Sefiller

Por ClassicsTR

75.4K 1.3K 300

Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği s... Más

Önsöz - I.CİLT
BİRİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
EVİNİ KİME KORUTUYORDU
BİR KISITLAMA
-İKİNCİ KİTAP-
PONTARLIER PEYNİRHANELERİ ÜZERİNE BİLGİLER
DALGA VE GÖLGE
KÜÇÜK-GERVAIS
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
BOMBARDA'NIN YERİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
UFUKTA BELİRSİZCE ÇAKAN ŞİMŞEKLER
MADAM VICTURNIEN'İN BAŞARISI
BELEDİYE ZABITASINA AİT BAZI MESELELERİN ÇÖZÜMÜ
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
ISTIRABIN UYKUDA ALDIĞI ŞEKİLLER
SIMPLICE HEMŞİRE SINAMADAN GEÇİYOR
KANAATLERİN ŞEKİLLENMEYE BAŞLADIĞI BİR YER
-SEKİZİNCİ KİTAP-
İKİNCİ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
SAVAŞLARIN "QUID OBSCURUM"U*
İMPARATOR, KILAVUZ LACOSTE'A BİR SORU SORUYOR
KILAVUZUN KÖTÜSÜ NAPOLYON'A, İYİSİ BÜLOW'A
QUOT LIBRAS İN DUCE?*
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
KÜÇÜK KIZ YAPAYALNIZ
ZENGİN OLMASI MUHTEMEL BİR YOKSULU HANA KABUL ETMENİN HOŞNUTLUĞU
THENARDİER OYUN PEŞİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
ESRARIN BAŞLANGICI
-ALTINCI KİTAP-
NEŞELİ ANLAR
BU KARANLIKTA BİRKAÇ SİLUET
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
JEAN VALJEAN AUSTİN CASTILLEJO'YU OKUMUŞA BENZİYOR
BAŞARILI BİR SORGULAMA
ÜÇÜNCÜ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
HALKIN BAĞRINDA SAKLI DURAN GELECEK
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
DEVRİMCİ OLMAK İÇİN AYİNE GİTMENİN FAYDASI
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
MARIUS'UN UĞRADIĞI ŞAŞKINLIKLAR
-BEŞİNCİ KİTAP-
YOKSULUN SEFİLLE İYİ KOMŞULUĞU
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
KADERİN GÖZ DELİĞİ
SEFALET ACIYA HİZMETİNİ SUNUYOR
MARIUS'UN İKİ SANDALYESİ KARŞI KARŞIYA
ÖNCE KURBANLARI YAKALAMAKTAN BAŞLAMALI DAİMA
II.CİLT -DÖRDÜNCÜ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
TEMELİN ALTINDAKİ ÇATLAKLAR
ENJOLRAS VE YAVERLERİ
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
SAVAŞ BAŞLIYOR
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
-ALTINCI KİTAP-
FİRARIN CİLVELERİ
-SEKİZİNCİ KİTAP-
CAB, ÜSTÜNDE GİDER; ARGODA HAVLAR
İHTİYAR KALPLE GENÇ KALP KARŞI KARŞIYA
-DOKUZUNCU KİTAP-
-ONUNCU KİTAP-
-ON BİRİNCİ KİTAP-
-ON İKİNCİ KİTAP-
GRANTAIRE'İN ÜSTÜNE GECE İNMEYE BAŞLIYOR
TOPLULUĞA BILLETTES SOKAĞI'NDA KATILAN ADAM
-ON ÜÇÜNCÜ KİTAP-
-ON DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-ON BEŞİNCİ KİTAP-
BEŞİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
BARİKATIN ÜSTÜNDE GÖRÜLEN UFUK
GEÇİCİ PARILTILAR
MORTUUS PATER FILIUM MORITURUM EXPECTAT*
KAHRAMANLAR
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
TOPRAK ÇÖKÜNTÜSÜ
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
İKİ YAŞLI KİŞİ, KENDİ TARZINDA*
-ALTINCI KİTAP-
AYRILMAZ OLAN
-YEDİNCİ KİTAP -
-SEKİZİNCİ KİTAP-
-DOKUZUNCU KİTAP-
ARKASINDA GÜNDÜZ OLAN GECE
SONSÖZ

-YEDİNCİ KİTAP-

217 5 0
Por ClassicsTR


Argo

I

KAYNAĞI

Pigritia korkunç bir kelimedir.

Bir dünya doğar ondan; la pegre, yani hırsızlık, ve bir cehennem doğar; la pêgrenne, yani açlık.

Demek oluyor ki, tembellik anadır.

Onun bir oğlu vardır: hırsızlık; bir de kızı vardır: açlık. Neredeyiz biz şu an? Argo'da.

Argo nedir? Argo, aynı zamanda hem millettir hem de onun dilidir; iki kaynağa bağlı hırsızlıktır: halk ve dil.

Bu ciddi ve acıklı hikâyenin anlatıcısı, bundan otuz dört yıl önce, bununla aynı amacı taşıyan bir esere argo konuşan bir hırsızı soktuğu zaman, bir şaşkınlık ve şamata kopmuştu. "Ne demek! Nasıl olur! Argo! Ama berbat bir şeydir argo! Ama pranga mahkûmlarının, kürek damlarının, hapishanelerin, toplumdaki en iğrenç, en lanetlik varlıkların dilidir o! vs. vs. vs."

Bu çeşit itirazlara hiçbir zaman akıl erdiremedik.

O tarihten bu yana, biri insan kalbinin derin gözlemcisi, öbürü yiğit bir halk dostu olan iki kudretli romancı, Balzac ve Eugene Sue, tıpkı Bir İdam Mahkûmunun Son Günü'nün, yazarının 1828'de yapmış olduğu gibi, haydutları kendi tabii dilleriyle konuşturdukları zaman, yine aynı şikayetler ayyuka çıktı. Aynı şeyler tekrarlanıyordu: "Bu tiksinti uyandıran ağzı kullanmakla ne ister kuzum bu yazarlar bizden? Argo iğrençtir! Argo, insanın tüylerini ürpertir!"

Aksini iddia eden kim? Elbette öyledir.

Bir yarayı, bir uçurumu, bir toplumu derinlemesine incelemek söz konusu olduğunda, iyice aşağı inmek, dibe kadar gitmek ne zamandan beri bir suç oldu? Biz daima bunun bazı hallerde bir cesaret işi olduğunu; en azından, kabul edilen ve başarıyla yerine getirilen bir vazifenin hak ettiği dikkat ve sempatiye layık sade ve yararlı bir iş olduğunu düşünmüşüzdür. Her şeyi araştırmamak, her şeyi incelememek, yan yolda durmak... Niçin? Durmak, sondaja düşer, sondajcıya değil.

Gerçi toplumsal düzenin alt basamaklarını, toprağın bitip bataklığın başladığı yerleri araştırmak, bu dalgalanan pisliğin içini karıştırmak ve bütün deliklerinden iğrençlik sızan bu aşağılık dili; her kelimesi bir çamur ve karanlıklar canavarının çirkef bir halkasına benzeyen bu çıbanlı, irinli dili izlemek, yakalamak ve henüz debelenir bir halde kaldırımların üzerine fırlatıp atmak ne cazip ne de kolay bir iştir, şüphesiz. Argonun ürkütücü kaynaşmasını düşüncenin ışığı altında böyle çırılçıplak seyretmekten daha iç karartıcı bir şey olamaz. Gerçekten de o, barındığı çirkef çukurundan çekilip çıkarılan, karanlıklar için yaratılmış korkunç bir hayvana benzer. Titreyen, kımıldayan, çalkalanan, yeniden karanlıklara dönmek isteyen, tehdit eden ve bakan, canlı, diken diken bir mendebur çalılık gördüğünü sanır insan ona baktığında. Falan kelime bir pençeyi andırır, filancası sönmüş kanlı bir gözü; falan cümle bir yengeç kıskacı gibi oynuyordur sanki. Bütün bunlar, düzensizlik içinde düzenlenmiş şeylerin ucube canlılığıyla canlıdırlar.

Şimdi sorarız, ne zamandan beri tiksinti ve korku, incelemeyi saf dışı ediyor? Ne zamandan beri hekim hastayı kovuyor? Engerek yılanını, yarasayı, akrebi, çiyanı, tarantulayı incelemeyi reddedip, bunları "Aman! Ne çirkin şeyler!" diye karanlık dünyalarına geri itecek bir tabiat bilgini düşünebiliyor musunuz? Argoya arkasını dönen bir düşünür, bir yaraya ya da bir siğile arkasını dönen bir cerraha benzer. Bir dil olgusunu incelemekte tereddüt eden bir dil bilgini, bir insanlık olgusunu araştırmakta kararsızlık gösteren bir filozof demektir. Çünkü bilmeyenlere şunu söylemek gerekir ki, bütünü itibariyle argo hem bir edebi fenomen hem de bir toplumsal üründür. Gerçek anlamıyla argo nedir? Argo, sefaletin dilidir.

Burada bizim sözümüzü kesenler çıkabilir; bunlar, olayı genelleştirebilirler ki, bu da bazen onu yumuşatmanın bir yoludur. Bize bütün zanaatların, bütün mesleklerin, hatta toplumsal hiyerarşideki hemen bütün kademelerin ve bütün bilgi şekillerinin kendi argoları olduğu söylenebilir. Montpellier'nin mevcudu var, iyi kalite Marsilya diyen satıcı; nakli yekun, cari, ay sonu primi diyen sarraf; tiers et tout (tier e tu), refait de pique (refe dö pik) diyen kâğıt oyuncusu; toprağında kiracı olarak kalmaya devam eden kişi, kiraya verenin gayri menkullerinin miras yoluyla intikali durumunda, bu toprağın ürünleri üzerinde hak iddia edemez diyen Normand Adaları mahkeme mübaşiri; piyesi ıslıkladılar diyen vodvil yazarı; çuvalladım diyen aktör; fenomenal üçlü diyen filozof; böylesi gitti, böylesi kaçtı diyen avcı; sevecenlik, mücadelecilik, kapanıklık diyen frenolog; kavalım diyen piyade eri; küheylanım diyen süvari; tiers kart, ayrıl diyen eskrim hocası; harbi konuşalım diyen matbaacı... Bütün bunlar, yani matbaacı, eskrim hocası, süvari, piyade, frenolog, avcı, filozof, aktör, vodvil yazan, mübaşir, kâğıt oyuncusu, borsa acentası hep argo konuşmaktadırlar. Çömezine boyacım diyen ressam, yadımcısına seksekçim diyen noter, kalfasına merla-nosum diyen berber, yamağına kavafcığım diyen ayakkabı tamircisi argo konuşmuş olurlar. Hatta denilebilir ki, sağ ve sol anlamına gelen çeşitli deyimler, mesela gemi tayfasının iskele ve sancak, makinistin avlu yanı ve bahçe yanı, kilise hademesinin havari mektubu yanı ve İncil yanı deyimleri hep argodur. Vaktiyle kibar salon hanımlarının bir argosu olduğu gibi, yapmacık tavırlı yosmaların da bir argosu vardır. Rambouillet Konağı Cours des Miracles'dan pek uzak değildir. Düşeslerin de argosu vardır; kanıtı da, Restorasyon Devri'nin çok asil bir hanımefendisi ve aynı zamanda çok güzel bir kadını tarafından yazılmış olan bir aşk namesindeki şu cümledir: "Vous trouverez dans ces potains-lâ une foultitude de raisons pour que je me libertise. " Diplomatik şifreler de argodur. Papalık şansölyesi Roma diyecek yerde 26, sevkiyat diyecek yerde grkztntgzyal, Modena Dükü diyecek yerde de abfxustgmogrkzutu XI derken argo konuşur. Ortaçağda hekimler havuç, turp, şalgam yerine opopnach, perfroschinum, reptitalmus, dracatholicum angelorum, postmegorum derken argo konuşuyorlardı. Küspe şekeri, kelle, şurup, tapa, kırıntı, melis, piç, adi, yanık, levha diyen bir şeker imalatçısı, bu namuslu imalatçı argo konuşur. Bundan yirmi yıl önce eleştiri ekollerinden biri, "Shakespeare'in yarısı kelime oyunu ve cinastır," derken argo konuşuyordu. Şiirden ve heykelden anlamıyor diye Mösyö de Montmorency'yi pek anlamlı bir şekilde "burjuva" diye vasıflandıran şair ve sanatçı, argo konuşmaktadırlar. Çiçeklere Flora, meyvelere Pomona, denize Neptün,aşka kalp ateşi, güzelliğe hüsn ü ân, bir ata küheylan, beyaz veya üç renkli kokarda Bellone gülü, üç boynuzlu şapkaya Mars'ın üçgeni adını veren klasik akademisyen argo konuşur. Cebirin, tıbbın, botaniğin kendi argoları vardır. Gemilerde kullanılan dil, o harikulade deniz dili, Jean Bart'ın, Duquesne'in, Suffren'in ve Duperre'nin kullandıkları, gemi donanımının çıkardığı ıslık sesine, ses borularının uğultusuna, rampa kancalarının çarpışmasına, makaralara, rüzgâra, sağanaklara, toplara karışan o olabildiğince noksansız, olabildiğince pitoresk dil, aslında kahramanca ve parlak bir argodan başka bir şey değildir; çakala nispetle aslan ne ise, hırsız soyunun vahşi argosuna nispetle o olan bir argo...

Buna şüphe yok. Ama ne denirse densin, argo kelimesinin bu şekilde anlaşılması bir genelleştirmedir. Bu genelleştirmeyi herkes kabul etmeyebilir. Bize gelince, biz bu kelimenin eski sarih, kesin, belirli anlamını koruyor, argoyu argo olarak alıyoruz. Hakiki argo, halis argo -eğer bu iki kelimeyi eşleştirmek caizse- bir vakitler başlı başına bir âlem olan kadim argo, tekrar edelim, sefaletin çirkin, kuşkulu, sinsi, hain, zehirli, zalim, kaypak, rezil, derin, uğursuz dilinden başka bir şey değildir. Bütün alçalışların, bütün talihsizliklerin en ucunda; başkaldıran ve tümüyle mutluluklarla, hakim olan hak ve hukuka karşı kararlı bir şekilde savaşa giren nihai bir sefalet vardır. Korkunç bir savaştır bu sefaletin savaşı. Bu savaşta o bazen kurnaz, bazen haşin, aynı zamanda hem sağlıksız hem de yırtıcıdır; toplumsal düzene kötülüğün iğneleriyle, suçun gürzüyle saldırır. Sefalet, bu savaşın icapları için bir de kavga dili yaratmıştır; argo işte bu dildir.

İnsanoğlunun konuşmuş olduğu ve kaybolup gidecek olan herhangi bir dilin velev ki bir parçasını, yani uygarlığın oluşumuna giren veya onu karmaşıklaştıran unsurlardan iyi ya da kötü birini unutuluşun kuyusu üstünde yüzdürmek ve batmaktan kurtarmak, sosyal gözlem verilerinin alanını genişletmektir; bizzat uygarlığın kendisine hizmet etmektir. Plautus, iki Kartaca askerini Fenike dilinde konuşturmakla, isteyerek ya da istemeyerek bu hizmeti yerine getirdi. Moliere de, piyeslerindeki birçok kişiyi Levanten ağzıyla, her çeşit bölge ağızlarıyla konuşturarak aynı hizmeti gördü. Burada itirazlar kızışıyor. Fenike diline pekâlâ! Levanten'e de amenna! Bölge ağızları da hadi neyse! Çünkü bunlar bazı uluslara ya da eyaletlere ait dillerdir; ama argo öyle mi! Neye yarar koruyup yaşatmak argoyu. Onu "batmaktan kurtarma"nın ne yararı var?

Tek bir cümleyle karşılık vereceğiz bu itiraza. Eğer bir ulusun ya da bir eyaletin konuştuğu dil ilgiye layıksa, bir sefaletin konuştuğu dil, daha da çok ilgiye ve incelenmeye layıktır.

O, mesela, Fransa'da dört asırdan beri yalnız bir sefaletin değil, sefaletin, mümkün bütün beşeri sefaletin konuştuğu dildir.

Hem sonra -ısrar ediyoruz- toplumsal şekil bozukluklarını ve sakatlıkları iyileştirmek amacıyla incelemek, seçim yapmayı mübah kılan bir iş değildir. Örf ve âdetler ve fikirler tarihçisinin görevi, olaylar tarihçisinin görevinden daha az ciddi olamaz. Olayların tarihçilerine düşen, uygarlığın yüzeyidir, hanedanlar arasındaki mücadeleler, hükümdarların doğuşu, kralların evlenmeleri, savaşlar, toplantılar, büyük toplumsal faaliyet adamları, güneş altında cereyan eden devrimler, dışa ait olan her şeydir. Öteki tarihçiye düşen ise içe ait olandır, temeldir, çalışan, acı çeken ve bekleyen halktır, ezilen kadındır, can çekişen çocuktur, insanlar arasındaki sessiz savaştır, karanlık zulümlerdir, peşin hükümlerdir, birtakım bilerek, isteyerek yapılan adaletsizliklerdir, kanuna karşı yeraltından gelen tepkilerdir, ruhların geçirdiği gizli evrimlerdir, yığınların belli belirsiz titreyişleridir; açlıktan ölenler, yalınayaktılar, mintansızlar, nasipsizler, anasız-babasızlar, bahtsızlar ve lanetlilerdir, karanlığın içinde başıboş dolaşıp duran hayaletlerdir. Bu tarihçinin hem merhametli hem de katı bir kalple, bir kardeş ve bir yargıç gibi, vurulup kanı akanlarla vuranların, gözyaşı dökenlerle lanetleyenlerin, aç kalanlarla tıka basa yiyenlerin, kötülüğe katlananlarla kötülük yapanların birlikte, sarmaş dolaş, içinde süründükleri bu nüfuz edilemez dipsiz yeraltı mahzenlerine kadar inmesi lazımdır. Bu kalp ve ruh tarihçilerinin görevleri, dış olayların tarihçilerininki kadar büyük değil midir? Dante'nin, Makyavelli'ye kıyasla söyleyecek daha az şeyi olduğu sanılabilir mi? Uygarlığın altı daha derin ve daha karanlık diye, üstünden daha mı az önemlidir? Mağara bilinmiyorsa eğer, dağ iyice bilinebilir mi?

Bu arada şunu da söyleyelim; yukarıdaki bazı sözlerimizden, iki sınıf tarihçi arasında -hiç de öyle düşünmediğimiz halde- kesin bir ayrılık bulunduğu sonucu çıkarılabilir. Hiç kimse, eğer aynı zamanda halkların derin, gizli hayatının da belli bir ölçüde tarihçisi değilse, onların aleni, gözle görülebilir, açık ve genel hayatının iyi bir tarihçisi olamaz; ve yine hiçbir kimse eğer, gerektiği her defasında, dış hayatın da tarihçisi olmayı bilmiyorsa, iç hayatın iyi bir tarihçisi sayılamaz. Örf ve âdetlerin ve fikirlerin tarihî olayların tarihine nüfuz ettiği gibi, olayların tarihi de örf ve âdetlerin ve fikirlerin tarihine nüfuz eder. Bunlar birbirine uygun düşen, daima birbirine bağlanan, çoğu kez birbirini doğuran iki ayrı olaylar âlemidir. İlâhi hikmetin, bir ulusun yüzeyine çizdiği bütün çizgilerin dipte, derinde, karanlık ama belirgin paralelleri vardır; ve dipteki bütün dalgalanma yüzeyde ayaklanmalar meydana getirir. Hakiki tarih her şeyle karışmış halde olduğundan, hakiki tarihçi her şeye karışır.

İnsan, tek merkezli bir daire değildir; iki odaklı bir elipstir o. Bu odaklardan biri olaylar, öbürü de fikirlerdir.

Argo, bir vestiyerden başka bir şey değildir; birtakım kötü işler yapmaya hazırlanan dil, bu vestiyerde kılık değiştirir. Maske-kelimeler'e ve paçavra-mecazlar'a bürünür. Böylece, korkunç ve iğrenç bir hal alır.

Onu tanımak güçleşir. Fransız dili midir bu gerçekten, insanlığın büyük dili midir?! İşte, o artık sahneye çıkmaya, suça replik vermeye, kötülüğün repertuarındaki bütün işleri görmeye hazır bir haldedir. O artık yürümez, yalpalar; Cour des Miracles'ın koltuk değnekleri üzerinde, birer gürze dönüşebilen bu koltuk değnekleri üzerinde topallar. Adı serseriliktir, profesyonel dilenciliktir. Onu giydirip kuşatan hayaletler, hepsi el ele verip ona makyaj yapmışlardır. O, kâh sürünür kâh doğrulur, sürüngenlere özgü çifte gidişle gider. Bundan böyle, her türlü rol için biçilmiş kaftandır. Kalpazan onu bulanıklaştırmış, zehirci küf yeşiline boyamış, kundakçı is karasına bulamış, katil de ona allığını sürmüştür.

Dürüst insanların tarafından toplumun kapısına doğru kulak kabartıldığında, dışarıdakilerin konuşmaları habersizce dinlenebilir. Sorular ve cevaplar duyulur dışarıdan, âdeta insan sesine benzeyen, ama sözden çok ulumaya yakın, anlamı anlaşılmaz ucube bir homurtu fark edilir. Bu işte argodur. Kelimeler biçimsizleşmişlerdir ve ne idüğü bilinmez fantastik bir hayvanın damgasını taşırlar. Yedi başlı ejderhalar konuşuyor sanırsınız.

Karanlığın içindeki anlaşılmazlıktır bu. Hırıldar, fısıldar ve böylece alacakaranlığa bir de muamma ekler. Felaket karanlıktır, suç daha da karanlıktır, bu iki karanlık birbirine karışarak argoyu meydana getirirler. Havada karanlık, davranışlarda karanlık, seslerde karanlık. Yağmurdan, geceden, açlıktan, kötülükten, yalandan, adaletsizlikten, çıplaklıktan, havasızlıktan ve kıştan meydana gelen ve sefiller için gün ortası demek olan o uçsuz bucaksız kurşuni sisin içinde giden, gelen, sıçrayan, sürünen, salya saçan ve bir canavar gibi hareket eden korkunç kurbağa-dil.

Cezalandırılmışlara acıyalım. Heyhat! Biz kendimiz neyiz ki? Ben kimim, şu sizinle konuşan ben? Siz, beni dinleyen, kimsiniz? Nereden geliyoruz? Doğmadan önce herhangi bir şey yapmış olmadığımız kesin mi? Dünya hiç de bir zindana büsbütün benzemeyen bir yer değildir. İnsanın, tanrısal adaletin bir sabıkalısı olmadığı ne malum? Hayata yakından bakın bir. Her yanından ceza hissi duyulacak şekilde yapılmıştır o.

Mutlu denilen kişilerden biri misiniz? Öyleyse her gün üzüntü çekiyorsunuz demektir. Her günün bir büyük kederi ya da küçük tasası vardır. Dün sevdiğiniz bir kimsenin sağlığı için endişeleniyordunuz; bugün kendi sağlığınız sizi korkutmaktadır; yarın bir para sıkıntısı baş gösterecektir; öbür gün bir iftiracının acı sözü, daha öbür gün bir dostun felaketi; ardından havanın durumu, sonra kırılan ya da kaybolan bir şey, daha sonra vicdanınızın ve belkemiğinizin hoş karşılamadığı bir zevk; bir başka gün memleket işlerinin gidişatı. Kalp acıları da cabası. Ve bu böylece sürüp gider. Bir bulut dağılır, bir başkası oluşur. Yüz günden belki ancak bir tanesi tam bir neşe, tam bir güneş içinde geçer. Ve düşünün ki, mutlu olan şu az sayıda kişiden birisiniz! Diğer insanlara gelince, sürekli durgun gecedir üzerlerindeki.

Düşünceli kimseler az kullanırlar "mutlular" ve "mutsuzlar" sözlerini. Besbelli bir başka dünyanın bekleme odası olan bu dünyada mutlu kişi yoktur.

İnsanlar arasındaki hakiki bölünme şudur: aydınlıktakiler ve karanlıktakiler. Karanlıktakilerin sayısını azaltıp aydınlıktakilerin sayısını çoğaltmak; işte amaç budur. Bunun için haykırıyoruz: Öğretim! Bilim! Okumayı öğretmek, ateş yakmaktır; okunan her hece bir kıvılcımdır.

Ne var ki aydınlık demek, mutlaka sevinç demek değildir. Aydınlıkta da acı çekilir; aşırı ışık yakar. Alev, kanadın düşmanıdır. Uçmayı kesmeden yanmak; işte dehanın mucizesi budur.

Bildiğiniz ve sevdiğiniz zaman da acı çekeceksiniz. Gün, gözyaşlarıyla doğar. Aydınlıktakiler de ağlar; hiç değilse karanlıktakiler için.

II

KÖKLERİ

Argo karanlıkların dilidir.

Aynı zamanda hem aşağılık damgası taşıyan hem de başkaldıran bu esrarlı lehçe karşısında düşünce, en karanlık derinliklerine kadar heyecanla ürperir, toplum felsefesi en yürek sızlatıcı meditasyonlarına dalmak zorunda kalır. Ceza, gözle görülebilir biçimde buradadır. Burada, her hece âdeta damgalanmış gibidir. Alelâde dilin kelimeleri, celladın kızgın demiri altında eğrilip bükülmüş, kemikleşmiş gibi görünür burada. Bazılarının üstünden hâlâ duman çıkmaktadır sanki. Kimi cümle, gömleği birdenbire çekilip sıyrılan bir hırsızın açılan zambak damgalı omuzu gibi bir etki yapar üstünüzde. Fikir, bu suç erbabı isimler tarafından dile getirilmeyi âdeta reddeder. Mecaz, burada bazen öylesine hayasızdır, öylesine küstahtır ki teşhir direğinden çıkagelmiş sanırsınız.

Şu var ki, bütün bunlara rağmen, hatta bütün bunlar dolayısıyla bu garip lehçe, altın madalyaya olduğu kadar, paslı meteliğe de içinde yer olan ve adına edebiyat denilen o büyük tarafsız sicil kütüğünde, haklı olarak, özel bir bölüme sahiptir. İster kabul edilsin, ister edilmesin, argonun kendi sentaksı, kendi şiiri vardır. Bir dildir o. Öyle bir dil ki bazı kelimelerin biçimsizliğinden haydut Mandrin'in ağzında gevelendiği, bazı sözcüklerin parlaklığından da Villon'un ağzından çıktığı anlaşılır.

Şu nefis ve ünlü mısra bir argo mısrasıdır: Mais oû sont les neiges d'antan?

Antan -ante annum- Thunes argosuna ait bir kelime olup, geçen yıl, bıldır anlamına gelir ve benzetme yoluyla geçmiş, eski, bir zamanlar anlamlarına gelir. Bundan otuz beş yıl önce, 1827 yılı büyük mahkûm kafilesinin yola çıktığı dönemde, Bicêtre'in zindanlarından birinde kürek mahkûmu bir Thunes Kralı tarafından çiviyle duvara kazılmış olan şu vecize hâlâ okunabiliyordu: Les dabs d'antan trimaient siempre pour la pierre du Coesre. Bunun anlamı şudur: Eski krallar, mutlaka gidip hükümdarlıklarını takdis ettirirlerdi. Bu kralın düşüncesine göre takdis, kürek cezası demektir.

Ağır bir arabanın dört nala kalkışını ifade eden dêcarade kelimesi için Villon'undur derler ki, gerçekten de böyle olmaya layıktır. Dört naldan kıvılcımlar çıkaran bu kelime, La Fontaine'in şu harikulade mısraını üstatça bir ses taklidi içinde özetlemektedir: Six forts chevaux tiraient un coche.

Sırf edebi bakımdan, pek az inceleme argonun incelenmesi kadar meraklı ve verimli olabilir. Dil içinde bir dildir bu, hastalıklı olarak büyüyen bir çeşit urdur, zararlı bir aşıdan oluşan bir sürgündür. Galya'nın kadim gövdesine kök salan ve uğursuz yaprakları dilin bir yanını boydan boya tırmanıp kaplayan bir parazittir. Buna, argonun ilk görüntüsü, sıradan görüntüsü denilebilir. Ama bir dili, incelenmesi gerektiği gibi, yani tıpkı jeologların toprağı incelemeleri gibi inceleyenlere argo gerçek bir alüvyon olarak görünür. Az ya da çok derin deşilmesine göre, argoda eski halk Fransızcasının altında Provençalce, İspanyolca, İtalyanca, Akdeniz limanlarının dili olan Levantence, İngilizce ve Almanca, üç çeşidiyle Romanca -Fransız Romancası, Italyan Romancası, Roman Romancası- Latince ve nihayet Baskça ve Keltçe bulunur. Derin ve acayip bir oluşumdur argo. Gelmiş geçmiş sefalet insanlarının cümlesince elbirliğiyle kurulmuş bir yeraltı binasıdır. Her lanetli soy kendi tabakasını koymuş, çekilen her acı kendi taşını bırakmış, her yürek kendi çakılını vermiştir. Hayat sahnesinden geçip ebediyet içinde kaybolmaya giden bir sürü kötü, aşağılık veya öfkeli ruh, herhangi bir ucube kelimenin şekline bürünmüş olarak, hemen hemen bütünüyle ve âdeta gözle görülebilir bir halde durmaktadır.

İspanyolca mı istersiniz? Eski gotik argoda sürüsüne berekettir. İşte mesela, bofetoridan gelme boffete, şamar; vantana'dan vantane, pencere (daha sonra vanterne); gato'dan gat, kedi; aceyte'den acite, yağ. İtalyanca mı istersiniz? İşte spada'dan spade, kılıç; caravella'dan carvel, gemi. İngilizce mi istersiniz? Bishop'tan bicnot,piskopos; namussuz anlamına gelen rascal, rascalion'dan raille, casus; kin anlamına gelen pilcher'den pilche, kılıf. Almanca mı istersiniz? İşte kellner'den caleur, oğlan çocuğu; herzog'dan (dük) hers, efendi. Latince mi istersiniz? İşte frangere'den frangir, kırmak; fur'den affurer, çalmak; catena'dan cadene, zincir. Bütün kara Avrupası dillerinde esrarlı bir kudret ve otoriteyle boy gösteren bir kelime vardır, magnus kelimesi. İskoçya, klan şefi anlamına gelen mac'ını bu kelimeden çıkarmıştır: Mac-Farlane, Mac-Callumore, büyük Farlane, büyük Callumore. Argo bunu önce meck, sonra da meg yapmıştır, yani tanrı. Baskça mı istersiniz? İşte kötü anlamına gelen gaiztoa'dan gahisto, şeytan; iyi akşamlar anlamına gelen gabon'dan sorgabon, iyi geceler. Keltçe mi istersiniz? İşte fışkıran su anlamına gelen blavet'den blavin, mendil; taş dolu anlamına gelen meinec'ten menesse, kadın (kötü anlamda); çeşme anlamına gelen baranton'dan barant, dere; demirci anlamına gelen goff dan goffeur, çilingir; beyaz-siyah anlamına gelen guenn-du'den guêdouze, ölüm. Nihayet, tarih mi istersiniz? Argo, eculere les maltaises der; Malta kürekli gemilerinde geçen paranın anısıdır bu.

Argonun, yukarıda belirttiğimiz filolojik kaynaklar dışında, daha tabii başka birtakım kökleri de vardır. Bir bakıma, deyim yerindeyse, insan zihninin kendisinden çıkan köklerdir bunlar.

Birincisi; doğrudan kelime yaratma. Dillerin sırrı buradadır işte. Birtakım şekillere sahip -nasıl, niçin sahip, bilinmez- kelimelerle resim yapmak. Bu, insanoğlunun konuştuğu her dilin esas temelidir; tabir caizse, dayandığı granit kitlesidir. Bu çeşit kelimeler argoda pek çoktur. Nerede, kimin tarafından yaratıldığı meçhul, ama tamamen etimolojisiz, türemesiz doğrudan doğruya yaratılıvermiş kelimelerdir bunlar; tek başına barbar, hatta bazen ucube, ama şaşılası bir ifade gücü olan ve yaşayan kelimeler. Cellat, le taule; orman, le sabri; korku, kaçış, taf; uşak, le larbin; general, vali, bakan, pharos; şeytan, le rabouin. Aynı zamanda hem gizleyen, hem gösteren bu kelimeler kadar garip şey yoktur. Bazıları, mesela le rabouin, hem gülünç hem de korkunçtur, âdeta bir tepegöz devin surat buruşturması gibi bir etki yaratırlar insanın üzerinde.

İkincisi; mecaz. Hem her şeyi söylemek hem de her şeyi gizlemek isteyen bir dilin özelliği, mecaz bakımından zengin olmaktır. Mecaz, bir vurgun hazırlığı içinde olan hırsızın, bir kaçış planı hazırlayan mahpusun sığındığı esrardır. Hiçbir dil argo kadar bol mecazlı değildir. Hindistancevizinin vidasını gevşetmek, boynunu sıkmak; kıvırtmak, yemek yemek; dürülmek, hüküm giymek; fare, ekmek hırsızı; mızraklıyor, yağmur yağıyor. Göz alıcı bir eski figür olan bu son deyim, yağmurun uzun eğik çizgilerini, din savaşları sırasında Fransa'da hizmet görmüş olan paralı Alman askerlerinin kaim eğik mızraklarına benzeterek kendi tarihini âdeta kendi üzerinde taşır ve halk ağzının mızrak yağıyor şeklindeki mecazını tek bir kelimeye sığdırır. Bazen, argo birinci devresinden ikinci devresine doğru ilerlediği ölçüde, kelimeler vahşi ve ilkel hallerinden çıkıp mecazi anlamlarına geçerler. Şeytan, artık le rabouin olmayı bırakıp le boulanger, ekmekçi olur, yani fırına atan. Daha nükteli belki, ama önceki kadar büyük değil; Comeille'den sonra Racine, Aiskhylos'tan sonra Euripides gibi bir şey. iki devreye birden ait olan ve aynı zamanda hem barbar hem de mecazi karakter taşıyan bazı argo cümleler hayal oyunlarına benzer: Les sorgueurs vont sollicer des gails â la lune (Serseriler gece at çalacaklar). Bir hayalet güruhu gibi geçer bunlar insanın zihninden. Ne gördüğünüzü anlayamazsınız.

Üçüncüsü; anlık çare arayışı. Argo, dilin sırtından geçinir. Onu kendi fantezisine göre kullanır, ondan gelişigüzel bir şekilde kelimeler alır ve çoğu zaman, gerektiğinde, onu düpedüz, kabaca tahrif etmekle yetinir. Bazen, bu argo kelimelerle karıştırılan günlük kelimelerden pek sevimli deyimler meydana gelir. İçinde önceki iki unsurun, yani doğrudan yaratışla mecazın varlığı hissedilen deyimlerdir bunlar: Le cab jaspine, je marronne que la roulotte de Pantin trime dans le sabri (Köpek havlıyor, sanırım Paris yolcu arabası ormandan geçmekte). Le dab est sinve, la dabuge est merloussiere, la fee est bative (Burjuvanın erkeği ahmak, kadını kurnaz, kızı güzeldir). Çoğu zaman da, dinleyenleri yanıltmak için, dilin bütün kelimelerine, hiç fark gözetmeksizin, aille, orgue, iergue veya uche şeklinde bir son ek, bir çeşit çirkin kuyruk takmakla yetinir. Mesela şöyle: Vousiergue trouvaille bonorgue ce gigotmuche?(Şu kuzu budunu iyi buluyor musunuz?) Cartouche'un bir hapishane kapıcısına, firar için teklif edilen paranın adamın işine gelip gelmediğini anlamak için kurduğu cümledir bu. Son zamanlarda bir de mar son eki eklenir olmuştur kelimelere.

Argo, çürümüşlüğün dili olduğundan, kendisi de çarçabuk bozulur. Üstelik daima kaçıp saklanmak endişesinde olduğundan, anlaşıldığını hisseder etmez hemen kılık değiştirir. Başka her türlü bitkinin aksine, gün ışığı onda dokunduğu her şeyi öldürür. Bunun için argo, durmadan kompozisyonunu dağıtıp yeniden kurarak ilerler, dur durak bilmeyen karanlık ve hızlı bir iştir bu. Dilin on asırda aldığı yolun daha fazlasını, argo on yılda alır. Böylece larton, lartif olur; gail gaye halini alır; fertanche fertille'e; momignard momacque'a; siques, frusques'e; chique, egrugeoir'a; colabre, colas'a dönüşür. Şeytan, önce gahisto iken sonra rabouin, daha sonra da boulanger (fırıncı); rahip, önce ratichon iken sanglier (yaban domuzu); hançer, önce vingt-deux (yirmi iki) iken sonra surin, daha sonra da lingre; polis memurları, önce railles iken sonra rous-sins, daha sonra rousses, daha sonra marchands de lacets (pabuç bağı satıcıları), daha sonra coqueurs, daha sonra da cognes (aynasızlar); cellat önce taule iken sonra Charlot, daha sonra atigeur, daha sonra da becquillard olur. On yedinci yüzyılda, dövüşmek se donner du tabac idi; on dokuzuncu yüzyılda ise, se chiquer la gueule...Bu iki ucun arasından yirmi çeşit deyim geçmiştir. Cartouche'un dili Lacenaire'e İbranice gibi gelirdi. Bu dilin bütün kelimeleri, tıpkı onları kullananlar gibi, sürekli bir kaçış içindedir.

Fakat zaman zaman, yine bu hareket nedeniyle, eski argo tekrar ortaya çıkarak yeni argo olur. Onun tutunduğu bazı merkezler vardır. Le Temple, on yedinci yüzyıl argosunu muhafaza ediyordu. Bicetre ise, hapishanede olduğu zamanlar Thunes argosunu konuşuyordu. Orada, eski Thuneurlerin, "anche" son eki işitilirdi. Boyanches-tu (bois-tu, içer misin?), il croyanche (il croit, inanıyor). Ama argonun yasası yine de sürekli harekettir.

Şayet filozof, bu durmadan buharlaşıp dağılan dili incelemek amacıyla, onu bir an için olduğu yerde durdurmayı başarabilirse hem acıklı hem de yararlı düşüncelere dalmaktan kendini alamaz. Hiçbir inceleme, öğreticilik bakımından, bundan daha etkili, daha verimli olamaz. Argonun hiçbir mecazı, hiçbir etimolojisi yoktur ki, içinde bir dersi taşımasın. Bu insanlar arasında "dövmek" sözü,... gibi görünmek, kendini... imiş gibi göstermek anlamına gelir, onlar bir hastalığı döverler, yani hastaymış gibi yaparlar; kuvvetleri hileden gelir.

Onlara göre, insan fikri, karanlık fikrinden ayrılmaz. Gecenin adı sorgue'dur; insanınki orgue. insan, gecenin bir türevidir.

Onlar toplumu, kendilerini öldüren bir ortam gibi, uğursuz ve sinsi bir kuvvet gibi düşünmeye alışmışlardır; ve özgürlüklerinden, bir insanın kendi sağlığından söz etmesi gibi söz ederler. Tutuklanmış bir kişi, bir hastadır; hüküm giymiş bir kişi de bir ölü.

Gömülü olduğu taştan dört duvar arasında, bir mahpus için en korkunç şey, perhizkârlıktır; tecrit hücresine castus der. Bu feci yerde, dışarıdaki hayat daima en neşeli yanıyla hayal edilir. Mahpusun ayaklarında zincirler vardır. Şimdi siz belki de sanırsınız ki, bu durumda o, insanın ayaklarıyla yürüdüğünü düşünür. Hayır, insanın ayaklarıyla dans ettiğini düşünür o. Bu nedenle, zincirlerini testereyle kesmeyi başarabildiği takdirde, kafasında ilk doğan fikir, artık dans edebileceğidir. Böylece, testereye bastringue adını verir. İsim, bir merkezdir; derin anlamlı bir benzetme. Haydudun iki başı vardır; biri onun davranışlarının muhakemesini yapan ve hayatı boyunca ona yol gösteren başı, öbürü de öldüğü gün omuzları üstünde olan başıdır. Kendisine suç işlemeyi salık veren başına sorbonne adını verir, işlediği suçun kefaretini ödeyen başına da tronche, kütük der. Bir insan, artık sırtında pılı pırtıdan, yüreğinde de kötülükten başka bir şey taşımıyorsa, yani sefil kelimesinin bilinen iki anlamında belirtildiği gibi, maddi ve manevi çifte alçalma derecesine inmişse, o insan suç için tam kıvamında demektir; iyice bilenmiş bir bıçak gibidir, iki keskin yüzü vardır onun: sefaleti ve kötülüğü. Onun için argo gueux, serseri demez; reguise, lanetlik der. Kürek damı nedir? Bir lanet ocağı, bir cehennem. Bu yüzden forsanın adı fagot'dur çalı çırpı demeti. Nihayet hapishaneye ne ad verirler? Kolej. Bütün bir ceza sistemi çıkabilir bu kelimeden.

Hırsızın daveti top ağzına lokmadır, maddesi uçucudur; siz, ben, herkes geçiciyizdir: le pantre. (Pan, bütün âlem.)

Kürek şarkılarının özel kelime dağarcığında lir onfa adı verilen bu nakaratların, çoğunlukla nereden ortaya çıktığını bilmek ister misiniz?

Öyleyse dinleyin, bakın:

Paris'teki Châtelet Kalesi'nde uzun, büyük bir mahzen vardı. Seine Nehri'nin su seviyesinden sekiz ayak aşağıdaydı bu mahzen. Ne penceresi ne de nefesliği vardı; tek deliği kapısıydı. Buraya insanlar girebilirdi, ama hava asla. Bu mahzenin kemerli tavanı taştan ve döşemesi on parmak derinliğinde çamurdandı. Gerçi vaktiyle taş döşeliydi, ama sızan sular döşeme taşlarını çürütmüş, parçalamıştı. Bu yeraltı mahzenini, zeminden sekiz ayak yükseklikte kalın, upuzun bir kiriş bir baştan bir başa kat etmekteydi. Bu kirişten, belli aralıklarla, üç ayak boyunda ve uçlarında laleler bulunan zincirler sallanıyordu. Kürek cezasına mahkûm edilen insanları, Toulon'a gönderilecekleri güne kadar işte bu mahzene kapatmaktaydılar. Onları bu kirişin altına sokar ve her birini, karanlıkta sallanarak kendisini bekleyen zincire bağlarlardı.

Sarkan kollar gibi duran zincirlerle açık eller gibi duran laleler bu zavallıları boyunlarından yakalardı. Onları perçinleyip, orada öylece bırakıyorlardı. Zincirler çok kısa olduğundan mahkûmların yatmaları mümkün değildi. Bu mahzende, bu gecenin içinde, bu kirişin altında, âdeta asılmış olarak, ekmeğe ya da su testisine erişmek için görülmedik çabalar harcamak zorunda kalarak, başlarının üstünde kemerli taş tavan, yarı bacaklarına kadar çamur içinde dururlardı. Dışkıları paçalarından süzülürdü. Yorgunluktan bitkin düşerler, kalçaları ve dizleri bükülür, dinlenmek için elleriyle zincirlere yapışırlardı. Ancak dik durarak uyuyabilirler, lalenin boğazlarını sıkmasıyla ikide bir uyanırlardı; bazıları da hiç uyanmazdı. Karınlarını doyurmak için, çamurun ortasına atılan ekmeklerini topuklarının yardımıyla kaval kemikleri boyunca ellerine kadar ite ite çekerlerdi.

Ne kadar zaman kalırlardı bu durumda? Bir ay, iki ay, hatta bazen altı ay; bir tanesi bir yıl kaldı. Kürek damının bekleme odasıydı burası. Kralın bir tavşanını çaldı diye atıveriyorlardı insanı buraya. Ne yaparlardı bu adamlar bu cehennem-mezarda? Bir mezarda ne yapılabilirse onu, yani can çekişirlerdi; ve bir cehennemde ne yapılabilirse onu, yani şarkı söylerlerdi. Çünkü umudun kalmadığı yerde, şarkı kalır. Malta Adası sularında, bir kadırga yaklaştığında küreklerin sesinden önce şarkı sesi duyulurmuş. Châtelet'nin bu mahzen-hapishanesinden geçen zavallı kaçak avcı Survincent şöyle diyordu: "Beni hayatta tutan kafiyeler oldu." Şiirin işe yaramadığı yerde kafiye ne işe yarar ki?

İşte bu mahzende doğmuştur argonun hemen bütün şarkıları. Montgomery kadırgasının o hazin nakaratı, Paris'in Grand-Châtelet'sindeki bu zindandan gelmedir: Timaloumisaine, timoulamison. Çoğunlukla pek kederli şarkılardır bunlar; yalnız birkaç tanesi neşelidir; bir tane de aşktan söz edeni vardır:

Tiyatrodur burası

Küçük okçunun tiyatrosu.

Ne yaparsanız yapın, aşkı, insan kalbinin bu ezeli ve ebedi cevherini yok edemezsiniz.

Bu karanlık işler dünyasında, sır daima saklanır. Herkesin ortak malı olan bir şeydir o. Bu sefiller için sır, aralarındaki birliğe temel vazifesi gören bağdır. Sırrı açığa vurmak, bu vahşi topluluğun her bir üyesinden kendi malı olan bir şeyi çekip almak demektir. Bu enerji dolu argo dilinde ihbar etmeye parçayı yemek, denir. İhbarcı sanki herkesin ortak özünden bir parçayı çekip almakta, herkesin etinden bir parçayı yiyerek beslenmektedir.

Şamar yemek ne demektir? Dilin sıradan mecazı buna şu karşılığı verir: C'est voir trente-six chandelles. Burada argo işe karışıyor ve chandelle'i camoufle yapıyor. Bunun üzerine gündelik dil, soufflet'ye bir eşanlamlı kelime kazandırıyor: Camouflet. Böylece, aşağıdan yukarıya doğru bir tür sızışla, güzergâhının önceden hesaplanmasına imkân olmayan mecazın da yardımıyla, argo mağarasından çıkıp akademiye yükseliyor; ve de Poulailler,"J'allume ma camoufle," deyince, Voltaire de, uLangleviel La Beaumelle mertte cent camouflets" diye yazıyor.

Argoda derinlemesine bir araştırma, adım başında bir keşif demektir. Bu garip dilin incelenmesi ve derinine inilmesi, düzenli toplumla lanetli toplumun o esrarlı kesişme noktasına götürür bizi.

Argo, forsa olmuş sözdür.

İnsanoğlunun düşünen özünün böylesine aşağılara itilebilmesi, orada kaderin karanlık acımasız eliyle sımsıkı kavranıp sürüklenmesi, birtakım bilinmez bağlarla bu uçurumun dibine bağlanması ne acı şeydir!

Ey sefillerin zavallı düşüncesi!

Ne yazık! Bu karanlıklar içindeki insan ruhunun yardımına koşacak kimse yok mudur? Zekayı, kurtarıcısını, kanatlı at Pegasusların, yarısı at yarısı kuş Hipogriflerin o muhteşem süvarisini, iki kanadı arasında göklerden süzülüp inen şafak renkli savaşçıyı, geleceğin ışık saçan şövalyesini orada ilelebet beklemek midir onun kaderi? idealin ışıktan mızrağını boş yere yardımına çağırıp duracak mıdır o daima? Uçurumun derin karanlığından Kötülük'ün dehşetengiz gelişine kulak vermeye; iğrenç suların altından bu ejder başının, bu köpük çiğneyen ağzın, bu yılan gibi kıvrılıp dalgalanan pençe, boğum ve halkaların kendisine yaklaştıkça yaklaştığını hissetmeye mi mahkûmdur o? Işıksız ve ümitsiz, canavarın belli belirsiz hissedilen sokuluşuna terk edilmiş olarak, titrek, perişan, kollarıyla çırpınarak, ebediyen gecenin kayasına zincirlenmiş bir halde kalmak zorunda mıdır kaygılı bembeyaz Andromeda, karanlıklar içinde çırılçıplak!

III

AĞLAYAN ARGO, GÜLEN ARGO

Görüldüğü üzere, bütün argo, yani dört yüzyıl önceki argo gibi bugünkü argo da, her kelimeye kâh şikayetçi kâh tehditkâr bir eda veren o esrarlı sembolik zihniyetle doludur. Onda, Cour des Miracles'ın, kendilerine özgü kâğıtlarla -ki bazıları günümüze kadar korunmuştur- iskambil oynayan serseri dilencilerinin, o eski vahşi kederi hissedilir. Mesela sinek sekizlisinin üzerinde sekiz iri yonca yaprağı taşıyan büyük bir ağaç tasviri bulunuyordu; ormanın bir çeşit fantastik temsiliydi bu. Bu ağacın dibinde, yanan bir ateş ve bu ateşte şişe geçirilmiş bir avcıyı kızartan üç tavşan görülmekteydi; arkada yine bir ateşin üstünde, dumanları tüten bir kazanla, kazandan dışarı çıkmış bir köpek başı vardı. Üzerinde kaçakçıların kızartıldığı odun yığınlarıyla, içinde kalpazanların haşlandığı kazanlara karşı bir oyun kâğıdı üzerinde yapılan bu misillemelerden daha hazin bir şey olamaz. Düşüncenin, argo ülkesinde aldığı çeşitli şekillerde, hatta şarkıda, alayda, tehditte bile hep bu güçsüzlük ve ezilmişlik karakteri vardı. Bazı nağmeleri derlenmiş olan şarkıların hepsi de insanı ağlatırcasına boynu bükük ve acıklı şeylerdi. Hırsızın adı, zavallı hırsızdır daima ya saklanan tavşan, ya kurtulan fare ya da kaçıp giden kuştur o. Fazla hak iddiasında bulunmaz, iç çekmekle yetinir; sızlanmalarından biri bize kadar gelmiştir: Je n'entrave que le dail comment meck, le daron des orgues, peut atiger ses mômes et ses momignards et les locher criblant sans etre atige lui-même, Sefil insan, düşünecek vakti olduğunda daima kendisini kanunun karşısında küçük, toplumun karşısında aciz gösterir; yüzükoyun yere kapanır, yalvarıp yakarır, merhamet dilenir; anlarsınız ki, kabahatli olduğunu bilmektedir o.

Geçen yüzyılın ortalarına doğru bir değişiklik oldu. Mahpushane şarkıları, hırsız nakaratları tam anlamıyla keyifli bir edaya büründüler. Yanıp yakman malure'nin yerini larifla aldı. On sekizinci yüzyılda pranga ve kürek damlarının ve gemilerdeki forsaların hemen bütün şarkılarında şeytanca ve esrarlı bir neşe görülür. Âdeta fosforlu bir ışıkla aydınlanmış; ormanda kamıştan bir flüt sesi çıkararak yerden fışkıran bir gaz alevini andıran tiz ve oynak bir nakarat duyulurdu bu şarkılarda:

Mirlababi, surlababo,

Mirliton ribon ribette,

Surlababi, mirlababo,

Mirliton ribon ribo.

Bir mahzende ya da bir ormanın ücra bir köşesinde adam boğazlanırken söylenen bir nakarattı bu.

Ciddi bir belirti. On sekizinci yüzyılda, bu kederli sınıfların kadim melankolisi dağılır. Gülmeye başlarlar. Büyük megle, büyükdabla alay ederler. 15. Louis devrinde, Fransa Kralı'na "Pantin Markisi" adını takarlar. Keyifleri aşağı yukarı yerindedir artık. Sanki vicdanları artık üzerlerinde ağırlık etmiyormuş gibi, hafif bir ışık çıkmaya başlar bu sefil insanlardan. Karanlığın bu zavallı sakinleri, artık yalnız fiiliyatın umutsuz cüretine değil, düşüncenin umursamaz cüretine de sahiptirler. Suçluluk duygusunu kaybettiklerini düşünürler ve ütopyacılar arasında bile, ne olduğunu kendilerinin de bilmedikleri, bazı destekler edindikleri hissine kapıldıklarını gösteren bir belirtidir bu; hırsızlığın ve yağmanın doktrinlere, sofizmlere kadar sızdığını, çirkinliklerini büyük ölçüde sofizmlere, doktrinlere aktararak kendilerini bundan bir nebze sıyırdıklarını gösteren bir belirti; nihayet, arada herhangi bir oyalayıcı olay olmadığı takdirde, yakın bir gelecekte muazzam bir patlama olacağını gösteren bir belirti.

Bir duralım hele. Kimi suçluyoruz burada? On sekizinci yüzyılı mı? Onun felsefesini mi? Şüphesiz hayır. On sekizinci yüzyılın eseri sağlıklıdır, iyidir. Başta Diderot olmak üzere ansiklopedistler, başta Turgot olmak üzere toprağı tek servet sayan iktisatçılar, başta Voltaire olmak üzere filozoflar, başta Rousseau olmak üzere ütopyacılar dört kutsal lejyon oluştururlar. İnsanlık, aydınlığa doğru muazzam yürüyüşünü onlara borçludur. Onlar, ilerleyişin dört ana istikametine doğru yürüyen insan türünün dört öncüsüdür: Diderot güzele doğru, Turgot faydalıya doğru, Voltaire hakikate doğru, Rousseau adalete doğru. Gelgelelim filozofların yanında ve altında birtakım sofistler de bulunuyordu; sağlıklı gelişmeye karışmış zehirli bitkiler, bakir ormanın içindeki baldıranlardı bunlar. Cellat, Adalet Sarayı'nın ana merdiveni üzerinde yüzyılın kurtarıcı büyük kitaplarını ateşe verirken, bugün adı sanı unutulmuş bazı yazarlar, kraldan edindikleri bazı imtiyazlarla alabildiğine düzen bozucu ve sefiller tarafından büyük bir hırsla okunan bir sürü yazı yayımlıyorlardı. Bu yayınların, bir prensten himaye gören -garip bir ayrıntı- bazıları, Gizli Kütüphane'de bulunmaktadır. Bu derin ama bilinmeyen olaylar yüzeyde hiç fark edilmiyordu. Bazen bir olayın tehlikesi, onun karanlığından ileri gelir; ve karanlık oluşu da yeraltında oluşundandır. O devirde, bütün yazarlar arasında, kitlelerin içinde en muzır dehlizi oyanı, belki de Restif de La Bretonne'dur.

Bütün Avrupa'yı saran bu çalışma, tahribatını en çok Almanya'da yapmıştır. Almanya'da Schiller'in, ünlü Haydutlardramında özetlediği belli bir dönemde hırsızlık ve yağma, mülkiyete ve emeğe karşı bir protesto mertebesine çıkmıştı; bunlar bazı ilkel, sığ ve yanlış, ancak görünüşte doğru, gerçekte saçma fikirleri benimsemekte, bu fikirlere bürünmekte, âdeta bunların içinde kaybolmakta, soyut bir ad takınıp teori halini almakta ve böylece, bu karışımı kotarmış olan ihtiyatsız kimyagerlerin ve hatta bu karışımı deva diye kabul eden kitlelerin haberi bile olmaksızın, acı çeken namuslu emekçi kitleler içinde rağbet gördü. Bu türlü bir olay, ne zaman ortaya çıkarsa çıksın vahimdir. Istırap öfke doğurur; ve refah içinde yaşayan sınıflar körlük gösterir ya da uyurken -ki bu da daima gözleri kapamak demektir- bedbaht sınıfların kini, bir köşede hayal kurmakla meşgul, kırgın ya da kötü yaratılışlı bir zihinde meşalesini yakar ve başlar toplumu incelemeye. Korkunç bir şeydir kinin incelemesi!

Zamanın kötü talihi eğer gerektirecek olursa, bir vakitler adına Jacquerie denilen o korkunç çatışmalar buradan doğar işte. O Jacquerie ki, salt siyasi çalkantılar yanında çocuk oyuncağı gibi kalır. Ezilenlerin ezenlere karşı mücadelesi değildir artık onlar; maddi sıkıntının refaha karşı isyanıdır. O zaman her şey yerle bir olur.

Jacquerieler halk depremleridir.

İşte, on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru Avrupa'da belki de pek yakın olan böyle bir tehlikeyi, Fransız Devrimi, o ulu doğruluk ve adalet hareketi, yetişip durdurmuştur.

Kılıç kuşanmış idealden başka bir şey olmayan Fransız Devrimi dimdik ayağa kalktı ve aynı ani hareketle kötülüğün kapısını kapayıp iyiliğin kapısını açtı.

Fransız Devrimi, meseleyi açıkça ortaya koydu, hakikati ilan etti, kokuşmuşluğu kovdu, asrı sağlığa kavuşturdu ve halkı taçlandırdı.

Denilebilir ki, Fransız Devrimi insana ikinci bir ruh vererek, hak hukuk vererek, onu ikinci bir defa daha yarattı.

On dokuzuncu yüzyıl, onun mirasına konmakta, bu mirastan yararlanmaktadır; ve bugün, az önce belirttiğimiz sosyal felaket artık düpedüz imkânsız bir şeydir. Böyle bir felaket haberi veren kördür! Bundan korkan aptaldır! Devrim Jacquerie'nin önleyici aşısıdır.

Devrim sayesinde sosyal durumlar değişti. Artık kanımızda derebeylik ve krallık hastalıkları bulunmuyor. Bileşimimizde ortaçağ yok artık. Korkunç baskınların birden yapılıverdiği sağır edici bir gürültünün ayaklar altında anlaşılmaz ilerleyişinin duyulduğu, uygarlığın üst yüzünde ne idüğü bilinmez köstebek yolu kabartılarının belirdiği, zeminin çatlayıp yarıldığı, mağara tavanlarının açıldığı ve topraktan birdenbire canavar başlarının çıkıverdiği zamanlarda değiliz artık.

Devrim duygusu, ahlaki bir duygudur. Hak duygusu gelişince, vazife duygusunu da geliştirir. Yasa, herkes için yasa, özgürlüktür; Robespierre'in harikulade tanımlamasına göre, başkalarının özgürlüğünün başladığı yerde biten özgürlük. 89'dan bu yana, bütün halk ulvileşen bireyin içinde feraha eriyor; hiçbir yoksul yoktur ki, hakkına kavuşmuş bir kişi olarak ışıktan nasibini almasın; bir lokma ekmeğe muhtaç olan bile, kendinde Fransa'nın dürüstlüğünü hissetmektedir; vatandaşlık haysiyeti içten, gönülden bir zırhtır; özgür olan titiz vicdanlı olur; oy veren hüküm sürer. Baştan çıkarılamazlık buradan geliyor işte; zararlı tutkuların başarısızlığı buradan geliyor; ayartmalar karşısında kahramanca başka tarafa çevrilen bakışlar buradan geliyor. Devrimin getirdiği sağlık öylesinedir ki, bir kurtuluş gününde, bir 14 Temmuz'da, bir 10 Ağustos'ta, artık ayaktakımı diye bir şey yoktur görünürde. İşığa boğulan, ululaşan kitlelerin ilk çığlığı, "hırsızlara ölüm!" çığlığıdır. İdeal ve mutlak, cepten mendil yürütmezler. 1848'de Tuileries'nin servetlerini taşıyan yük arabalarına kimler koruyuculuk ediyordu? Saint-Antoine Mahallesi'nin paçavracıları. Paçavra, hâzinenin önünde nöbet tuttu. Fazilet, bu hırpanileri şaşaalı bir parlaklığa bürüdü. O yük arabalarının içinde, şöyle böyle kapatılmış, hatta kimisi aralık duran sandıklarda, yüzlerce göz alıcı mahfaza arasında Fransa'nın kadim tacı da bulunuyordu; baştan başa pırlantadan ve üstünde krallığın otuz milyonluk Regent Elması bulunan Fransa tacı. Onlar, o yalınayaklar, işte bu tacı korumaktaydılar.

Demek ki, Jacquerie yok artık. Entrika meraklıları hesabına üzgünüm. Yapacağı son etkiyi de yapmıştır ve politikada bundan böyle bir daha kullanılmasına imkân olmayan eski korkudur bu. Kızıl heyulanın büyük zembereği kırılmıştır. Bunu cümle âlem biliyor şimdi. Korkuluk korkutmuyor artık. Kuşlar laubalice davranıyorlar o kuklaya, bülbüller konuyor üstüne, burjuvalar da burnuna gülüyorlar.

IV

İKİ GÖREV: TETİKTE OLMAK VE ÜMİT ETMEK

Bu durumda, her türlü sosyal tehlike ortadan kalkmış mı oluyor? Jacquerie yok, toplum bu bakımdan kendini güvende sayabilir; bir daha kanı başına sıçramayacaktır. Fakat nefes alıp vermesiyle ilgilenmesi gerekiyor. Beyin kanaması korkusu kalmadı ama, verem illeti el'an baki. Sosyal veremin adı sefalettir.

İnsan, yıldırım garpmışçasına birden ölebileceği gibi, için için oyularak da ölebilir.

Tekrarlamaktan bıkıp usanmayacağız: Her şeyden önce, nasipsiz ve acılı yığınları düşünelim, onların ıstırabını dindirelim, onlara hava verelim, ışık verelim, sevelim onları, muhteşem ufuklar açalım önlerinde, her şekliyle bol bol eğitim verelim onlara, çalışma örneği verelim, hiçbir zaman aylaklık örneği vermeyelim, evrensel amaç kavramını genişleterek ferdi yükün ağırlığını azaltalım, serveti sınırlandırmadan fakirliği sınırlandıralım, kamu ve halk faaliyetleri için geniş alanlar yaratalım, ezilmişlere ve zayıflara her yandan yardım eli uzatmak için Briareos gibi yüz elli olalım, bütün kollara atölyeler, bütün kabiliyetlere okullar, bütün zekalara laboratuvarlar açmak görevini, bu büyük görevi yerine getirmek için kolektif gücü kullanalım, ücretleri arttıralım, zahmeti azaltalım, alacakla vereceği dengeleyelim, yani istifadeyi gayrete, tatmini ihtiyaca göre ayarlayalım. Velhasıl, toplum cihazından, ıstırap çekenler ve bilgisiz olanlar lehine daha fazla aydınlık, daha fazla refah çıkartalım. Sevecen ruhlar bu noktayı unutmasınlar, kardeşlik görevinin birincisi budur; bencil yürekler bunu iyi bellesinler, politik gereklerin ilki budur.

Şunu da söyleyelim ki, bütün bunlar henüz başlangıçtır. Asıl mesele şudur: Çalışma bir hak olmadan, bir yasa olamaz.

Bu konu üzerinde daha fazla durmayacağız, çünkü hiç yeri değil.

Eğer doğanın adı İlâhi Hikmet ise, toplumun adı da basirettir.

Zihnî ve ahlakî büyüme, hiç de maddi iyileşmeden daha az gerekli değildir. Bilgi, ölüme karşı bir çeşit kutsal ilaçtır; düşünmek en gerekli ihtiyaç; hakikat, ekmeklik buğday gibi bir gıda... Bilime ve hikmete aç bir akıl, zayıf düşer. Yemeyen zihinlere de, tıpkı yemeyen midelere acıdığımız gibi acımalıyız. Ekmeksizlikten can çekişen bir vücut kadar acıklı bir şey varsa, o da aydınlığa olan açlığından ölen bir ruhtur.

İlerleme, tümüyle, bu meselenin çözümüne doğru yöneliyor. Bir gün gelecek insanlar şaşakalacaklardır. İnsan soyu yükseldikçe, derindeki tabakalar kendiliğinden yoksulluk ve acı bölgesinin dışına çıkacaklar. Sefaletin ortadan kalkması, basit bir seviyeye yükselmesi sayesinde gerçekleşecek.

Bu mutlu çözümden şüphe etmek hata olur.

Yaşadığımız şu saatte, geçmiş henüz çok güçlüdür, bu doğru; yeniden ayaklanıyor. Bir kadavranın böyle gençleşmesi hayret vericidir. Yürüyor, geliyor işte. Bir galip edası taşıyor; bu ölü bir fatihtir. Batıl inançlardan ordusuyla, istibdattan kılıcıyla, cehaletten bayrağıyla geliyor. Bir süreden beri on savaş kazandı. İlerliyor, tehdit ediyor, sırıtıyor; kapılarımıza dayanmıştır. Bize gelince, biz yine de umudumuzu kaybetmeyelim. Satalım Hannibal'in kamp kurduğu alanı.

Bizler ki inanç sahibiyiz, kim korkutabilir bizi?

Fikirler de nehirler gibidir, geriye dönüş bilmezler.

Ama geleceğin gelmesini istemeyenler, iyi düşünsünler. İlerlemeye hayır derken mahkûm ettikleri gelecek değildir asla, kendi kendileridir. Uğursuz bir illete kaptırıyorlar kendilerini; geçmişi aşılıyorlar kendilerine. Bir tek yolu vardır Yarın'ı reddetmenin: Ölmek.

Hiç ölüm olmamalı halbuki, bedeninki olabildiğince geç, ruhunki hiçbir zaman, işte bizim dileğimiz bu.

Evet, giz sonunda çözülecek, Sfenks'in dili açılacak, problem hallolacak. Evet, on sekizinci yüzyılın ilk taslağını yarattığı halk, on dokuzuncu yüzyıl tarafından tamamlanacak. Bundan şüphe eden ahmaktır. Müstakbel patlama, evrensel refahın yakın patlaması, Tanrı tarafından takdir edilmişçesine kaçınılmaz bir olaydır.

İnsanlık olaylarını yöneten, muazzam çabalarla oluşturulan ortaklıklardır ve insan belli bir süre içinde bunları mantıklı bir hale, yani dengeye, yani adalete ulaştırır. İnsanlıktan, oluşumunda yer ve gök bulunan bir kuvvet çıkar ve bu kuvvet yönetir onu. Mucizeler yaratan bir kuvvettir bu; ne mucizevi çözümler güç gelir ona ne de olağandışı maceralar. İnsandan gelen bilimin ve bir başkasından gelen olgunun yardımıyla, problemlerin ortaya konuluş tarzındaki çelişkiler -basit ölümlüye imkânsızlıklar gibi görünen bu çelişkilerin- karşısında hiç korkuya kapılmaz. Fikirlerin uzlaştırılmasından bir çözüm fışkırtmakta usta olduğu kadar, olayların uzlaştırılmasından ders çıkarmakta da ustadır; ve günün birinde doğuyla batıyı bir mezarın dibinde karşılaştıran, büyük piramidin içinde imamlarla Bonapart'ı karşılıklı konuşturan bu esrarengiz ilerleme gücünden her şey beklenir.

Bu arada, zihinlerin ileriye doğru görkemlice yürüyüşünde mola yok, tereddüt yok, durup dinlenme yoktur. Toplumsal felsefe, esas itibariyle, bilim ve barış demektir. Amacı, çelişkilerin incelenmesi sayesinde öfkelerin dağıtılmasıdır ve sonucu da bu olmalıdır, inceler, araştırır, tahlil eder; sonra yeniden oluşturur. İndirgeme yoluyla iş görür, her şeyden kin ve nefreti çıkarıp atar.

İnsanların üstüne boşanıp gelen rüzgârla bir toplumun çöktüğü çok görülmüştür. Tarih, batan kavimlerle, batan imparatorluklarla doludur. Günün birinde, o meçhul şey, o kasırga gelip örf ve âdetleri, kanunları, dinleri, her şeyi götürür. Hint, Kaide, İran, Suriye, Mısır uygarlıkları birbiri ardınca kaybolup gittiler. Niçin? Niçinini bilemiyoruz. Nedir sebebi bu felaketlerin? Bizce malum değil. Bu toplumlar kurtarılabilirler miydi? Burada kendi hataları var mıdır? Acaba felaket yüklü bir kusurda direndiler de, o da onları yok mu etti? Bir milletin, bir ırkın bu dehşet verici ölümlerinde ne ölçüde intihar payı vardır? Cevapsız sorulardır bunlar. Hüküm giymiş uygarlıkları karanlık gelip kaplar. Battıklarına göre su alıyorlardı demek; başka hiçbir şey diyemeyiz. Ve mazi denilen bu denizin enginlerinde, bu devasa dalgaların, asırların gerisinde o koskoca ulusların, Babil'in, Ninova'nın, Tarsus'un, Thebai'nin, Roma'nın, karanlığın bütün ağızlarından fışkıran korkunç soluğun etkisiyle sulara gömülüp gitmelerine ürkerek bakıyoruz. Ama orası karanlık olsa bile, burası aydınlık. Kadim uygarlıkların hastalıklarını bilmiyoruz, ama kendi uygarlığımızın sakatlıklarını biliyoruz. Onun üzerine her yerden ışık tutmak hakkına sahibiz; güzelliklerini hayranlıkla seyrediyor, şekil bozukluklarını açıkça gözler önüne seriyoruz. Ağrıyan yeri neresiyse orasını yokluyor, araştırıyor, hastalığı teşhis eder etmez de sebebini incelemeye koyuluyoruz; bu da bizi devanın keşfine götürüyor. Yirmi asrın eseri olan uygarlığımız, aynı zamanda bu yirmi asrın hem canavarı hem de harikasıdır; kurtarılmaya değer. Kurtarılacaktır da. Onun ıstırabını hafifletmek, bu bile çok şeydir ama, onu aydınlatmak daha da çok şeydir. Çağdaş toplumsal felsefenin bütün çalışmaları bu gaye doğrultusunda yoğunlaşmalıdır. Günümüzde düşünüre büyük bir görev düşüyor; bir hekim gibi kulağını dayayıp uygarlığı dinlemek.

Tekrar söylüyoruz: Bu dinleme cesaret vericidir; ve acıklı bir dramın ciddi bir perde arası olan şu birkaç sayfayı bu cesaretlendirme işi üzerinde ısrar ederek bitirmek isteriz. Toplumun ölümlülüğü altında insanoğlunun ölümsüzlüğü hissedilmektedir. Şurada burada bu yaralar, yani yanardağ ağızları, bu altı cerahatli kabuklar, yani sülfürlü duman çıkaran topraklar var diye, baş vermiş ve içindeki irini fışkırtan bir yanardağ var diye küremiz yok olmaz. Halk hastalıkları insanı öldürmez.

Buna rağmen, toplumsal kliniği yakından izleyen bir kimse ara sıra başını anlamlı anlamlı sallar. En güçlü, en halim selim, en mantıklı olanların bile zaaf anlan vardır.

Gelecek, acaba gelecek mi? Bunca korkunç karanlığı gördükten sonra, kendi kendimize bu soruyu sormamız herhalde yerinde olur. Bencillerle sefillerin kaygı verici karşılaşmaları. Bencillerde önyargılar, zengin eğitimin karanlıkları, refah sarhoşluğunun yol açtığı doymak bilmezlik, duygusuzlaştırıcı bir bolluk şaşkınlığı, bazılarında acı çekenlerden nefret etmeye kadar varan acı çekme korkusu, dinmek bilmeyen bir tatmin arzusu, benliğin ruhun kayacak derecede şişmesi; sefillerde haset, kıskançlık, başkalarının safa sürdüğünü görerek kinlenmek, insandaki hayvanın doygunluklara doğru içten içe depreşmesi, bulanık kalpler, keder, ihtiyaç, kader, kirli ve safdil cehalet.

Gözleri göğe doğru kaldırmayı sürdürmeli mi? Orada seçilen aydınlık nokta çarçabuk sönenlerden midir? ideali böyle enginlerde kaybolmuş, küçücük, tek başına, belli belirsiz, parlak, ama çevrisine canavarlar gibi üşüşen bir sürü uğursuz tehditle sarılmış halde görmek ürkütücü bir şeydir belki, ama o yine de bulutların ağzındaki bir yıldızdan daha fazla tehlikede değildir.


Seguir leyendo

También te gustarán

75.4K 1.3K 98
Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği sürdükçe, böylesi kitaplar gereksiz sayıl...
2K 146 11
Gelecek bir çok yeniliği sunmuştu en büyük getirisi ise hastalıklar ve lanetlerin korkusuydu. Bir kehanet vardı, söylentilerle krallıkların duvarları...
48K 2K 10
Zweig bu novellası'nda bir kadının yaşamını bütünüyle değiştiren yirmi dört saatlik deneyimini anlatırken, insanda içkin saplantıların ve dayanılmaz...
37.4K 1.2K 20
Beyaz Diş vahşi bir hayvanın gözünden, hem doğal hayata hem de insanların acımasız dün yasına eleştirel bir bakış... Beyaz Diş Alaska'nın sert doğa k...