Sefiller

By ClassicsTR

75.3K 1.3K 297

Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği s... More

Önsöz - I.CİLT
BİRİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
EVİNİ KİME KORUTUYORDU
BİR KISITLAMA
-İKİNCİ KİTAP-
PONTARLIER PEYNİRHANELERİ ÜZERİNE BİLGİLER
DALGA VE GÖLGE
KÜÇÜK-GERVAIS
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
BOMBARDA'NIN YERİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
UFUKTA BELİRSİZCE ÇAKAN ŞİMŞEKLER
MADAM VICTURNIEN'İN BAŞARISI
BELEDİYE ZABITASINA AİT BAZI MESELELERİN ÇÖZÜMÜ
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
ISTIRABIN UYKUDA ALDIĞI ŞEKİLLER
SIMPLICE HEMŞİRE SINAMADAN GEÇİYOR
KANAATLERİN ŞEKİLLENMEYE BAŞLADIĞI BİR YER
-SEKİZİNCİ KİTAP-
İKİNCİ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
SAVAŞLARIN "QUID OBSCURUM"U*
İMPARATOR, KILAVUZ LACOSTE'A BİR SORU SORUYOR
KILAVUZUN KÖTÜSÜ NAPOLYON'A, İYİSİ BÜLOW'A
QUOT LIBRAS İN DUCE?*
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
KÜÇÜK KIZ YAPAYALNIZ
ZENGİN OLMASI MUHTEMEL BİR YOKSULU HANA KABUL ETMENİN HOŞNUTLUĞU
THENARDİER OYUN PEŞİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
ESRARIN BAŞLANGICI
-ALTINCI KİTAP-
NEŞELİ ANLAR
BU KARANLIKTA BİRKAÇ SİLUET
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
JEAN VALJEAN AUSTİN CASTILLEJO'YU OKUMUŞA BENZİYOR
BAŞARILI BİR SORGULAMA
ÜÇÜNCÜ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
HALKIN BAĞRINDA SAKLI DURAN GELECEK
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
DEVRİMCİ OLMAK İÇİN AYİNE GİTMENİN FAYDASI
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
MARIUS'UN UĞRADIĞI ŞAŞKINLIKLAR
-BEŞİNCİ KİTAP-
YOKSULUN SEFİLLE İYİ KOMŞULUĞU
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
KADERİN GÖZ DELİĞİ
SEFALET ACIYA HİZMETİNİ SUNUYOR
MARIUS'UN İKİ SANDALYESİ KARŞI KARŞIYA
ÖNCE KURBANLARI YAKALAMAKTAN BAŞLAMALI DAİMA
II.CİLT -DÖRDÜNCÜ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
TEMELİN ALTINDAKİ ÇATLAKLAR
ENJOLRAS VE YAVERLERİ
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
SAVAŞ BAŞLIYOR
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
-ALTINCI KİTAP-
FİRARIN CİLVELERİ
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
CAB, ÜSTÜNDE GİDER; ARGODA HAVLAR
İHTİYAR KALPLE GENÇ KALP KARŞI KARŞIYA
-DOKUZUNCU KİTAP-
-ONUNCU KİTAP-
-ON BİRİNCİ KİTAP-
-ON İKİNCİ KİTAP-
GRANTAIRE'İN ÜSTÜNE GECE İNMEYE BAŞLIYOR
TOPLULUĞA BILLETTES SOKAĞI'NDA KATILAN ADAM
-ON DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-ON BEŞİNCİ KİTAP-
BEŞİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
BARİKATIN ÜSTÜNDE GÖRÜLEN UFUK
GEÇİCİ PARILTILAR
MORTUUS PATER FILIUM MORITURUM EXPECTAT*
KAHRAMANLAR
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
TOPRAK ÇÖKÜNTÜSÜ
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
İKİ YAŞLI KİŞİ, KENDİ TARZINDA*
-ALTINCI KİTAP-
AYRILMAZ OLAN
-YEDİNCİ KİTAP -
-SEKİZİNCİ KİTAP-
-DOKUZUNCU KİTAP-
ARKASINDA GÜNDÜZ OLAN GECE
SONSÖZ

-ON ÜÇÜNCÜ KİTAP-

111 6 0
By ClassicsTR


Marius Karanlığa Dalıyor

I

PLUMET SOKAĞI'NDAN SAINT-DENIS MAHALLESİ'NE

Giderek bastıran gecenin içinden kendisini Chanvrerie Sokağındaki barikata çağıran o ses, Marius'a kaderin sesi gibi gelmişti. Ölmek istiyordu, işte fırsat kendini sunmuştu; mezarın kapısını çalıyordu, karanlığın içinden bir el, ona kapının anahtarını uzatıyordu. Ümitsizliğin önündeki karanlıklar içinde açılan bu ölümcül kapıların kışkırtıcı bir davetkârlığı vardır. Marius, parmaklığın bunca defa kendisine geçit vermiş olan çubuğunu ayırarak bahçeden dışarı çıktı ve kendi kendine, "Haydi gidelim!" dedi.

Istıraptan çılgına dönmüştü, sabit ve sağlam hiçbir şey hissedemiyordu beyninde. Gençliğin şehvetle karışık hoş sarhoşlukları ve aşk içinde geçen bu iki aydan ve ümitsizliğin türlü çeşit vehimleri altında ezilmişlikten sonra, artık kaderin hiçbir şeyini kabul edecek hali kalmamıştı onun. Tek bir isteği vardı artık, bir an önce bu işi bitirmek.

Hızlı hızlı yürümeye başladı. Üzerinde Javert'in tabancaları bulunduğu için yeterince silahlanmış sayılırdı.

Görmüş olduğunu sandığı genci sokakların içinde gözden kaybetmişti.

Marius, Plumet Sokağı'ndan bulvara çıktı, Esplanade'ı ve Invalides Köprüsü'nü, Champs-Élysées'yi, 15. Louis Meydanı'nı geçti ve Rivoli Caddesi'ne ulaştı. Burada mağazalar açıktı, kemerlerin havagazı lambaları yanıyor, mağazalarda kadınlar alışveriş yapıyor, Laiter Kafesi'nde dondurmalar, İngiliz pastanesinde küçük pastalar yeniyordu. Sadece Les Princes Oteli ile Meurice Oteli'nden birkaç yolcu arabasının dörtnala yola çıktığı görülüyordu.

Marius, Delorme Pasajı'ndan geçip, Saint-Honoré Sokağı'na girdi. Burada dükkânlar kapalıydı; satıcılar yarı açık kapılarının önünde sohbet ediyor, yayalar gidip geliyor, sokak lambaları yanıyordu. Birinci kattan itibaren bütün pencerelerde, her zamanki gibi ışıklar yanıyordu. Palais-Royal Meydanı'nda süvariler vardı.

Marius, Saint-Honoré Sokağı boyunca yürüdü. Palais-Royal'den uzaklaştıkça aydınlık pencereler azalıyordu. Dükkânlar tamamen kapalıydı, kapı eşiklerinde konuşanlara hiç rastlanmıyordu. Sokak gitgide karanlığa gömülmekte ve aynı zamanda, kalabalık tıkızlaşmaktaydı. Çünkü gelip geçenler, şimdi artık bir yığın halini almışlardı. Hiç kimse konuşmuyordu bu yığının içinde, ama yine de boğuk ve derin bir uğultu yükseliyordu ondan.

Arbre-Sec Çeşmesi'ne doğru, bazı "toplaşmalar"a rastlanıyordu. Bunlar hareketsiz ve karanlık cinsten gruplardı ki, yolda gidip gelenler arasında tıpkı bir su akıntısının ortasındaki taşlar gibi duruyorlardı.

Prouvaires Sokağı'nın başında, kalabalık artık yürümez olmuştu. Aralarında alçak sesle konuşan, dirençli, masif, katı, tıkız, hemen hemen nüfuz edilemez bir kitleydi bu. Burada, neredeyse hiç siyah elbise, melon şapka yoktu; iş gömleği, işçi ve köylü üstlüğü, kasket, fırça saçlı, tozlu topraklı başlar vardı sadece. Bu kalabalık, gecenin içinde belli belirsiz dalgalanıyordu. Fısıldaşmalarında, ortak bir heyecanın etkisiyle yayılan bir ürperişin boğuk sesi vardı. Hiç yürüyen olmadığı halde, çamurların içinde bir yerde sayma sesi duyuluyordu. Ve bu yoğun kalabalığın ötesinde, Roule Sokağı'nda, Prouvaires Sokağı'nda ve Saint-Honoré Sokağı'nın uzantısında, arkasında bir mumun parladığı tek bir pencere camı bile yoktu. Bütün bu sokaklarda, sayıları giderek azalan münferit fener dizileri görülüyordu. O devrin iplere asılı iri kırmızı yıldızlara benzeyen fenerleri, kaldırım taşlarının üzerine kocaman bir örümceği andıran bir gölge salarlardı. Issız değildi bu sokaklar. Çatılmış tüfekler, kımıldayan süngüler ve kamp kurmuş askeri birlikler seçiliyordu karanlığın içinde. Hiçbir meraklı kimse bu sınırın ötesine geçemiyordu. Trafik orada duruyordu. Orada halk kitlesi bitiyor ve ordu başlıyordu.

Marius, hiçbir umudu kalmamış bir insanın azmiyle hareket ediyordu. Onu çağırmışlardı, mutlaka gitmesi gerekiyordu. Bir yolunu bulup kalabalığı ve birliklerin kampını geçti. Devriyeleri atlattı, nöbetçilerden sıyrıldı. Dolambaçlı bir yol izledi ve böylece Bethisy Sokağı'na ulaştıktan sonra Halles'e doğru yöneldi. Bourdonnais Sokağı'nın köşesinden sonra, tek bir fener bile yoktu artık.

Halk yığınının doldurduğu bölgeyi aşmış, askeri birliklerin kıyısından geçmiş, şimdi insanın içine korku salan bir şeyin içinde bulunuyordu. Ortalıkta ne bir yolcu ne bir asker ne bir ışık ne de bir tanrıkulu vardı; sadece yalnızlık, sessizlik, gece ve insanı kavrayıp saran tarife sığmaz bir soğuk. Böyle bir sokağa girmek, bir mahzene girmek demektir.

Marius, ilerlemeye devam etti.

Henüz birkaç adım atmıştı ki, yanından koşarak biri geçti. Bir erkek miydi? Bir kadın mıydı? Yoksa bir değil de birkaç kişi miydi? Bunu söyleyebilecek durumda değildi Marius. Her kimse bu, geçip gitmiş, yok oluvermişti.

Marius, yollarda dolana dolana, Poterie Sokağı olduğunu tahmin ettiği daracık bir yola geldi. Yolun ortalarına doğru, bir engele çarptı. Ellerini uzatıp yokladı. Yan yatırılmış bir arabaydı bu. Ayakları, bazı şeylerin varlığını fark etti; su birikintileri, çukurlar, şuraya buraya dağılmış ya da yığılmış kaldırım taşlarıydı bunlar. Başlanıp yarım bırakılmış bir barikat vardı burada. Taşların üstünden aşıp barajın öbür yanına geçti, kapı önlerindeki korkuluk taşlarını sıyıra sıyıra ve evlerin duvarlarını takip ede ede yürüyordu. Barikatın biraz ötesinde beyaz bir şey fark eder gibi oldu. Yaklaşınca bu beyaz şey şekillendi. İki beyaz attı bu şey; o sabah, Bossuet'nin yolcu arabasından çözdüğü atlardı. Bütün gün sokak sokak başıboş dolaşıp, sonunda buraya gelip durmuşlardı. Tıpkı Tanrı'nın eylemlerindeki hikmeti anlamayan insanlar gibi, insanların eylemlerindeki hikmeti anlamayan hayvanların bezgin sabrı içinde bekliyorlardı.

Marius, atları geride bırakıp ilerledi. Tam Contrat-Social Sokağı olabileceğini düşündüğü bir sokağa girmek üzereydi ki, nereden ateşlendiği meçhul bir tüfeğin, karanlığı rastgele yararak gelen kurşunu, ıslık çalarak başının hemen üstünden geçti ve bir berber dükkânının önünde asılı duran bir tıraş tasını deldi. 1846'da, Contrat-Social Sokağı'nda, Halles direklerinin köşesinde, bu delik tıraş tası hâlâ görülüyordu.

Bu tüfek atımı, hayat alametiydi. O andan sonra, Marius hiçbir şeye rastlamadı.

Marius'un izlediği bütün bu güzergâh, karanlık basamaklardan bir inişe benziyordu.

Ama Marius, yine de ilerlemeye devam etti.

II

BAYKUŞ BAKIŞIYLA PARİS

O sırada, bir kimse, yarasa ya da baykuş kanatlarıyla Paris'in üzerinde uçacak olsa, aşağıda hazin bir manzaranın serili yattığını görürdü.

Adeta şehir içinde bir şehir olan bütün o Halles Mahallesi; içinden Saint-Denis Sokağı, Saint-Martin Sokağı geçen ve birbirleriyle kesişen daha bin bir tali sokağı olan ve isyancıların kendilerine müstahkem mevki haline getirdikleri bu mahalle, o kimseye Paris'in ortasında kocaman bir kara delik olarak görünürdü. Orada, gözler bir uçuruma düşüyordu. Kırık sokak fenerlerinden, kapalı pencerelerden, orada bütün ışık yansımaları, bütün hayal, bütün şehir gürültüsü, bütün hareketlilik son buluyordu. Ayaklanmanın görünmez polisi, her yeri göz altında tutuyor ve düzeni, yani geceyi koruyordu. Azınlığı geniş bir karanlık içinde boğmak ve her bir savaşçıyı bu karanlığın içerdiği imkânlarla çoğaltmak, ayaklanmanın zorunlu taktiğidir. Günbatımıyla birlikte, gerisinde bir mum yanan her pencereye bir kurşun sıkılmıştı. Böylece ışık söndürülmüş ve hatta bazen içeride oturan öldürülmüştü. Dolayısıyla, yaprak kımıldamıyordu. Oradaki evlerde, korku, matem ve şaşkınlıktan, sokaklardaysa bir çeşit kutsal dehşetten başka bir şey yoktu. Hatta orada uzanıp giden pencere ve kat dizileri, alçaklı yüksekli bacalar ve damlar, çamurlu ve ıslak kaldırım taşları üzerinde parlayan belli belirsiz ışık akisleri bile görülmüyordu. Bu karanlık yığına yüksekten bakan bir göz, olsa olsa, uzun aralıklarla şurada burada ne olduğu fark edilemeyen kırık, garip çizgiler, olağandışı yapı profilleri, harabeler arasında gidip gelen ışıklara benzer bir şeyler seçebilirdi belki. Bunlar, barikatlardı işte. Gerisi bir karanlıklar gölüydü; sisli, yoğun kasvetli; ve üzerinde Saint-Jacques Kulesi'nin, Saint-Merry Kilisesi'nin ve de insanoğlunun devler gibi yapıp da gecenin hayaletlere dönüştürdüğü o heybetli yapıların ikisi, üçü yükseliyordu.

Bu ıssız ve ürkütücü labirentin çevresinde, Paris trafiğinin yok olmadığı ve ender de olsa bazı sokak lambalarının yandığı mahallelerde, havadaki gözlemcinin fark edebileceği bir şey de, kılıç ve süngülerin madenî parıltıları, top arabalarının boğuk tekerlek sesleri ve miktarı her dakika biraz daha artan taburların sessizce kaynaşmasıydı. Ayaklanmanın çevresinde giderek daralıp kapanan muazzam bir çemberdi bu.

Kuşatılan mahalle, devasa bir mağaradan başka bir şey değildi artık. Orada her şey uyumuş ya da hareketsiz görünüyordu ve daha önce görmüş olduğumuz gibi, onun ulaşılabilen sokaklarının hiçbirinde karanlıktan başka bir şey yoktu.

Vahşi, tuzak dolu, nereden geldiği meçhul korkunç darbelerle girilmesi ürkütücü, içinde kalınması dehşet verici bir karanlık. Bu karanlığın içine girenler, orada kendilerini bekleyen şeyler karşısında titremekte, orada onları bekleyenler ise gelmekte olanın karşısında ürpertiler geçirmekteydiler. Her sokağın köşesinde mevzilenmiş görünmez savaşçılar; gecenin koyuluğu içinde gizlenmiş mezar-tuzaklar. Her şey bitmişti. Bundan böyle, orada tüfeklerin ateşinden başka aydınlık; ölümün birden, hızla ortaya çıkıvermesinden başka bir rastlantı ümit edilemezdi. Nerede? Nasıl? Ne zaman? Bunu bilen yoktu, ama bu kesin ve kaçınılmazdı. Orada, kapışma için belirlenmiş olan o yerde, hükümet ile devrim, milli muhafızlar ile halk dernekleri, burjuvazi ile isyan kapışmaya doğru el yordamıyla ilerliyorlardı. Her iki taraf için de aynı zorunluluk söz konusuydu. Buradan ölmüş ya da yenmiş olarak çıkmak, tek mümkün çıkış yoluydu artık. Öylesine nihai bir durum, öylesine güçlü bir karanlıktı ki bu, orada en tereddütlüler bile kendilerini kararlı, en yiğitler bile kendilerini dehşet içinde hissediyorlardı.

Aslında her iki tarafta da aynı çılgın öfke, aynı azgın hırs, aynı kararlılık vardı. Taraflardan biri için ilerlemek ölmek demekti, ama kimse geri çekilmeyi düşünmüyordu; öbürü içinse olduğu yerde kalmak ölmek demekti, ama kimse kaçmayı aklından geçirmiyordu.

Ertesi gün, her şey mutlaka sona erecek, taraflardan biri ya da diğeri galip gelecek, ayaklanma ya bir devrim ya da önemsiz bir çatışma olacaktı. Taraflar gibi, hükümet de bunu anlıyordu; en sıradan burjuva bile bunu hissediyordu. Bu yüzden, her şeyin içinde nihai bir hükme bağlanacağı bu mahallenin nüfuz edilemez karanlığına yürek daraltıcı bir düşünce karışmakta, bir felakete gebe olan bu sessizliği çevreleyen bunaltıcı hava bir kat daha ağırlaşmaktaydı. Bir tek ses işitiliyordu: Saint-Merry'nin bir ölüm hırıltısı gibi iç parçalayıcı, bir beddua gibi tehdit edici alarm çanları. Karanlığın içinde çılgınca, umutsuzca yakınıp duran bu çanın haykırışları kadar insanın kanını donduran bir şey olamazdı.

Çoğu kez olduğu gibi, doğa da insanların yapmaya hazırlandıkları şeye uydurmuştu sanki kendini. Bu bütünün uğursuz ahengini bozan hiçbir şey yoktu ortada. Yıldızlar kaybolmuş; ağır bulutlar, melankolik kıvrımlarıyla ufku baştan başa doldurmuştu. Bütün bu ölü sokakların üstünü siyah bir gökyüzü kaplamıştı. Bu muazzam mezarın üstüne muazzam bir kefen örtülmüş gibiydi.

Daha önceleri de, birçok devrim vakasına tanıklık etmiş olan bu yerde, henüz sadece siyasi bir çarpışma hazırlanmakta iken; gençlik, gizli dernekler, okullar, bazı prensipler uğrunda, orta sınıf bazı menfaatler uğrunda çarpışmak, göğüs göğüse gelmek, rakiplerini yere sermek üzere birbirlerine yaklaşırlarken; her iki taraf da, sabırsızlık içinde, krizin son ve kesin saati bir an önce gelsin isterken; uzakta, bu uğursuz mahallenin dışında, o mutlu, o alabildiğine varlıklı Paris'in ihtişamı altında kaybolan eski sefil Paris'in dibi bulunmaz oyuklarının en derinlerinde, halkın sert, tehditkar sesinin gürlediği duyuluyordu.

Bu ses, vahşi hayvan kükremesiyle Tanrı sözünü kendinde birleştiren bu ürkütücü ve kutsal ses, zayıfları dehşete düşürür, akıllıları uyarır, aynı zamanda hem aslan sesi gibi aşağıdan, hem gök gürültüsü gibi yukarıdan gelir.

III

SON MERHALE

Marius, Halles'e ulaşmıştı.

Komşu sokaklara oranla burada her şey daha sakin, daha karanlık, daha hareketsizdi. Mezarın buz kesmiş sükûnu, topraktan çıkıp göğün altına yayılmıştı âdeta.

Ama yine de, bir kızıllık, bu siyah zemin üzerinde, Chanvrerie Sokağı'nı Saint-Eustache yönünden kesen evlerin yüksek damlarının siluetini belli etmekteydi. Corinthe barikatında yanan meşalenin yansıyan ışığıydı bu. Marius, bir kızıllığa doğru yöneldi, kızıllık, onu Marché-aux-Poirées'ye götürdü. Marius, orada Prêcheurs Sokağı'nın karanlık ağzını fark etti. Oraya daldı. İsyancıların, sokağın öbür ucunda nöbet tutan gözcüsü onu görmedi. Marius, kendisini aradığı şeyin çok yakınında hissediyor ve ayaklarının ucuna basa basa yürüyordu. Böylece -hatırlanabileceği gibi— Enjolras'ın dışarıyla tek irtibat yolu olarak, Mondétour sokakçığının kısa bir bölümünde bırakmış olduğu dar geçidin dirsek noktasına kadar geldi. Solundaki son evin köşesinden başını uzatarak geçidin içine baktı.

Marius, kendisini de saran siyah geniş bir gölge örtüsü savuran Chanvrerie Sokağı ile Mondétour sokakçığının oluşturdukları karanlık açının biraz ötesinde kaldırım taşlarına vuran bazı ışık akislerini, meyhanenin küçük bir kısmını ve arkada, sur duvarına benzer şekilsiz bir şeyin içinde göz kırparak yanan bir kandil ve de yere çömelmiş, tüfekleri dizlerinde birtakım insanlar gördü. Bütün bunlar, Marius'un on kulaç ötesindeydi. Barikatın içiydi bu.

Küçük sokağın sağ yanında dizili evler, meyhanenin geri kalan kısmını, büyük barikatı ve bayrağı saklıyorlardı Marius'un gözünden.

Marius için atılacak tek bir adım kalmıştı artık.

O zaman, bahtsız delikanlı bir korkuluk taşının üzerine oturup kollarını kavuşturdu ve babasını düşündü.

Düşündü o kahraman Albay Pontmercy'yi, o son derece mağrur askeri ki, cumhuriyet döneminde Fransa'nın sınırlarını korumuş, imparatorluk döneminde Rusya kapılarına dayanmış, Cenova'yı, İskenderiye'yi, Milano'yu, Torino'yu, Madrid'i, Viyana'yı, Dresden'i, Berlin'i, Moskova'yı görmüş; Avrupa'nın bütün zafer meydanlarında, Marius'un da damarlarında taşıdığı kandan damlalar bırakmış; itaat ederek, emir vererek vaktinden önce saçlarını ağartmış; teçhizat kayışı belinde, apoletleri göğsüne sarkmış, kokardı barut dumanından kararmış, miğferinin ağırlığı altında alnı kırışmış olarak barakalarda, ordugâhlarda, açık kamplarda, seyyar hastanelerde yaşamış; ve bir yirmi senenin sonunda, büyük savaşlardan yanağında bir yara izi ve gülümser bir çehre ile, sade, sakin, hayranlık uyandırıcı, bir çocuk gibi saf, Fransa için elinden gelen her şeyi yapmış, ona karşı hiçbir şey yapmamış olarak geri dönmüştü.

Marius, içinden, kendi son gününün de gelmiş, son saatinin çalmış olduğunu söylüyordu. O da, babasının ardından, tıpkı babası gibi mert, cesur, gözü pek olacak, kurşunlara karşı koşacak, göğsünü süngülere gerecek, kanını dökecek, düşmanı arayıp bulacak, ölüme atılacaktı. O da savaşacaktı, o da savaş meydanına inecekti; ama onun ineceği savaş meydanı sokaktı ve yapacağı savaş da vatandaş savaşıydı, iç savaştı.

Marius, iç savaşın önünde bir uçurum gibi açıldığını gördü. İşte bu uçuruma düşecekti o.

Birden titredi.

Babasının kılıcı geldi aklına. Dedesi, bir eskiciye satmıştı onu. Nasıl içi yanmıştı buna Marius'un. Ama şimdi onun, o yiğit ve şerefli kılıcın, eline düşmemek için kaçıp öfkeyle karanlıklar içinde kaybolmakla ne kadar iyi ettiğini düşündü. Onun böyle kaçıp gitmesi, akıllı ve geleceği önceden kestiren bir kılıç olduğunu gösteriyordu. Demek ki bu ayaklanmayı, yağmur dereleri savaşını, kaldırımlar savaşını, mahzenlerin havalandırma pencerelerinden açılan ateşleri, arkadan indirilen ve arkadan yenilen darbeleri önceden bilebiliyordu; demek ki Marengo'dan, Friedland'dan gelen o kılıç, Chanvrerie Sokağı'na gitmek istemiyordu; demek ki, babasının elinde o yaptıklarından sonra, oğlunun elinde bunları yapmak istemiyordu! Marius düşündü ki, eğer o kılıç orada olsaydı da, onu, ölü babasının başucunda durduğu yerden almış bulunsaydı, şimdi Fransızlar arasında bir yol kavşağında yapılacak bu gece savaşı için buraya getirmeye kalkıştığında, hiç şüphe yok, kılıç onun ellerini yakar ve tıpkı meleğin kılıcı gibi karşısında alev alev yanardı. Ne mutlu ki, kılıç orada değildi, kaybolup gitmişti; en iyisi, en doğrusu da buydu zaten. Babasının şerefinin gerçek koruyucusu dedesiymiş meğerse. Albayın kılıcının bugün vatanın bağrına saplanacak, onun kanını dökecek yerde, mezada çıkarılması, eskicinin birine satılması, hurdaya atılması çok daha iyi olmuştu elbet.

Marius, bunları düşündükten sonra, acı acı ağlamaya başladı.

Korkunç bir şeydi bu. Cosette'siz yaşamak imkânsızdı onun için. O gittiğine göre, kendisinin ölmesi gerekiyordu. Şerefi üzerine yemin etmemiş miydi ona, öleceğine dair? Bunu bile bile gitmişti Cosette; demek ki ölmesini istiyordu. Hem sonra, Cosette'in böyle hiç habersiz, bir pusula, bir mektup yollamadan gidivermesi, onun artık kendisini sevmediğini gösteriyordu. Oysa adresini bildirmişti ona! Öyleyse, neye yarardı artık yaşamak ve de niçin yaşayacaktı? Sonra, ne yani! Sen tut buraya kadar gel, sonra geri dön! Tehlikenin dibine kadar sokul, sonra kaç! Barikatın içine bak, sonra sıvış! Korkudan titreyerek, "Daha fazlasında ben yokum, geldim, gördüm, bu kadarı yeter, iç savaş bu, hadi bana eyvallah," deyip sıvış! Seni bekleyen dostlarını yüzüstü bırak! Oysa sana ihtiyaçları vardı onların belki! Koca bir orduya karşı bir avuç insandılar! Bir hamlede hem aşkı hem dostluğu hem şeref sözünü tepmek! Tabansızlığını vatanseverlik bahanesiyle mazur göstermeye yeltenmek! Olamazdı böyle şey. Babasının hayaleti bu karanlığın içinde olsaydı, onu böyle ayakları geri geri gider görse, kılıcının yanıyla onu bir temiz pataklar ve yüzüne karşı şöyle haykırırdı: "Haydi yürü, alçak!"

Marius, başını önüne eğmiş, kendisini düşüncesinin bu gidiş gelişlerine kaptırmıştı.

Birden başını doğrulttu. Zihninde âdeta muhteşem bir düzelme olmuş, her şey yerli yerine oturmuştu. Mezara yakınlığın düşünceye verdiği bir genişlik vardır; ölüme yakın olan insan, doğruyu görür. Katılmak üzere olduğunu hissettiği eylemin hayali, Marius'a artık yakınılacak bir şey olarak değil, muhteşem bir şey olarak görünüyordu. Sokak savaşı, ruhun bilinmez bir iç çatışmasıyla, onun düşüncesinde birdenbire değişip güzelleşmişti. Kuruntunun bütün o fırtınalı soru işaretleri, bir yığın halinde yeniden başına üşüştülerse de, bu kez hiç rahatsız etmediler onu. Hiçbirini cevapsız bırakmadı.

Bir kere, babasının hayal kırıklığına ve öfkeye kapılması için ne sebep olabilirdi? Başkaldırmanın bir görev mertebesine erdiği haller hiç yok mudur? Öyleyse girişilen bu savaşta, Albay Pontmercy'nin oğlu için küçük düşürücü ne olabilirdi? Bu ne bir Montmirail ne de bir Champaubert'dir; bu başka bir şeydir. Burada söz konusu olan aziz bir ülke toprağı değil, kutsal bir fikirdir. Vatan şikayetçiymiş, tamam, ama insanlık alkışlıyor. Kaldı ki, vatanın şikayetçi olduğu da doğru mu acaba? Fransa kan kaybediyor gerçi, ama özgürlük gülümsüyor; ve özgürlüğün gülümsemesi karşısında Fransa yarasını unutuyor. Sonra, olaylara yüksekten bakılacak olursa, iç savaştan söz edilebilir mi?

Ne demek iç savaş? Dış savaş diye bir şey var mı ki? İnsanlar arasında her savaş, kardeşler arası savaş değil midir? Savaş, amacına göre anlam kazanır. Ne dış savaş ne de iç savaş vardır. İnsanlar arasında büyük ittifakın gerçekleşeceği güne kadar savaş, geçmekte geciken geçmişe karşı, gelmekte acele eden geleceğin çabası anlamında olmak üzere, zorunlu olabilir. Savaş ne zaman utanç verici, kılıç ne zaman hançer olur? Ancak hakkı, ilerlemeyi, aklı, uygarlığı, hakikati katlettiği zaman. O zaman, iç savaş da, dış savaş da haksızdır; böylesi bir savaşın adına cinayet denir. Adalet denen o kutsal şeyin dışında, bir savaş şekli, başka bir savaş şeklini ne hakla hor görebilir? Washington'un kılıcı, ne hakla Camille Desmoulins'in mızrağını inkâr edebilir? Dış düşmana karşı Léonidas, tirana karşı Timoleon; hangisi daha büyüktür? Birisi savunuyor, ötekisi kurtarıyor. Amaçla hiç ilgilenmeden, site içinde her silaha sarılmayı kınayacak mıyız? O halde, Brütüs'ü, Marcel'i, Amould de Blankenheim'i, Coligny'yi hainlikle suçlayın. Pusu savaşı mı? Sokak savaşı mı? Niçin olmasın? Ambiorix'in, Artevelde'in, Marnix'in, Pelayo'nun savaşı böyleydi. Ama, Ambriorix Roma'ya, Artevelde Fransa'ya, Marnix Ispanya'ya, Pelayo Mağripliler'e karşı savaşıyordu; hepsi de dışa karşı, yabancıya karşı savaşıyorlardı. İyi ama, monarşi de yabancıdır, baskı da yabancıdır, ilahi hukuk da yabancıdır. Despotizm ahlaki sınırı çiğner, tıpkı istilanın coğrafî sının çiğnemesi gibi. Tiranı kovmak veya İngiliz'i kovmak, her iki halde de kendi toprağını geri almaktır. Öyle bir an gelir ki, itiraz etmek artık yetmez olur; felsefeden sonra, aksiyon gelmelidir; fikrin başlattığını, canlı kuvvet tamamlar; zincire vurulan Prometheus başlar, Aristogiton bitirir; ansiklopedi ruhları aydınlatır, 10 Ağustos ruhları elektriklendirir. Aiskhylos'tan sonra Thrasybulos; Diderot'dan sonra Danton. Çokluğun, bir efendi edinmek gibi bir eğilimi vardır. Çokluğun kitlesi, bir kayıtsızlık tortusu peyda eder. Halk kalabalığı, itaat etmeyi kolayca benimser. İnsanlara, kurtuluşlarının yararlarını göstererek onları yerlerinden kımıldatmak, onları itmek, tartaklamak, hakikati onların gözlerine sokmak, onların suratına acımasızca avuç avuç ışık fırlatmak lazımdır. İnsanları biraz da kendi kurtuluşlarının yıldırımıyla çarpmak gerektir. Bu ışık çarpması onları uykularından uyandırır. Tehlike çanlarının, savaşların zorunluluğu buradan geliyor. Büyük savaşçıların ayağa fırlaması, cüret gösterip ulusları aydınlatması ve ilahi hukukun, anlı şanlı Sezarların, kaba kuvvetin, bağnazlığın, sorumsuz iktidarın ve mutlak hükümdarların gölgesi altında yaşayan bu kederli insanlığı -gecenin bu karanlık zaferlerini alık alık seyredip duran bu kuru kalabalığı- sarsması lazımdır. Kahrolsun zorba! Ama hangi zorba? Louis Philippe'e zorba mı diyorsunuz? Hayır; 16. Louis de değildi. Bunların ikisi de, tarihin iyi krallar dediği kişilerdendiler. Ne var ki, prensipler tek parçadırlar, parçalayamazsınız onları, hakikatin mantığı yekpare bir düz çizgi halinde uzanır, hatır gönül tanımamak onun özelliğidir. Dolayısıyla, taviz yok; insanın kişilik alanına her türlü tecavüz cezalandırılmalıdır. 16. Louis'de ilahi hukuk vardı; Bourbon olduğu için Louis Philippe'te de vardır. Her ikisi de, belli bir ölçüde hakkın gaspını temsil ederler. Bu nedenle, genel olarak gaspı yeryüzünden söküp atmak için, onlara karşı da savaşmak gerekir; gerekir, çünkü her zaman Fransa başı çeker. Efendi, Fransa'da düştü mü, her yerde düşer. Velhasıl, toplumsal hakikati yeniden geçerli kılmak, özgürlüğü yeniden tahtına oturtmak, halka halklığı, insana hükümranlığı geri vermek, Fransa'nın başına tekrar kızıl serpuşu koymak, aklın ve adaletin itibarını tümüyle iade etmek, herkesi kendi haklarına kavuşturup her türlü antagonizma tohumunu yok etmek, krallığın o muazzam evrensel ittifakın önünde oluşturduğu engeli yıkmak, insanlığı hak ve hukuk seviyesine çıkarmak... Bundan daha haklı bir dava, bundan daha büyük bir savaş olabilir mi? Barışı inşa eden savaşlardır bunlar. Bugün yeryüzünde kin ve nefretten kuleleriyle hâlâ ayakta duran koskoca bir önyargılar, ayrıcalıklar, yalanlar, haraççılıklar, suiistimaller, zorbalıklar, adaletsizlikler, karanlıklar kalesi var ki, mutlaka yerle bir edilmesi gerekiyor. Bu ucube kitle mutlaka yıkılmalıdır. Austerlitz'de yenmek, büyüktür; ama Bastille'i zapt etmek, muazzamdır.

Hiç kimse yoktur ki, kendi içinde bir şeyi fark etmemiş olsun. Ruhun, en çalkantılı hallerinde bile, soğukkanlılıkla muhakeme yürütmek gibi bir kabiliyeti vardır. Onun, aynı anda birçok yerde birden bulunabilmesi nedeniyle karmaşıklaşan birliğinin harikuladeliği buradan gelir. Bazen öyle olur ki, hüsrana uğrayan tutku ve derin umutsuzluk, en karanlık monologlarının son çırpınışları içinde bile bazı konulan işler, bazı tezleri tartışırlar. Kargaşaya mantık karışır ve muhakemenin ipi hiç kopmadan düşüncenin ölümcül fırtınası içinde dalgalanır durur. Marius, böyle bir ruh hali içindeydi işte.

Genç adam, bu düşünceler içinde bitkin, ama kararlıydı. Ancak, yine de tereddüt ediyor ve sonuç olarak, yapmak üzere olduğu şeyin karşısında titreyerek, bakışlarını barikatın içinde dolaştırıp duruyordu. Ayaklanmacılar, yavaş sesle, hiç kımıldamadan konuşuyorlardı. Bekleyişin son aşamasına gelindiğini gösteren yarı-sessizliği hissediyordu insan. Ayaklanmacıların yukarılarında, üçüncü katlardan birinin küçük bir penceresinde, bir seyirciye ya da bir tanığa benzer birinin varlığını fark ediyordu Marius. Pek dikkatli bir kimseymiş gibi geliyordu bu seyirci ona. Cabuc'ün öldürdüğü kapıcıydı bu. Aşağıdan bakıldığında, kaldırım taşlarının arasına sokulmuş meşalenin yansıyan ışığında, bu kafa şöyle böyle görülebiliyordu. Bu donuk ve belirsiz aydınlıkta, bu kurşunimsi soluk renkli, hareketsiz, şaşkın, saçları dikenleşmiş, gözleri açık ve sabit bakışlı, ağzı aralık, merak ifade eden bir durumda sokağa doğru eğilmiş çehre kadar garip bir şey olamazdı. Sanki ölmüş olan, az sonra ölecek olanları seyrediyordu. Bu kafadan akan kan, kırmızımtrak şeritler halinde pencerenin kenarından birinci kat hizasına kadar iniyor ve orada duruyordu.

Continue Reading

You'll Also Like

76.1K 2.7K 18
Evrensel boyutlara ulaşmış ünüyle bugün dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri sayılan Goethe, henüz yirmi beş yaşındayken yazdığı Genç Werth...
63.6K 1.9K 146
Almanya'da dönemin gençliğini etkisi altına alan bu romanın, birçok kişinin intiharına neden olduğu, Werther'in giydiği mavi frak, sarı yelek ve çizm...
35.5K 1.3K 10
Victor Hugo, 1829 yılında yayımlanan Bir İdam Mahkûmunun Son Günü'nü yazdığında 26 yaşındaydı. Genç yazar, ölüme mahkûm edilen bir insanın son gününü...
48K 2K 10
Zweig bu novellası'nda bir kadının yaşamını bütünüyle değiştiren yirmi dört saatlik deneyimini anlatırken, insanda içkin saplantıların ve dayanılmaz...