Sefiller

By ClassicsTR

75.4K 1.3K 300

Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği s... More

Önsöz - I.CİLT
BİRİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
EVİNİ KİME KORUTUYORDU
BİR KISITLAMA
-İKİNCİ KİTAP-
PONTARLIER PEYNİRHANELERİ ÜZERİNE BİLGİLER
DALGA VE GÖLGE
KÜÇÜK-GERVAIS
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
BOMBARDA'NIN YERİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
UFUKTA BELİRSİZCE ÇAKAN ŞİMŞEKLER
MADAM VICTURNIEN'İN BAŞARISI
BELEDİYE ZABITASINA AİT BAZI MESELELERİN ÇÖZÜMÜ
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
ISTIRABIN UYKUDA ALDIĞI ŞEKİLLER
SIMPLICE HEMŞİRE SINAMADAN GEÇİYOR
KANAATLERİN ŞEKİLLENMEYE BAŞLADIĞI BİR YER
-SEKİZİNCİ KİTAP-
İKİNCİ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
SAVAŞLARIN "QUID OBSCURUM"U*
İMPARATOR, KILAVUZ LACOSTE'A BİR SORU SORUYOR
KILAVUZUN KÖTÜSÜ NAPOLYON'A, İYİSİ BÜLOW'A
QUOT LIBRAS İN DUCE?*
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
KÜÇÜK KIZ YAPAYALNIZ
ZENGİN OLMASI MUHTEMEL BİR YOKSULU HANA KABUL ETMENİN HOŞNUTLUĞU
THENARDİER OYUN PEŞİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
ESRARIN BAŞLANGICI
-ALTINCI KİTAP-
NEŞELİ ANLAR
BU KARANLIKTA BİRKAÇ SİLUET
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
JEAN VALJEAN AUSTİN CASTILLEJO'YU OKUMUŞA BENZİYOR
BAŞARILI BİR SORGULAMA
ÜÇÜNCÜ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
HALKIN BAĞRINDA SAKLI DURAN GELECEK
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
DEVRİMCİ OLMAK İÇİN AYİNE GİTMENİN FAYDASI
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
MARIUS'UN UĞRADIĞI ŞAŞKINLIKLAR
-BEŞİNCİ KİTAP-
YOKSULUN SEFİLLE İYİ KOMŞULUĞU
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
KADERİN GÖZ DELİĞİ
MARIUS'UN İKİ SANDALYESİ KARŞI KARŞIYA
ÖNCE KURBANLARI YAKALAMAKTAN BAŞLAMALI DAİMA
II.CİLT -DÖRDÜNCÜ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
TEMELİN ALTINDAKİ ÇATLAKLAR
ENJOLRAS VE YAVERLERİ
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
SAVAŞ BAŞLIYOR
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
-ALTINCI KİTAP-
FİRARIN CİLVELERİ
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
CAB, ÜSTÜNDE GİDER; ARGODA HAVLAR
İHTİYAR KALPLE GENÇ KALP KARŞI KARŞIYA
-DOKUZUNCU KİTAP-
-ONUNCU KİTAP-
-ON BİRİNCİ KİTAP-
-ON İKİNCİ KİTAP-
GRANTAIRE'İN ÜSTÜNE GECE İNMEYE BAŞLIYOR
TOPLULUĞA BILLETTES SOKAĞI'NDA KATILAN ADAM
-ON ÜÇÜNCÜ KİTAP-
-ON DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-ON BEŞİNCİ KİTAP-
BEŞİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
BARİKATIN ÜSTÜNDE GÖRÜLEN UFUK
GEÇİCİ PARILTILAR
MORTUUS PATER FILIUM MORITURUM EXPECTAT*
KAHRAMANLAR
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
TOPRAK ÇÖKÜNTÜSÜ
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
İKİ YAŞLI KİŞİ, KENDİ TARZINDA*
-ALTINCI KİTAP-
AYRILMAZ OLAN
-YEDİNCİ KİTAP -
-SEKİZİNCİ KİTAP-
-DOKUZUNCU KİTAP-
ARKASINDA GÜNDÜZ OLAN GECE
SONSÖZ

SEFALET ACIYA HİZMETİNİ SUNUYOR

176 6 0
By ClassicsTR


Marius viranenin merdivenlerini ağır adımlarla çıktı. Tam hücresine girmek üzereydi ki koridorda Jondrettelerin büyük kızının peşinden geldiğini gördü. Bu kızı görmeye katlanamıyordu; beş frankını o almıştı, parayı geri istemek için de artık çok geçti, araba çok uzaklardaydı şimdi. Hem zaten kız parayı ona geri vermezdi de. Az önce gelen insanların nerede oturduklarını ona sormak da faydasızdı, bunu bilemeyeceği besbelliydi, çünkü Fabantou imzalı mektubun adresi Saint-Jacques-du-Haut-Pas Kilisesi'ndeki hayırsever Mösyöye şeklindeydi. Marius odasına girerek kapıyı arkasından itti.

Kapı kapanmadı. Marius döndü, bir elin kapıyı aralık tuttuğunu gördü.

- Nedir bu? diye sordu. Kim var orada?

Jondrettelerin kızıydı bu.

Marius âdeta hüzünlü bir edayla:

- Siz misiniz? dedi. Yine siz demek! Ne istiyorsunuz benden?

Kız düşünceliydi, ona bakmıyordu. Sabahki kendine güveni yoktu artık. İçeri girmemiş, koridorun loşluğunda duruyordu. Marius onu orada aralık kapıdan görüyordu.

- Hadi ama, cevap verecek misiniz? dedi Marius. Nedir benden istediğiniz?

Kız, içinde belli belirsiz bir ışığın yanar gibi olduğu kederli bakışını ona doğru kaldırdı:

- Üzgün görünüyorsunuz Mösyö Marius. Neniz var?

- Ben mi? dedi Marius.

- Evet, siz.

- Hiçbir şeyim yok.

- Var var!

-Yok.

- Var diyorum size!

- Beni rahat bırakın!

Marius kapıyı yeniden itti, kız onu tutmaya devam ediyordu.

- Bakın, dedi, hata ediyorsunuz. Zengin olmadığınız halde bu sabah iyi davrandınız. Şimdi de öyle olun. Bana yemek yememi sağlayacak bir şeyler verdiniz, şimdi de neyiniz olduğunu bana söyleyin. Kederlisiniz, gözle görülüyor bu. Sizin kederli olmanızı istemem. Bunun için ne yapmak gerek? Bir işe yarayabilir miyim? O İşte kullanın beni. Sırlarınızı sormuyorum size, bana onları söylemenize gerek yok ama herhalde yararlı olabilirim size. Babama yardım ettiğime göre size de edebilirim. Mektup götürmek, evlere gitmek, kapı kapı dolaşıp sormak, bir adresi bulmak, birisini takip etmek gerektiğinde ben o işe yararım. Onun için siz de neyinizin olduğunu bana söyleyebilirsiniz, gerekli kişilerle gidip konuşurum. Bazen birisinin başka birileriyle konuşması, olan bitenin bilinmesi için yeter, böylece her şey yoluna girer. Benden faydalanınız.

Marius'un aklına bir fikir geldi. Denize düşen yılana sarılır demezler mi?

Jondrettelerin kızına yaklaştı.

- Bak dinle, dedi.

Kız gözlerinde bir sevinç şimşeğiyle onun sözünü kesti:

- Oh, bana "sen" diye hitap ediniz! Bence böylesi daha iyi.

- Peki, dedi Marius, sen o yaşlı mösyö ile kızını buraya getirdin!

- Evet.

- Adreslerini biliyor musun?

- Hayır.

- Bul bana onu.

Jondrette kızın bakışı kederliyken neşeli, neşeliyken elemli bir hal aldı.

- Bütün istediğiniz bu mu? diye sordu.

- Evet bu.

- Tanıyor musunuz onları?

- Hayır tanımıyorum.

Kız şiddetle:

- Yani onu tanımıyorsunuz ama tanımak istiyorsunuz, dedi.

Onlan'nın böyle onu haline gelmesinde tuhaf bir anlam, bir acılık vardı.

- Her neyse, yapabilir misin? dedi Marius.

- O güzel küçükhanımın adresini bulacağım size.

Bu "güzel küçükhanım" sözündeki vurgu da Marius'u rahatsız etti.

- Neyse önemli değil, babanın ya da kızın adresi, dedi. Onların adresi İşte!

Kız ona dik dik baktı.

- Ne vereceksiniz bana?

- Ne istersen.

- Ne istersem mi?

- Evet.

- Adresi öğreneceksiniz.

Başını eğdi, sonra ani bir hareketle kapıyı çekip kapattı.

Marius tek başına kaldı.

Bir iskemlenin üstüne attı kendini, başını ve iki dirseğini yatağına dayadı, kavramaktan aciz kaldığı düşüncelere dalmıştı, bir baş dönmesine tutulmuş gibiydi. Sabahtan beri bütün olup bitenler, meleğin ortaya çıkması, kaybolması, bu yaratığın az önce ona söyledikleri, sonsuz bir umutsuzluk içinde dalgalanan bir umut ışıltısı, İşte bunlardı belli belirsiz bir şekilde beynini dolduran.

Birdenbire daldığı hayallerden şiddetle çekilip çıkarıldı.

Jondrette'in yüksek ve katı bir sesle, kendisi için son derece merak uyandırıcı olan şu sözleri söylediğini duydu:

- Sana eminim diyorum, onu tanıdım!

Kimden söz ediyordu Jondrette? Kimi tanımıştı? Mösyö Leblanc'ı mı? "Ursule"ün babasını mı? Ne demek! Jondrette onu daha önceden tanıyor muydu ki? Marius, eksikliği hayatı kendisine zindan eden bütün bilgileri böyle ani ve beklenmedik bir şekilde edinecek miydi? Sonunda kimi sevdiğini, bu genç kızın kim olduğunu, babasının kim olduğunu öğrenecek miydi? Onları örten kapkalın karanlık nihayet aydınlanmak üzere miydi? Perde yırtılıyor muydu? Ey! Ulu Tanrım.

Komodinin üstüne çıkmadı âdeta fırladı; bölmedeki küçük pencerenin önünde yerini aldı.

Yeniden Jondrette'in izbesinin içini görüyordu.

XII

MÖSYÖ LEBLANCIN BEŞ FRANKININ KULLANILIŞI

Ailenin görünüşünde hiçbir değişiklik yoktu, yalnız kadınla kızlar paketin içinden bazı şeyler almışlar, yün çoraplar, yün gömlekler giymişlerdi. İki yeni battaniye de iki yatağın üzerine atılmıştı.

Jondrette besbelli daha yeni dönmüştü. Hâlâ dışarıdan gelmişliğin soluması içindeydi. Kızları şöminenin yanında yerde oturuyorlardı. Büyük kız küçüğünün elini tedavi ediyordu. Karısı şaşkın bir yüzle şömineye bitişik yatak bozuntusunun üzerine yığılmış gibi duruyordu. Jondrette iri adımlarla odanın içinde bir baştan bir başa gidip geliyordu. Bakışlarında bir olağanüstülük vardı.

Kocasının karşısında ürkek ve hayretten çarpılmış gibi duran kadın, ona:

- Nasıl, sahi mi? Emin misin? diyecek oldu.

- Elbette eminim! Sekiz yıl oldu! Ama onu tanırım! Ah! Tanırım onu! Hemencecik de tanıdım! Nasıl yani! Senin gözüne çarpmadı mı?

- Hayır.

- Halbuki sana dikkat et! dedim. Boy o boy, yüz o yüz, belki biraz daha yaşlı, bazı insanlar hiç yaşlanmıyorlar, nasıl beceriyorlar bunu bilmem, ses o ses. Yalnız daha iyi giyinmiş hepsi bu! Ah! ihtiyar esrarengiz şeytan, enseledim seni, hadi bakalım!

Durdu ve kızlarına:

- Hadi, defolun siz de! dedi. Gözüne çarpmamış olması çok garip doğrusu.

Kızlar söyleneni yapmak için ayağa kalktılar.

Ana kekeledi:

- Yaralı eliyle mi?

- Açık hava ona iyi gelir, dedi Jondrette. Gidin hadi.

Bu adamın karşı gelinemeyen insanlardan olduğu açıkça görülüyordu. iki kız dışarı çıktılar.

Kapıdan çıkarlarken, babaları büyüğünü kolundan yakaladı ve sesine özel bir eda vererek:

- Saat tam beşte burada olacaksınız, dedi. İkiniz de. Size ihtiyacım olacak.

Marius'un dikkati bir kat daha arttı.

Karısıyla yalnız kalınca, Jondrette yine odada dolaşmaya başladı, sessizce iki üç defa gitti geldi. Sonra sırtındaki kadın gömleğinin eteklerini pantolonunun kemerinden içeri sokmak, tıkıştırmak için birkaç dakika uğraştı.

Birdenbire Jondrette Kadın'a doğru döndü, kollarını çapraz kavuşturdu ve bağırdı:

- Sana bir şey söyleyeyim mi? O küçükhanım...

- Ne olmuş? dedi karısı. Neymiş o küçükhanım?

Marius şüphe edemezdi artık, besbelli O'ndan söz ediyorlardı. Şiddetli bir endişeyle dinliyordu. Bütün hayatı kulaklarında toplanmıştı.

Ne var ki Jondrette öne doğru eğilerek karısına alçak sesle söylemişti söyleyeceğini. Sonra doğruldu ve sözünü yüksek sesle tamamladı:

- O'dur!

- O ha? dedi kadın.

- O! dedi kocası.

Ananın ağzından çıkan bu "o" kelimesindeki anlamı hiçbir söz dile getiremez. Ucube bir ses tonuyla karışıp birleşmiş hayretti bu, kudurganlıktı, kindi, öfkeydi. Kocasının kulağına söylediği birkaç kelime, şüphesiz bir ad, bu uyuşuk şişman kadının uyanmasına ve iğrençlikten kıskançlığa geçmesine yetmişti.

- İmkânsız bu! diye haykırdı. Benim kızlarım yalınayak dolaşır, sırtlarına giyecek elbise bulamazlarken, düşünüyorum da! Nasıl olur? İçi pamuk kaplı saten pelerin, kadife şapka, ipekli kumaştan iskarpinler, bütün her şey! İki yüz frankın üstünde giyim kuşam eşyası! Sanırsın ki bir hanımefendi! Hayır, olamaz, yanılıyorsun! Hem sonra öteki gudubet bir şeydi, buysa hiç de fena değil! Hakikaten fena değil! Bu o olamaz!

- O'dur diyorum sana. Göreceksin.

Bu kesin ifade karşısında Jondrette Kadın kırmızı, sarı ablak suratını biçimsiz bir ifadeyle tavana kaldırdı. O an kadın Marius'a kocasından bile daha korkunç göründü. Dişi kapları bakışlı bir dişi domuzdu bu.

- Nasıl! diye yeniden konuştu. Benim kızlarıma merhametle bakan o müthiş güzel küçükhanım o pis dilenci demek! Ah! Takunyamın topuğuyla karnını patlatmak isterdim onun!

Yataktan aşağıya atladı ve bir an ayakta, saçı başı dağılmış, burun delikleri şişmiş, ağzı aralık, yumrukları sıkılıp geriye doğru uzatılmış olarak durdu. Sonra yine kendini yatağın üzerine attı. Erkek, dişisine hiç aldırış etmeden gidip geliyordu.

Bir süre sessizlikten sonra, Jondrette karısına yaklaştı ve önünde durdu, az önceki gibi yine kollarını çapraz kavuşturmuştu:

- Sana bir şey söyleyeyim mi?

- Ne? diye sordu kadın.

Adam alçak sesle kısaca cevap verdi:

- Artık servet sahibi oluyorum.

Jondrette Kadın, "Çıldırıyor mu yoksa?" der gibi bir bakışla kocasını süzdü.

Jondrette devam etti:

- Allah kahretsin! Bunca zamandır ateşin-varsa-açlıktan-öl-ekmeğin-varsa-soğuktan-öl cemaatine mensuptum! Yeterince sefalet çektim! Hem kendi yükümü, hem başkalarının yükünü! Artık şakam yok, bunu komik bulmuyorum artık, kelime oyunu yeter, Allah Baba! Maskaralığa paydos, ezeli-ebedi peder! Doyasıya yemek, doyasıya içmek istiyorum! Zıkkımlanmak! Uyumak! Hiçbir şey yapmamak! Ben de sıramı kullanmak istiyorum, hele gebermeden önce ben de biraz milyoner olmak istiyorum!

İzbenin içinde bir tur attı ve ekledi:

- Başkaları gibi.

- Ne demek istiyorsun kuzum? dedi kadın.

Adam başını salladı, gözünü kırptı ve gösteri yapmaya hazırlanan bir sokak hokkabazı gibi sesini yükseltti:

- Ne mi demek istiyorum? Bak dinle.

- Hişşt! diye homurdandı Jondrette Kadın. O kadar hızlı olmaz! Başkalarının duymaması gereken işler bunlar.

- Pöh! Kim o başkası? Bitişikteki mi? Onu az önce dışarı çıkarken gördüm. Zaten bir şey duyduğu mu var o koca ahmağın? Hem dışarı çıktığını gördüm diyorum sana.

Fakat yine de bir çeşit içgüdüyle Jondrette sesini alçalttı ama sözlerini Marius'un duyamayacağı kadar da alçaltmadı. Marius'un bu konuşmanın hiçbir kelimesini kaçırmamasını sağlayan diğer bir elverişli durum da, yağan karın bulvardan geçen arabaların gürültüsünü boğmasıydı.

Marius'un işittikleri şunlardı:

- İyi dinle bak! Yakayı ele verdi Karun! Hiç fark etmez! İş oldu sayılır. Her şey ayarlandı. Adamlarla görüştüm. O, bu akşam saat altıda gelecek. Altmış frank getirmek için, alçak herif! Gördün değil mi nasıl döktürdüm yalanları; yok altmış frankmış, yok ev sahibiymiş, yok 4 Şubat'mış! Bu iş öyle bir kiradan ibaret değil! Yağma yok! Neyse, saat altıda gelecek! Bu, bitişik komşunun yemeğe gittiği saattir. Burgon Ana şehirde bulaşık yıkıyor. Evde kimse yok. Bitişikteki hiçbir zaman saat on birden önce dönmez. Küçükler gözcülük edecekler. Sen de bize yardım edeceksin. İşimizi görecektir.

- Ya görmezse? diye kadın sordu.

Jondrette korkunç bir el işareti yaparak:

- Biz onun işini görürüz, dedi.

Ve bir kahkaha attı.

Marius onun güldüğünü ilk defa görüyordu. Soğuk ve yumuşak bir gülüştü bu, insanı ürpertiyordu.

Jondrette şöminenin yanındaki bir dolabı açarak içinden bir kasket çıkardı, kolunun yeniyle ovaladıktan sonra kafasına geçirdi.

- Ben şimdi çıkıyorum, dedi. Göreceğim daha bazı kimseler var. İyi kimseler. Göreceksin işler nasıl yolunda gidecek. Mümkün olduğu kadar az kalacağım dışarıda. Güzel bir oyun oynayacağız. Sen evi kolla.

İki eli pantolonun iki cebinde bir an düşünceli kaldı, sonra haykırdı:

- Biliyor musun, onun beni tanımamış olması iyi şans doğrusu! Eğer o da beni tanısaydı bir daha gelmezdi. Az kalsın kaçırıyorduk elimizden! Sakalım kurtardı beni! Romantik çene sakalım! Güzel, küçük, romantik çene sakalım!

Yeniden gülmeye başladı.

Pencereye gitti. Kar hep yağıyor, göğün kurşunisine çizgiler çekiyordu.

- Ne pis hava! dedi.

Sonra redingotunun önünü kavuşturarak ekledi:

- Bu çul da çok bol. Ama fark etmez, bunu bana bırakmakla çok iyi etti doğrusu ihtiyar kerata! Bunsuz dışarı çıkamazdım, fırsat da yine kaçmış olurdu! İşler buna bağlı halbuki!

Kasketini gözlerinin üzerine çekerek odadan çıktı. Çıkalı henüz birkaç adımlık bir zaman olmuştu ki, kapı yeniden açıldı ve adamın yabani, zeki profili aralıktan tekrar göründü.

- Az kalsın unutuyordum, bir mangallık kömür alman gerek. Ve "insaniyetli adam"ın ona bıraktığı beş franklığı karısının önlüğüne attı.

- Bir mangallık kömür mü? diye kadın sordu.

- Evet.

- Kaç ölçek?

- İki dolu ölçek olsun.

- Otuz metelik eder. Gerisiyle de akşam yemeği için bir şeyler alırım.

- Sakın ha!

- Niye?

- Yüz metelikliği harcamaya kalkma.

- Niçin?

- Çünkü benim de alacağım bir şey var?

-Ne?

- Bir şey İşte.

- Ne kadar lazım sana?

- Buralarda hırdavatçı nerede var?

- Mouffetard Sokağı'nda.

- Ha tamam, sokağın köşesinde dükkânını görüyorum.

- Ama söylesene canım, senin alacağın şeye kaç para lazım?

- Elli metelik, üç frank.

- Akşam yemeği için fazla bir şey kalmayacak.

- Yemek düşünülecek gün değil bugün. Yapılacak daha iyi işler var.

- Peki cicim.

Karısının bu sözü üzerine, Jondrette kapıyı kapadı. Marius bu defa onun viranenin koridorunda uzaklaşan ve merdivenden hızlı hızlı inen ayak seslerini duydu. O sırada, Saint-Medard'da saat biri çalıyordu.

XIII

SOLUS CUM SOLO, İN LOCO REMOTO, NON COGITABUNTUR ORARE PATER NOSTER

Marius bütün hayalperestliğine rağmen, daha önce de söylediğimiz gibi, metin ve enerjik yaratılışlıydı. İnziva içinde kendine kapanıp düşünmek alışkanlığı onda sempati ve merhamet duygularını geliştirerek belki öfkelenme yetisini zayıflatmıştı, ama kızma yetisine dokunmamıştı. Bir brahman rahibinin iyilikseverliği ile bir hakimin sertliği vardı onda; bir kurbağaya acır ama bir engerek yılanını ezerdi. Ve şimdi bakışları bir engerek kovuğuna dalmış bulunuyordu, gözlerinin önünde bir canavarlar yuvası vardı.

- Bu sefilleri ayaklar altında ezmek gerek, dedi.

Dağılacağını umduğu sırların hiçbiri aydınlanmamış, aksine, belki de hepsi büsbütün koyulaşmıştı. Lüksemburg'daki güzel kız çocuğuyla Mösyö Leblanc adını taktığı adam hakkında, Jondrette'in onları tanıdığından başka bir şey bilmiyordu. Söylenen karanlık sözlerden açık ve seçik olarak fark edebildiği tek bir şey vardı: Bir tuzak hazırlanmaktaydı, karanlık, ama müthiş bir tuzak; her ikisi de büyük bir tehlike içindeydiler; kız için muhtemel bir tehlikeydi bu, ama babası için muhakkaktı; onları mutlaka kurtarmak lazımdı; Jondrettelerin iğrenç tertiplerini bozmak, bu örümceklerin ağını parçalamak gerekti.

Bir süre Jondrette Kadın'ı gözledi. Bir köşeden eski bir saç mangal çıkarmıştı, demir parçalarını karıştırıp duruyordu.

Komodinin üstünden, elinden geldiği kadar yavaşça, hiç gürültü çıkarmamaya dikkat ederek indi. Hazırlanmakta olan şeyin ona verdiği korkuya, Jondrettelerin içine saldıkları dehşete rağmen, sevdiği kıza belki bu yoldan bir hizmette bulunabileceği düşüncesiyle âdeta bir sevinç duymaktaydı.

Ama nasıl yapmalı? Tehdit altındaki bu kişileri nasıl haberdar etmeli? Onları nerede bulmalıydı? Adreslerini bilmiyordu. Bu kişiler bir an için gözlerine tekrar görünmüş, sonra yeniden Paris'in uçsuz bucaksız derinliklerine dalıp kaybolmuşlardı. Mösyö Leblanc'ı akşam saat altıda geleceği sırada kapıda bekleyip onu tuzaktan haberdar mı etmeliydi? Fakat Jondrette'le adamları onu orada beklerken görürlerdi, yol ıssız bir yerdi, onlar kendisinden daha kuvvetli olabilirlerdi, onu yakalamanın ya da oradan uzaklaştırmanın yolunu bulabilirlerdi. Bu durumda Marius'un kurtarmak istediği insan mahvolurdu. Az önce saat biri vurmuştu. Tuzak saat altı için hazırlanıyordu. Marius'un önünde daha beş saat vardı.

Yapılacak tek bir şey kalıyordu.

Düzgünce elbisesini giydi, boynuna bir atkı bağladı, şapkasını aldı ve sanki çıplak ayakla yosunlar üstünde vuruyormuş gibi hiç gürültü yapmadan dışarı çıktı.

Zaten Jondrette Kadın hâlâ hurdalarını karıştırmakla meşguldü.

Marius evden çıkınca doğruca Petit-Banquier Sokağı'na girdi.

Sokağın ortalarına gelmişti, bazı yerlerinde üzerinden atlanılabilecek kadar alçalan ve boş bir arsaya açılan bir duvarın yanındaydı, ağır ağır yürüyordu, zihni pek meşguldü, kar ayak seslerini boğuyordu. Birdenbire yanı başında konuşma sesleri işitti, gün ortasıydı, buna rağmen açık seçik sesler duyuyordu.

Yanından geçtiği duvarın üstünden bakmak geldi aklına.

Gerçekten de, orada sırtlarını duvara dayayıp karın üstüne oturmuş konuşan iki adam vardı.

Tanımadığı iki çehreydi bunlar, biri sakallı işçi gömlekli bir adam, öteki de uzun saçlı hırpani kılıklı bir adamdı. Sakallının başında bir Yunan fesi vardı, ötekinin başı açıktı ve saçlarının arasına kar taneleri girmişti.

Üzerlerinden başını uzatınca adamların söylediklerini işitebildi.

Uzun saçlısı öbürünü dirseğiyle dürterek:

- Patron-Minette'le bu iş mutlaka olur, diyordu.

- Öyle mi sanıyorsun, dedi sakallı.

Uzun saçlı karşılık verdi:

- Adam başına beş yüz papel düşecek, başa gelebilecek en kötü şey de beş, altı, bilemedin on yıl kodes!

Öteki biraz tereddütle ve Yunan fesinin altında titreyerek cevap verdi:

- Bu şey, gerçek bir şey. Bu gibi şeylere karşı çıkılamaz.

Uzun saçlısı yine konuştu:

- Bu iş çantada keklik diyorum sana. Chose Baba'nın arabası da koşulmuş olacak.

Sonra bir önceki gün Gaîtè Tiyatrosu'nda seyrettikleri bir melodramdan söz etmeye başladılar.

Marius yoluna devam etti.

Bu duvarın arkasında karın üzerine çökerek pek garip bir şekilde saklanan bu adamların karanlık sözleri, Jondrette'in iğrenç tasarılarıyla büsbütün ilgisiz olmayabilir gibi geliyordu ona. Sözünü ettikleri iş o olmalıydı.

Saint-Marceau Mahallesi'ne doğru yöneldi ve karşısına çıkan ilk dükkâna nerede bir polis komiseri bulabileceğini sordu.

Ona Pontoise Sokağı 14 numarayı salık verdiler. Marius oraya yollandı.

Bir fırının önünden geçerken, akşam yemeği yemeyeceğini düşünerek iki meteliklik ekmek aldı ve yedi. Yolda giderken Tanrı'ya şükretti. Düşündü ki, beş frankını sabahleyin Jondrettelerin kızına vermeseydi, Mösyö Leblanc'ın arabasını takip edecek ve dolayısıyla hiçbir şeyden haberi olmayacaktı, hiçbir şey Jondrettelerin tuzağını engelleyemeyecek, böylece Mösyö Leblanc ve şüphesiz onunla birlikte kızı, mahvolacaklardı.

XIV

BİR POLİS MEMURU BİR AVUKATA İKİ KÜÇÜK TABANCA VERİYOR

Marius, Pontoise Sokağı 14 numaraya gelince birinci kata çıktı ve polis komiserini sordu.

Hademenin biri:

- Mösyö komiser burada yok, dedi, fakat onun yerine bakan bir müfettiş var. Kendisiyle konuşmak ister misiniz? İşiniz acele mi?

- Evet, dedi Marius.

Hademe onu komiserin makam odasına soktu. Odada, bir parmaklığın arkasında, sırtını bir sobaya vermiş uzun boylu bir adam ayakta duruyor ve iki eliyle üç kat yakalı geniş bir redingotun eteklerini yukarıya doğru kaldırıyordu. Köşeli bir yüzü, ince, sert ifadeli bir ağzı, pek korkunç kırlaşmış gür favorileri ve insanın ceplerini tersine çeviren bir bakışı vardı. Bu bakışın delici değil de araştırıcı bir bakış olduğu söylenebilirdi.

Bu adam hiç de Jondrette'ten daha az yırtıcı, daha az korkunç değildi. Buldogla karşılaşmak da bazen kurtla karşılaşmak kadar kaygı vericidir.

- Ne istiyorsunuz? dedi Marius'a, mösyö kelimesini eklemeden.

- Sayın polis komiserini.

- Burada değil. Onun yerine ben bakıyorum.

- Çok gizli bir iş için aradım.

- Anlatın öyleyse.

- Çok da acele.

- Çabuk anlatın öyleyse.

Bu sakin ve haşin adam korkunç olduğu kadar güven vericiydi de. Korku ve itimat telkin ediyordu. Marius ona macerayı anlattı. Sadece uzaktan tanıdığı bir kimse bu akşam bir tuzağa düşürülecekti, kendisi avukat Marius Pontmercy, haydut yuvasının yanındaki odada oturduğundan hazırlanan bütün komployu aradaki bölmeden işitmişti, tuzağı tasarlayan cani Jondrette adında birisiydi, muhtemelen şehir kapısı serserilerinden bazı yardakçıları vardı, mesela Panchaud, namı diğer Printanier veya Bigrenaille bunlardan biriydi; Jondrette'in kızları gözcülük edemezlerdi, tehdit altında bulunan adamı haberdar etmenin hiçbir yolu yoktu, çünkü adını bile bilmiyordu ve nihayet, bütün bu işler akşam saat altıda Hôpital Bulvarı'nın en tenha olduğu sırada, 50-52 numaralı evde yapılacaktı.

Numarayı duyunca müfettiş başını kaldırdı ve soğuk bir tavırla:

- Demek koridorun sonundaki odada, dedi.

- O İşte, dedi Marius ve ekledi:

- O evi biliyor musunuz?

Müfettiş bir an sessiz durduktan sonra çizmesinin topuğunu sobanın ağzında ısıtarak cevap verdi:

- Öyle görünüyor, dedi.

Marius'tan çok boyunbağına konuşur gibi devam etti:

- Bu işin içinde biraz Patron-Minette olmalı.

Bu kelime Marius'un dikkatini çekti.

- Patron-Minette, dedi. Gerçekten de, bu sözü duymuşluğum var.

Ve uzun saçlı adamla sakallı adamın, Petit-Banquier Sokağındaki duvarın arkasında, karın içindeki konuşmalarını müfettişe anlattı.

Müfettiş homurdandı.

- Uzun saçlının Brujon olması gerek, sakallısı da Demi-Liard, namı diğer Deux-Milliard olmalı.

Yine gözkapaklarını indirmiş, düşünüyordu.

- Chose Baba'ya gelince, onu da tanır gibiyim. İşte yaktım redingotumu. Bu lanet olası sobaları da hep fazla yakarlar. 50-52 numara. Eski Gorbeau malikânesi.

Sonra Marius'a baktı.

- Siz yalnız o sakallıyla uzun saçlıyı mı gördünüz?

- Bir de Panchaud'yu.

- Oralarda ufak tefek uğursuz bir züppenin dolanıp durduğunu hiç görmediniz mi?

- Hayır.

- Ya da Botanik Bahçesi'ndeki file benzer kalas gibi iri kıyım, şişman birini?

- Hayır.

- Peki ya eski kırmızı kuyruklu maskaralara benzeyen kurnaz birini?

- Hayır.

Dördüncüye gelince, onu zaten kimse görmez; ne yardımcıları ne ayakçıları ne memurları. Onun için onu görmemiş olmanızda pek şaşılacak bir taraf yok.

- Hayır. Kim bütün bu yaratıklar? diye sordu Marius.

Müfettiş cevap verdi:

- Hem zaten saat onların saati değil.

Tekrar sessizliğe gömüldü, sonra yeniden konuştu:

- 50-52 numara. Bilirim o salaş yeri. Oyuncular farkında olmadan onun içinde saklanmamız imkânsızdır, yoksa hemen vodvilin temsilini iptal edip işin içinden sıyrılırlar. Çok alçakgönüllüdürler! Seyirci onları rahatsız eder. Öyle olmaz, öyle olmaz. Onları şarkı söylerken dinlemek ve onlara dans ettirmek isterim.

Bu monolog bitince Marius'a döndü, ona sabit bir nazarla bakarak sordu:

- Korkar mısınız?

- Neden? dedi Marius.

- Bu adamlardan.

Bu hafiyenin kendisine hâlâ mösyö demediğini fark etmeye başlayan Marius sert bir şekilde karşılık verdi:

- Sizden fazla değil!

Müfettiş, Marius'a büsbütün sabit bir bakışla baktı ve yapmacıklı bir resmiyet edasıyla:

- Mert ve dürüst bir insan gibi konuşuyorsunuz. Cesaret suçtan, dürüstlük de otoriteden korkmaz.

Marius onun sözünü kesti:

- İyi güzel ama siz ne yapmayı düşünüyorsunuz?

Müfettiş cevap olarak ona şunu demekle yetindi:

- Bu evde kiracıların gece odalarına girebilmeleri için birer anahtarları vardır. Sizin de bir anahtarınız olmalı.

- Evet var, dedi Marius.

- Yanınızda mı?

- Evet.

- Verin onu bana, dedi müfettiş.

Marius anahtarı yelek cebinden çıkarıp müfettişe verdi ve verirken de:

- Beni dinlerseniz, oraya bir kuvvetle gelin, diye ekledi.

Müfettiş, Marius'a tıpkı Voltaire'in kendisine bir kafiye teklif eden taşralı akademi üyesine fırlattığı bakışla baktı; iki kocaman elini tek bir hareketle üç kat yakalı redingotunun muazzam ceplerine daldırıp cep tabancası denen çelikten iki küçük tabanca çıkardı. Bunları Marius'a uzatarak çabuk çabuk, kısa ve kesin bir ifadeyle konuştu:

- Bunları alın. Evinize dönün. Odanıza saklanın, sizi dışarıda sansınlar. Tabancalar doludur. Her birinde iki mermi var. Gözetleyin, bana söylediğinize göre duvarda bir delik varmış. Adamlar gelecekler. Onları biraz istedikleri gibi davranmaya bırakın. Baktınız ki iş tam kıvamına geldi, artık durdurmak gerek, bir el ateş edersiniz. Fazla değil, bir el. Gerisi bana ait. Bir el tabanca havaya, tavana, herhangi bir yere. Sakın zamanından önce olmasın, işin uygulamasına geçilmesini bekleyin, avukatsınız, bunun ne demek olduğunu bilirsiniz.

Marius tabancaları aldı, ceketinin yan ceplerine koydu.

Müfettiş:

- Böyle koyarsanız kabarıklık yapar, belli olur, dedi. Daha iyisi onları iç ceplerinize yerleştirin.

Marius tabancaları iç ceplerine gizledi. Müfettiş sözüne devam etti:

- Şimdi artık kimse için bir dakika bile kaybedecek zaman yok. Saat kaç? iki buçuk. Saat yedide mi demiştiniz?

- Altıda, dedi Marius.

- Zamanım var, dedi Müfettiş, ama ancak yeteceği kadar. Size söylediklerimin hiçbirini unutmayın. Bom. Bir el tabanca.

- Merak etmeyin, diye cevap verdi Marius.

Marius çıkmak için elini kapının mandalına atıyordu ki müfettiş seslendi:

- Ha, şunu da söyleyeyim, eğer bu arada bana ihtiyacınız olursa gelin ya da birisini yollayın. Müfettiş Javert'i sorsunlar.

XV

Jondrette ALIŞVERİŞİNİ YAPIYOR

Kısa bir süre sonra, saat üç sularında Courfeyrac, yanında Bossuet olduğu halde, tesadüfen Mouffetard Sokağı'ndan geçiyordu. Kar hızını gittikçe arttırıyordu, her yanı kaplıyordu. Bossuet, Courfeyrac'a:

- İnsan bu kar tanelerini görünce, gökyüzünde beyaz kelebek vebası varmış sanıyor, diyordu.

Birdenbire, Bossuet yoldan şehir kapısına doğru çıkan ve hali bir tuhaf olan Marius'u gördü.

- Bak hele! Marius, dedi Bossuet.

- Gördüm, dedi, Courfeyrac. Onunla konuşmayalım.

- Niçin?

- Pek meşgul.

- Neyle?

- Görmüyor musun halini?

- Hangi halini?

- Birini izleyen biri gibi görünüyor.

- Doğru, dedi Bossuet.

- Gözlerindeki bakışa bak, dedi Courfeyrac.

- Hangi şeytanın peşinde ki acaba?

- Şapkası çiçekli çıtıpıtı yosmanın birinin! Âşık o.

Bossuet:

- Ama ben sokakta ne çiçekli şapka ne de çıtıpıtı yosma görüyorum, diye belirtti Bossuet. Hiç kadın yok ortalarda.

Courfeyrac baktı ve haykırdı:

- Bir adamı izliyor!

Gerçekten de, başında bir kasket olan ve arkadan görülmesine rağmen kırçıl sakalı fark edilen bir adam Marius'un yirmi adım kadar önünde yürümekteydi.

Bu adam üstüne pek bol gelen yepyeni bir redingot giymişti, ayağındaysa çamurdan kapkara olmuş lime lime berbat bir pantolon vardı.

Bossuet bir kahkaha attı.

- Neyin nesidir ki bu adam?

Courfeyrac:

- Bu, dedi, bir şairdir. Şairler tavşan derisi tüccarlarının pantolonlarından ve Fransa ayan meclisi üyelerinin redingotlarından giymeyi pek severler.

- Bakalım Marius nereye gidiyor, şu adam nereye gidiyor. Onları takip edelim, ne dersin ha? dedi Bossuet.

- Bossuet! diye bağırdı Courfeyrac. Ey Meaux kartalı! Olağanüstü bir ahmaksınız siz. Bir adamı izleyen bir adamı izlemek, öyle mi?

Geri döndüler.

Gerçekten de Marius, Jondrette'in Mouffetard Sokağı'ndan geçtiğini görmüş, onu gözlüyordu.

Jondrette bir bakışın pençesinde olduğunu aklının ucundan bile geçirmeden Marius'un önü sıra yürümekteydi.

Jondrette, Mouffetard Sokağı'nı geride bıraktı; Marius onun Gracieuse Sokağı'ndaki berbat evlerden birine girdiğini gördü. Orada bir çeyrek saat kadar kaldı, sonra yine Mouffetard Sokağı'na döndü, o tarihte Pierre-Lombard Sokağı'nın köşesinde bulunan bir hırdavatçı dükkânına uğradı. Birkaç dakika sonra Marius, onun elinde beyaz tahta saplı büyük bir demir keskiyle dükkândan çıktığını ve keskiyi redingotunun altına sakladığını gördü. Petit-Gentilly Sokağı'na gelince Jondrette sola döndü ve hızlı hızlı yürüyerek Petit-Banquier Sokağı'na vardı. Gün batmak üzereydi, bir süre kesilmiş olan kar yeniden yağmaya başlamıştı. Marius her zamanki gibi ıssız olan Petit-Banquier Sokağı'nın köşesinde pusuya yattı, Jondrette'i takip etmedi. Böyle yapmakla da iyi etti çünkü Marius'un uzun saçlı adamla sakallı adamın konuşmalarını dinlediği alçak duvarın yanına gelince, Jondrette arkasına döndü, kimsenin kendisini izlemediğinden, görmediğinden emin olduktan sonra duvardan atladı, kayboldu.

Bu duvarın sınırlandırdığı boş arsa, kötü nam salmış bir eski araba kiralayıcısının arka avlusuna çıkıyordu. Adam iflas etmişti ama sundurmaların altında hâlâ bazı eski arabalar vardı.

Marius, Jondrette'in yokluğundan faydalanarak eve dönmenin akıllıca olacağını düşündü, saat de ilerliyordu zaten, Mam Burgon her akşam şehre bulaşık yıkamaya giderken adeti olduğu üzere evin kapısını kapatırdı, karanlık bastırdığında kapı daima kapalı olurdu. Marius anahtarını polis müfettişine vermişti, bu nedenle acele etmesi gerekiyordu.

Ortalık kararmış, hemen hemen gece bastırmıştı; ufukta tek bir nokta vardı, aydı.

Salpetriere'in alçak kubbesi kıpkırmızı yükseliyordu ardında.

Marius geniş adımlarla 50-52 numaraya döndü. Kapı henüz açıktı. Merdivenden ayaklarının ucuna basarak çıktı, odasına kadar koridorun duvarı boyunca süzüldü. Hatırlanacağı gibi bu koridorun iki yanında, o sıralar hepsi de kiralık ve boş olan harap odalar diziliydi. Mam Burgon bunların kapılarını genellikle açık bırakırdı. Bu kapılardan birinin önünden geçerken oturanı olmayan boş hücrede, çatı penceresinden düşen bir ışık artığının belli belirsiz aydınlattığı dört tane hareketsiz adam başı görür gibi oldu Marius. Görülmek istemediği için görmeye de çalışmadı. Fark edilmeden, gürültüsüzce odasına girmeyi başardı. Tam zamanıydı. Az sonra Mam Burgon'un gittiğini ve evin kapısının kapandığını duydu.

XVI

1832'DE MODA OLAN BİR İNGİLİZ HAVASINA UYDURULMUŞ ŞARKI NEREDE SÖYLENİYOR?

Marius yatağının üzerine oturdu. Saat beş buçuk sulan olabilirdi. Sadece yarım saatlik bir zaman ayırıyordu onu olacaklardan. Karanlıkta bir saatin işleyişini duyar gibi duyuyordu damarlarının atışını. O an karanlıklar içinde iki şeyin yol almakta olduğunu düşünüyordu: bir yandan suç ilerliyor, öbür yandan adalet geliyordu. Korkmasına korkmuyordu gerçi ama cereyan edecek şeyleri düşündüğünde de ürpermekten kendini alamıyordu. Başına birdenbire beklenmedik bir macera gelen herkeste olduğu gibi, bütün gün ona sanki bir rüyaymış gibi geliyor ve bir kâbusun pençesinde olmadığına inanmak için, iç ceplerindeki iki çelik tabancanın soğukluğunu vücudunda hissetmesi gerekiyordu.

Kar artık yağmıyordu; gitgide daha da parlaklaşan ay, sislerden sıyrılmakta ve yerdeki karın beyaz aksiyle karışan ışığı odaya bir alacakaranlık manzarası vermekteydi.

Jondrettelerin odasında ışık vardı. Marius bölmedeki deliğin, kendisine kanlı gibi gelen kırmızı bir aydınlıkla parladığını görüyordu.

Bu aydınlığın bir mum ışığından gelemeyeceği bir gerçekti. Kaldı ki Jondrettelerin odasında hiçbir hareket yoktu, kimse kımıldamıyor, kimse konuşmuyordu, bir soluk bile duyulmuyordu. Derin, buz gibi bir sessizlik vardı orada, bu ışık da olmasa insan kendisini bir mezarın yanında sanırdı.

Marius ayakkabılarını usulcacık çıkarıp yatağının altına itti.

Birkaç dakika geçti. Marius aşağıdaki kapının menteşeleri üzerinde döndüğünü duydu, ağır ve telaşlı bir ayak sesi merdivenden çıktı ve koridoru geçti, izbenin kapı mandalı gürültüyle kalktı: Eve dönen Jondrette'ti bu.

Hemen birçok ses birden yükseldi. Bütün aile odadaydı. Ama reisinin yokluğunda aile ağzını açmıyor, susuyordu; tıpkı kurdun yokluğunda yavru kurtların susması gibi.

- Ben geldim, dedi Jondrette.

- İyi akşamlar baba, diye kızlar ciyakladılar.

Ana:

- E ne haber? dedi.

- İşler tıkırında gidiyor, diye Jondrette karşılık verdi, yalnız ayaklarım müthiş üşüdüler. İyi, tamam, giyinmişsin. Güven verebilecek halde olmalısın.

- Hemen çıkmaya hazırım.

- Sana söylediklerimin hiçbirini unutmadın ya? Hepsini güzelce yapacaksın, değil mi?

- Sen merak etme.

Jondrette:

- Mesele şu ki... dedi ama cümlesini tamamlamadan kesti.

Marius ağır bir şeyin masanın üzerine konulduğunu duydu, herhalde Jondrette'in satın aldığı keskiydi bu. Yine Jondrette:

- Ne o, yemek mi yendi burada? dedi.

Ana:

- Evet, dedi, üç tane büyücek patatesle tuz vardı. Ateşin yanmasından yararlanıp onları pişirdim.

- Güzel, diye cevap verdi Jondrette, yarın benimle birlikte akşam yemeğine gideceksiniz. Bir ördek ve teferruatı olacak. Onuncu Charlesgiller gibi yemek yiyeceksiniz. Her şey yolunda gidiyor.

Sonra alçak sesle ekledi:

- Fare kapanı kuruldu. Kediler de orada.

Sesini büsbütün alçalttı:

- Şunu da ateşe koy.

Marius bir maşayla ya da demirden bir aletle dürtüklenen kömürün çıkardığı tıkırtıyı duydu. Jondrette yine konuştu:

- Kapının menteşelerini ses çıkarmamaları için yağladın mı?

Ana:

- Evet, diye cevap verdi.

- Saat kaç?

- Altı oluyor. Saint-Medard buçuğu çaldı.

- Hay Allah! dedi Jondrette. Küçüklerin gözcülük etmeye gitmeleri gerek. Gelin siz buraya, bakın dinleyin.

Bir fısıldaşma oldu.

Jondrette'in sesi yeniden yükseldi:

- Burgon Kadın gitti mi?

Ana:

- Gitti, dedi.

- Bitişikte kimse olmadığından emin misin?

- Bütün gün eve dönmedi. Hem biliyorsun, şimdi onun yemek saati.

- Eminsin değil mi?

- Eminim.

- Olsun, dedi Jondrette. Gidip orada olup olmadığına bakmaktan bir şey çıkmaz. Kızım mumu al da bak bakalım.

Marius kendini yere attı, ellerinin, dizlerinin üzerinde sürünerek sessizce karyolasının altına girdi.

Henüz karyolanın altına büzülmüştü ki, kapının çatlakları arasından bir ışık gördü.

Bir ses:

- Baba, dışarı çıkmış, diye bağırdı.

Marius büyük kızın sesini tanıdı.

- Girdin mi içeri? diye babası sordu.

- Hayır, diye cevap verdi kız, ama anahtarı kapıda olduğuna göre çıkmış.

Babası seslendi:

- Sen yine de içeri bir gir.

Kapı açıldı, Marius büyük Jondrette kızın elinde bir mumla içeri girdiğini gördü. Sabahki gibiydi yine, yalnız bu ışıkta daha korkunç görünüyordu.

Kız doğruca yatağa yürüdü, Marius bir an anlatılamaz bir endişeye kapıldı, fakat yatağın yanında çiviyle duvara asılmış bir ayna vardı, kız o aynaya gidiyordu. Ayaklarının ucunda yükselerek aynaya baktı. Bitişik odadan karıştırılan demir sesleri geliyordu.

Kız eliyle saçlarını düzeltti, aynaya gülücükler gönderdi, bir yandan da mezardan çıkar gibi boğuk bir sesle şarkı mırıldanıyordu:


Tam bir hafta sürmüştü seninle sevişmemiz,

Yazık ki mutlu anlar çarçabuk uçuyorlar!

Sekiz gün karşılıklı tapındık doymadan biz!

Aşkla geçen zamanlar sürmeli sonsuza kadar!

Sürmeli sonsuza kadar, sürmeli sonsuz kadar!


Bu sırada Marius tir tir titriyordu. Nefesini kızın duymaması imkânsız gibi geliyordu ona.

Kız pencereye yöneldi, dışarıya bakarak yarı memnun bir halde yüksek sesle konuştu:

- Paris beyaz gömlek giydiği zaman ne kadar çirkin oluyor! dedi.

Tekrar aynanın önüne geldi, yeniden yüzüne birtakım anlamlı şekiller verdi, kendisini önden ve profilden seyretti.

Babası seslendi:

- E, hadi bakalım! Ne yapıyorsun hâlâ?

Kız saçlarını düzeltmeye devam ederek cevap verdi:

- Karyolanın, eşyaların altına bakıyorum, kimse yok!

- Sersem kız! diye uludu babası. Hemen buraya gel! Zaman kaybetmeyelim.

- Geliyorum! Geliyorum! dedi kız. Bunların mezbeleliğinde de hiçbir şey yapmaya zaman yoktur zaten.

Yine bir şarkı mırıldandı:


Bırakıyorsun beni gözün şanda, zaferde,

Mahzun gönlüm seni takip edecek her yerde.


Aynaya son bir göz attı ve dışarı çıkarak kapıyı arkasından kapattı.

Kısa bir süre sonra, Marius koridorda iki genç kızın çıplak ayaklarının sesini ve Jondrette'in onlara seslenişini duydu.

- Gözünüzü iyi açın! Biriniz şehir kapısı tarafında, öbürünüz Petit-Banquier Sokağı'nın köşesinde. Evin kapısını bir dakika bile gözden kaçırmayın, en ufak bir şey bile görseniz hemen buraya gelin! Koştura koştura! İçeri girmek için anahtarınız var.

Büyük kız homurdandı:

— Karda yalınayak nöbet tutmak ha!

- Yarın gülböceği renginde ipekli kumaştan potinleriniz olacak! dedi babası.

Kızlar merdivenden indiler ve birkaç saniye sonra aşağıda kapanan kapının çıkardığı çarpma sesi, onların dışarıya çıktıklarını haber verdi.

Artık evde Marius, Jondretteler ve muhtemelen Marius'un alacakaranlıkta, oturanı olmayan çatı odasının kapısı arkasında görür gibi olduğu esrarengiz varlıklardan başka kimse kalmamıştı.

XVII

MARIUS'UN BEŞ FRANKININ KULLANILIŞI

Marius gözetleme yerine geçme zamanının geldiğine hükmetti. Yaşının çevikliğiyle, göz açıp kapayıncaya kadar bölmedeki deliğin başına geçti.

Baktı.

Jondrettelerin evinin içi garip bir görünüş sergiliyordu. Marius fark ettiği acayip aydınlığın nedenini de anladı. Küf bağlamış bir şamdanın üzerinde bir mum yanıyordu ama odayı asıl aydınlatan bu değildi. Bu sefil oda, şöminenin içine yerleştirilmiş ve içi yanan kömürlerle dolu, oldukça büyük bir saç mangaldan akseden ışıklarla baştan başa ışığa bulanmış gibiydi. Jondrette Kadın'ın o sabah hazırladığı mangaldı bu. Kömür kor haline gelmiş, mangal kızarmıştı, mavi bir alev mangalın üstünde dans etmekte ve Jondrette'in Pierre-Lombard Sokağı'ndan satın aldığı ve yanan kömürlerin arasına daldırılmış, kızaran keskinin şeklinin seçilmesini mümkün kılmaktaydı. Kapıya yakın bir köşede, belli bir maksatla yerleştirilmiş gibi duran iki yığıntı vardı. Bunlardan biri bir hurda demir yığını, öbürü bir ip yığınına benziyordu. Bütün bunlar, hazırlanan şeyden hiç haberi olmayan bir kimsenin zihnini pek korkunç bir düşünceyle pek basit bir düşünce arasında tereddüde düşürürdü. Bu şekilde aydınlanan izbe bir cehennem ağzından çok, demirci dükkânına benziyordu. Ama Jondrette, bu ışık içinde, bir demirciden çok bir şeytanı andırıyordu.

Ateş öyle sıcaktı ki, masanın üstündeki mumun mangaldan tarafa olan yanı erimekte ve boylamasına tükenmekteydi. Cartouche'a dönüşmüş bir Diogenes'e layık, ışığı kısılıp açılabilen eski bir bakır el feneri şöminenin üzerine konulmuştu.

Ocağın içine, hemen hemen sönmüş kütüklerin yanına yerleştirilmiş olan mangal, dumanını şöminenin baca borusuna yolluyor ve böylece ortalığa koku yaymıyordu.

Pencerenin dört camından içeri giren ay ışığı, kırmızıya boyanmış, alev alev parlayan odaya kendi beyazlığını katıyordu. İş başındayken bile hayalperestliği elden bırakmayan Marius'un şair kafasında bu gördükleri, yeryüzünün çirkin hayallerine karışan semavi bir düşünce gibiydi.

Kırık camdan içeriye giren hava esintisi kömür kokusunun dağılmasını ve mangalın varlığının daha az hissedilmesini sağlıyordu.

Gorbeau viranesi hakkında daha önce söylediklerimiz hatırlandığında anlaşılacağı gibi, Jondrette'in ini zorbaca ve karanlık bir olayın sahnelenmesine, bir suçun örtülüp gizlenmesine yaramak bakımından pek mükemmel seçilmiş bir yerdi. Paris'in en ıssız muhitinin, en münzevi evinin en ücra odasıydı bu. Yeryüzünde tuzak diye bir şey hiç olmasaydı bile, onu mutlak burada icat ederlerdi.

Evin bütün genişliği ve içinde oturulmayan bir sürü oda bu izbeyi bulvardan ayırmakta ve evin sahip olduğu tek pencere de duvar ve çitlerle çevrili geniş, boş arsalara bakmaktaydı.

Jondrette piposunu yakmış, hasırı patlak sandalyeye oturmuş tüttürüyordu. Karısı alçak sesle ona bir şeyler söylüyordu.

Eğer Marius, Courfeyrac olsaydı, yani hayatın getirdiği her şey karşısında gülen insanlardan olsaydı, gözü Jondrette Kadın'a rastladığında bir kahkaha atmaktan kendini alamazdı. Başında, 10. Charles'ın taç giyme törenindeki silahşörlerin şapkalarını andıran tüylü, siyah bir şapka; sırtında, örme etekliğinin üstünde, alaca bulaca büyük bir ekose şal; ayaklarında da sabahleyin kızının beğenmediği erkek ayakkabıları vardı.

Jondrette'e:

- İyi giyinmişsin! İyi etmişsin. Güven verebilecek bir halde olmalısın dedirten kıyafet buydu İşte.

Jondrette'e gelince, Mösyö Leblanc'ın ona verdiği ve sırtına pek bol gelen yeni üstlüğü çıkarmamıştı, bu yüzden Courfeyrac'ın gözünde şair idealini gerçekleştiren redingot ve pantolon çelişkisini sergilemeye devam ediyordu kılığı.

Jondrette birdenbire sesini yükseltti:

- Ha, sahi! Aklıma geldi. Bu havada o, arabayla gelecektir. Feneri yak da al, aşağı in. Aşağıda kapının arkasında durursun. Arabanın durduğunu duyunca kapıyı hemen açarsın, o yukarı çıkarken merdivene, koridora ışık tutarsın, buraya girerken de sen çarçabuk yine aşağıya inip arabacının parasını verir, arabayı savarsın.

- Para nerede peki? diye kadın sordu.

Jondrette pantolonunun ceplerini karıştırdı ve çıkarıp ona beş frank verdi.

Kadın:

- Bu da nesi? diye bağırdı.

Jondrette böbürlenerek cevap verdi:

- Komşunun bu sabah verdiği şahinşah.

Sonra ekledi:

- Biliyor musun, buraya iki de sandalye gerek.

- Niçin?

- Oturmak için.

Marius, Jondrette Kadın'ın bu söze sakin sakin verdiği karşılığı duyunca bütün vücudunda bir ürpermenin dolaştığını hissetti:

- İş değil! Şimdi gider bitişiğinkileri alır gelirim.

Ve çevik bir hareketle izbenin kapısını açarak koridora çıktı.

Marius'un komodinden inip yatağına kadar gittikten sonra, altına saklanması imkânsızdı, buna vakti yoktu.

- Mumu al, diye seslendi Jondrette.

- İstemez, dedi kadın, zorluk verir, iki iskemle taşıyacağım. Ay ışığı var ya.

Marius, ana Jondrette'in hantal elinin karanlıkta yoklaya yoklaya anahtarı aradığını işitti. Kapı açıldı. Marius, heyecan ve şaşkınlıktan olduğu yerde mıhlanmış gibi kalakaldı.

Jondrette Kadın içeri girdi.

Kırma çatının penceresinden içeri, iki büyük gölge parçası arasından bir ay ışığı huzmesi giriyordu. Bu gölge parçalarından biri Marius'un yaslandığı duvarı boydan boya kaplıyor, böylece onu görünmez yapıyordu.

Ana Jondrette gözlerini kaldırdı ama Marius'u göremedi, iki sandalyeyi, Marius'un sahip olduğu yegâne sandalyeleri aldı ve kapıyı arkasından gürültülü bir şekilde çarparak çıkıp gitti.

İzbeye döndü.

- İşte sana iki sandalye.

- Ve İşte fener, dedi kocası. Çabuk in hadi.

Kadın söyleneni hemen yaptı. Jondrette odada yalnız kaldı:

İki sandalyeyi masanın iki yanına yerleştirdi, keskiyi kızgın kömürlerin içinde çevirdi, şöminenin önüne mangalı gizleyecek şekilde eski bir paravana koydu, sonra ip yığınının bulunduğu köşeye giderek bir şeyi gözden geçirir gibi eğildi. Marius o zaman, evvelce ona şekilsiz bir yığın gibi görünen şeyin çok güzel yapılmış bir ip merdiven olduğunu anladı, merdivenin basamakları tahtadandı ve asmak için de iki tane kancası vardı.

Bu ip merdivenle kapının arkasında yığılı duran demir parçalarına karışmış bazı iri aletler, sahici demir gürzler, Jondrettelerin izbesinde o sabah yoktu. Besbelli öğleden sonra, Marius yokken getirilip oraya konulmuşlardı.

Marius, "Bunlar bahçıvanlık, dülgerlik aletleri," diye düşündü.

Marius bu tür konularda biraz daha bilgili olsaydı, bahçıvanlık, dülgerlik aletleri sandığı şeylerden bir kısmının bir kilidi zorlamaya ya da bir kapıyı açmaya, bir kısmının da kesmeye ve yarmaya yarayan aletler olduğunu anlardı; iki uğursuz alet familyası ki hırsızlar bunlara ufaklıklar ve biçiciler adını verirler.

Şömineyle masa ve iki sandalye tam Marius'un karşısındaydılar. Mangal gizlenmiş olduğundan oda artık yalnız mumla aydınlanıyordu. Masanın ya da şöminenin üzerindeki en ufak bir kapkacak döküntüsü kocaman bir gölge meydana getiriyordu. Ağzı kırık bir su testisi bir duvarın yarısını örtüyordu. Bu odada bilinmez bir çeşit çirkin ve tehditkâr sükûnet vardı.

Jondrette piposunun sönmesine kayıtsız kalmıştı; ciddi bir zihin meşguliyetine alametti bu. Tekrar gelip yerine oturmuştu. Mum ışığı çehresinin vahşi ve kurnaz köşelerini aydınlatıp meydana çıkarıyordu. Kaşlarını çatıyor, durup dururken ikide bir sağ elini açıyor, sanki içinden yaptığı karanlık bir konuşmanın son tavsiyelerine cevap veriyordu. Kendi kendisine verdiği bu karanlık karşılıkların birinde masanın çekmecesini şiddetle çekti ve orada saklı duran uzun bir mutfak bıçağını alarak keskin yüzünü tırnağıyla kontrol etti. Bunu yaptıktan sonra bıçağı yine yerine koyarak çekmeceyi itti.

Marius da sağ iç cebindeki tabancayı kavrayarak çıkardı ve tetiği kurdu.

Tabanca kurulurken keskin, sert bir ses çıkardı. Jondrette irkildi, iskemlesinde yarı doğruldu:

- Kim var orada? diye bağırdı.

Marius nefesini tuttu, Jondrette bir an etrafı dinledi, sonra gülerek:

- Amma da aptalım! Bölme çıtırdadı, dedi.

Marius tabancayı elinde tuttu.

Continue Reading

You'll Also Like

587K 15K 28
Paylaşan: HmeyraHarman
382K 7.7K 25
William Shakespear'in kaleme aldığı Romeo ve Juliet, iki düşman ailenin birbirini seven çocuklarının ölümle sonuçlanan mutsuz aşklarını konu alıyor.
75.4K 1.3K 98
Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği sürdükçe, böylesi kitaplar gereksiz sayıl...
1.8K 161 8
şiirler. özellikle bulantı yaratanlar. ©2024 | sadecemeftun