvarına dek burun şeklinde uzanan bir çıkıntı oluşturmuştu. İzlenen adam bu sözünü ettiğimiz yere geldi, orayı geçti, böylece öbürü onu göremez oldu.

Göremediği için kendisinin de görülmediğini bilerek gizlenmeyi bırakıp hızlı hızlı yürümeye başladı. Birkaç dakikada moloz yığınının yanındaydı, orayı dolandı. Büyük bir şaşkınlıkla durdu. Kovaladığı o işçi ceketli adam kaybolmuştu.

Moloz yığınının bitiminde kıyı yolu ancak otuz adım kadar daha sürüyor, sonra gelip rıhtımın duvarını döven suyun altında yitip gidiyordu. Kaçan kişi, kendini izleyene görünmeden ne Seine'e atlayabilir ne de rıhtıma tırmanabilirdi. Olan biten neydi öyleyse?

Redingotu ilikli adam yolun sonuna dek yürüdü; orada, yumrukları sıkılı, gözleriyle çevreyi yoklayarak, düşüncelere daldı bir süre. Birdenbire alnına vurdu. Kıyının bitip suyun başladığı noktada geniş, alçak kemerli, sağlam bir kilit ve üç ağır menteşesi bulunan demir bir ızgara görmüştü. Rıhtımın altındaki bir kapıya benzeyen bu ızgara, ırmağa olduğu gibi kıyı yoluna da açılıyordu. Altındaki kapkara dere Seine'e boşalıyordu. Paslı parmaklıkların içinden, ötedeki karanlık koridor fark ediliyordu.

Parmaklıkları yerinden oynatmaya çalışan adamın zihninde beliren bu gerçek, şu heyecanlı sözleri getirdi sonunda: "Bu kadarı da olmaz doğrusu! İşte hükümetin anahtarı!"

Sonra sakinleşti birdenbire ve kafasından geçenleri, âdeta alaylı bir sesle, tek heceyle dile getirdi: "Vay! Vay! Vay!"

Bunları söyledikten sonra, bilinmez bir umutla, ya giren adamın geri çıkmasını ya da başka birilerinin girişini izleyebilmek için, bir av köpeği öfkesiyle, moloz yığınının ardına yerleşerek gözetlemeye koyuldu.

Öte yandan, onun davranışlarına göre kendini ayarlayan araba, korkuluğun yanında onun yukarısında durmuştu. Uzun bir bekleyiş olabileceğini hesaplayan arabacı da atların başına altı nemli yulaf torbasını geçirdi. Sözün burasında belirtelim, Parisliler bu yem torbasını çok iyi bilirler, çünkü hükümetler de bazen onların başına böyle torbalar geçirirler. Çok az da olsa Iena Köprüsü'nden geçen yolcular, uzaklaşmadan önce, değişmez manzaranın şu iki ayrıntısına, kıyı yolunda bekleyen adamla rıhtımdaki arabaya bakmak için bir an başlarını çeviriyorlardı.

IV

O DA KENDİ HAÇINI TAŞIYOR

Jean Valjean yürümeye başlamıştı ve bir daha da durmamıştı.

Yürüyüş gittikçe zorlaşıyordu. Kubbelerin yükseklikleri hep aynı değildir; ortalama yükseklik bir metre yetmiş santim kadar, yani bir adamın boyuna göre alınmıştır. Jean Valjean, Marius'un kubbeye çarpmasını önlemek için eğilmek zorundaydı; her dakika eğilip doğrulmak, bu arada durmadan duvarı yoklamak zorundaydı. Rutubetli taşlar ve kaygan ark tabanı, el ve ayak için kötü bir dayanak noktası halindeydi. Kentin iğrenç gübreliği içinde sendelemek zorunda kalıyordu Jean Valjean. Çok uzun aralıklarla, bodrum pencerelerinin aydınlığı beliriyordu. Ancak bu, güneş aydınlığını ay aydınlığına dönüştürecek biçimde, öylesine solgundu ki, onun gerisinde her şey pis kokulu buhar, donukluk ve zifiri karanlıktı. Jean Valjean acıkmış ve susamıştı; özellikle de susamıştı. Bulunduğu yerdeki su ise deniz suyu gibi içilmeyen cinstendi. Bilindiği üzere olağanüstü gibi görünen, temiz ve azla yetinir yaşayışı ona, yaşlanmasına rağmen eksilmeyen bir güç kazandırmıştı. Ancak öyleyken bile şimdi gevşemeye başlıyordu bu güç. Gittikçe yoruluyor, gücünün azalması, yükünün artmasına neden oluyordu. Belki de Marius ölmüş ve cansız vücudu ağırlaşmıştı. Jean Valjean onu, göğsü rahat durumda, soluk alabilecek şekilde tutuyordu. Farelerin bacaklarının arasından hızla kaydığını duyuyordu. Hele bir tanesi onu ısıracak kadar ürktü. Ara sıra lağım bacalarının aralıklarından temiz hava geliyor, bu da onu biraz daha canlandırıyordu.

Öğleden sonra üç sularında olsa gerek, çevre lağımına geldi. Bulunduğu yerin birdenbire genişlemiş olmasına şaşırdı önce. İki elinin duvarlara yetişmediği bir koridor ve başının değmediği bir kubbe altında buldu kendini. Hissettiği üzere, Büyük Lağım'ın eni iki buçuk, yüksekliği ise iki metre kadardı.

Montmartre lağımıyla Büyük Lağım'ın birbirine kavuştuğu noktada iki yeraltı galerisi -Provence Caddesi'nden gelenle mezbahanın lağımı- bu kavşağı oluştururlar. Daha az kararlı birisi orada durup kalırdı. Jean Valjean en geniş olanına, çevre lağımına saptı. Yalnız burada da aynı soru gündeme geldi: Çıkmalı mı, inmeli mi? Sıkışık bir durumda olduğunu, her şeyi göze alıp Seine'e ulaşmak, yani inmek gerektiğini düşünerek sola döndü.

Yaptığı iş son derece yerindeydi. Çünkü "çevre" sözünden hareketle onun Paris'in sağ yakasını çevirdiğini sanmak, Bercy ve Passy'ye doğru iki çıkışı olduğunu düşünmek çok yanlış olurdu. Hatırlamakta yarar var; Büyük Lağım, eski Ménilmontant Deresi'nden başka bir şey olmayıp, yukarı doğru çıkıldığı zaman, bir çıkmaz yola, yani başlangıçta Ménilmontant tepeciğinin dibinde olan eski çıkış noktasına varır. Popincourt'u başlangıç olarak alıp Paris sularını toplayan, Seine'e eski Louviers Adası'nın üzerindeki Amelot lağımıyla dökülen kolla hiçbir ilintisi yoktur. Ana lağımın tamamlayıcısı olan bu kol, tam Ménilmontant Sokağı'nın altında, suların aşağı ya da yukarı doğru ayrıldığını belirten sağlam bir yapıyla ana lağımdan ayrılır. Jean Valjean eğer geçitten yukarı doğru çıkmayı seçseydi, onca güçlükten sonra yorgunluktan bitkin, soluk soluğa, kapkaranlık bir duvara ulaşacaktı. Bu onun mahvolması demekti.

Gerekirse biraz geri dönerek, Boucherat'da duralayarak, Filles-du-Calvaire dehlizine girer, Saint-Louis Geçidi'ni, solda Saint-Gilles dar koridorunu geçebilir, sağa saparak, Saint-Sebastien galerisini atlayarak Amelot lağımına varabilirdi; orada da, Bastille'in altındaki o F'ye benzeyen yerde yolunu şaşırmamak koşuluyla, Seine üzerinde tersane yanında bulunan çıkış yerine gelebilirdi. Ama bütün bunlar, lağım diye adlandırılan o kocaman ahtapotun bütün dalları ve bütün delikleriyle iyice tanınmasını gerektirir. Oysa -bu konuda ısrarlı olmalıyız- yol aldığı bu korkunç lağım hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Neyin içinde bulunduğu kendisine sorulsaydı eğer, "Gecenin karanlıkları içinde," derdi, İçgüdüsünün iyi iş görmesiydi ona yol gösteren. İnmesi, gerçekten de kurtuluş yolu olabilirdi.

Laffitte ile Saint-Georges Caddesi'nin altında pençe gibi dallanıp budaklanan ilk geçit ve Antin şosesinin çatallı koridorunu ardında bıraktı. Madeleine kolu olabilecek bir kolun az ötesinde mola verdi. Büyük bir yorgunluk duyuyordu. Anjou Caddesi'nin lağım bacası olan genişçe bir ızgaradan epeyce parlak bir ışık sızıyordu. Marius'u, yaralı kardeşine ağabeyinin gösterebileceği yumuşak bir tavırla lağımın yüksek kaldırımına yerleştirdi. Yukarıdan düşen beyaz ışık altında Marius'un kanlı yüzü bir mezar dibindeymiş gibiydi. Gözleri kapalıydı, saçları ise fırçaların kırmızı boya içinde kurutulmuş şekli gibi şakaklarına yapışmıştı, sarkan elleri cansız, kolları ve bacakları soğuktu, bir kan izi, dudaklarının ucunda kurumuş kalmıştı. Boyunbağının düğümünde bile kurumuş kan pıhtısı birikmişti; gömlek yaraların içine giriyor, açılmış olan yaraların kanlı etlerine de elbisenin kumaşı değiyordu. Elbiseleri iterek elini Marius'un göğsüne dayadı, kalbi hâlâ çarpıyordu. Üzerindeki gömleği yırtarak elinden geldiğince yaraları sardı, akan kanı durdurdu; sonra da, bu yarı aydınlıkta, henüz ayılmamış, âdeta nefes almayan Marius'un üzerine eğildiğinde, anlatılamaz bir kin vardı bakışlarında.

Marius'un giysilerini çekiştirirken iki şey bulmuştu ceplerinde: bir gün önceden kalma ekmekle Marius'un cüzdanı. Ekmeği yedi, sonra da cüzdanı açtı. İlk sayfada Marius'a ait dört satır buldu. Hatırlardadır: "Adım Marius Pontmercy. Cesedimi Marais'deki Filles-du-Calvaire Sokağı No. 6'da oturan dedem Mösyö Gillenormand'a götürün."

Bu dört satırı, yukarıdan gelen ışık altında okudu Jean Valjean. Bir an kendi düşüncelerine dalmışçasına, alçak sesle, "Filles-du-Calvaire Sokağı, No. 6, Mösyö Gillenormand..." diye tekrarladı. Cüzdanı gene Marius'un cebine yerleştirdi. Ekmek yeni bir güç katmıştı; Marius'u yeniden sırtına aldı, başını yavaşça omzuna dayadı ve lağımı inmeyi sürdürdü.

Ana lağım, Ménilmontant Vadisi'nin su toplanma hattına göre yönlendirilmiş olup, aşağı yukarı iki fersah uzunluğundadır. Yolun büyük bir kısmı da taş döşenmiştir.

Jean Valjean'ın yerin altında sürüp giden bu yürüyüşünü okuyucuya daha iyi anlatabilmek için kullandığımız bu sokak adlarının tümünden kendisi haberdar değildi. Kentin hangi bölgesinden geçtiğini, ne kadar yol aldığını belirleyen hiçbir şey göremiyordu çevresinde. Yalnızca, arada sırada karşılaştığı ışık sızıntılarının gücünü yitirmesiyle, günbatımının pek de uzak olmadığını anlıyordu; başının üstünden gelen gürültülerin de sürekliyken seyrekleşivermesinden, sonra da âdeta kesilivermesinden, artık Paris'in merkezinde bulunmadığı; dış yollara ya da uçtaki rıhtımlara yakın ıssız bölgelerden birine yaklaşmakta olduğunu sanıyordu. O taraflarda daha az ev ve daha az sokak olduğundan lağıma açılan pencereler daha azdır. Jean Valjean'ın bu yüzden çevresindeki karanlık yoğunlaşmaya başladı. El yordamıyla yürümeye devam etti. Sonra da bu yoğun karanlık korkunç bir hale geldi.

V

KUMUN DA KADINLAR GİBİ HAİN BİR İNCELİĞİ VARDIR

Artık suda bulunduğunu, ayaklarının altındakinin de taş değil balçık olduğunu seziyordu. Britanya'da, İskoçya'nın bazı kıyılarında, bir adamın -bir yolcunun, bir balıkçının- sular çekildiği zaman, kıyıdan uzakta, kumsalda yürürken, birdenbire, uzunca bir süredir zorlukla adım attığını fark ettiği olur. Ayaklarının altındaki kumlar zift gibidir âdeta; tabanı yapışır kalır; artık kum değil öksedir bu. Kumsal kupkurudur ama her adım atışta, ayağın kalkmasıyla oluşan izin içine su dolar. Başlangıçta göz bu değişikliğin farkında değildir; uçsuz bucaksız kumsal dümdüz ve durgundur; kumun görünüşü aynıdır; sağlam ve kaygan toprağı ayırt edici hiçbir şey görünmez ortada, deniz sineklerinin neşeli küçük bulutu ayakların üstünde uçuşup durur. Yoluna devam eder adam, yere basarak dosdoğru kıyıya yaklaşmaya çalışır. Kaygılı değildir. Neden kaygılanacak? Ancak, sanki her adımında ayaklarının ağırlığı artıyormuş gibidir. Birdenbire gömülmeye başlar, önce iki üç parmaktır bu. Doğru yol üzerinde olmadığı şüphe götürmez, yönünü bulmak için durur. Ayaklarını görür birden; kaybolmuşlardır, kum onları örtmüştür. Ayaklarını kumdan çekerek geri dönmek ister; döner ama daha derine batar. Kum ayak bileklerine gelir, oradan da kurtarır kendini, sola atılır, kum bacağının yarısındadır artık; sağa atılır, kum dizlerine kadar çıkar. İşte o zaman, tanımlanamaz, tarif edilemez bir dehşetle anlar ki, yürüyen kumsala dalmıştır, altında, balığın yüzemeyeceği, insanın ise hiç yürüyemeyeceği kadar korkunç bir zemin vardır. Varsa, yükünü hafifletir, fırtınaya tutulup batmak üzere olan bir gemiye benzer biçimde üzerinde ne varsa fırlatıp atar. Ne var ki, artık yapılacak hiçbir şey yoktur; kum dizlerin üzerindedir.

Seslenir, şapkasını, mendilini sallar; daha fazla gömülür kumlara. Kumsal ıssızsa, kara da uzaktaysa, kum tabakasının kötü bir ünü varsa, yakınlarda kahraman bir kişi yoksa her şeyin sonu geldi demektir. Kuma gömülmeye mahkûmdur. Bu, kurtuluşu olanaksız, amansız, uzun, korkunç bir gömülmedir; ne geciktirmek ne de çabuklaştırmak olanağı yoktur. Saatlerce sürer ve bir türlü bitmek bilmez. Sizi ayakta, serbest, sapasağlam yakalamıştır. Ayaklarınızı tutmuştur, denediğiniz her çaba, attığınız her çığlık biraz daha gömülmenizi sağlar, direnmeniz, artan bir kucaklanma ile cezalandırılır gibidir. Ağaçlara, ufka, yemyeşil çayırlara, ovadaki köylerin dumanlarına, denizdeki gemilerin yelkenlerine, uçan ve şakıyan kuşlara, güneşe, gökyüzüne bol bol bakabileceğiniz zamanı da bırakarak sizi ağır ağır çeker ve sonunda toprağa gömer.

Denize benzeyen, toprağın derinlerinden insana doğru yükselen bir mezara girmektir kuma gömülmek. Her dakika kaçınılmaz bir gömücüdür. Zavallı, oturmayı, yatmayı, emeklemeyi dener; yapılan her hareket onun biraz daha gömülmesini sağlar; doğrulur, gömülür, battığını anlar. Çığlık atar, yalvarır, bulutlara seslenir, kollarıyla kıvranır, perişandır. İşte artık kum göbeğine kadar gelmiştir; göğsünü kaplar; ancak omuzları görünen bir heykeldir şimdi. Ellerini kaldırarak korkunç iniltiler koparır. Tırnaklarını kuma gömer, tutunmak ister, bu gevşek kılıftan kurtulabilmek için dirseklerine dayanır, çılgıncasına ağlar. Kum yükselir. Kum omuzlarına çıkar, boynuna gelir. Şimdi ancak yüzü ortalıktadır, bağıran ağzı kum doludur. Sessizlik. Gözler hâlâ bakar, kum onları da kapatır ve karanlık. Sonra alın küçülür, kumun üzerinde bir tutam saç titrer. Bir el çıkar, kumsalın yüzünü delerek kımıldanır, sallanır, kaybolur. Bir adamın korkunç yitişidir bu. Bazen atıyla birlikte bir süvari, bazen de arabasıyla bir arabacı gömülür kuma; kumun altında kaybolur gider her şey. Sudan başka bir yerde gömülmektir bu. İnsanı boğan şey, topraktır. Uçsuz bucaksız görünümdeki toprak, aslında tuzaktır. Ova gibidir görüntüsü, oysa su gibi yarılır. Uçurumun da böyle hainlikleri vardır.

Denizde ya da herhangi bir kumsalda her zaman başa gelebilecek türden bu acı serüven, otuz yıl önce, Paris lağımında da olabilirdi. 1833'te başlamış olan önemli çalışmalardan önce, Paris yeraltı dehlizlerinde aniden çöküntüler oluşuyordu. Hele alttaki toprak tabakası yumuşaksa, su sızabiliyordu; ark tabanı da, ister eski lağımlarda olduğu gibi taş döşeli olsun, isterse yeni galerilerdeki gibi beton ve üzeri su kireci olarak yapılsın, desteğini kaybettiği için çöküyordu. Bu türlü bir döşemede her çöküntü bir çatlaktır; çatlak da yıkıntı demektir. Ark tabanı belli bir uzunlukta çöküntüye uğruyordu. Bir çamur deryasında çukurun özel adı "toprak çöküntüsü"dür. Peki nedir toprak çöküntüsü? Deniz kıyılarının kaygan kumlarına yeraltında yeniden rastlanmasıdır. Bir lağımdaki Saint-Michel kumsalıdır. Sular içindeki toprak kaynama halindedir; bütün molekülleri yumuşak ortamın yarattığı boşlukta gibidir. Toprak değildir, su da denemez. Bazen çok derindir. Rastlantının daha korkuncunu düşünemezsiniz bu durumda. Bu ne olduğu belirsiz karışımın su oranı fazlaysa eğer ölüm çok çabuk gelir, boğulma olur; toprak oranının fazla olması durumunda ise ölüm ağır ağır gelir, sonunda kuma gömülmek vardır.

Böyle bir ölümü gözünüzün önüne getirebilir misiniz? Kumsalda bile korkunç olan kuma gömülme olayı, bu çirkef çukurunda ne olmaz ki? Açık, pırıl pırıl bir hava, günün ortası; şu aydınlık ufuk, şurada işitilen büyük gürültü, hayat serpen yüzen bulutlar, uzaktan fark edilen sandallar, her türlü kalıba giren şu umut, gelebilecek yolcular, kurtulma olasılığı, son dakikaya dek... Bütün bunların yerine sağırlık, körlük, kapkara bir kubbe, ölmeden bir mezarın içini hissetmek, bir kapak ardındaki çamur içinde ölüm, pislikle ağır ağır boğulma, havasızlığın, balçık içindeki pençesiyle sizi gırtlağınızdan yakaladığı bir taş kutu, ölüm hırıltısıyla birlikte hissedilen pis koku, kumsal yerine bataklık, kasırga yerine sülfürlü hidrojen, uçsuz bucaksızlık yerine pislik! Hiçbir şeyden haberi olmayan kent başınızın üzerinde dururken seslenmek, diş gıcırdatmak, kıvranmak, debelenmek ve sonunda can vermek!

Böylesi bir ölümün tarife sığmaz dehşeti! Ölüm kimi zaman, büyük bir vakarla acımasızlığını hafifletir. Ateş yığınının üzerinde veya batan bir gemide insan yüceleşebilir; deniz köpüğündeki gibi alevler içinde bile vakur davranılabilir; insan oralarda bitip tükenirken yüce bir değişikliğe uğrar. Ama burada asla! Ölüm pistir burada. Son nefes büyük bir utançla verilir. Uçuşan son hayaller hep iğrençlik üzerinedir. Çamur utançla eşanlamlıdır. Çirkin, aşağılık, alçak bir şeydir bu. Clarence gibi bir ton şarabın içinde ölmek gibi değil de, Escoubleau gibi süprüntü çukurunda ölmek, işte budur dehşet verici olan. Pislik içinde çırpınmak iğrençtir; bir yandan can verirken, bir yandan da tereddüde düşer insan. Cehennemsi bir karanlık vardır, murdarlık çukuru sayılacak kadar da pis çamur; ölmekte olan, bir hayalete mi döneceğini, yoksa kara bir kurbağa mı olacağını önceden kestiremez. Başka bir yerde mezarın uğursuz görünümündedir, burada ise çok çirkindir.

Bu söz ettiğimiz çöküntülerin derinliği, uzunluğu, yoğunluğu, en altta bulunan toprağın az ya da çok kötü cinsten olmasına göre değişiyordu. Bir çöküntünün derinliği bazen üç, dört ayak, bazen de sekiz, on ayağı bulurdu; bazen de dibini bulmak olanaksızdı. Balçık orada oldukça sert, burada ise suya benziyordu. Luniere çöküntüsünde bir adamın yok olması için bir gün gerekliydi, Phelip-peaux çukurunda ise beş dakikada yutulup giderdi. Bataklığın etkisi, yoğunluğunun az ya da çok oluşuna bağlıydı. Bir adamın kaybolduğu yerde bir çocuk kurtulabilir. Kurtulmanın da ilk koşulu, üzerindeki her türlü yükü boşaltmaktır. Ayağının altındaki toprağın yumuşadığını sezer sezmez, her lağımcı, avadanlık çantasını, küfesini, kovasını atmakla başlardı işe.

Bu toprak çöküntüleri değişik nedenlerle oluşmuşlardır: yumuşak toprak, çok derinlerdeki bir yıkıntı, şiddetli yaz sağanakları, hiç bitmek bilmeyen kış yağmurları, hafif ama çok uzun süren yağmurlar. Bazen de killi ya da kumlu toprak üzerine kurulu evlerin ağırlığı ile kubbelerin biçimi bozulur ya da bu ezici baskı altında ark tabanı çatlar, yarılırdı. Yüzyıl önce, Panthèon'un basıncıyla, Sainte-Geneviève Dağı'ndaki mahzenlerin bir bölümü böyle kapanmıştı. Bazen de sokakların döşeme taşlarının testere dişleri gibi ayrılmasından, bir lağımın evlerin basıncına dayanamayarak yıkıldığı anlaşılırdı. Kubbe uzunluğunca eğri büğrü çizgilerle gelişen bu çatlaklar, hastalık belirlendiğinden kolaylıkla onarılabilirdi. Çoğu zaman da yeraltındaki çökmelerde, hiçbir dış çatlak görülemezdi. Böylesi durumlarda vay lağımcıların haline! Tedbir almaksızın çöken lağıma girdiklerinde, orada kolaylıkla kaybolabilirlerdi. Toprak çöküntüsü nedeniyle bu şekilde çamurlara gömülüp giden birkaç kuyucudan söz eder eski kayıtlar. Ayrıca ad da belirtirler; bu adlar arasında, Careme-Prenant Sokağı'nın köşesindeki bir lağım çöküntüsünde gömülüp giden Blaise Poutrain adındaki lağımcı da vardır. Bu Blaise Poutrain, 1785'te tarihe karışan, Innocents Kilisesi'nin ölü mahzeni denen mezarlığın son mezarcısı olan Nicolas Poutrain'in kardeşiydi.

Ayrıca, daha önce sözünü ettiğimiz Escoubleau Vikontu -başta ipek çoraplar ve kemanlara karşı olmak üzere saldırılan Lerida kuşatmasının kahramanlarından biri olan şu genç, sevimli vikontda adı geçenler arasındaydı. Bir gece dayısının kızı Sourdis Düşesi'nin evinde dük tarafından basılınca, ondan kurtulmak için sığınmak zorunda kaldığı Beautreillis lağımındaki bir bataklıkta boğuldu. Düşes, kendisine bu ölüm anlatıldığı zaman, küçük şişesini isteyerek tuz ruhu koklaya koklaya ağlamayı kesti. Bu durumlarda aşkın pek önemi yoktur, çirkef onu yok eder. Hero, Leandros'un ölüsünü yıkamaya yanaşmaz, Tispe de Piremus'un karşısında burnunu tıkayarak "püf' der.

Continue Reading

You'll Also Like

8.6K 458 12
Neden böyle bir yolu seçtim? Neden sana aşık oldum? Bu yanlış bir şey öyle değil mi? Üvey Kardeşime aşık olmak yanlış birşey... Acaba sende beni sev...
76.1K 2.7K 18
Evrensel boyutlara ulaşmış ünüyle bugün dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri sayılan Goethe, henüz yirmi beş yaşındayken yazdığı Genç Werth...
587K 15K 28
Paylaşan: HmeyraHarman
2K 146 11
Gelecek bir çok yeniliği sunmuştu en büyük getirisi ise hastalıklar ve lanetlerin korkusuydu. Bir kehanet vardı, söylentilerle krallıkların duvarları...