Sefiller

By ClassicsTR

75.6K 1.3K 300

Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği s... More

Önsöz - I.CİLT
BİRİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
EVİNİ KİME KORUTUYORDU
BİR KISITLAMA
-İKİNCİ KİTAP-
PONTARLIER PEYNİRHANELERİ ÜZERİNE BİLGİLER
DALGA VE GÖLGE
KÜÇÜK-GERVAIS
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
BOMBARDA'NIN YERİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
UFUKTA BELİRSİZCE ÇAKAN ŞİMŞEKLER
MADAM VICTURNIEN'İN BAŞARISI
BELEDİYE ZABITASINA AİT BAZI MESELELERİN ÇÖZÜMÜ
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
ISTIRABIN UYKUDA ALDIĞI ŞEKİLLER
SIMPLICE HEMŞİRE SINAMADAN GEÇİYOR
KANAATLERİN ŞEKİLLENMEYE BAŞLADIĞI BİR YER
-SEKİZİNCİ KİTAP-
İKİNCİ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
SAVAŞLARIN "QUID OBSCURUM"U*
İMPARATOR, KILAVUZ LACOSTE'A BİR SORU SORUYOR
KILAVUZUN KÖTÜSÜ NAPOLYON'A, İYİSİ BÜLOW'A
QUOT LIBRAS İN DUCE?*
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
KÜÇÜK KIZ YAPAYALNIZ
ZENGİN OLMASI MUHTEMEL BİR YOKSULU HANA KABUL ETMENİN HOŞNUTLUĞU
THENARDİER OYUN PEŞİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
ESRARIN BAŞLANGICI
-ALTINCI KİTAP-
NEŞELİ ANLAR
BU KARANLIKTA BİRKAÇ SİLUET
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
JEAN VALJEAN AUSTİN CASTILLEJO'YU OKUMUŞA BENZİYOR
BAŞARILI BİR SORGULAMA
ÜÇÜNCÜ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
HALKIN BAĞRINDA SAKLI DURAN GELECEK
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
DEVRİMCİ OLMAK İÇİN AYİNE GİTMENİN FAYDASI
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
MARIUS'UN UĞRADIĞI ŞAŞKINLIKLAR
-BEŞİNCİ KİTAP-
YOKSULUN SEFİLLE İYİ KOMŞULUĞU
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
KADERİN GÖZ DELİĞİ
SEFALET ACIYA HİZMETİNİ SUNUYOR
MARIUS'UN İKİ SANDALYESİ KARŞI KARŞIYA
ÖNCE KURBANLARI YAKALAMAKTAN BAŞLAMALI DAİMA
II.CİLT -DÖRDÜNCÜ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
TEMELİN ALTINDAKİ ÇATLAKLAR
ENJOLRAS VE YAVERLERİ
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
SAVAŞ BAŞLIYOR
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
-ALTINCI KİTAP-
FİRARIN CİLVELERİ
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
CAB, ÜSTÜNDE GİDER; ARGODA HAVLAR
İHTİYAR KALPLE GENÇ KALP KARŞI KARŞIYA
-DOKUZUNCU KİTAP-
-ONUNCU KİTAP-
-ON BİRİNCİ KİTAP-
-ON İKİNCİ KİTAP-
GRANTAIRE'İN ÜSTÜNE GECE İNMEYE BAŞLIYOR
TOPLULUĞA BILLETTES SOKAĞI'NDA KATILAN ADAM
-ON ÜÇÜNCÜ KİTAP-
-ON DÖRDÜNCÜ KİTAP-
BEŞİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
BARİKATIN ÜSTÜNDE GÖRÜLEN UFUK
GEÇİCİ PARILTILAR
MORTUUS PATER FILIUM MORITURUM EXPECTAT*
KAHRAMANLAR
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
TOPRAK ÇÖKÜNTÜSÜ
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
İKİ YAŞLI KİŞİ, KENDİ TARZINDA*
-ALTINCI KİTAP-
AYRILMAZ OLAN
-YEDİNCİ KİTAP -
-SEKİZİNCİ KİTAP-
-DOKUZUNCU KİTAP-
ARKASINDA GÜNDÜZ OLAN GECE
SONSÖZ

-ON BEŞİNCİ KİTAP-

122 8 0
By ClassicsTR


Homme-Armé Sokağı

I

BOŞBOĞAZ KURUTMA KÂĞIDI

Ruhun isyanları yanında bir şehrin deprenişleri nedir ki? Halk büyük bir derinliktir, ama insan halktan da büyük bir derinliktir. Jean Valjean, şu sıralar, korkunç bir isyanın pençesindeydi. Bütün uçurumlar, bir kere daha önünde açılmış bulunuyordu. O da, tıpkı Paris gibi, büyük ve karanlık bir devrimin eşiğinde titreyip durmaktaydı. Bunun için sadece birkaç saat yetmişti. Birdenbire koyu bir karanlık kaplayıvermişti kaderini ve vicdanını. Paris için söylenen onun için de söylenebilirdi: İki prensip karşı karşıya gelmiş bulunuyordu. Beyaz melek ve siyah melek, uçurumun köprüsünde göğüs göğüse kapışacaklardı. Acaba bu ikisinden hangisi, ötekini aşağıya yuvarlayacaktı?

5 Haziran gününün arifesinde Jean Valjean, Cosette ve Toussaint'le birlikte, Homme-Armé Sokağı'na yerleşmişti. Burada onu, hiç umulmadık bir olay beklemekteydi.

Cosette, Plumet Sokağı'ndan ayrılmaya bir türlü yanaşmak istememişti. Beraberce, yan yana yaşamaya başladıklarından beri ilk defadır ki, Cosette'in isteğiyle Jean Valjean'ın isteği birbirinden farklı oluyor, birbiriyle çatışıyor demesek bile, hiç değilse birbirine karşıtlık gösteriyordu. Bir tarafta itiraz, öbür tarafta sarsılmaz bir esneksizlik vardı. Meçhul bir kimse tarafından Jean Valjean'a gönderilen bu tepeden inme, "TAŞININ!" tavsiyesi, onu bir zorba kesilme derecesinde telaşlandırmıştı. Jean Valjean, izinin bulunduğu, takip edildiği hissine kapılmıştı. Cosette, boyun eğmek zorunda kaldı.

İkisi de, kendi kişisel kaygılarına gömülmüş olarak, ağızlarını açıp tek bir kelime konuşmadan, Homme-Armé Sokağı'na gelmişlerdi. Ne Jean Valjean endişesinden, Cosette'in teessürünü ne de Cosette teessüründen, Jean Valjean'ın endişesini fark ediyordu.

Jean Valjean, Toussaint'i de yanında götürmüştü; daha önceki gidişlerinde hiç yapmadığı bir şeydi bu. Plumet Sokağı'na belki bir daha hiç dönmeyeceğini tahmin ediyor ve dolayısıyla, ne Toussaint'i geride bırakabiliyor ne de ona sırrını açabiliyordu. Onun vefakâr ve emniyetli bir insan olduğunu biliyordu zaten. Hizmetçinin, efendisine ihaneti merakla başlar. Oysa Toussaint, sırf Jean Valjean'a hizmetçilik etmek için doğmuş gibi hiç meraklı değildi. Barneville köylüsü ağzıyla, kekeleye kekeleye, "Ben aynımın aynısiyim; işimi şeylerim; gerisi benim işim değil," derdi.

Plumet Sokağı'ndan daha çok kaçışa benzeyen ayrılışları sırasında Jean Valjean, Cosette'in ayrılmaz parça'sı adını taktığı kokulu valizden başka hiçbir şey almamıştı yanına. İçi dolu sandıkları taşımak için nakliyecilere gerek vardı; nakliyeciler ise tanıklar demekti. Sokak kapısının önüne, Babylone Sokağı'ndan bir kiralık araba getirtmiş ve binip gitmişlerdi.

Toussaint, birkaç parça çamaşır ve giysi ile bazı tuvalet eşyasını paketleyebilmek için zar zor izin koparabilmişti. Cosette ise, sadece kâğıt ve kalemleriyle kurutma kâğıtlı el altlığını almıştı.

Jean Valjean, bu kayboluşun ıssızlığını ve karanlığını büsbütün arttırmak için, Plumet Sokağı'ndaki köşkü ancak günbatımında terk edecek şekilde ayarlamıştı işleri. Bu sayededir ki Cosette, Marius'a bir pusula yazacak vakti bulabilmişti. Homme-Armé Sokağı'na geldiklerinde gece olmuştu.

Sessizce yataklarına yattılar.

Homme-Armé Sokağı'ndaki daire arka avluya bakıyordu, ikinci kattaydı ve iki yatak odası, bir yemek odası ve buna bitişik bir mutfağı vardı. Ayrıca mutfakta küçük bir asma kat ve bunun içinde portatif bir karyola bulunuyordu. Burası Toussaint'in payına düşmüştü. Yemek odası, aynı zamanda dairenin holüydü ve iki yatak odasını birbirinden ayırıyordu. Apartmanda her türlü ev eşyası mevcuttu.

İnsan çılgınca endişeye kapıldığı gibi, nerdeyse aynı derecede çılgınca kendini güvende hisseder; insan tabiatı böyledir. Jean Valjean Homme-Armé Sokağı'na gelir gelmez sıkıntısı hafifledi ve giderek kayboldu. Bazı sükûn verici yerler vardır ki, zihni adeta mekanik bir şekilde etkiler. Karanlık bir sokak, sakin insanlar. Jean Valjean, eski Paris'in bu eski sokakçığında bilinmez bir huzurun içine sızdığını hissetti. Sokak o kadar dardı ki, iki direk üzerine enlemesine yerleştirilmiş bir kalasla arabalara kapatılmıştı; gürültülü şehrin ortasında sağır ve dilsiz, güpegündüz alacakaranlıktı; âdeta ihtiyar yaşıtları gibi susan iki sıra asırdide yüksek evin arasında heyecan duymaktan aciz gibiydi. Unutulmuştuk bu sokakta durağanlaşmış, kalıplaşmıştı. Jean Valjean, burada geniş bir nefes aldı. Onu burada bulmaları mümkün müydü?

İlk işi, ayrılmaz parça'sını yanı başına koymak oldu, iyi uyudu. Gece, öğüt verirmiş; biz de ilave edelim: Gece teskin eder. Ertesi sabah, âdeta neşeli kalktı. Yemek odasını sevimli buldu. Oysa eski bir yuvarlak masa, üstünde eğik bir ayna duran alçak bir büfe, kurt yenikli bir koltuk ve üzerinde Toussaint'in paketleri yığılı -paketlerden birinin iyi kapanmayıp aralık kalmış bir yerinden Jean Valjean'ın milli muhafız üniforması görünüyordu- birkaç iskemle ile döşenmiş gudubet bir odaydı bu.

Cosette'e gelince, o, Toussaint'e söyleyip, odasına et suyu getirtti ve akşama kadar ortalıkta görünmedi.

Oraya buraya gidip gelen, bu küçük yerleşme işiyle pek meşgul görünen Toussaint, saat beşe doğru, yemek masasının üstüne soğuk bir piliç haşlaması koydu. Cosette, babasına saygısızlık olmasın diye, yemekle ilgilenir göründü. Sonra da, bir türlü geçmek bilmeyen bir baş ağrısını bahane ederek Jean Valjean'a iyi akşamlar diledi ve kendi yatak odasına kapandı. Jean Valjean, iştahla bir piliç kanadı yedi ve dirseklerini masaya dayayarak öylece kaldı. Yavaş yavaş tasalarından kurtulmakta ve güven duygusuna yeniden kavuşmaktaydı.

Jean Valjean, bu sade yemeği yerken, Toussaint'in iki üç kez, kekeleyerek kendisine bir şeyler söylediğini şöyle böyle hatırlıyordu. Toussaint, "Patırtı, gürültü var, Mösyö, Paris'te çarpışmalar oluyor," diyordu. Ancak Jean Valjean, zihnini kurcalayıp duran bir yığın düşünce arasında, bu söylenenlere hiç aldırış etmemişti. Daha doğrusu, bunları duymamıştı bile.

Masadan kalktı ve pencereyle kapı arasında gidip gelmeye başladı. Gittikçe daha da sakinleşiyordu.

İçinin rahatlamasıyla birlikte, onun biricik kaygı konusu Cosette, yeniden düşünce alanına giriyordu. Onun şu baş ağrısına üzüldüğü için değil, hayır, bu küçük sinir krizi, genç kız küskünlüğü, bu bir anlık bulutlanma, bir iki gün içinde geçip giderdi. Onun asıl düşündüğü gelecekti ve her zaman olduğu gibi sevgi, şefkat dolu duygularla düşünüyordu bunu. Her halükârda, mutlu hayatın yeniden eski seyrini alması için hiçbir engel görmüyordu. Bazı saatler vardır ki, her şey imkânsız görünür insana, başka bazı saatlerde ise her şey kolaymış gibi gelir. Jean Valjean, işte bu iyi saatlerden birini yaşıyordu. Bu iyi saatler, genellikle, kötü saatlerden sonra gelirler, tıpkı geceden sonra gündüzün gelmesi gibi. Art arda geliş ve karşıtlık kanunu gereğidir bu ve doğanın temelinde bulunan bu kanuna bazı sathi kafalar, antitez adını verirler. Jean Valjean, sığındığı bu sakin sokakta, bir süredir onu rahatsız edip duran her şeyden kurtuluyordu. Dolayısıyla, görmüş olduğu bunca karanlıktan sonra, biraz gök mavisi görmeye başlamış sayılırdı. Plumet Sokağı'ndan sorunsuz ve olaysız ayrılmış olmak, şüphesiz bundan sonrası için atılmış iyi bir adımdı. Hiç değilse memleketten ayrılmak ve Londra'ya gitmek, belki akıllıca bir hareket olurdu. Eh! Öyleyse gidilecekti. Ha Fransa'da olmuşsun, ha İngiltere'de, ne fark eder, yeter ki Cosette yanında olsun. Onun milleti Cosette'ti. Onun mutlu olması için Cosette yeterdi. Ama Cosette'in mutluluğu için onun varlığının yeterli olmayabileceği fikri; bir vakitler onu hasta eden, uykularını kaçıran bu fikir, aklının ucundan bile geçmiyordu. Bütün geçmiş acılar uyuşmuş, benliğini tümüyle bir iyimserlik sarmıştı. Cosette yanında olduğuna göre, kendisine aitmiş gibi geliyordu ona. Herkesin yaşayarak bildiği bir galat görüştür bu. Jean Valjean kendi kendine, gayet kolay bir şekilde,

Cosette'le birlikte İngiltere'ye gidiş planları yapıyor; ve hayallerinin perspektifi içinde, nerede olursa olsun mutluluğunun yeniden kurulduğunu görüyordu.

Odanın içinde ağır adımlarla enine boyuna yürüyüp dururken, birdenbire gözü garip bir şeye takıldı.

Tam karşısında, büfenin üstündeki eğik aynada, gayet belirgin bir şekilde şu dört satır yazıyı okudu:


Heyhat! Sevgilim,

Babam hemen gitmemizi istiyor. Bu akşam, Homme-Armé Sokağı

No. 7'de; sekiz gün sonra da İngiltere'de olacağız.

Cosette,

4 Haziran


Jean Valjean, afallamış bir halde kalakaldı.

Cosette eve geldiğinde, kurutma kâğıtlı el altlığını büfenin üstüne, aynanın önüne koymuş ve kahredici üzüntüsü içinde onu orada unutmuştu. Hatta onu açık olarak -hem de yazdıktan sonra, Plumet Sokağı'ndan geçen genç işçiye vererek, üzerinde yazılı adrese götürmesini istediği o dört satırı kurutmak için bastırdığı sayfası açık olarak- bıraktığının farkında olmaksızın unutmuştu. Yazı kurutma kâğıdının üstüne çıkmıştı.

Ayna yazıyı aksettiriyordu.

Sonuç olarak, geometride simetrik şekil denen şey ortaya çıkmış oluyordu. Kurutma kâğıdı üzerinde tersine duran yazı aynada doğrulmuş olarak, tabii istikametinde görünmekteydi. Böylece Cosette'in bir gün önce Marius'a yazmış olduğu mektup, Jean Valjean'ın gözleri önüne serilmişti.

Olay basit ve yıldırım gibi çarpıcıydı.

Jean Valjean, aynaya yaklaştı. Dört satırı bir kere daha okudu, ama inanamıyordu. Bir şimşek ışığı gibi etkiliyordu bu dört satır onun gözlerini. Bir halüsinasyondu bu. İmkânsız bir şeydi. Yoktu.

Algı gücü yavaş yavaş daha bir dakiklik kazandı. Cosette'in kurutma kâğıdına baktı ve gerçek duygusunu yeniden elde etti. Kurutma kâğıdını aldı ve kendi kendine, "Buradan geliyor bu," dedi. Kurutma kâğıdına çıkmış olan dört satırı hummalı bir halde inceledi; harflerin ters olması, onları garip bir karalamaya dönüştürüyordu. Dolayısıyla, onlarda anlamlı bir taraf göremedi. Bunun üzerine, "İyi ama, hiçbir anlamı yok bunun," dedi kendi kendine, "burada yazılı hiçbir şey yok." Ve tarifsiz bir hafiflemeyle, derin bir nefes aldı. Buna benzer korkunç durumlarda, böyle budalaca sevinçlere kapılmamış bir kimse var mıdır? Ruh, bütün yanılsamaları tüketmeden kendini umutsuzluğa teslim etmez.

Jean Valjean, kurutma kâğıdını elinde tutuyor ve budalaca bir mutlulukla onu seyrediyordu; neredeyse kendini aldatan halüsinasyona gülecekti. Birdenbire gözleri tekrar aynaya takıldı ve yine o hayali gördü. O dört satır, orada acımasız bir şekilde resmediliyordu. Bir serap olamazdı bu artık. Bir hayalin nüksetmesi, onun bir gerçek olduğunu gösterir. Elle tutulabilirdi bu, tersken aynada düzelmiş yazıydı bu. Sonunda anladı.

Jean Valjean sendeledi, kurutma kâğıdı elinden düştü ve büfenin yanında duran eski koltuğun üzerine yığıldı, başı öne düştü, gözbebekleri donuklaşmış, dalgınlaşmıştı. Kendi kendine durumun apaçık ortada olduğunu, artık kendisi için yeryüzünde ışığın ebediyen söndüğünü, Cosette'in bu dört satırı birisine yazdığını söylüyordu. O zaman, tekrar eski korkunç haline bürünen ruhunun, karanlıklar içinden boğuk boğuk kükrediğini duydu. Aslanın elinden kafesindeki köpeği alın da görün bakalım!

İşin garip ve hazin yanı şu ki, o sırada, Marius henüz Cosette'in mektubunu almamıştı. Hain bir tesadüf, onu Marius'un eline ulaşmadan, Jean Valjean'ın eline geçirtmişti.

Jean Valjean, o güne kadar, feleğin hiçbir sınamasından yenik çıkmamıştı. Korkunç felaketlere uğramıştı; kaderin zalimliği, bütün ağır hükümler, bütün toplumsal yanılgılarla silahlanmış olarak onu hedef almış, onun üstüne çullanmıştı. Ama o, hiçbir şeyin önünde geri çekilmemiş, boyun eğmemişti. Gerektiğinde, her türlü fedakârlığa katlanmıştı. Yeniden elde ettiği kişisel dokunulmazlığını feda etmiş, özgürlüğünden vazgeçmiş, kellesini ortaya koymuş, her şeyini kaybetmiş, her acıya katlanmış, menfaat gözetmez ve stoik olarak kalmayı bilmişti. Öyle ki, zaman zaman, bir din kurbanı gibi kendinden vazgeçmiş sanılırdı. Kötü talihin her türlü saldırısına karşı savaşta bilenmiş olan vicdanı, artık asla ele geçirilmez sanılabilirdi. Oysa şu an Jean Valjean'ın benliğinin derinliklerini bir gören olsa, onun gücünü tümüyle kaybetmekte olduğunu mutlaka fark ederdi.

Çünkü kaderin Jean Valjean'a reva gördüğü bu uzun çile boyunca, onun çektiği işkencelerin en korkuncuydu bu. Hiçbir zaman böylesine amansız bir kıskaca yakalanmamıştı. Bütün gizli duyarlılıklarının esrarlı bir şekilde depreştiğini hissetti. İçinde meçhul bir tele vurulmuştu. Heyhat! En büyük çile, daha doğrusu biricik çile, sevilen varlığın kaybedilmesidir.

Zavallı yaşlı Jean Valjean, elbette, bir baba sevgisinden başka bir sevgiyle sevmiyordu Cosette'i. Fakat daha önce de belirttiğimiz gibi, hayatının yalnızlığı, kimsesizliği, bu baba sevgisinin içine bütün öbür sevgileri de katmıştı. O, Cosette'i kızı gibi seviyordu; ve hiçbir zaman bir sevgilisi, bir karısı olmadığından ve de tabiat protesto kabul etmeyen bir alacaklı olduğundan, bütün duyguların en yok olmazı olan bu duygu da belirsizce, bilinmezce, körlüğün saflığıyla safça, bilinçsizce, semavice, melekçe, tanrısalca öteki duygulara karışmıştı. Aslında bir duygu olmaktan çok bir içgüdüydü bu, hatta içgüdüden de çok idrak edilemez, görülemez bir çekim gibi bir şeydi, ama gerçekti. Ve kelimenin tam anlamıyla aşk, onun Cosette'e olan sonsuz şefkatindeydi; tıpkı karanlık ve bakir bir dağın içindeki altın damarı gibi.

Daha önce belirtmiş olduğumuz bu kalp durumunu hatırlayalım. Aralarında bir evlilik mümkün değildi; hatta ruhlar arası bir evlilik bile. Ama kaderlerinin evli olduğu muhakkaktı. Cosette'i -yani bir çocuğu- bir yana bırakırsak, Jean Valjean'ın, uzun hayatı boyunca, seveceği bir insan hiç olmamıştı. Birbirini izleyen tutkular ve sevgiler, kışı geçiren yapraklarda -ve de ellisini geçen erkeklerde- görülen yeşillerin birbirini izlemesini, acı yeşil üzerinde tatlı yeşili hiç yaratmamıştı onda. Velhasıl birçok kez ısrarla belirttiğimiz gibi, bütün bu iç kaynaşma, toplamı yüksek bir erdem olan bütün bu beraberlik, Jean Valjean'ı Cosette için bir baba yapmaktaydı. Dededen, oğuldan, ağabeyden ve kocadan oluşan garip bir babaydı bu; içinde aynı zamanda bir ana bulunan bir baba; Cosette'i seven, ona tapan, onu kendisine ışık, yuva, aile, vatan, cennet yapan bir baba.

Onun için Jean Valjean, her şeyin kesin olarak bittiğini, Cosette'in kendisinden koptuğunu, ellerinin arasından kayıp gittiğini, kaçtığını, bir bulut olduğunu, su olduğunu görünce; gözlerinin önünde şu kahredici gerçek, onun yüreği bir başkası için çarpıyor, hayatının amacı bir başkası, bir sevgilisi var, ben sadece babayım, ben artık yokum gerçeği boy gösterince; artık şüphesi kalmayıp da, kendi kendine, "Benim içimden çıkıyor, benim dışıma gidiyor!" deyince, duyduğu acı dayanılması imkânsız bir hal aldı. Şimdiye kadar yaptıklarını, bu sonuca varmak için yapmıştı demek! Bir hiç olacaktı demek! O zaman, söylediğimiz gibi, tepeden tırnağa isyanla kesilip titredi. Saçlarının köküne kadar, bencilliğin içinde şahlandığını hissetti ve adamın ben'i uçurumunun dibinden uludu.

Bazı içten yıkılışlar vardır. Ümit kırıcı bir kesinliğin insanın içine işlemesi, insanın bizzat kendisi demek olan bazı derin unsurları ayırır ve parçalar. Istırap bu kerteye vardığında, vicdanın bütün güçleri, kendi canlarını kurtarma telaşına düşerler. Ölümcül krizlerdir bunlar. Pek azımız bu gibi krizlerden hiç değişmeden ve vazifesine sadakatle bağlı olarak çıkabilir. Istırabın sınırı aşıldı mı, en sarsılmaz erdem bile pusulayı şaşırır. Jean Valjean kurutma kâğıdını tekrar eline aldı ve bir kere daha emin oldu; gerçekliği su götürmez olan bu dört satırın üzerine eğilmiş olarak, âdeta donmuş gibi, sabit bir bakışla, öylece kaldı. İçine öyle bir bulut inmişti ki, bu ruhun bütün derunu yıkılıyor sanılırdı.

Jean Valjean, keşfini, hayal gücünün büyütmeleri arasından inceledi. Gözle görülür ve korkunç bir sükûnetle yaptı bu işi, çünkü bir insanın sükûneti heykel soğukluğuna varırsa, korkunç bir görüntü çıkar ortaya.

Jean Valjean, kaderinin, kendisi farkında olmadan attığı bu korkunç adımı ölçtü. Geçen yaz kapılmış olduğu kaygıları hatırladı; ne kadar sersemce atmıştı onları kafasından. Uçurumu tanıdı. Hep aynı uçurumdu bu. Ancak, bu kez onun kenarında değil, dibindeydi.

İşin hiç görülmedik, kahredici yanı da şuydu ki, hiç farkında olmadan düşmüştü bu uçuruma. Her zaman güneşi gördüğünü sanıp dururken, hayatının olanca ışığı da onunla birlikte uçuruma yuvarlanmıştı.

İçgüdüsü hiç tereddüt etmedi. Bazı durumlar, bazı tarihler, Cosette'in yüzündeki bazı kızarmalar, bazı solmalar arasında ilişkiler kurdu ve sonunda kendi kendine, "Bu, O'dur," dedi. Ümitsizliğin kehaneti, hedefini asla şaşmayan esrarlı bir oktur. Jean Valjean, daha ilk tahmininde Marius'a ulaşmıştı. Gerçi adını bilmiyordu, ama adamı hemen buldu. Anıların amansız çağrışımı sonunda, Lüksemburg Parkı'nda dolanıp duran o aylak herifi, gönül maceraları peşinde koşan o sefili, o ilan-ı aşk budalası haylazı, o ahmağı, o alçağı -evet o alçağı, çünkü yanlarında onları seven babaları bulunan kızlara göz süzmek alçaklıktır- açık seçik tanıdı.

Bu durumun temelinde o gencin bulunduğunu, her şeyin ondan kaynaklandığını kesin olarak tespit ettikten sonra, Jean Valjean, kendini yeni baştan yaratmış, ruhunu bunca yoğurup işlemiş, bütün hayatı, bütün sefaleti, bütün felaketi sevgi içinde eritmek için bunca çaba harcamış olan insan, gözlerini kendi içine çevirdi ve orada bir hayaletin varlığını gördü: kin.

Büyük anlar insanı bitkin ve yıkkın bırakır; onun yaşama cesaretini kırar. İçine girdikleri insan, benliğinden bir şeylerin eksildiğini hisseder. Gençlikte büyük acılara uğramak hazin, daha sonraları ise felakettir. Heyhat! Henüz kan damarlarda kaynarken, saçlar siyah, beden üstünde baş meşale üstünde alev gibi dururken, kaderin yumağı henüz kalınlığını korurken, arzular uyandıran bir aşkla dolup taşan yürek henüz atışlarına karşılık veren atışlara sahipken, insanın önünde kendini düzeltecek zamanı varken, bütün kadınlar, bütün gülümseyişler, bütün gelecek ve bütün ufuk şuracıkta hazır beklerken, yaşama gücü eksiksiz tastamamken, evet eğer böyleyken bile umutsuzluk korkunç bir şey ise, yaşlılıkta, yılların birbiri ardınca ve insanı gittikçe daha çok soldurarak hızla geçip gittiği çağda, o alacakaranlık vaktinde, mezarın yıldızları görülmeye başladığı saatte, o nasıl olur varın siz düşünün.

O, böyle düşünüp dururken, Toussaint içeri girdi. Jean Valjean ayağa kalktı ve ona sordu:

- Ne tarafta? Biliyor musunuz?

Birden şaşıran Toussaint, ona cevap veremedi.

- Efendim?

Jean Valjean, tekrarladı:

- Az önce, çarpışmalar oluyor dememiş miydiniz bana?

Toussaint:

- Ha! Evet, mösyö, diye cevap verdi. Saint-Merry tarafında.

Bazı öyle mekanik davranışlar vardır ki, düşüncemizin en derin yerinden gelen bir esinle, haberimiz bile olmadan yaparız onları. Hiç şüphesiz, böyle bir davranışla ve neredeyse bilinçsiz bir şekilde Jean Valjean, beş dakika sonra kendini dışarıda buldu.

Başı açık olarak, evin kapısı önündeki korkuluk taşının üzerinde oturuyordu.

Etrafı dinliyor gibiydi.

Gece olmuştu.

II

IŞIKLARA DÜŞMAN SOKAK ÇOCUĞU

Ne kadar zaman geçti böyle? Bu trajik meditasyonun gitgelleri nelerdi? Belini doğrultabildi mi? Yoksa eğik mi kaldı? Kırılacak kadar mı eğilmişti? Tekrar doğrulabilir ve vicdanında ayak basacak sağlam bir zemin bulabilir miydi? İhtimal, kendisi bile bunu söyleyebilecek durumda değildi.

Sokak ıssızdı. Hızlı adımlarla evlerine dönen birkaç endişeli burjuva, belki fark etmediler bile onu. Tehlike anlarında herkes kendi başının çaresine bakar. Sokak fenercisi, her zamanki gibi gelip, tam 7 numaralı kapının karşısına rastlayan feneri yaktı ve gitti. Bu karanlıkta Jean Valjean'a dikkatle bakan bir kimse, onun canlı olduğunu söyleyemezdi. Kapının önündeki korkuluk taşının üzerine oturmuş, buzdan bir hayalet gibi hareketsizdi. Ümitsizlikte insanı donduran bir şey vardır. Tehlike çanları ve ne olduğu belirsiz fırtınalı uğultular işitiliyordu. Çanın, ayaklanmaya karışan bu çırpınışları ortasında Saint-Paul'ün saati ağır ağır, hiç telaşsız, on biri çaldı; çünkü tehlike çanı insanın, saat ise Tanrı'nın işaretidir. Saatin geçmesi, Jean Valjean'ı hiç etkilemedi; Jean Valjean kıpırdamadı. O sırada, aşağı yukarı aynı anda, Halles tarafında şiddetli bir patlama oldu ve bunu, bir saniye sonra daha da şiddetli bir İkincisi izledi. Chanvrerie Sokağı'ndaki barikata yapılan ve Marius tarafından geri püskürtüldüğünü görmüş olduğumuz hücumdu bu muhtemelen. Gecenin uyuşukluğu içinde şiddeti büsbütün artmışa benzeyen bu çifte yaylım ateş, Jean Valjean'ı titretti. Sesin geldiği tarafa doğru ayağa kalktı, ama sonra tekrar taşın üzerine çöktü, kollarını kavuşturdu ve başı yavaş yavaş yeniden göğsüne yaslandı.

Tekrar kendi kendisiyle karanlık diyaloguna daldı.

Birdenbire gözlerini kaldırdı, sokakta yürüyen biri vardı. Yakınında ayak sesleri duydu, baktı ve fenerlerin ışığında, sokağın arşiv deposuna doğru uzanan tarafında soluk, genç ve ışıltılı bir çehre gördü.

Gavroche, Homme-Armé Sokağı'na varmıştı.

Gavroche, yukarılara doğru bakıyor, bir şey arar gibi görünüyordu. Jean Valjean'ı çok iyi gördüğü halde, gördüğünün farkında değildi.

Gavroche, yukarıya baktıktan sonra, bir de aşağıya bakıyordu. Ayak parmaklarının üstünde yükseliyor, kapıları ve zemin kat pencerelerini yokluyordu; hepsi de kapalı, sürgülü ve kilitliydi. Bu şekilde sağlama alınmış beş, altı evin ön tarafını yokladıktan sonra, sokak çocuğu omuz silkti ve kendi kendine:

-Hay Allah! dedi.

Sonra yeniden yukarılara bakınmaya başladı.

Az önce, bir kimseye ne söz söyleyecek ne de cevap verecek halde olan Jean Valjean, bu çocukla konuşmak için dayanılmaz bir istek duydu içinde.

- Neyin var küçük senin? diye sordu.

Gavroche, açık, net bir cevap verdi:

- Neyim olacak, açım. Ve ekledi: Hem sonra, küçük sizsiniz.

Jean Valjean, kesesini karıştırdı ve içinden bir beş franklık çıkardı.

Fakat, tıpkı bir kuyruksallayan kuşu gibi bir anda bir davranıştan ötekine geçiveren Gavroche, yerden bir taş almıştı. Sokak fenerini görmüştü çünkü.

- Vay vay! dedi. Sizin burada lambalar hâlâ yanıyor demek. Kuralı çiğnemişsiniz, dostlarım. Düzensizlik bu. Kırın bakim bunu.

Ve taşı sokak fenerine fırlattı. Fenerin camı öyle bir şangırtıyla yere düştü ki, karşı evde perdelerinin arkasına sinmiş burjuvalar, bağrışmaktan alamadılar kendilerini: "93 geri geliyor!"

Fener, şiddetle sallanıp söndü. Sokak o anda kapkara kesildi.

- Hadi bakalım, ihtiyar sokak, dedi Gavroche, gece takkeni tak kafana.

Ve Jean Valjean'a dönerek:

- Ne diyorsunuz sokağın ucundaki o dev yapıya! dedi. Arşiv deposu, değil mi? O koca hayvan sütunlardan biraz verseler de bana, onlardan bir barikat yapsam güzelce.

Jean Valjean, Gavroche'a yaklaştı.

- Zavallı yavrucak, karnı aç, dedi yavaş sesle kendi kendine.

Ve yüz meteliklik parayı onun avucuna sıkıştırdı.

Bu koca metelik, Gavroche'u şaşırtmıştı. Burnunu kaldırdı, karanlıkta baktı ona. İri meteliğin beyazlığı gözlerini kamaştırdı. Beş franklık paraların varlığını biliyordu, kulaktan duymuştu; ona hoş gelen bir şöhretleri vardı. Şimdi onlardan birini yakından görmek onu büyülemişti. Kendi kendine, "Hele bir seyredelim şu kaplanı," dedi.

Kısa bir süre, kendinden geçmişçesine onu seyrettikten sonra, Jean Valjean'a dönerek parayı ona uzattı ve vakur bir edayla:

- Burjuva, ben lambaları kırmayı tercih ederim. Yırtıcı hayvanınız sizin olsun. Kimse beni yolumdan çıkaramaz. Beş tırnağı var bunun, ama tırmalayamaz beni.

- Annen var mı senin? diye sordu Jean Valjean.

Gavroche:

- Belki sizden fazla, diye cevap verdi.

- Eh, öyleyse bu parayı annen için sakla, dedi Jean Valjean.

Gavroche, içinde bir şeylerin kımıldadığını hissetti. Kaldı ki, kendisine bu sözleri söyleyen adamın başı açıktı ve bu da ona güven veriyordu.

- Doğru mu? dedi. Sokak fenerlerini kırmamam için vermiyorsunuz öyle mi bunu bana?

- Dilediğin her şeyi kırabilirsin.

- Siz mert bir insansınız, dedi Gavroche.

Ve beş franklık parayı ceplerinden birine koydu.

Güveni gittikçe artıyordu, ekledi:

- Bu sokakta mı oturuyorsunuz?

- Evet, niye sordun?

- 7 numaralı evi gösterebilir misiniz bana?

- Ne yapacaksın 7 numaralı evi?

Burada, çocuk duraladı, adama fazla açılmış olmaktan korktu, tırnaklarını hızla saçlarına daldırdı ve:

- Hiç, öyle işte! demekle yetindi.

Birden bir fikir geçti Jean Valjean'ın kafasından. Kahır, bazen böyle açık görüşlü yapar insanı. Çocuğa:

- Yoksa beklediğim mektubu bana sen mi getirdin?

- Size mi? dedi Gavroche. Ama siz bir kadın değilsiniz ki?

- Mektup Matmazel Cosette için, değil mi?

- Cosette, diye geveledi Gavroche. Evet, o acayip isimdi galiba.

- Tamam işte! dedi Jean Valjean. Mektubu ona verecek olan benim. Ver hadi.

- O zaman, beni barikattan gönderdiklerini de biliyorsunuzdur.

- Elbette, dedi Jean Valjean.

Gavroche, yumruğunu bu kez başka bir cebine daldırdı ve oradan dörde katlanmış bir kâğıt çıkardı.

Sonra, bir asker selamı çaktı.

- Acele mesaja saygı selamı bu, dedi. Geçici hükümetten geliyor.

- Ver, dedi Jean Valjean.

Gavroche, kâğıdı başının üstüne kaldırmış, orada tutuyordu.

- Sakın bunun bir aşk namesi olduğunu sanmayın. Gerçi bir kadına yazılmış, ama aslında halk için. Bizler hem savaşırız hem de cinsiyete hürmet ederiz. Yüksek sosyetedekilerden değilizdir biz; orada açgözlü develere piliç sunan aslanlar var.

- Ver.

Gavroche devam etti:

- Gerçekten mert bir insan gibi görünüyorsunuz bana.

- Çabuk ver.

- Alın.

Ve kâğıdı Jean Valjean'a verdi.

- Çabuk olun Mösyö Chose, zira Matmazel Chosette bekliyor.

Gavroche, bu kelimeyi ürettiğine pek sevindi.

Jean Valjean:

- Cevabı Saint-Merry'ye mi götürmek gerekiyor?

- Sakın ha! diye bağırdı Gavroche. Bir çuval inciri berbat etmiş olursunuz. Bu mektup, Chanvrerie Sokağı'ndaki barikattan geliyor. Şimdi ben de oraya dönüyorum. İyi akşamlar, yurttaş.

Gavroche, bunları dedikten sonra çekip gitti. Daha doğrusu, kafesinden kaçmış kuş gibi uçarak geldiği yere doğru, yine öyle uçarak gitti. Karanlığın içine, âdeta onu delen bir kurşun gibi, hızla dosdoğru dalıverdi. Homme-Armé Sokağı yeniden sessizliğe ve ıssızlığa gömüldü. Göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede, kendisinde gölgeden ve hayalden bir şeyler taşıyan bu garip çocuk, bu kara evler dizisinin sisleri içine dalmış, karanlıkta dağılan bir duman gibi kayboluvermişti. O kaybolduktan birkaç dakika sonra, şangırtılı bir cam kırılması ve bir sokak fenerinin kaldırım taşları üzerine gürültüyle yuvarlanması, bir kere daha burjuvaları tatlı uykularından uyandırdı. Gavroche'un buhar olup dağıldığı, yok olduğu sanılabilirdi. Chaume Sokağı'ndan geçen Gavroche'un işiydi bu.

III

COSETTE VE TOUSSAINT UYURLARKEN

Jean Valjean, Marius'un mektubuyla birlikte eve girdi.

Avını pençesinde tutan baykuş gibi karanlıktan memnun, el yordamıyla merdivenden çıktı ve odasının kapısını usulca açıp kapadı. Herhangi bir ses olup olmadığına kulak verdi ve görünüşe göre Cosette'le Toussaint'in uyudukları kanısına vardı. Alevi parlatmak için eczalı sıvı şişesine üç, dört kibrit çöpü daldırmak zorunda kaldı; o kadar titriyordu elleri; yapmış olduğu şeyin, hırsızlık denilebilecek bir yanı vardı çünkü. Sonunda mumu yakabildi. Dirseklerini masaya dayadı, kâğıdı açtı ve okudu.

Çok şiddetli heyecanlarda, insan okumaz, kâğıdı âdeta bir düşman gibi yere serer, sımsıkı kavrar, buruşturur, öfkeden ya da sevinçten ona tırnaklarını geçirir; sonuna koşar, başına sıçrar; dikkat, hummaya tutulmuştur, okunan şeyi kabataslak, şöyle böyle, ancak özü itibariyle anlar; bir noktaya takılır, gerisi tümüyle kaybolur. Marius'un Cosette'e yazdığı mektupta, Jean Valjean yalnızca şu kelimeleri gördü:

"Ölüyorum. Sen bu satırları okuduğun zaman, ruhum senin yanında olacak."

Bu iki satırın karşısında, gözleri dehşetle kamaştı; bir an, içinde meydana gelen heyecan değişikliğinin altında ezilmiş gibi kaldı. Marius'un mektubuna sarhoşça bir şaşkınlıkla bakıyordu, muhteşem bir şey vardı gözlerinin önünde: Nefret ettiği insanın ölümü.

İçinden canavarca bir sevinç çığlığı kopardı. Ummaya cesaret edemeyeceği kadar erken gelmişti sonuç. Kaderinin yolu üstüne dikilen varlık, ortadan kalkıyordu; kendiliğinden, serbestçe, kendi isteğiyle çekip gidiyordu. Kendisi, Jean Valjean, hiçbir şey yapmadan, ortada kendisinin herhangi bir suçu olmadan "o adam" ölecekti. Belki ölmüştü bile artık. -Bu noktada, hummalı hummalı birtakım hesaplar yaptı.- Hayır, henüz ölmemişti o. Mektup, besbelli, Cosette onu ertesi sabah okusun diye yazılmıştı. Saat on birle gece yarısı arasında işitilen şu iki yaylım ateş sesinden bu yana hiçbir şey olmamıştı. Barikat, ancak gün doğarken ciddi bir hücuma uğrayacaktı. Ama ne olursa olsun fark etmezdi; "o adam" bu savaşa bir kere katıldığına göre, mahvolmuş demekti; çarkın dişlerine kendini kaptırmıştı bir kere. Jean Valjean, kendini kurtulmuş hissetti. Demek ki Cosette'le başbaşa kalacaktı yine. Rekabet son buluyor, gelecek yeniden başlıyordu. Bu mektubu cebinde saklaması yeterdi. Cosette, "o adam"ın ne olduğunu hiçbir zaman bilmeyecekti. Olayları kendi akışına bırakmaktan başka yapacak şey yoktu. O adam, artık kurtulamazdı. Eğer henüz ölmediyse, öleceği kesindi. Ne mutluluktu bu!

Kendi kendine bunları söyledikten sonra, içine bir kasvet çöktü.

Aşağıya inip kapıcıyı uyandırdı.

Yaklaşık bir saat sonra, Jean Valjean, milli muhafız üniformasını giymiş ve silahlarını kuşanmış olarak evden çıkıyordu. Kapıcı, onun teçhizatını tamamlaması için gerekli şeyleri o yakınlardan kolayca tedarik etmişti. Dolu bir tüfeği, palaskasına takılı içi dolu bir fişekliği vardı. Jean Valjean Halles'e doğru yola koyuldu.

IV

GAVROCHE'UN İŞGÜZARLIKLARI

Bunlar olurken, Gavroche'un başından da bir macera geçiyordu.

Gavroche, Chaume Sokağı'ndaki feneri vicdan huzuruyla taşladıktan sonra, Vieilles-Haudriettes Sokağı'na girdi ve orayı "in cin top oynarken" görünce, gücü yettiğince şarkı çığırmanın tam sırası olduğuna hükmetti. Şarkı söylemek, onun yürüyüşünü yavaşlatmak şöyle dursun, aksine, hızlandırıyordu. Böylece, uyuyan ya da dehşete kapılan evler boyunca şu ateşli kıtaları saçmaya başladı:


Yeşilliklerde öten bir kuş var.

İddia ediyor ki, Atala

Dün sırra kadem bastı bir Rusla.

Nereye gider güzel kızlar,

Lon la.


Dostum Pierrot boşuna bu ağızlar,

Çünkü dün çağırdı beni M ila

Camına vurup, bir işmarla.

Nereye gider güzel kızlar,

Lon la.


Şu yosmalar da ne kadar kibar,

Beni büyüleyen ağularıyla

Seni de çarparlar Mösyö Orfila.

Nereye gider güzel kızlar,

Lon la.


Aşk dedim miydi yüreğim sızlar,

Her an ordadır Agnes, Pamela,

Lise beni yakarken kendi kavrula.

Nereye gider güzel kızlar,

Lon la.


Şallarında ışıldar yaldızlar,

Bu şallar nasıl şey Suzette, Zeila?

Karıştı ruhum kıvrımlarıyla.

Nereye gider güzel kızlar,

Lon la.


Vaktaki aşk karanlıkta parlar,

Güllerle bezer saçını Lola,

Nasıl kahrolmaz insan bununla?!

Nereye gider güzel kızlar,

Lon la.


Jeanne giyinirken aynaya bakar

Kalbim kuş olur uçar havaya,

Jeanne'a konar sonra gönül bu ya.

Nereye gider güzel kızlar,

Lon la.


Kadril dönüşü gökte yıldızlar,

Onlara derim, işte Stella,

Hanginiz boy ölçüşür onunla?

Nereye gider güzel kızlar,

Lon la.


Gavroche, bir yandan şarkı söylüyor, bir yandan da bol bol pantomima yapıyordu. Jest, nakaratın dayanak noktasıdır. Gavroche'un tükenmez bir maske repartuarı olan yüzü, delik deşik bir çamaşırın, şiddetli bir rüzgârda oynayan ağızlarından bile daha acayip hareketler yapıyordu. Ne yazık ki o, gecenin içinde bir başınaydı ve onu ne bir gören vardı ne de o görülebilirdi. Böyle kaybolmuş nice değerler vardır.

Birdenbire durdu Gavroche.

- Romansı keselim hele, dedi.

Kedi gözbebekleri, bir arabalık kapısının girintisinde, resim sanatındaki adıyla bir topluluk (bir insanla bir nesnenin birlikteliği) seçmişti. Buradaki nesne, iki kollu bir el arabasıydı, insan ise arabanın içinde uyuyan bir Auvergneliydi.

Arabanın kolları kaldırım taşlarına, Auvergnelinin başı arabanın tablasına dayanmaktaydı. Adamın gövdesi, bu eğik yüzeyin üstünde, ayakları yere değer şekilde tortop olmuştu.

Bu dünyanın işlerinde tecrübe sahibi olan Gavroche, adamın sızmış bir ayyaş olduğunu hemen anladı. Mahallenin nakliye işlerini yapan biri olmalıydı bu ve çok içtiği için çok derin uyuyordu.

- Yaz geceleri neye yararmış görsünler işte, diye düşündü Gavroche. Auvergneli arabasında uyur. Araba cumhuriyet nâmına alınır ve Auvergneli monarşiye bırakılır.

Zihni parlak bir fikirle aydınlanmıştı:

- Bu el arabası, bizim barikatın üstünde pek güzel duracak.

Auvergneli horlayıp duruyordu.

Gavroche, el arabasını arkadan, sonra da Auvergneliyi önden, yani ayaklarından yavaşça tutup çekti. Bir dakika sonra Auvergneli, aynı rahatlıkla kaldırıma serilmiş uyuyordu.

El arabası kurtulmuştu.

Gavroche, beklenmedik durumlarla karşılaşmaya alışık olduğu için, daima üstünde her çeşit şey bulundururdu. Ceplerinden birini karıştırdı ve bir kâğıt parçasıyla, dülgerin birinden aşırılmış güdük bir kırmızı kalem çıkardı.

Ve şunu yazdı:


Fransa Cumhuriyeti

Araban teslim alınmıştır.


Ve imzaladı: "Gavroche."

Sonra da, kâğıdı Auvergnelinin kadife yeleğinin cebine koyarak, arabanın iki koluna iki avucuyla yapıştı ve Halles'e doğru yola koyuldu. Arabayı, bir zafer şamatası içinde dört nala sürüyordu.

Tehlikeli bir şeydi bu yaptığı. Kraliyet matbaasının orada bir karakol bulunuyordu. Gavroche, düşünmüyordu bunu; ve bu karakola, banliyöden getirilen milli muhafızlardan bir manga yerleştirilmişti. Uyarıcı bazı sesler, mangayı tedirgin etmeye başlamıştı; ranzalardan başlar doğruluyordu. Birbiri ardınca kırılan iki sokak feneri, kafa patlatırcasına okunan o şarkı; güneşin batmasıyla birlikte uykuya çekilmek isteyen ve mumlarını erkenden söndüren bu ödlek sokaklar için, tahammül edilir bir şey değildi. Bir saattir, bu sokak çocuğu, bu sakin mahallede, şişeye kapatılmış bir sineğin yaptığı gürültüyü yapıyordu. Banliyölü çavuş, kulak kabartmaktaydı. Bekliyordu. İhtiyatlı bir adamdı.

El arabasının çılgınca sürülmesi, daha fazla beklemeye tahammül bırakmadı ve çavuş, bir keşif girişiminde bulunmaya karar verdi.

- Koca bir çete olsalar gerek! dedi dikkatle. Usul usul gidelim.

Besbelli anarşi canavarı ininden çıkmış, mahallenin altını üstüne getiriyordu.

Ve çavuş, sessiz adımlarla karakoldan çıkmaya davrandı.

Gavroche, arabasını süre süre tam Vieilles-Haudriettes Sokağı'ndan çıkıyordu ki, bir anda kendisini bir üniforma, bir asker şapkası, bir sorguç ve bir tüfekle burun buruna buldu.

İkinci defa olarak durakaldı.

- Vay canına, dedi, ta kendisi. Günaydın, kamu düzeni.

Gavroche'un şaşkınlıkları kısa sürer, çarçabuk geçerdi.

- Nereye gidiyorsun, serseri? diye bağırdı çavuş.

- Yurttaş, dedi Gavroche, henüz size burjuva demedim. Niye bana hakaret ediyorsunuz?

- Nereye gidiyorsun, rezil herif?

- Mösyö, dedi Gavroche, dün belki akıllı bir adamdınız, ama bugün azledildiniz.

- Sana nereye gittiğini sordum, hergele.

Gavroche cevap verdi:

- Çok nazik konuşuyorsunuz. Doğrusu, yaşınızı hiç göstermiyorsunuz. Bütün saçlarınızı, tanesi yüz franktan satmalısınız. Böylece beş yüz frank kazanırsınız.

- Nereye gidiyorsun? Nereye gidiyorsun? Nereye gidiyorsun, haydut?

Gavroche, karşılık verdi:

- Bak, bunlar kötü sözler. Bundan sonra size ilk meme verenin, ağzınızı daha iyi silmesi gerekir.

Çavuş, tüfeğine takılı süngüyü Gavroche'a doğrulttu.

- Son kez söylüyorum, nereye gittiğini söyleyecek misin, sefil?

- Generalim, dedi Gavroche, hekim çağırmaya gidiyorum, karımın doğum sancısı tuttu da.

- Silah başına! diye haykırdı çavuş.

Sizi mahveden şeyi kullanarak kurtulmak, kuvvetli insanlara özgü şaheser bir iştir. Gavroche, durumu bir bakışta etraflıca kavradı. Onu tehlikeye atan el arabası olmuştu, öyleyse kurtarmak da ona düşüyordu.

Çavuş tam onun üzerine saldıracağı an, bir mermiye dönüşen ve bir kol hareketiyle ileriye fırlatılan araba, hışımla adamın üstüne yürüdü ve tam karnının ortasına tosladı. Çavuş, sırt üstü su yolunun içine yuvarlanırken, tüfeği de havaya doğru patladı.

Çavuşun feryatları üzerine, karakoldaki adamlar telaşla, karmakarışık dışarı fırladılar. Tüfeğin patlaması, rastgele genel bir salvoya yol açtı. Arkadan, silahlar yeniden doldurulup, yeniden ateşlendi.

Bu körebe atışları bir çeyrek saat kadar sürdü ve bazı pencere camlarını tuzla buz etti.

Bu arada, geri geri gidip çılgınca bir koşu tutturdu Gavroche; beş-altı sokak ötede durmuş ve Enfants-Rouges'un köşesindeki korkuluk taşının üzerine soluk soluğa oturmuştu.

Etrafa kulak kabartıyordu.

Bir süre soluklanıp dinlendikten sonra, yaylım ateşlerin ortalığı velveleye verdiği yöne dönerek sol elini burnunun hizasına kaldırıp, sağ eliyle ensesine vurarak, üç defa ileriye doğru salladı. Parisli sokak çocuklarının bütün Fransız alaycılığını içinde özetledikleri bu hareket, şüphesiz etkili bir jestti, çünkü yarım yüzyıl sürmüştü.

Ne var ki, acı bir düşünce bu keyfi bozdu.

- Evet, dedi kendi kendine Gavroche, gerçi gülüyorum, gülmekten katılıyorum, neşemden kabıma sığamıyorum, ama bir yandan da yolumu kaybediyorum, dolambaçlı yoldan gitmem gerekecek şimdi. Allah vere de, barikata vaktinde yetişsem!

Ve yeniden koşmaya başladı.

Koşup dururken:

- Ha evet! Nerede kalmıştık? dedi.

Ve hızla sokaktan sokağa dalarken, yeniden şarkısını söylemeye başladı. Karanlığın içinde şarkısının sesi giderek daha az duyuluyordu:


Ama başka Bastille'ler de var,

Onlara çekip bir güzel bola,

Düzen vereceğim topluma âlâ.

Nereye gider güzel kızlar,

Lon la.


Kuka oynayan şu akılsızlar,

Bilmezler ki, yıkılır eski dünya

Gülle bir yuvarlandı mı hızla

Nereye gider güzel kızlar,

Lon la.


İyi yürekli halkım, bahtsızlar,

Koltuk değneklerinle vur

Louvre'a Ki resmeder krallığı cakayla.

Nereye gider güzel kızlar,

Lon la.


Zorladık eğildi parmaklık duvar,

10. Charles o sıra zaten tahtında

Hoş değildi, koptu bir dokunmayla.

Nereye gider güzel kızlar,

Lon la.


Karakolun silaha sarılması, hiç de boşuna olmadı. El arabası fethedildi, sarhoş arabacı tutsak alındı. Biri, müsadere edilmiş eşyalar deposuna konuldu; öteki, daha sonra askerî mahkemelerde biraz takibata uğradı. Zamanın savcılık makamı, bu vesileyle, toplumun huzurunu korumak konusunda nasıl yorulmak bilmez bir gayret içinde olduğunu kanıtlamak fırsatını buldu.

Gavroche'un, Temple Mahallesi'nin sözlü geleneğinde yer eden bu macerası, Marais'nin yaşlı burjuvalarının en müthiş anılarından biridir ve onların hafızasında şu adı taşır: Kraliyet Matbaasına Yapılan Gece Baskını.

Continue Reading

You'll Also Like

37.9K 958 51
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881): İlk romanı İnsancıklar 1846'da yayımlandı. Ünlü eleştirmen V. Belinski bu eser üzerine Dostoyevski'den gel...
2.3K 1.4K 16
İNSANIN DEĞİŞTİĞİNİN FARKINA VARDIRAN NEDİR?KİŞİDE SAHTE YÜZLER OLUŞMASI MI YOKSA YÜZLERİNİN SAHTE ÇIKMASI MI? Sahtelikten haberin yokken bir anda or...
52.9K 624 7
Okumanızı tercih ediyorum...
44.5K 3.1K 55
Jane Austen, 1815'te, 39 yaşındayken tamamladığı Emma'nın en sevdiği romanı olduğu söyler. Aşk ve Gurur ve Mansfield Parkı gibi romanların yazarının...