Sefiller

By ClassicsTR

75.3K 1.3K 297

Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği s... More

Önsöz - I.CİLT
BİRİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
EVİNİ KİME KORUTUYORDU
BİR KISITLAMA
-İKİNCİ KİTAP-
PONTARLIER PEYNİRHANELERİ ÜZERİNE BİLGİLER
DALGA VE GÖLGE
KÜÇÜK-GERVAIS
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
BOMBARDA'NIN YERİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
UFUKTA BELİRSİZCE ÇAKAN ŞİMŞEKLER
MADAM VICTURNIEN'İN BAŞARISI
BELEDİYE ZABITASINA AİT BAZI MESELELERİN ÇÖZÜMÜ
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
ISTIRABIN UYKUDA ALDIĞI ŞEKİLLER
SIMPLICE HEMŞİRE SINAMADAN GEÇİYOR
KANAATLERİN ŞEKİLLENMEYE BAŞLADIĞI BİR YER
-SEKİZİNCİ KİTAP-
İKİNCİ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
SAVAŞLARIN "QUID OBSCURUM"U*
İMPARATOR, KILAVUZ LACOSTE'A BİR SORU SORUYOR
KILAVUZUN KÖTÜSÜ NAPOLYON'A, İYİSİ BÜLOW'A
QUOT LIBRAS İN DUCE?*
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
KÜÇÜK KIZ YAPAYALNIZ
ZENGİN OLMASI MUHTEMEL BİR YOKSULU HANA KABUL ETMENİN HOŞNUTLUĞU
THENARDİER OYUN PEŞİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
ESRARIN BAŞLANGICI
-ALTINCI KİTAP-
NEŞELİ ANLAR
BU KARANLIKTA BİRKAÇ SİLUET
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
JEAN VALJEAN AUSTİN CASTILLEJO'YU OKUMUŞA BENZİYOR
BAŞARILI BİR SORGULAMA
ÜÇÜNCÜ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
HALKIN BAĞRINDA SAKLI DURAN GELECEK
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
DEVRİMCİ OLMAK İÇİN AYİNE GİTMENİN FAYDASI
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
MARIUS'UN UĞRADIĞI ŞAŞKINLIKLAR
-BEŞİNCİ KİTAP-
YOKSULUN SEFİLLE İYİ KOMŞULUĞU
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
KADERİN GÖZ DELİĞİ
SEFALET ACIYA HİZMETİNİ SUNUYOR
MARIUS'UN İKİ SANDALYESİ KARŞI KARŞIYA
ÖNCE KURBANLARI YAKALAMAKTAN BAŞLAMALI DAİMA
II.CİLT -DÖRDÜNCÜ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
TEMELİN ALTINDAKİ ÇATLAKLAR
ENJOLRAS VE YAVERLERİ
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
SAVAŞ BAŞLIYOR
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
-ALTINCI KİTAP-
FİRARIN CİLVELERİ
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
CAB, ÜSTÜNDE GİDER; ARGODA HAVLAR
İHTİYAR KALPLE GENÇ KALP KARŞI KARŞIYA
-DOKUZUNCU KİTAP-
-ONUNCU KİTAP-
-ON BİRİNCİ KİTAP-
-ON İKİNCİ KİTAP-
GRANTAIRE'İN ÜSTÜNE GECE İNMEYE BAŞLIYOR
TOPLULUĞA BILLETTES SOKAĞI'NDA KATILAN ADAM
-ON ÜÇÜNCÜ KİTAP-
-ON DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-ON BEŞİNCİ KİTAP-
BEŞİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
BARİKATIN ÜSTÜNDE GÖRÜLEN UFUK
GEÇİCİ PARILTILAR
MORTUUS PATER FILIUM MORITURUM EXPECTAT*
KAHRAMANLAR
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
TOPRAK ÇÖKÜNTÜSÜ
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
İKİ YAŞLI KİŞİ, KENDİ TARZINDA*
-ALTINCI KİTAP-
AYRILMAZ OLAN
-YEDİNCİ KİTAP -
-SEKİZİNCİ KİTAP-
-DOKUZUNCU KİTAP-
ARKASINDA GÜNDÜZ OLAN GECE
SONSÖZ

-İKİNCİ KİTAP-

192 7 0
By ClassicsTR


Éponine

I

TARLA KUŞU'NUN TARLASI

Marius, Javert'in tuzağının beklenmedik sonucuna şahit olmuştu; Javert tutukladıklarını üç arabaya doldurup viraneden ayrılır ayrılmaz, Marius da evden dışarı süzüldü. Saat henüz akşamın dokuzuydu. Marius, Courfeyrac'a gitti. Courfeyrac, Quartier Latin'in gedikli sakini olmaktan çıkmıştı artık, "bazı siyasi sebeplerle" Verrerie Sokağı'na taşınmıştı; o tarihlerde bu mahalle ayaklanmanın tercihen yerleştiği mahallelerdendi. Marius Courfeyrac'a, "Sende kalmaya geldim," dedi. Courfeyrac yatağındaki iki şilteden birini çekip yere serdi, "İşte, yat," dedi.

Ertesi gün sabah saat yedide Marius viraneye döndü; kirayı ve Mam Bougon'a olan borcunu ödedi; kitaplarını, yatağını, masasını, komodinini ve iki sandalyesini bir el arabasına yükletti, adresini bırakmadan çekip gitti. Böylece Javert o sabah bir gün önceki olaylar hakkında Marius'u sorguya çekmeye geldiğinde, kendisine, "Taşındı o!" diyen Mam Bougon'dan başkasını bulamadı.

Mam Bougon, Marius'un o gece yakalanan hırsızlarla suç ortaklığı bulunduğu hissine kapılmıştı. Mahallenin kapıcı kadınlarıyla birlikte olduğu sırada, "Kim derdi ki?" diye haykırıyordu, "Hal ve tavrı kız gibi bir delikanlı!"

Marius'un böyle alelacele taşınmasının iki sebebi vardı. Birincisi, belki kötü zenginden de daha korkunç bir sosyal çirkinliği, kötü yoksul çirkinliğini en iğrenç, en yırtıcı raddede bu kadar yakından gördüğü bu evden artık nefret ediyordu. İkincisi, olayın arkasından açılması muhtemel herhangi bir davada boy göstermek ve Thénardier'nin aleyhinde tanıklık etmek zorunda kalmak istemiyordu.

Javert, adını hatırlayamadığı bu gencin korkup kaçtığını, yahut belki de tuzak sırasında evine bile gitmemiş olduğunu sanıyordu. Yine de onu bulmaya çalıştı ama başarılı olamadı.

Aradan bir ay geçti, bir ay daha geçti. Marius hep Courfeyrac'ta kalıyordu. Adliye Sarayı'nın bekleme salonlarında dolaşma alışkanlığında olan bir stajyer avukat aracılığıyla Thénardier'nin hücrede olduğunu öğrenmişti. Her pazartesi günü Force Hapishanesi kalemine Thénardier için beş frank gönderiyordu.

Artık hiç parası olmadığından, Marius bu beş frankları Courfeyrac'tan ödünç almaktaydı. Ömründe ilk defa olarak borç para alıyordu Marius. Belki aralıklarla gönderilen bu beş franklar, hem onları veren Courfeyrac için hem de onları alan Thénardier için bir sırdı. "Kime gidebilir ki bu para?" diye düşünüyordu Courfeyrac. "Nereden gelebilir ki bu para bana?" diye kendi kendine soruyordu Thénardier.

Marius son derece üzgündü. Her şey yeniden altüst olmuştu. Hiçbir şey görmüyordu önünde; hayatı tekrar o esrara gömülmüş, o da bu esrarın içinde el yordamıyla oradan oraya dolaşıp duruyordu. Bu karanlığın içinde, bir an sevdiği o genç kızı, onun babası gibi görünen o ihtiyarı, kendisi için tek ilgi merkezi, bu dünyada tek umut olan bu iki meçhul varlığı çok yakından görmüştü. Ne var ki tam onları ele geçirdiğini sandığı an, bir esinti bütün bu gölgeleri alıp götürüvermişti. En korkunç çarpışmadan bile ortaya bir kesinlik, bir hakikat kıvılcımı sıçramamıştı. Hiçbir tahminde bulunmak mümkün değildi. Bildiğini sandığı adı bile artık bilmiyordu. Yalnız şurası muhakkaktı ki, bu ad artık Ursule değildi. Tarla Kuşu ise bir lakaptı. Peki ya ihtiyar için ne demeli? Gerçekten saklanıyor muydu polisten? Invalides civarında rastladığı ak saçlı işçi gelmişti Marius'un aklına. Bu işçiyle Mösyö Leblanc'ın aynı adam olması şimdi muhtemel görünüyordu. Kılık değiştiriyordu demek? Bu adamın kahramanca yanları olduğu gibi, şüpheli yanları da vardı. Niçin yardım istememişti? Niçin kaçmıştı? Genç kızın babası mıydı, değil miydi? Nihayet, gerçekten Thénardier'nin tanıdığını sandığı adam mıydı? Thénardier onu başkasına benzetmiş olabilir miydi? Cevabı olmayan bir sürü sorun. Bütün bunlar Lüksemburg'daki genç kızın o büyüleyici melek güzelliğinden hiçbir şey eksiltmiyordu şüphesiz. Kahredici bir keder sarmıştı Marius'u, kalbinde bir ihtiras, gözlerinde gece vardı. İtilmişti, çekilmişti, yerinden kımıldayamıyordu. Her şey yok olmuş, yalnızca aşk kalmıştı. Aşkın içgüdülerini, apansız gelen aydınlığını bile kaybetmişti. Genellikle bizi yakan bu alev, bizi aydınlatır da, üzerimize bir parça da olsa dışarısı için faydalı bir ışık serper. İhtirasın bu sessiz öğütlerini artık duymuyordu bile Marius. Hiçbir zaman kendi kendine, "Şuraya bir gitsem mi? Şunu bir denesem mi?" demiyordu. Adına artık Ursule diyemediği varlık bir yerlerdeydi şüphesiz; ama hiçbir şey Marius'a onu hangi yönde araması gerektiğini bildirmiyordu. Şimdi bütün hayatı iki kelimede özetini buluyordu: nüfuz edilemez bir sis içindeki mutlak bir kararsızlık. Onu tekrar görmeyi daima özlemle istiyor ama artık hiç ümit etmiyordu.

Üstelik sefalet de geri geliyordu. Bu dondurucu soluğu hemen yanı başında, ensesinde hissediyordu. Bütün bu şiddetli fırtınalar içinde, uzun zaman var ki çalışmalarına ara vermişti. Çalışmaya ara vermek kadar tehlikeli bir şey yoktur; hemen kaybolup giden bir alışkanlıktır o. Bu alışkanlığı bırakmak kolay, yeniden edinmekse güçtür.

Bir miktar hayal iyi bir şeydir, tıpkı ihtiyatlı dozda alman bir uyuşturucu madde gibi. Bu, çalışan zekanın bazen oldukça inatçı ateşlerini yatıştırır ve saf düşüncenin çok sert kenar çizgilerini düzelten, şurada burada bazı boşlukları, aralıkları dolduran, bütünleri birleştiren, fikirlerin sivri köşelerini yumuşatan gevşek, serin bir buhar yaratır zihinde. Ama aşırı hayal de batırır, boğar. Kendisini bütün bütün düşünceden ayırıp hayale atan zihin işçisinin vay haline! Kolayca yükseklere çıkacağını sanır ama sonunda her şeyin aynı olduğunu söyler. Hata!

Düşünce zihnin emeğidir, hayalse şehvetin. Düşüncenin yerine hayali koymak, zehri gıda ile karıştırmak demektir.

Marius hatırlanacağı gibi, buradan başlamıştı. İhtiras ortaya çıkmış ve sonunda onu maksatsız, dipsiz, boş hayallerin içine yuvarlamıştı. Böyle olunca da insan evinden ancak hayal kurmak için çıkar artık. Tembelce yaratılış. Kaynaşan ama durgun girdap. Ve çalışma azaldığı ölçüde ihtiyaçlar da artıyordu. Bu bir yasadır. Hayalperestlikte, insan genellikle cömert ve yumuşaktır; gevşeyen düşünce hayata sıkıca sarılamaz. Bu çeşit yaşayışta iyilik kötülüğe karışmış bir haldedir çünkü gevşeklik felaket getirici olsa da, cömertlik sağlıklı ve iyidir. Ne var ki, cömert ve asil ruhlu ve de çalışmayan yoksul adam mahvolmuş demektir. Kaynaklar kurur, ihtiyaçlar birbiri ardınca kendini gösterir.

En dürüst ve en azimkar insanların bile, en zayıf ve en kötülerle birlikte yuvarlanıp gittikleri bir ölüm bayın ki sonunda şu iki çukurdan birine varır: ya intihar, ya suç.

Hayal kurmak için dışarı çıka çıka, sonunda öyle bir gün gelir ki insan kendini suya atmak için dışarı çıkıverir.

Aşırı hayal, Escousse'ları, Lebras'ları yaratır.

Marius, gözleri artık görmediği genç kıza dikilmiş olduğu halde bu bayırdan aşağı ağır ağır iniyordu. Şimdi şu yazdığımız belki garip görünür ama doğrudur. Kayboluş halindeki bir varlığın anısı kalbin karanlıkları içinde ışımaya devam eder; ne kadar kaybolursa o kadar çok parlar; umutsuz, karanlık ruh ufkunda bu aydınlığı görür; içteki gecenin yıldızıdır bu. Marius'un bütün düşüncesi O'ydu. Başka hiçbir şey düşünmüyordu; eski elbisesinin artık giyilemez hale geldiğini, yeni elbisesinin ise eski bir elbise halini aldığını, gömleklerinin yıprandığını, şapkasının yıprandığını, ayakkabılarının yıprandığını, yani hayatının yıprandığını belli belirsizce fark ediyor, kendi kendine, "Ölmeden önce onu bir kerecik olsun görebilsem," diyordu.

Kafasında tek bir tatlı fikir kalmıştı, O'nun kendisini sevmiş olduğu fikriydi bu; O'nun bakışı söylemişti bunu. Kız onun adını bilmiyordu ama ruhunu biliyordu ve bulunduğu o yerde, o esrarengiz yer neresi olursa olsun orada, belki de hâlâ seviyordu onu. Marius'un onu düşündüğü gibi, onun da Marius'u düşünmediğini kim bilebilirdi ki? Bazen her seven kalbin yaşadığı o anlatılmaz saatlere benzer saatlerde, ortada yalnızca acı duymak için nedenler varken, yine de içinde bir sevinç ürpertisi duyarak kendi kendine, "Bunlar bana gelen onun düşünceleri!" diyor, sonra ilave ediyordu: "Belki benim düşüncelerim de ona gidiyordur."

Bir an sonra başını sallayarak bu hülyadan çıkıp kendine geliyordu ama yine de bu onun ruhuna bazen umuda benzer ışıklar serpmeyi başarıyordu. Zaman zaman, özellikle hayalperestleri en çok kedere boğan akşam saatlerinde, aşkın beynine doldurduğu en saf, en gayri şalisi, en ideal hayalleri yalnız bu iş için kullandığı bir defterin yapraklarına döküyordu. Bu işe, "ona mektup yazmak" diyordu.

Bu yüzden onun aklında bir bozukluk olduğu sanılmamalıdır. Tersine. Çalışmak ve belli bir hedefe doğru azimle ilerlemek yeteneğini kaybetmişti gerçi ama düşüncesinin açıklığı ve düzgünlüğü her zamankinden fazlaydı. Marius gözleri önünde cereyan eden şeyleri, hatta en ilgisi olmayan olayları ya da insanları bile, garip olmakla beraber sakin ve gerçek bir aydınlık içinde görüyordu; hepsi hakkında âdeta dürüst bir bitkinlikle, safdilce bir ilgisizlikle en doğru sözü bulup söylüyordu. Hükümleri, umuttan hemen tamamen kopmuş bir halde yükseklerde dolaşıyor, süzülüyordu.

Bu zihin hali içinde, hiçbir şey onun gözünden kaçmıyor, hiçbir şey onu aldatamıyordu; her an hayatın, insanlığın, kaderin sırlarını keşfediyordu. Tanrı'nın, bunalımlar içindeyken bile aşka ve felakete layık bir ruh verdiği insana ne mutlu! Bu dünyaya ait şeyleri ve insan kalplerini bu çifte ışık altında görmemiş olan kimse, hiçbir hakiki şey görmemiş, hiçbir şey bilmiyor demektir.

Seven ve acı çeken ruh, yücelik mertebesindedir. Öte yandan günler birbirini takip ediyor, yeni hiçbir şey ortaya çıkmıyordu. Yalnız ona, önünde kalan katedilecek karanlık mesafe her an biraz daha kısalıyormuş gibi geliyordu. Dibi bulunmayan sarp yamacın kenarını şimdiden açık seçik görür gibi oluyordu.

- Nasıl olur! diye tekrarlayıp duruyordu kendi kendine. Ölmeden göremeyecek miyim onu?

Saint-Jacques Sokağı'ndan yukarıya doğru çekilip şehir kapısı yanda bırakılarak soldaki eski iç bulvar bir süre takip edilecek olursa, önce Sante Sokağı'na, sonra Glaciere'e varılır ve küçük Go belins Irmağı'na gelmeden az önce tarla gibi bir yere rastlanır. Burası Paris'in uzun, monoton bulvarlar kuşağında Ruysdael'in oturmak isteyeceği tek yerdir.

Güzelliğin nasıl olduğu bilinmeden ortaya çıkıverdiği bir yerdir orası. Üzerine boydan boya ipler gerilmiş yemyeşil bir çayır, iplerde rüzgârlanarak kuruyan paçavralar; 13. Louis zamanında inşa edilmiş, acayip bir tarzda çatı pencereleriyle delinmiş kocaman damı olan eski bir sebze çiftliği binası; harap tahta perdeler, kavak ağaçları arasında bir parça su; kadınlar, gülüşmeler, sesler, ufukta Panthèon, sağır dilsizler ağacı; siyah, bodur, acayip, eğlenceli, muhteşem Val-de-Grâce ve dipte Notre-Dame'ın kulelerinin ciddi, vakur dört köşe tepeleri.

Görülmeye değer bir yerdir burası, onun için de kimse gelmez. Çeyrek saatte bir, iki tekerlekli yaysız bir araba yahut bir yük arabası ya geçer, ya geçmez.

Marius'un tek başına yaptığı gezintiler bir defasında onu su kenarındaki bu araziye götürdü. O gün, bu bulvarın üstünde ender rastlanan bir şey, bir yolcu vardı. Bu yerin âdeta vahşi güzelliğinden belli belirsizce etkilenen Marius, yoldan geçene sordu:

- Buranın adı nedir?

Yolcu cevap verdi:

- Tarla Kuşu'nun tarlası.

Arkadan ekledi:

Ivryli çoban kızını Ulbach burada öldürmüştü.

Ne var ki Marius, Tarla Kuşu kelimesinden sonrasını artık hiç duymamıştı. Hayalperestlikte böyle tek bir kelimenin yol açtığı ani donmalar vardır. Bütün düşünce birdenbire bir fikrin etrafında toplanıp yoğunlaşır, insanın başka hiçbir şeyi kavrayacak gücü kalmaz. Tarla Kuşu, Marius'un melankolisinin derinliklerinde Ursule'ün yerini alan isimdi. O esrarengiz içten konuşmalara has mantıksız şaşkınlıkla:

- Bak hele, dedi, onun tarlasıymış bu. Onun oturduğu yerde olacağım burada.

Saçma bir şeydi bu ama karşı konulması da imkânsızdı.

Böylece her gün Tarla Kuşu'nun tarlasına gelmeye başladı.

II

HAPİSHANELERİN KULUÇKALIĞINDA SUÇ EMBRİYONLARININ MEYDANA GELİŞİ

Javert'in Gorbeau viranesinde kazandığı zafer dört başı mamur gibi görünüyordu ama aslında hiç de öyle değildi.

Öncelikle Javert tutsağı yakalayamamıştı, bu onun başlıca kaygısıydı. Sıvışan bir maktul, katilden daha çok kuşku uyandırır; haydutlar için bu kadar değerli bir av olan bu kişinin, devlet gücü için daha az değerli olmaması pek muhtemeldi.

Sonra Montparnasse da Javert'in elinden kaçmıştı. Bu "şeytan züppesi"ni ele geçirmek için başka bir fırsatı kollamak gerekiyordu. Gerçekten de, bulvarın ağaçları altında gözcülük etmekte olan Êponine'e rastlayan Montparnasse, kızla Nemorin olmayı, babayla Schinderhannes olmayı tercih ettiği için onu alıp götürmüştü, böyle yapması kendisi için iyi de olmuştu. Serbestti. Éponine'e gelince, Javert onu enseletmişti ama zayıf bir teselliydi bu. Éponine, Madelonnettes'te Azelma'yla buluşmuştu.

Son olarak Gorbeau viranesinden Force Hapishanesi'ne kadar olan yolda, başlıca tutuklulardan biri, Claquesous, ortadan kaybolmuştu. Bu işin nasıl olduğunu kimse bilemiyordu; memurlar, zaptiye çavuşları hiçbir şey anlayamıyorlardı, buhar olmuştu, parmak kelepçelerinden sıyrılıvermişti, arabanın çatlakları arasından akıp gitmişti, sanki araba yarılmış, o da kaçmıştı; kimse ne diyeceğini bilemiyordu; bilinen tek şey hapishaneye gelindiğinde Claqursous'nun artık ortada olmadığıydı. Bu işte ya cinlerin, perilerin parmağı vardı ya da polisin. Suda eriyen bir kar tanesi gibi Claqucsous da karanlıkta erimiş miydi? Polislerle açıklanmayan bir işbirliği içinde miydi yoksa? Düzensizlikle düzen arasında çift taraflı bir esrar mıydı bu adam? Hem suç hem de cezayla ortak bir merkez üzerinde mi bulunuyordu? Bu Sfenks'in ön ayakları suçun, arka ayakları devlet gücünün içinde miydi? Javert bu gibi kombinasyonları asla kabul etmezdi, bu gibi uzlaşmalar karşısında diken diken kesilirdi ama onun takımında başka müfettişler de vardı, bunlar onun altında olmakla beraber, polis müdürlüğünün sırlarına belki de ondan fazla vakıftılar ve Claquesous gayet iyi ajanlık edebilecek cinsten bir urdu. Geceyle böylesine dalavereli içten ilişki halinde olmak, haydutluk için fevkalade uygun, polis için de pek mükemmel bir şeydir. İşte böyle iki tarafı keskin kılıca benzeyen alçaklar vardır. Kısacası ne olduysa oldu, kaybolan Claquesous bulunamadı. Javert bu işe şaşmaktan çok öfkelendi.

Marius'a gelince, Javert adını unutmuş olduğu "korkuya kapılmış olması muhtemel o avukat enayisi"ni pek umursamıyordu. Zaten bir avukat nasıl olsa her zaman bulunabilirdi. Ama sadece avukat mıydı o bakalım?

Soruşturma başlamıştı.

Sorgu hakimi, gevezelik eder umuduyla Patron-Minette Çetesi'nin adamlarından birini hücreye koymamayı faydalı bulmuştu. Petit-Banquier Sokağı'ndaki uzun saçlı adam, Brujon'du bu. Onu Charlemagne Avlusu'na salıvermişlerdi, nöbetçilerin gözü üzerindeydi.

Bu Brujon adı, Force Hapishanesi'nin anılarından biridir. Yeni Bina'nın avlusu denen hapishane idaresinin Saint-Bernard Avlusu, hırsızlarınsa Aslanlar Çukuru adını verdikleri o iğrenç avluda, sol tarafta damlara kadar yükselen pul, yosun ve mantarlarla kaplı duvarın üzerinde, şimdi haydutların yatakhanesi haline getirilen Force'un eski dükalık konağına ait küçük kiliseye açılan eski bir paslı demir kapının yanında, on iki yıl öncesine kadar, taşa çiviyle kabaca oyulmuş kale gibi bir şeyle onun altında şu imza görülüyordu:


BRUJON, 1811.


1811'deki Brujon, 1832'deki Brujoriun babasıydı.

Gorbeau tuzağında, kendisini ancak şöyle bir görebildiğimiz bu sonraki Brujon, hayli kurnaz ve becerikli ama şaşkın ve mızmız tavırlı, dinç bir delikanlıydı. Bu şaşkın tavrını göz önüne alan sorgu hakimi, tecrit hücresinden çok Charlemagne Avlusu'nda işe yarayacağı düşüncesiyle onu bırakmıştı.

Hırsızlar, adaletin eline düştüler diye faaliyetlerine ara vermezler. Hiç istiflerini bozmazlar bu kadarcık bir şey için. Bir suçtan dolayı hapiste olmak, başka bir suça başlamaya engel değildir. Salonda bir tabloları dururken atölyelerinde yeni bir eser üzerinde çalışmaktan geri kalmayan sanatkârlar gibidir onlar.

Brujon, hapishanede şaşırmış gibi görünüyordu. Bazen onu Charlemagne Avlusu'nda saatlerce ayakta, kantincinin penceresinin yanında durup kantin fiyatlarını gösteren ve "Sarımsak, 82 santim" diye başlayıp, "Yaprak sigarası, beş santim" diye biten pis tabelayı aptal aptal seyrederken görüyorlardı. Yahut da vaktini dişlerini birbirine vurup titremekle, ateşi olduğunu söyleyip hasta koğuşundaki yirmi sekiz yataktan birinin boş olup olmadığını soruşturmakla geçiriyordu.

Birdenbire, 1832 Şubatı'nın ikinci yansına doğru Brujon'un, bu uyuşuk adamın, siparişle iş gören hapishane hademeleri aracılığıyla kendi adına değil de üç arkadaşı adına üç ayrı iş sipariş ettiği öğrenildi. Bunlar ona toplam elli meteliğe mal olmuştu. Bu aşın masraf hapishane kumandanının dikkatini çekti.

Araştırma yapıldı, tutukluların konuşma yerinde asılı sipariş tatil esine bakılarak bu elli meteliğin dökümünün şu şekilde olduğu öğrenildi: üç siparişten biri Panthèon'a, on metelik; biri Val-de-Grâce'a, on beş metelik; biri de Grenelle şehir kapısına, yirmi beş metelik. Bu sonuncusu, fiyat tarifesinin en pahalısıydı. Tam da Panthèon'da, Val-de-Grace'ta, Grenelle şehir kapısında üç korkunç serserinin evleri vardı. Bunlar Kruideniers, nam-ı diğer Bizarro, serbest bırakılmış forsa Glorieux ve bir de Barrecarrosse'tu. Bu olay polisin gözünü onların üzerine çekti. Bu adamların, ele-başlarından ikisinin, Babet'yle Gueulemer'in, hapse atılmış olan Patron-Minette'le gizli bağları bulunduğu tahmin edilmekteydi. Brujon'un ev adreslerine değil de sokakta bekleyen kimselere gönderdiği mesajlarda, tasarlanan bazı muzır işlere dair haberler olduğu sanılıyordu. Elde başka bazı alametler de vardı; üç serseri derdest edildiler. Böylece Brujon'un tertibinin boşa çıkarıldığı sanıldı.

Bu tedbirler alındıktan aşağı yukarı bir hafta sonra bir gece, Yeni Bina'nın alt kat yatakhanesini kontrol eden bir gözcü, devriye jetonunu jeton kutusuna atacağı sırada -gözcülerin görevlerini tam olarak yerine getirdiklerinden emin olmak için kullanılan bir usuldü bu, her saat başında yatakhanelerin kapılarına çakılı kutuların hepsine birer jeton atılması gerekiyordu- yatakhane kapısındaki gözetleme deliğinden, Brujon'un, yatağında oturup duvardaki lambanın ışığında bir şeyler yazdığını gördü. Gardiyan içeri girdi. Brujon'u bir ay süreyle hücreye attılar ama yazdığı şeyi ele geçiremediler. Polis de daha fazla bilgi sağlayamadı.

Yalnız kesin olan şu ki, bu olayın ertesi günü Charlemagne Avlusu'ndan Aslanlar Çukuru'na, iki avluyu ayıran beş katlı binanın üzerinden bir "posta" atıldı.

Mahpusların posta dedikleri şey, sanatkârca yoğrulup şekillendirilmiş bir ekmek topağıdır. Bunu İrlanda'ya, yani hapishanelerden birinin damı üzerinden bir avludan öbürüne gönderirler. Kelimenin etimolojisi şudur: İngiltere'nin üzerinden, bir topraktan öbürüne, İrlanda'ya. Bu topak avluya düşer. Onu yerden alan açar, içinde o avludaki mahkûmlardan birine yazılmış bir pusula bulur. Ekmek topağını bulan bir mahpussa pusulayı sahibine verir; yok, bir gardiyan ya da hapishanelerde "koyun", kürekte "tilki" denilen gizlice satılmış mahkûmlardan biriyse, pusula, hapishane kalemine götürülür ve oradan polise teslim edilir.

Bu defa, gönderildiği kişi o sırada tecritte olmasına rağmen, posta adresine ulaştı. Postanın gönderildiği kişi, Patron-Minette'in dört elebaşısından biri olan Babet'den başkası değildi.

Postanın içinde dürülmüş bir kâğıt vardı, üzerinde sadece şu iki satırlık yazı bulunuyordu:

- Babet, Plumet Sokağı'nda yapılacak bir iş var. Kapısı demir parmaklıklı bir bahçe.

Brujon'un gece yazdığı şey buydu.

Erkek ve kadın arayıcılara rağmen Babet, pusulayı Force'tan Salpetriere'e, orada yatan "iyi bir kadın dost"una ulaştırmanın yolunu buldu. Bu kız da pusulayı kendi tanıdığı başka bir kıza iletti. Magnon adındaki bu kız, polis tarafından sıkıca gözlenmekteyse de henüz tutuklanmamıştı. Okuyucunun adına daha önce de rastlamış olduğu bu Magnon'un, daha ileride belirtileceği gibi Thénardierlerle ilişkisi vardı ve Éponine'i görmeye giderken Salpetriere'le Madelonnettes arasında köprü görevi görebiliyordu.

İşte tam o sıralarda, Thénardier hakkında yürütülen soruşturmada kızları aleyhine yeterli delil bulunamadığından, Éponine'le Azelma tahliye edildiler.

Éponine çıkarken Madelonnettes'in kapısında onu bekleyen

Magnon, Brujon'un Babet'ye yazdığı pusulayı ona vererek işin aydınlatılmasını ona havale etti.

Éponine, Plumet Sokağı'na gitti, parmaklıklı kapıyı ve bahçeyi lamdı, evi inceledi, gözetledi, kolladı ve birkaç gün sonra Clocheperce'te oturan Magnon'a peksimet götürdü. Magnon da bunu Babet'nin Salpetriere'deki metresine ulaştırdı. Hapishanelerin karanlık sembolizminde peksimet "iş yok" anlamına gelir.

Öyle ki, aradan bir hafta geçmeden Babet ile Brujon, biri "soruşturma"ya gider öteki oradan dönerken Force'un devriye yolunda karşılaştıklarında:

- Ne haber P Sokağı'ndan? diye Brujon sordu.

- Peksimet, karşılığını verdi Babet.

Böylece Brujon'un Force'ta yavruladığı bu suç cenini boşa gitti.

Ne var ki bu düşük cenin, Brujon'un programına büsbütün yabancı bazı sonuçlara yol açtı. Bunları az sonra göreceğiz.

Çoğu zaman, insan bir ipliği düğümlediğini sanırken başka bir ipliği bağlar.

III

MABEUF BABA'YA GÖRÜNEN HAYAL

Marius kimseye gitmiyordu artık; yalnız ara sıra Mabeuf Baba'ya rastladığı oluyordu.

Marius, yeraltı mahzenlerinin merdiveni diyebileceğimiz ve insanın başı üstünde mutlu adımların sesini duyduğu ışıksız yerlere doğru giden kasvetli basamakları ağır ağır inerken, Mösyö Mabeuf de aynı basamakları kendi yönünden inmekteydi.

Cauteretz Dolaylarının Florası artık hiç satılmaz olmuştu. Austerlitz'deki, iyi güneş görmeyen küçük bahçede çivit ağacı yetiştirme denemeleri hiç başarılı olmamıştı. Mösyö Mabeuf burada ancak rutubet ve gölge seven birkaç nadide bitkiyi yetiştirebilmekteydi. Ama yine de cesaretini kaybetmiyordu. Botanik Bahçesi'nde "masrafı kendisine ait olmak üzere" çivit ağacı yetiştirme denemelerinde bulunmak için iyi güneş gören bir toprak parçası elde etmişti. Bunun için Flora'sının bakırdan klişelerini rehin sandığına yatırmıştı. Öğle yemeğini iki yumurtaya indirmişti, bunun da birini on beş aydır ücretini ödemediği ihtiyar hizmetçisine bırakıyordu. Öğle yemeği de çoğu zaman onun tek yemeği oluyordu. O çocuksu gülüşüyle gülmüyordu artık, aksileşmişti, ziyaretçi de kabul etmiyordu. Marius ona gitmeyi düşünmemekle iyi yapıyordu. Bazen Mösyö Mabeuf'ün Botanik Bahçesi'ne gittiği saatte, ihtiyar adamla delikanlı Hôpital Bulvarı'nda karşılaşıyorlardı.

Konuşmuyor, sadece hüzünlü bir baş işaretiyle selâmlaşıyorlardı. Sefaletin bir an gelip dostluk bağlarını çözmesi ne acıdır! Eskiden iki dostken, şimdi yoldan geçen iki yaya olmuşlardı.

Kitapçı Royol ölmüştü. Mösyö Mabeuf artık yalnız kitaplarını, bahçesini ve çivit ağacını tanıyordu. Mutluluğun, zevkin ve ümidin onun nazarında aldığı üç şekildi bunlar. Yaşaması için bu kadarı ona yetiyordu. Kendi kendine, "Top top mavi çiçeklerimi elde edince zengin olacağım," diyordu. "Rehin sandığından bakırlarımı kurtaracağım; şarlatanlıkla, davul çalarak, gazetelere ilan vererek Flora'ma yeniden rağbet kazandıracağım; Pierre de Medine'in 1559 baskısı, tahta kapaklı, Gemicilik Sanatı kitabından bir nüsha satın alacağım, nereden alacağımı da biliyorum." Bu arada gün boyunca çivit ağacı tarlasında çalışıyor, akşamları evine döndüğünde bahçesini suluyor, kitaplarını okuyordu. Mösyö Mabeuf o tarihte seksen yaşma adamakıllı yaklaşmıştı.

Bir akşam garip bir hayal gördü.

Evine dönmüştü, henüz ortalık iyice aydınlıktı. Sağlığı bozuk olan Plutarque Ana hastaydı, yatıyordu. Üzerinde biraz et kalmış bir kemik ve mutfak masasının üzerinde bulduğu bir parça ekmekle akşam yemeğini yemiş, bahçesinde sıra görevi gören devrik bir sınır taşı üzerine oturmuştu.

Bu sıranın yanında eski meyve bahçelerinde olduğu üzere, kiriş ve tahtalardan yapılma hayli harap kocaman bir çeşit dolap yükseliyordu; zemini tavşan kümesi, üst katı yemişlikti. Kümeste tavşan yoktu ama yemişlikte birkaç elma vardı. Kış için saklananlardan arta kalanlar.

Mösyö Mabeuf, kendisini pek ilgilendiren, hatta -yaşı için vahim şey- zihnini uğraştıran iki kitabı gözlüğünün yardımıyla karıştırmaya, okumaya koyulmuştu. Tabiatındaki çekingenlik onu batıl inançları kabule meyilli kılıyordu. Bu kitaplardan birincisi başkan Delancre'ın Cinlerin Değişken Mizacı adlı ünlü eseri, diğeriyse Mutor de la Rubaudiere'in Vauvert Şeytanları ve Bitvre'in Cinleri Üzerine in-quarto kitapçığıydı. Bu son kitapçık onu büsbütün ilgilendiriyordu çünkü bahçesi, vakti zamanında cinlerin pek sık uğradıkları bir yerdi. Alacakaranlık yukarıda olanları ağartmaya, aşağıda olanları da karartmaya başlıyordu. Mabeuf Baba bir yandan okuyor, bir yandan da elindeki kitabın üstünden bitkilerini ve özellikle muhteşem katmerli bir zakkumu seyrediyordu; içine teselli veren şeylerden biriydi bu onun. Sam yeliyle, rüzgârla, güneşle dört gün geçmiş, tek bir damla yağmur düşmemişti. Saplar bükülüyor, tomurcuklar eğiliyor, yapraklar dökülüyordu; hepsinin sulanmaya ihtiyacı vardı. Bilhassa katmerli zakkum pek mahzun duruyordu. Mabeuf Baba bitkilerin de ruhu olduğuna inananlardandı. İhtiyar adam bütün gün çivit ağaçları ekili toprak parçasında çalışmış, yorgunluktan bitap düşmüştü. Buna rağmen yerinden kalktı, kitaplarını sıranın üstüne koydu ve iki büklüm bir vaziyette, sarsak adımlarla kuyuya kadar gitti ama zinciri yakaladığı zaman onu çengelinden çıkaracak kadar bile çekemedi. Bunun üzerine geri döndü ve gözlerini derin bir yeisle gitgide yıldızlarla dolan gökyüzüne doğru kaldırdı.

Akşam vaktinde, insanoğlunun acılarını bilmem nasıl kasvetli ve ebedi sevinç altında ezen bir huzur vardı. Gece de gündüz kadar kurak geçeceğe benziyordu.

- Her tarafta yıldızlar! diye düşündü ihtiyar. En küçük bir bulut bile yok! Bir damla su bile yok!

Bir an yukarı kalkan başı, tekrar göğsüne düştü.

Yine kaldırdı başını, mırıldanarak bir daha baktı gökyüzüne:

- Bir damla çiy! Birazcık merhamet!

Kuyunun zincirini bir kere daha kancasından çıkarmayı denedi fakat yapamadı.

Tam o anda bir ses duydu, şöyle diyordu ses:

- Mabeuf Baba, bahçenizi sulayayım ister misiniz?

Aynı zamanda, çitten vahşi bir hayvan geçiyormuş gibi ses geldi, çalıların arasından uzun boylu zayıf bir kızın çıktığını gördü Mösyö Mabeuf. Kız ona korkusuzca bakarak karşısına dikildi. Bir insandan çok alacakaranlıkta açılan bir şekle benziyordu.

Kolayca telaşa düşen, az önce söylediğimiz gibi, hemen korkuya kapılan Mabeuf Baba daha verecek bir hecelik karşılık bulamadan, karanlığın içinde acayip bir haşinlikle hareket eden bu varlık, zinciri kancasından çıkarmış, kovayı kuyuya daldırıp çekmiş ve bahçe süzgecini doldurmuştu bile. Adamcağız, çıplak ayaklı, partal eteklikli bu görüntünün çiçek tarhları arasında koşuşup çevresine hayat dağıttığını görüyordu. Bahçe süzgecinin yapraklar üzerinde çıkardığı ses Mabeuf Baba'nın ruhunu sevinç ve hayranlıkla dolduruyordu. Katmerli zakkum ona artık mutluymuş gibi geliyordu.

Birinci kova boşalınca, kız bir İkincisini, sonra bir üçüncüsünü çekti. Bütün bahçeyi suladı.

Simsiyah görünen siluetiyle onun böyle tarhlar arasındaki yollarda, yırtık pırtık şalını köşeli uzun kolları üzerinde sallaya sallaya yürümesinde, âdeta yarasaya benzer bir hal vardı.

İşini bitirince, Mabeuf Baba gözlerinden yaşlar akarak kıza yaklaştı ve elini onun alnına koydu.

- Tanrı sizi takdir edecektir, dedi, mademki çiçeklere ihtimam gösteriyorsunuz, siz bir meleksiniz.

- Hayır, diye cevap verdi kız, ben şeytanım, ama umurumda bile değil.

İhtiyar onun cevabını beklemeden ve duymadan haykırdı:

- Ne yazık ki kötü bahtlı ve yoksulum! Sizin için hiçbir şey yapamayacak haldeyim!

- Benim için bir şey yapabilirsiniz, dedi kız.

- Ne gibi bir şey?

- Mösyö Marius'un nerede oturduğunu söyleyebilirsiniz.

İhtiyar hiçbir şey anlamadı:

- Hangi Mösyö Marius'un?

Fersiz gözlerini kaldırdı, kaybolmuş bir şeyi arar gibi yaptı.

- Vaktiyle buraya gelen bir genç.

Bu arada Mösyö Mabeuf belleğini yoklamıştı.

- Ha! Evet... diye haykırdı. Kimi kastettiğinizi biliyorum. Durun bakayım! Mösyö Marius... Baron Marius Pontmercy, hay Allah! Şeyde oturuyor... Daha doğrusu artık oturmuyor... Ha, evet, bilmiyorum.

Bunu derken bir katmerli zakkum dalını bağlamak için eğilmişti, devam etti:

- Bak şimdi hatırladım. Sık sık bulvardan geçiyor, Glaciere tarafına doğru gidiyor. Croulebarbe Sokağı. Tarla Kuşu tarlası. Oraya gidin. Kolayca rastlarsınız.

Mösyö Mabeuf doğrulduğunda, ortada hiç kimse kalmamıştı, kız kaybolmuştu.

Elbette biraz korktu.

- Doğrusu bahçem sulanmış olmasaydı bunun bir ruh olduğuna inanırdım, diye düşündü.

Bir saat sonra yattığı zaman, aynı şey yine aklına geldi; uykuya dalarken, denizi geçmek için balık haline giren masal kuşu gibi, düşüncenin uykuyu aşmak için yavaş yavaş rüya haline girdiği o bulanık anda, kendi kendine, dalgın dalgın şöyle diyordu:

- Doğrusu bütün bunlar Rubaudiere'in cinlere dair anlattıklarına pek benziyor. Sakın bir cin olmasın bu?

IV

MARIUS'A GÖRÜNEN HAYAL

Bir "ruh"un Mabeuf Baba'yı bu ziyaretinden birkaç gün sonra, bir sabah -günlerden pazartesiydi, yani Marius'un Courfeyrac'tan Thénardier için yüz metelik ödünç para aldığı gündü- Marius parayı cebine koymuş, onu hapishane kalemine götürmeden önce, dönüşte çalışabilmesini sağlayacağı ümidiyle, "biraz gezinmeye" gitmişti. Bu hep böyle oluyordu zaten. Yataktan kalkar kalkmaz biraz tercüme çırpıştırmak üzere bir kitapla bir kâğıdın başına oturuyordu. O zamanlardaki işi, Almanların ünlü bir kalem kavgasını, Gans'la Savigny arasındaki tartışmayı Fransızcaya çevirmekti. Savigny'yi alıyordu, Gans'ı alıyordu, dört satır okuyor, bir satır yazmaya çalışıyor ama yapamıyordu, önündeki kâğıtla kendi arasında bir yıldız görüyordu. Sandalyesinden kalkıyor:

- Şöyle bir dışarı çıkayım. Bu benim çalışabilir duruma gelmemi sağlar, diyordu.

Tarla Kuşu'nun tarlasına gidiyordu.

Orada o yıldızı büsbütün fazla, Savigny ile Gans'ı ise büsbütün az görüyordu.

Sonra evine dönüyor, işine devam etmeyi deniyor ama bir türlü başaramıyordu; beyninde kopan tellerin hiçbirini yeniden bağlamaya imkân olmuyordu. O zaman kendi kendine şöyle diyordu: "Yarın dışarı çıkmayacağım. Çalışmama engel oluyor bu." Yine de her gün çıkıyordu.

Courfeyrac'ın evinden çok Tarla Kuşu'nun tarlasında oturuyordu. Asıl adresi şuydu: Sante Bulvarı, Croulebarbe Sokağı'ndan sonraki yedinci ağaç.

O sabah bu yedinci ağaçtan ayrılmış, Gobelin Irmağı'nın korkuluğuna oturmuştu. Güneş, taze açmış pırıl pırıl yaprakların arasına keyifli keyifli sokuluyordu.

Marius "O"nu hayal ediyordu. Hayalleri yergi halini alıp kendi üzerine düşmekteydi. Benliğini saran tembelliği, bu ruh kötürümlüğünü ve her an gözlerinin önünde koyulaşıp kalınlaşan, artık güneşi bile ona göstermez olan gece karanlığını acı acı düşünüp duruyordu. Ne var ki faaliyet gücü son derece azaldığı, kendini üzüntüye bırakacak kadar da mecali kalmadığı için, bir monolog bile sayılamayacak olan bu karmakarışık fikirlerin acıklı fışkırışı arasında, bu melankolik dalgınlık arasında yine de dış dünyaya ait duygular ona kadar ulaşabiliyordu. Arkasında, aşağısında, ırmağın iki kıyısında, çamaşırlarını çitileyen Gobelin'in çamaşırcı kadınlarını, başının üstündeyse karaağaçların içinde şakıyan, öten kuşları duyuyordu. Bir yanda hürriyetin, mutlu tasasızlığın, kanatlanmış boş zamanın; öbür yanda emeğin gürültüsü. Onu derin hayallere, hatta âdeta düşünmeye iten bir şeydi bu iki neşeli gürültü.

Esriklikle bitkinleşmişken birdenbire tanıdık bir ses işitti:

- Hah! İşte orada! diyordu bu ses.

Gözlerini kaldırdı ve bir sabah odasına gelmiş olan o kötü bahtlı çocuğu, Thénardierlerin büyük kızı Éponine'i tanıdı. Şimdi artık onun adının ne olduğunu biliyordu. Ne tuhaftır ki kız hem yoksullaşmış hem de güzelleşmişti. Halbuki bu iki yönde de ileri tek adım atabilecek gibi görünmüyordu. Aydınlık ve sefalet yönünde çifte ilerleme kaydetmişti. Kararlı bir tavırla Marius'un odasına girdiği o günkü gibi yine yalınayak, yine partal elbiseler içindeydi unu elbiseleri iki ay daha eskimişti; delikleri daha geniş, paçavraları daha iğrençti. Ses yine aynı kısık ses; alın sıcak, kuru yelin yakıp kırıştırdığı aynı alın; bakış aynı özgür, şaşkın ve oynak bakışlı Yüz ifadesinde eskisinden fazla olarak, hapse girmişliğin sefalete ilave ettiği bir çeşit ürküntü ve acındırıcılık vardı.

Saçlarında saman ve ot kırıntıları göze çarpıyordu; Hamlet'in deliliğinin bulaşmasıyla aklını kaçıran Ophelia'da olduğu gibi değil de bir ahır samanlığında yatmış olduğu için...

Ve bütün bunlarla birlikte güzeldi. Ey gençlik! Ne muhteşem bir yıldızsın sen!

Kız bu sırada kansız yüzünde bir parça sevinç ve tebessüme benzer bir şeyle Marius'un önünde durmuştu. Bir süre sanki konuşamıyormuş gibi kalakaldı ve sonunda:

- Demek size rastlayabildim! dedi. Mabeuf Baba'nın hakkı varmış, bu bulvardaymış! Sizi ne kadar çok aradım, bir bilseniz! Biliyor musunuz? Ben içerdeydim. On beş gün! Sonra salıverdiler! Çünkü bana yüklenebilecek hiçbir suç yoktu, hem zaten akıl yaşıma da henüz girmedim. İki ay daha lazım. Ah! Sizi ne kadar aradım! Altı haftadan beri. Demek artık orada oturmuyorsunuz, öyle mi?

- Hayır, dedi Marius.

- Ha! Anlıyorum. O şeyden ötürü. Böyle zorbaca soygunlar hiç de hoş değil. Siz de taşındınız. Ama durun hele! Niçin eski püskü şapkalar giyiyorsunuz böyle! Sizin gibi bir gencin güzel elbiseleri olmalı. Biliyor musunuz, Mösyö Marius? Mabeuf Baba size Baron Marius bilmem ne diyor. Baron olduğunuz doğru değil, değil mi? Baronlar ihtiyar olurlar, Lüksemburg'da şatonun önüne, en güneşli yere giderler, bir metelik verip Quotidienne okurlar. Bir keresinde bir mektup götürmek için öyle bir baronun evine gitmiştim. Yüz yaşından fazlaydı. Söylesenize, şimdi nerede oturuyorsunuz?

Marius cevap vermedi. Kız devam etti:

- Ah! Gömleğinizde bir delik var. Onu dikmem gerek sizin için.

Gittikçe mahzunlaşan bir ifadeyle sordu:

- Beni görmekten memnun değil misiniz yoksa?

Marius susuyordu. Kız da bir an sessiz kaldıktan sonra haykırdı:

- Ama eğer istersem sizi memnun görünmeye zorlayabilirim!

- Nasıl? diye sordu Marius. Ne demek istiyorsunuz?

- Yo! Bana sen diyordunuz! dedi kız.

- Peki öyleyse, ne demek istiyorsun?

Kız dudaklarını ısırdı, tereddüt eder gibiydi, sanki içinde bir mücadele veriyordu. Nihayet kararını vermiş göründü.

- Boş verin, fark etmez. Kederli görünüyorsunuz, halbuki keyifli olmanızı istiyorum. Yalnız bana güleceğinizi vaat edin. Güldüğünüzü ve "Oh iyi! Bu güzel işte!" dediğinizi görmek istiyorum. Zavallı Mösyö Marius! Hatırlıyor musunuz? Bana ne istersem vereceğinizi vaat etmiştiniz...

- Evet! Konuşsana canım!

Kız, Marius'un gözlerinin içine bakarak:

- Adresi buldum, dedi.

Marius sapsarı kesildi. Bütün kanı kalbine çekildi.

- Hangi adresi?

- Benden istediğiniz adresi!

Gayretle söylercesine ilave etti:

- Şu adres... Hani bildiğiniz!

- Evet! diye kekeledi Marius.

- Küçükhanımın adresi!

Bu sözü söyledikten sonra derin bir iç çekti.

Marius, üstünde oturduğu korkuluktan yere atladı, heyecandan kendini kaybetmişçesine kızın eline sarıldı.

- Oh! Peki öyleyse! Götür beni! Söyle bana! Ne dilersen iste benden! Neresi?

- Gelin benimle, diye cevap verdi kız. Sokağı ve numarayı iyi bilmiyorum; buraya göre tam aksi yanda ama evi biliyorum, sizi oraya götüreceğim.

Elini çekti ve ekledi:

- Ah! Ne kadar da memnun oldunuz!

Sesinin tonu dışardan bakan bir kimseyi üzebilirdi ama sarhoş ve kendinden geçmiş bir halde olan Marius'a hiç dokunmadı.

Marius'un alnından bir bulut geçti. Éponine'in kolunu yakaladı.

- Bir şey için yemin et bana!

- Yemin mi edeyim? dedi kız. Bu da ne demek oluyor? Bak hele! Yemin etmemi istiyorsunuz, öyle mi? Güldü.

- Baban! Söz ver bana Éponine! Yemin et bana ki bu adresi babana vermeyeceksin!

Kız şaşakalmış bir halde ona doğru döndü.

- Éponine! Adımın Éponine olduğunu nereden biliyorsunuz?

- Söz ver bana dediğimi yapacağına dair!

Ama kız onu duyuyor gibi görünmüyordu.

- Ne güzel bu! Bana Éponine dediniz.

Marius, onu iki kolundan birden yakaladı.

- Fakat Allah aşkına cevap ver bana! Sana söylediğime dikkat et, bildiğin adresi babana söylemeyeceğine söz ver bana!

- Babam mı? dedi kız. Hı evet, babam! Gönlünüz rahat olsun. O hücrede. Zaten babam umurumda bile değil!

- Ama söz vermiyorsun bana! diye Marius haykırdı.

Kız kahkahalarla gülerek:

- Canım, bıraksanıza kollarımı, dedi, amma da sarstınız beni! Tamam! Tamam! Söz veriyorum size! Yemin ediyorum! Ne önemi var ki benim için? Adresi babama söylemeyeceğim. Oldu mu şimdi? Bu muydu istediğiniz?

- Başka bir kimseye de söylemeyeceksin, değil mi?

- Hiç kimseye.

- Şimdi götür beni oraya, dedi Marius.

- Hemen mi?

- Hemen.

- Gelin. Ah! Ne kadar da memnun, ne kadar da memnun! diye söylendi.

Birkaç adım attıktan sonra durdu.

- Çok yakından izliyorsunuz beni, Mösyö Marius. Bırakın ben önden gideyim, siz de hiç belli etmeden, şöyle arkamdan gelin. Sizin gibi bir gencin benim gibi bir kadınla birlikte görülmesi doğru olmaz.

Bu çocuğun ağzından çıkan bu "kadın" sözünün taşıdığı olanca anlamı hiçbir dil ifade edebilecek güçte değildir.

On, on iki adım kadar sonra yeniden durdu; Marius ona yetişti. Kız ona dönmeden yana doğru konuştu:

- Aklıma gelmişken söyleyeyim, hatırlarsınız bana bir şey vaat etmiştiniz hani?

Marius ceplerini karıştırdı. Bütün van yoğu Baba Thénardier'ye verilecek beş franktan ibaretti. Parayı alıp Éponine'in eline tutuşturdu.

Kız parmaklarını açtı, parayı avucundan yere düşürdü ve mahzun bir tavırla delikanlıya bakarak:

- Sizin paranızı istemiyorum, dedi.

Continue Reading

You'll Also Like

680 73 12
Kısa Hikaye // Texting [Tamamlandı ✓] 05...: Bugün sana 24. Siyah Laleyi gönderdim. 05...: Sende keşke bu Siyah Lalelerin anlamını öğrenebilsen... 0...
48K 2K 10
Zweig bu novellası'nda bir kadının yaşamını bütünüyle değiştiren yirmi dört saatlik deneyimini anlatırken, insanda içkin saplantıların ve dayanılmaz...
75.3K 1.3K 98
Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği sürdükçe, böylesi kitaplar gereksiz sayıl...
164K 3.9K 41
Yoksulluktan öğrenimine devam edemeyen üniversite öğrencisi Raskolnikov, toplumun yararı için kuralların ve kanunların yok sayılabileceği düşüncesiyl...