Sefiller

By ClassicsTR

75.3K 1.3K 297

Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği s... More

Önsöz - I.CİLT
BİRİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
EVİNİ KİME KORUTUYORDU
BİR KISITLAMA
-İKİNCİ KİTAP-
PONTARLIER PEYNİRHANELERİ ÜZERİNE BİLGİLER
DALGA VE GÖLGE
KÜÇÜK-GERVAIS
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
BOMBARDA'NIN YERİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
UFUKTA BELİRSİZCE ÇAKAN ŞİMŞEKLER
MADAM VICTURNIEN'İN BAŞARISI
BELEDİYE ZABITASINA AİT BAZI MESELELERİN ÇÖZÜMÜ
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
ISTIRABIN UYKUDA ALDIĞI ŞEKİLLER
SIMPLICE HEMŞİRE SINAMADAN GEÇİYOR
KANAATLERİN ŞEKİLLENMEYE BAŞLADIĞI BİR YER
-SEKİZİNCİ KİTAP-
İKİNCİ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
SAVAŞLARIN "QUID OBSCURUM"U*
İMPARATOR, KILAVUZ LACOSTE'A BİR SORU SORUYOR
KILAVUZUN KÖTÜSÜ NAPOLYON'A, İYİSİ BÜLOW'A
QUOT LIBRAS İN DUCE?*
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
KÜÇÜK KIZ YAPAYALNIZ
ZENGİN OLMASI MUHTEMEL BİR YOKSULU HANA KABUL ETMENİN HOŞNUTLUĞU
THENARDİER OYUN PEŞİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
ESRARIN BAŞLANGICI
-ALTINCI KİTAP-
NEŞELİ ANLAR
BU KARANLIKTA BİRKAÇ SİLUET
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
JEAN VALJEAN AUSTİN CASTILLEJO'YU OKUMUŞA BENZİYOR
BAŞARILI BİR SORGULAMA
HALKIN BAĞRINDA SAKLI DURAN GELECEK
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
DEVRİMCİ OLMAK İÇİN AYİNE GİTMENİN FAYDASI
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
MARIUS'UN UĞRADIĞI ŞAŞKINLIKLAR
-BEŞİNCİ KİTAP-
YOKSULUN SEFİLLE İYİ KOMŞULUĞU
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
KADERİN GÖZ DELİĞİ
SEFALET ACIYA HİZMETİNİ SUNUYOR
MARIUS'UN İKİ SANDALYESİ KARŞI KARŞIYA
ÖNCE KURBANLARI YAKALAMAKTAN BAŞLAMALI DAİMA
II.CİLT -DÖRDÜNCÜ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
TEMELİN ALTINDAKİ ÇATLAKLAR
ENJOLRAS VE YAVERLERİ
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
SAVAŞ BAŞLIYOR
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
-ALTINCI KİTAP-
FİRARIN CİLVELERİ
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
CAB, ÜSTÜNDE GİDER; ARGODA HAVLAR
İHTİYAR KALPLE GENÇ KALP KARŞI KARŞIYA
-DOKUZUNCU KİTAP-
-ONUNCU KİTAP-
-ON BİRİNCİ KİTAP-
-ON İKİNCİ KİTAP-
GRANTAIRE'İN ÜSTÜNE GECE İNMEYE BAŞLIYOR
TOPLULUĞA BILLETTES SOKAĞI'NDA KATILAN ADAM
-ON ÜÇÜNCÜ KİTAP-
-ON DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-ON BEŞİNCİ KİTAP-
BEŞİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
BARİKATIN ÜSTÜNDE GÖRÜLEN UFUK
GEÇİCİ PARILTILAR
MORTUUS PATER FILIUM MORITURUM EXPECTAT*
KAHRAMANLAR
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
TOPRAK ÇÖKÜNTÜSÜ
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
İKİ YAŞLI KİŞİ, KENDİ TARZINDA*
-ALTINCI KİTAP-
AYRILMAZ OLAN
-YEDİNCİ KİTAP -
-SEKİZİNCİ KİTAP-
-DOKUZUNCU KİTAP-
ARKASINDA GÜNDÜZ OLAN GECE
SONSÖZ

ÜÇÜNCÜ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-

244 7 3
By ClassicsTR


Paris'in Atomundan İncelenmesi

I

PARVULUS

Paris'in bir çocuğu, ormanın bir kuşu vardır; kuşun adı serçe, çocuğun adı sokak çocuğudur.

Biri bütün sıcaklığı, öbürü bütün gündoğumunu içinde taşıyan bu iki fikri birleştirip bu Paris ve şu çocukluk kıvılcımlarını birbirine çarpınca, bundan küçük bir yaratık fışkırır. Plautusolsa buna, "Homuncio," derdi.

Bu küçük varlık neşelidir. Her gün yemek yemez ama canı isterse her akşam tiyatroya gider. Sırtında gömleği, ayaklarında ayakkabısı, başının üstünde bir damı yoktur; gökteki sinekler gibidir. Yedi ila on üç yaşlarındadır, güruh halinde yaşar, kaldırımlarda sürter, açık havada oturur, ayağında topuğundan aşağı inen babasının eski bir pantolonu, başında kulaklarından aşağıya inen yine bir başka babanın şapkası vardır; sarı kumaşlı tek bir askı takar, koşar, gözetler, dilenir, boşuna vakit harcar, pipo tüttürür, ağız dolusu küfreder, meyhane meyhane dolaşır, hırsızlarla, sokak kızlarıyla senli benlidir, argo konuşur, açık şarkılar söyler ve yüreğinde hiç kötülük taşımaz. Yüreğinde bir inci tanesi vardır: masumluk. Ve İnciler çamura düşmekle İnciliklerini kaybetmezler. İnsanoğlu çocuk olduğu sürece masumdur; Tanrı böyle istemiş.

O muazzam şehre sorulsa, "Nedir bu böyle?" diye, şu cevabı verirdi: "Benim yavrum."

II

ÖZEL İŞARETLERDEN BAZILARI

Paris'in sokak çocuğu, bir devin cüce yavrusudur. Abartmayalım, bu sokak meleğinin bazen bir gömleği olur, ama olsa da bir tane olur; bazen ayakkabıları olur, ama bunların topukları yoktur; bazen bir evi olur ve onu sever, çünkü içinde annesi bulunur; ama o yine de sokağı tercih eder, çünkü orada özgürlüğü bulur. Kendine özgü oyunları, muziplikleri vardır, bunların temelinde hep burjuva nefreti yatar; kendine özgü benzetmeleri vardır (ölmek, yabani hindibaları kökünden yemektir); kendine özgü meslekleri vardır (araba çağırmak, arabaların merdivenlerini indirmek -büyük yağmurlarda sokağın bir yanından öbür yanına adam geçirip geçiş parası almaya "Sanat köprüsü kurmak," der- devlet adamlarının Fransız halkı lehine ilan ettiği nutukları bağıra çağıra tekrarlamak, kaldırım taşlarının arasını kazımak); kendine özgü parası vardır (sokakta rastgele bulunabilecek her türlü işlenmiş, küçük bakır parçalarından meydana gelen bir para). Mangır adını alan bu para, çocuklardan ibaret bu küçük bohem topluluğu içinde hiç değişmeyen, oldukça düzenli bir değere sahiptir.

Nihayet, kendine özgü hayvanları vardır. Bunları köşe bucakta dikkatle inceler: uçuçböceği, çiçek biti, tarla örümceği, "şeytan" dediği iki boynuzlu kuyruğunu kıvırarak düşmanlarını tehdit eden kara böcek. Kendine özgü hayalî canavarı vardır; karnı pul puldur bunun ama kertenkele değildir; sırtı irinli kabarcıklarla doludur ama kurbağa değildir; eski kireç ocaklarında yaşar; siyah, tüylü, yapışkan, sürüngen, kâh yavaş kâh hızlı giden bir şeydir; bağırmaz ama bakar, öyle korkunçtur ki şimdiye kadar kimse onu görmemiştir. Bu canavara "sağır" adını takmıştır o. Taşların arasında sağır aramak çok tehlikeli bir eğlencedir. Başka bir eğlence de, bir kaldırım taşını birdenbire kaydırıp altındaki tespihböceklerini seyretmektir. Paris'in her bölgesi, orada yapılabilecek enteresan keşiflerle ünlüdür. Ursulines şantiyelerinde kulağakaçanlar, Pantheon'da kırkayaklar, Champ de Mars hendeklerinde kurbağa yavrulan vardır.

Özlü sözlere gelince, bu çocukta bunlar Talleyrand'daki kadar boldur. Edepli değildir ama daha dürüsttür. Beklenmedik bir anda parlayıveren bir neşesi vardır; dükkân sahibini kahkahasıyla şaşkına çevirir. Neşesinin dereceleri yüksek komediden maskaralığa kadar pervasızca uzanır.

Bir cenaze geçmektedir. Cenaze alayına katılanlar arasında bir de hekim bulunmaktadır. "Vay canına," diye haykırır sokak çocuğu, "ne zamandan beri doktorlar eserlerini kendileri taşıyorlar?"

Bir başkası kalabalığa karışmıştır. Gözlüklü, köstekli, pek ciddi bir adam öfkeyle döner: "Karımın 'beline' el attın, haylaz." "Ben mi, mösyö! Arayın üstümü."

III

PEK HOŞTUR

Akşamları daima bir çaresini bulup elde ettiği birkaç metelik sayesinde Homuncio tiyatroya girer. Bu sihirli eşiği aşar aşmaz değişir, sokak çocuğuyken Paris çapkını olur. Tiyatrolar, tersine çevrilmiş, ambarı yukarıda gemilere benzerler. İşte bu ambara takılır çapkın. Bir tırtıla nispetle pervane ne ise, sokak çocuğuna nispetle Paris çapkını da odur; aynı yaratığın uçanı, havada süzüleni. Bu dar, kötü kokulu, karanlık, pis, sağlığa zararlı, çirkin, iğrenç ambarın Paradis adını alması için, onun mutluluk ışığıyla, heyecan ve sevinç gücüyle, bir kanat çırpıntısına benzeyen el çırpmalarıyla orada bulunması yeterlidir.

Bir yaratığa gereksizi verip ondan gerekliyi alınız, İşte size sokak çocuğu.

Sokak çocuğu edebi sezgiden büsbütün yoksun değildir. Bir hayli üzüntüyle söyleyelim ki, onun edebi zevki hiç de klasik eğilimde sayılmaz. Tabiatı gereği pek az akademiktir. Bir örnek vermiş olmak için söyleyelim, Matmazel Mars'ın bu patırtıcı küçük çocuk seyirciler arasındaki itibarı bir nebze alay taşıyordu. Sokak çocuğu ona Matmazel Muche adını takmıştı.

Bu yaratık bağırır, çağırır, alay eder, dövüşür, bir küçük çocuk gibi hırpani, bir filozof gibi derbederdir; lağımda balık tutar, çöplükte avlanır, süprüntüden neşe çıkarır, coşkusuyla meydanları kırar geçirir, sırıtır ve ısırır, ıslık çalar ve şarkı söyler, alkışlar ve yuha çeker, Haleluya'yı Matanturlurette'le yumuşatır, De Profundis'den Chienlit'ye kadar bütün havaları tekdüze bir ahenkle okur, aramadan bulur, bilmediğini bilir, işi yankesiciliğe vardıracak kadar Spartalı, filozofluğa vardıracak kadar deli, müstehcenliğe vardıracak kadar liriktir. Olimpos'un üzerine yığılabilir, gübrenin içinde yuvarlanıp yatar ve üstüne örtü olarak yıldızları çeker. Paris'in sokak çocuğu küçük Rabelais'dir.

Saat cebi yoksa pantolonundan memnun olmaz.

Az şaşar, daha da az korkar, batıl inanışlara şarkı düzer, şişirilmiş değerleri söndürür, dinî sırları alaya alır, hortlaklara dil çıkarır, şairane konuşma ve davranma meraklılarının şiirine su katar, destansı abartmalara karikatür sokuşturur. Bunu ruh asaleti olmadığından yapmaz -hiç değil- fakat tantanalı boş hayalin yerine kaba komedinin hayal oyununu koyar. Karşısına Adamastor çıksa, sokak çocuğu, "Bak hele! Umacı!" der.

IV

YARARLI OLABİLİR

Paris, boş gezenden başlayıp sokak çocuğunda biter. Hiçbir şehir böylesi iki varlık yaratmaya muktedir değildir. Bakmaktan tatmin duyan kabulleniş ve bitmek tükenmek bilmeyen bir teşebbüs gücü: Prudhomme ve Fouillou. Yalnız Paris'in tabii tarihinde vardır bu. Bütün monarşi boş gezende, bütün anarşi sokak çocuğunda toplanmıştır.

Paris'in kenar mahallelerinin bu solgun çocuğu, toplumun gerçekleri, insanlara ait şeyler karşısında düşünen bir tanık olarak yokluk içinde yaşar, gelişir, bağlanır, çözülür. Kendisini umursamaz sanır ama değildir. Gülmeye hazır bakar, başka şeylere de hazırdır. Siz, ey adına Önyargı, Suiistimal, Haysiyetsizlik, Baskı, Haksızlık, Despotluk, Adaletsizlik, Bağnazlık, Zulüm denen şeyler, kim olursanız olun, ağzı açık sokak çocuğundan sakının!

Bu küçük büyüyecek.

Hangi balçıktan yoğrulmuştur? Rastgele ilk çamurdan. Bir avuç çamur, bir nefes, İşte size Adem. Bir tanrının geçmesi yeter. Sokak çocuğunun üstünden daima bir tanrı geçmiştir. Talih bu küçük varlık için çalışır. Bu "talih" kelimesinden biraz da macerayı kastediyoruz. Orta malı, kaba topraktan yoğrulmuş bu pigme; bu cahil, okuması yazması olmayan, şaşkın, adi, aşağılık avamdan bu cüce bir İyonyalı mı olacak, yoksa bir Boeotialı mı? Bekleyin görürsünüz. Currit rota, Paris'in ruhu, tesadüfün çocuklarını, kaderin insanlarını yaratan bu şeytan, Latin çömlekçinin aksine, testiden amfora yapar.

V

SINIRLARI

Sokak çocuğu şehri sever; bilgece bir yanı olduğundan, yalnızlığı da sever; Fuscus gibi urbis amator, Flaccus gibi ruris amator'dur.

Düşünerek dolaşmak, yani başıboş gezmek, filozof için vaktini iyi kullanmaktır. Özellikle böyle biraz bozulmuş, oldukça çirkin ama garip ve çifte tabiatlı kırlarda olursa. Bazı büyük şehirler, özellikle Paris bu çeşit kırlarla çevrilidir. Banliyöyü seyretmek, hem denizde hem karada yaşayan bir canlıyı seyretmek gibidir. Ağaçlar biter, damlar başlar; otlar biter, kaldırım taşları başlar; saban izleri biter, dükkânlar başlar; araba izleri biter, ihtiraslar başlar; tanrısal mırıltılar biter, insanların gürültüsü başlar. Bütün bunlar olağanüstü ilgi çekicidir.

Hiç de çekici olmayan, gelip geçen yolcularca daima kasvetli etiketi vurulan bu yerlerde düşünmeyi, hayal kurmayı seven insanların maksatsız gibi görünen gezintilere çıkmaları İşte bu yüzdendir.

Bu satırların yazarı, Paris'in sınır kapılarında uzun uzun dolaşıp durmuş bir kişidir. Buralar derin bir anı kaynağıdır onun için. O kısa çimenler, o taşlı patikalar, o kireçler, o killer, o alçılar, o tatsız bir yeknesaklık içinde uzayıp giden sürülmemiş ya da nadasa bırakılmış tarlalar, uzak bir fon içinde birdenbire ortaya çıkıveren turfanda sebze bahçeleri, o vahşet ve burjuvazilik karışımı, garnizon trampetlerinin âdeta savaş sesini kekeleyerek gürültülü bir şekilde talim yaptıkları o ıssız ve geniş ücra köşeler, gündüzleri in cin top oynayan, geceleriyse hiç tekin olmayan o yerler, rüzgârda dönen o kırık dökük değirmen, taş ocaklarının taş çıkarma çarkları, mezarlık köşelerindeki o koltuk meyhaneleri; güneşle yıkanan, kelebekler dolu uçsuz bucaksız boş arazileri kesiveren büyük karanlık duvarların esrarlı güzelliği, bütün bunlar onu cezbederdi.

Bu garip yerleri, Glaciere'i, Cunette'i, kurşun izleri içindeki korkunç Grenelle duvarını, Mont-Parnasse'ı, Fosse-aux-Loups'yu, Marne'ın sarp kıyısı üzerindeki Aubiers'yi, Montsouris'yi, Tombe-Issoire'ı, artık içinde sadece mantar yetişen ve deliği çürük bir tahta kapakla toprak seviyesinde kapatılmış eski bir tükenmiş taş ocağı bulunan Pierre-Plate de Châtillon'u yeryüzünde hemen hemen hiç kimse bilmez. Roma'nın kırları bir düşüncedir, Paris'in banliyösü de bir başka düşüncedir. Bir ufkun bize sunduğu manzarada tarlalardan, evlerden ya da ağaçlardan başka bir şey görmemek, yüzeyde kalmaktır; eşyanın bütün cepheleri Tanrı'nın düşünceleridir. Bir ovanın bir şehirle birleştiği yerde bilinmeyen, nasıl da içe işleyen bir hüzün vardır. Orada tabiat ve insanlık birlikte konuşurlar size. Mahalli tuhaflıklar orada çıkar ortaya.

Paris'in kalesi diyebileceğimiz kenar mahallelere bitişik bu terk edilmiş yerlerde bizim gibi dolaşan bir kimse, şurada burada, en terk edilmiş yerde, en beklenmedik anda, sıska bir çitin gerisinde ya da kasvetli bir duvar köşesinde, gürültülü bir küme meydana getiren pis kokulu, çamura bulanmış, toz toprak içinde, hırpani kılıklı, saçları çalılaşmış çocuklar görmüştür. Başlarında peygamberçiçeklerinden taçlarla zıpzıp oynayan çocuklardır bunlar. Hepsi de yoksul ailelerinden kaçmış küçüklerdir. Boş bulvar onların nefes aldıkları yerdir, banliyö onların malıdır. Onlar orada müebbet bir okul kaçaklığı içinde yaşarlar. Bildikleri bütün pis şarkıları masum masum orada söylerler. Bütün bakışlardan uzakta, mayısın ya da haziranın tatlı aydınlığı içinde, toprakta açılmış bir deliğin etrafında diz çökmüş vaziyette, başparmaklarıyla bilyeleri fırlatarak, çeyrek metelikler üzerinde çekişerek, sorumsuz, uçarı, başıboş, mutlu bir halde oradadırlar, daha doğrusu orada yaşarlar. Sizi görür görmez bir meslekleri olduğunu ve hayatlarım kazanmaları gerektiğini hatırlarlar ve size içi mayısböceği dolu eski bir yün çorap ya da bir demet leylak satmaya kalkışırlar. Bu garip çocuklara rastlamak Paris dolaylarının latif ve aynı zamanda yürek sızlatan güzelliklerinden biridir.

Bazen bu bir sürü oğlanın arasında küçük kızlar da bulunur. Onların kız kardeşleri midirler acaba? Hemen hemen genç kızlık çağında, zayıf, hummalı, elleri güneşten yanmış, yüzleri çilli, saçları çavdar başaklarıyla, gelinciklerle donatılmış, neşeli, vahşi, yalınayak kızlardır bunlar. Buğdayların arasında kiraz yiyenlerine de rastlanır. Akşamları gülüştükleri duyulur. Öğle vaktinin bol ışığıyla sımsıcak aydınlanan ya da akşamın alacakaranlığında şöyle böyle fark edilen bu topluluklar insanı uzun uzun meşgul eder, bu görüntüler onun hayallerine karışır.

Paris, merkez; banliyö, çevre: İşte bu çocukların bütün dünyası. Hiçbir zaman bunun dışına çıkmaya kalkışmazlar. Balıklar nasıl sudan çıkamazlarsa, onlar da Paris'in atmosferinden dışarı çıkamazlar. Onlar için şehir kapılarının iki fersah ötesinde hiçbir şey yoktur. Ivry, Gentilly, Arcueil, Belleville, Aubervilliers, Menilmontant, Choisy-le-Roi, Billancourt, Meudon, Issy, Vanves, Sevres, Puteaux, Neuilly, Gennevilliers, Colombes, Romainville, Chatou, Asnieres, Bougival, Nanterre, Enghien, Noisy-le-Sec, Nogent, Gournay, Drancy, Gonesse; evren burada biter İşte.

VI

BİRAZ TARİH

Bu kitaptaki olayların geçtiği, hemen hemen çağdaş sayılabilecek devirde, bugün olduğu gibi her sokak başında bir belediye çavuşu yoktu (şimdi bunun yararını tartışmanın sırası değil); Paris başıboş çocuklarla dolup taşmaktaydı. İstatistikler o tarihte, her yıl ortalama iki yüz altmış evsiz barksız çocuğun polis devriyeleri tarafından açık arsalardan, inşa halindeki evlerden ve köprü altlarından toplandığını göstermektedir. Bu yuvalar içinde şöhret yapmış bir tanesi, "Arcole Köprüsü Kırlangıçlarını yaratmıştır. Toplumsal fonksiyon bozukluğunun en felaketli arazı da zaten budur. İnsani suçların hepsi çocuk serseriliğinden başlar.

Fakat biz yine de Paris'i istisna sayalım. Göreceli olmakla birlikte ve hatırlattığımız olaya rağmen bu istisna yerindedir. Bütün başka büyük şehirlerde serseri bir çocuk, kaybedilmiş bir yetişkin adam olduğu halde, başka hemen her yerde kendi başına bırakılmış çocuk, onda dürüstlüğü ve vicdanı kemiren toplumsal kötülüklerin içine kadersiz bir şekilde gömülmeye âdeta adanmış, terk edilmişken, Parisli sokak çocuğu -bu noktada ısrar ediyoruz- yüzeyde ne kadar kültürsüz, ne kadar suça bulaşmış olursa olsun, içinde hemen hemen hiç el değmemişçesine lekesiz ve temizdir. Bunu tespit edebilmek harikulade bir şeydir ve bizim halk devrimlerimizin muhteşem iffetinde bu parlak bir şekilde görülüyor. Tıpkı okyanusun suyundaki tuz gibi, Paris'in havasında bulunan düşünce, baştan çıkmayı, fesada uğramayı önlemektedir. Paris'in havasını teneffüs etmek, ruhu korur.

Bu söylediklerimiz, çevresinde dağılan bir ailenin kopmuş bağlarının uçuştuğunu gördüğümüz bu çocuklardan birine rastladığımız her defasında duyduğumuz yürek daralmasından bir şey eksiltmez. Henüz pek çok eksiği olan çağdaş uygarlıkta ailelerin bu şekilde parçalanması, karanlıklar içinde çökmesi, çocuklarının akıbeti hakkında hiçbir şey bilmemesi, ciğerparelerini sokak ortasında bırakması pek anormal bir şey değildir. Kara talihler İşte buradan doğuyor. Bunun adı -çünkü bu hazin olay bir de deyim yaratmıştır- Paris kaldırımlarına atılmaktır.

Sırası gelmişken şunu da söyleyelim ki, çocukların böyle terk edilmelerini önlemek için eski monarşi hiçbir tedbir almamıştır. Aşağı bölgelerin biraz Mısır, biraz Bohemya olması yüksek tabakalara pek uygun geliyor, kudretlilerin işine yarıyordu. Halk çocuklarının eğitilmesine karşı düşmanlık bir dogmaydı. "Yarı aydınlar" neye yarar ki? Parola buydu. Bu nedenle boş gezen çocuk, cahil çocuğun zorunlu bir sonucudur.

Kaldı ki monarşinin bazen çocuklara ihtiyacı olurdu. O zaman sokaklardaki ayaktakımını toplardı.

Fazla uzağa gitmemek için 14. Louis devrinden bir örnek verelim. Kral, haklı olarak bir donanma kurmak istiyordu. Fikir güzeldi. Ama bir de kullanılan araca bakalım. Rüzgârın oyuncağı olan yelkenli geminin yanında, gerektiğinde onu yedeğe almak için ya kürekle ya da buharla istediği yere gidebilen gemi olmazsa donanma da olmaz. Bahriyede bugün istimli gemiler neyse, o devirde de kadırgalar oydu. Şu halde kadırgalara ihtiyaç vardı. Fakat kadırga ancak kürek mahkûmları sayesinde yol alır. O halde, kürek mahkûmlarına da ihtiyaç vardı. Colbert, eyalet temsilcilerine ve feodal mahkemelere, elinden geldiği kadar fazla kürek mahkûmu yarattırıyordu. Hakimler bu İşte büyük gayretkeşlik gösteriyorlardı. Bir adam bir dinî alay geçerken şapkasını mı çıkarmamış; bu Protestanca bir davranıştı, hemen kadırgalarda kürek çekmeye yollanıyordu. Sokakta bir çocuğa mı rastlanmış; on beş yaşında olması ve yatacak yeri bulunmaması yeterliydi, küreğe gönderiliyordu. Büyük hükümdarlık, büyük yüzyıl.

15. Louis devrinde, Paris'te çocuklar ortadan kayboluyorlardı; polis onları -kim bilir hangi esrarengiz İşte kullanılmak üzere— alıp götürüyordu. Kralın kan banyoları hakkında dehşetengiz söylentiler fısıldanıyordu kulaktan kulağa korkuyla. Barbier bunları safiyetle anlatır. Bazen kimsesiz çocuk kıtlığı çeken zaptiyeler, babası olan çocukları da yakalayıp götürüyorlardı. Umutsuzluktan gözü dönen babalar zaptiyelerin üzerine yürüyorlardı. Bu durumda feodal mahkeme işe el koyuyor ve ipe çektiriyordu. Kimi? Zaptiyeleri mi? Ne münasebet, babalan.

VII

HİNDİSTAN'DA OLSA, SOKAK ÇOCUĞUNUN KASTLAR ARASINDA AYRI BİR YERİ OLURDU

Paris'in sokak çocukluğu hemen hemen bir kasttır.

Denilebilir ki, her canı isteyen sokak çocuğu olamaz.

Bu sokak çocuğu kelimesi ilk defa 1834 yılında basında çıktı ve halk dilinden edebiyat diline geçti. Claude Gueuxadlı küçük bir eserde ortaya çıktı bu kelime. Büyük bir skandal koptu. Kelime yerleşti.

Sokak çocuklarının birbirlerine olan saygıları çok çeşitli unsurlara dayanır. Bunlardan birini tanıdık ve kendisiyle ahbaplık ettik. Notre-Dame'ın kulelerinin birinden bir adamın düştüğünü gördüğü için çok sayılıyor, takdir ediliyordu. Bir başkası, Invalides'in kubbesindeki heykellerin geçici olarak depo edildiği arka avluya sızıp heykellerden kurşun "arakladığı" için; bir üçüncüsü bir yolcu arabasını devirdiği için; daha bir başkası da bir burjuvanın az kalsın gözünü patlatacak olan bir askeri "tanıdığı" için aynı şekilde saygı ve takdir görüyordu.

Parisli bir sokak çocuğunun kopardığı şu nida çığlığının izahı burada aranmalıdır İşte: "Hey koca Tanrı! Nedir bu başıma gelen! Daha beşinci kattan düşen bir insan görmek bile nasip olmadı bana!" ('beşinci'yi 'beşinç'i, 'nasip olmadı'yı 'naspolmadı' diye telaffuz ediyordu.) Durumu özetleyen bu derin anlamlı nidayı alelade kişiler anlamaz, gülerler.

Şu da elbette ki güzel bir köylü sözüdür: "Falanca baba, karın hastalıktan öldü, ne diye bir hekim çağırtmadın ki?" "Neylersin ağam, fakir fukarayız biz, kendi kendimize ölürüz." Fakat köylünün bütün pasifliği bu sözde toplandığı gibi, kenar mahalleli bacaksızın bütün hür düşünceli anarşizmi de şüphesiz şu diğer sözde toplanmıştır. Bir idam mahkûmu, günahlarım çıkaran rahibi dinleyerek arabada sehpaya gitmektedir. Parisli bir çocuk haykırır: "Şuna bak! Takkeliye dert yanıyor. Vay ödlek vay! "

Din konusunda belli bir cüretkârlık, sokak çocuğunun belirgin vasfıdır. Yaygın kanaatlerin, önyargıların üstüne çıkmak isteği önemli bir şeydir.

İnfazlarda hazır bulunmak bir görevdir. Giyotini birbirlerine gösterip gülerler. Türlü çeşit isimler takarlar ona: Çorbanın Sonu, Suratsız, Mavilikler (gökyüzü) Anası, Son Lokma, vs. Hiçbir şey kaçırmamak için duvarlardan atlarlar, balkonlara tırmanırlar, ağaçlara çıkarlar, parmaklıklara asılırlar, bacalara tutunurlar. Sokak çocuğu denizci olarak doğduğu gibi, dam aktarıcı olarak da doğmuştur.

Bir dam onu bir gemi direğinden fazla korkutmaz. Greve Meydanı'yla boy ölçüşebilecek bayram yoktur. Samson ve Rahip Montes gerçek ve popüler isimlerdir. Cesaret vermek için idam mahkûmunu yuhalarlar. Bazen ona hayran kaldıkları da olur. Sokak çocuğu Lacenaire, korkunç Dautun'ın mertçe öldüğünü görünce, geleceğe namzet şu sözü söylemiştir: "Ona gıpta ettim." Sokak çocukları arasında Voltaire tanınmaz, ama Papavoine tanınır. "Siyasiler" katillerle aynı efsanede karıştırılır. Hepsinin son kıyafetleri kulaktan kulağa nakledilir. Tolleron'un ateşçi takkesi, Avril'in samurdan kasket, Louvel'in melon şapka giydiği, ihtiyar Delaporte'un başı açık ve dazlak, Castaing'in pespembe ve pek güzel olduğu, Bories'nin çenesinde küçük romantik bir sakal bulunduğu, Jean Martin'in pantolon askısını çıkarmadığı, Lecouffe'yle ettikleri hep bilinir. "Araba sefanız için birbirinizi suçlamayın," diye sokak çocuğunun biri onlara bağırmıştı. Kalabalığın arasında pek ufak kalan bir başkası da Debacker'nin geçişini görebilmek için rıhtımdaki fenerlerden birini gözüne kestirip direğe tırmanır. Orada bulunan bir jandarma kaşlarını çatar, "Mösyö jandarma, bırakın çıkayım, n'olur," der. Ve kanun gücünün temsilcisini yumuşatmak için de, "Merak etmeyin, düşmem," diye ekler. "Senin düşüp düşmemen bana vız gelir," diye karşılık verir jandarma.

Sokak çocukları arasında hatırda kalacak bir kaza büyük itibar sağlar. Şayet kazara bir yerini çok derin -kemiğe kadar- kesersen saygınlığın doruğuna varırsın.

Yumruk da önemli bir saygı unsuru sayılır. Sokak çocuğunun söylemekten hoşlandığı şeylerden biri de şudur: "Çok kuvvetliyimdir ha! Hadi çek arabanı!" Solaklık gıpta uyandırır. Şaşılık itibar sağlar.

VIII

SON KRALIN HOŞ BİR SÖZÜ

Yaz geldi mi, sokak çocuğu kurbağa olur; akşamları, gece bastırırken, Austerlitz ve Iena köprülerinin önünde, kömür yüklü mavna katarlarından ve çamaşırcı kadınların kayıklarından Seine Nehri'ne ve genel ahlak ve zabıta yasalarının her türlü ihlaline balıklama dalar. Ne var ki belediye zabıtası etrafı kolaçan etmektedir. Bu yüzden fevkalade dramatik bir durum ortaya çıkar. Bir seferinde, böyle bir durum unutulmaz bir kardeşlik dayanışması narasına yol açmıştı. 1830'lara doğru meşhur olan bu nara, bir sokak çocuğundan ötekine stratejik bir uyarıdır. Homeros'un mısraları gibi ahenkle söylenir, hemen hemen Panathenaia bayramlarında okunan Eleusis şarkıları kadar anlatılması güç bir notasyonu vardır, antik Bacchus rahibelerinin şarap ilahı şerefine attıkları çığlıklara benzer. Şöyledir: "Hey çapkın heeey! Akrep var, aynasız var, çullarını al, cızlamı çek, lağımdan kır!"

Bazen bu sinekçik -kendisine böyle der— okumasını bilir; hatta bazen yazmasını da bilir, ama karalamasını daima bilir. Kamu yararına olabilecek bütün kabiliyetleri -bilinmez nasıl bir hocasız eğitimle- edinmekte tereddüt etmez. 1815'ten 1830'a kadar hindi sesini taklit ediyordu; 1830'dan 1848'e kadar duvarlara armut resmi çiziktirir oldu. Bir yaz günü akşamı yaya olarak dönmekte olan Louis-Philippe, bunlardan küçücük şu kadarcık bir tanesinin, ayaklarının ucuna kalkmış, ter dökerekten Neuilly parmaklıklarının sütunlarından birine kömürle kocaman bir armut resmi çizmeye uğraştığını gördü. Kral 4. Henri'den miras aldığı babacanlıkla sokak çocuğuna yardım etti, armut resmini tamamladı, sonra çocuğa bir Louis altını vererek, "Bunun üstünde de armut var," dedi. Sokak çocuğu gürültü patırtıyı sever. Zor ve şiddet halleri onun hoşuna gider. Papazlar'dan nefret eder. Bir gün bu küçük çapkınlardan biri, Üniversite Sokağı'nda 69 numaralı araba kapısına doğru nanik yapıyordu. Yoldan geçen biri, "Niye bu kapıya öyle yapıyorsun?" diye sordu. Çocuk, "Orada bir papaz var," cevabını verdi. Gerçekten de, papanın elçisi orada oturur.

Fakat sokak çocuğu ne kadar Voltaireci olursa olsun, eğer kilisede koro çocuğu olmak fırsatı bulursa bunu kabul edebilir ve ettiği takdirde de, ayinde görevini edebiyle yapar. Tantalos azabıyla özlediği, daima isteyip de bir türlü elde edemediği iki şey vardır: hükümeti devirmek, bir de pantolonunun yırtıklarını diktirmek.

Kemalini bulmuş bir sokak çocuğu Paris şehrinin bütün zabıta memurlarını iyice tanır, bunlardan birine rastladığında ne mal olduğunu daima bilir. Hepsini ezbere sayar. Huyunu suyunu inceler, her biri hakkında özel notları vardır. Polislerin ruhunu açıkça okur. Size anında, hiç takılmadan, "Filanca haindir, falanca çok zalimdir; filanca büyüktür, falanca gülünçtür," diyecektir (bütün bu kelimelerin, yani hain, zalim, büyük, gülünç kelimelerinin onun ağzında özel anlamları vardır). "Şu, bütün Pont-Neufü babasının malı sanır, cümle âlemin korkuluklar dışındaki pervazda dolaşmasına engel olur; bu da insanın kulağını çekmeye meraklıdır, vs. vs."

IX

ESKİ GALYA RUHU

Pazar yerlerinin çocuğu Poquelin'de bu çocuktan bir şeyler vardı, Beaumarchais'de de öyle. Sokak çocukluğu Galya ruhunun bir nüansıdır. Sağduyuya karıştığında bazen ona kuvvet katar, tıpkı alkolün şaraba kattığı gibi. Bazen de bir kusurdur. Homeros, durmadan aynı şeyleri tekrarlar, doğru. Voltaire de sokak çocukluğu yapıyor denilebilir.

Camille Desmoulins kenar mahalleliydi. Mucizeleri hor gören Championnet, Paris'in kaldırımlarından çıkmıştı; küçükken, Saint-Jean de Beauvais ve Saint-Etienne du Mont'un "kapılarını ıslatmıştı;" Azize Geneviève'in kutsal emanetlerinin bulunduğu sandığa karşı hayli senli benli davrandığından, içinde Aziz Janvier'nin pıhtılaşmış kanı bulunan şişeye emirler vermekte sakınca görmüyordu.

Paris sokak çocuğu saygılı, alaycı ve küstahtır. Dişleri pek berbattır, çünkü kötü beslenmiştir ve midesi hep açlık çeker; gözleriyse pek güzeldir, çünkü akıllı ve zekidir. Yehova'nın huzurunda cennetin basamaklarını tek ayakla seke seke çıkardı. Fransız boksunda çok ustadır. Her türlü gelişme ve yetişme onun için mümkündür. Sokak sularında oynar, ayaklanmalarda şahlanır; küstahlığını misket ateşi karşısında da sürdürür. Ödleğin biriyken kahraman kesilir, küçük Tebaili gibi aslanın postunu silkeler. Trampetçi Bara Parisli bir sokak çocuğuydu. Kutsal kitaptaki atın, "Vah!" demesi gibi, o da "ileri!" diye bağırır ve bir dakika içinde küçücük bir oğlanken kocaman bir dev olur.

Bu çamur çukuru çocuğu, aynı zamanda ideal çocuktur. Moliere'den Bara'ya uzanan dehanın büyüklüğünü varın bir ölçün.

Velhasıl, tek cümleyle özetlersek, sokak çocuğu eğlenen bir varlıktır, çünkü bedhahtır.

X

ECCE PARİS, ECCE HOMO*

*İşte Paris, İşte İnsan

Yine özetlemek için diyebiliriz ki, günümüzde Paris'in sokak çocuğu, tıpkı vaktiyle Roma'nın Graeculus'ü gibi, alnında eski dünyanın kırışığı bulunan çocuk halktır.

Sokak çocuğu millet için aynı zamanda hem bir lütuf hem de bir hastalıktı; tedavisi gereken bir hastalık. Neyle tedavisi gereken bir hastalık? Işıkla.

Işık sağlığa kavuşturur. Işık aydınlatır.

Toplumun bütün bereketli ışımaları bilimden, edebiyattan, sanattan, öğretimden çıkar, insanları yetiştirin, yetiştirin insanları. Onları aydınlatın ki sizi ısıtsınlar. Eninde sonunda o azametli genel eğitim meselesi, mutlak hakikatin karşı konulamaz otoritesiyle kendisini ortaya koyacaktır. O zaman, Fransız düşüncesinin gözetimi altında hüküm sürmekte olanlar şöyle bir seçim yapmak zorunda kalacaklardır: ya Fransa'nın çocukları ya da Paris'in sokak çocukları; ya ışığın içindeki alevler ya da karanlıklar içindeki geçici pırıltılar.

Sokak çocuğu demek Paris demektir ve Paris demek dünya demektir.

Çünkü Paris bir toplamdır. Paris, insanlığın tavanıdır. Bütün bu harikulade şehir, ölü örf ve âdetler ile yaşayan örf ve âdetlerin bir minyatürüdür. Paris'i gören bir kimse, aralıklardan gökyüzü ve yıldızlarla birlikte bütün tarihin alt yüzünü gördüğünü sanır. Paris'in bir Capitole'ü, Belediye Sarayı, bir Parthenon'u, Notre-Dame'ı, bir Aventin tepesi, Saint-Antoine Mahallesi, bir Asinarium'u, Sorbonne'u, adı Pantheon olan bir Pantheon'u, bir Kutsal Yol'u, İtalyan Bulvarı, bir Tour des Vents'ı ve kamuoyu vardır, ve de işkencenin yerine gülünçlüğü koyar. Onun majosunun adı zarafet budalası, Tiber ötelisinin adı kenar mahalleli, hamalının adı hal yükçüsü, lazzaronesininadı serseri sınıfı, cockneysinin adı züppedir. Başka yerde olan her şey Paris'te de vardır. Dumarsais'nin balıkçı kadını, Euripides'in ot satıcısı kadınına karşılık gelebilir. Disk atıcı Vejanus, ip cambazı Forioso'da canlanır; Therapontigonus Miles, humbaracı Vadeboncoeur'le kol kola girebilirdi; eskici Damasippe antikacılar arasında mutlu olurdu; Agora Diderot'yu hapsedebileceği gibi, Vincennes de Sokrates'i tutuklayabilirdi; Curtillus kirpi kızartmasını icat ettiği gibi, Grimod de la Reyniere de yağda rozbifi icat etmiştir; Etoile Meydanı'ndaki zafer takının yuvarlağı altında Plautus'taki trapezin yeniden ortaya çıktığını görürüz; Apuleius'un Atina Agorası'ndaki Poikilos Kapısı'nda rastladığı kılıç yiyen adam, Pont-Neufdeki kılıç yutan adamdır; Rameau'nun yeğeniyle tufeyli Curculion bir çift teşkil ederler; Ergasile kendisini Cambaceres'e Aigrefeuille aracılığıyla tanıttırabilir; Roma'nın dört şıklık meraklısı, Alcesimarchus, Phoedromus, Diabolus ve Argyrippe, Labatut'nün posta arabasıyla Courtille'den aşağı inerler; Aulu-Gelle, Congrio'nun önünde, Charles Nodier'nin Polichinelles'in karşısında durduğundan daha fazla durmazdı; Marton bir dişi kapları değildir, ama Pardalisca da bir ejder değildir; şarkıcı Pantolabus, İngiliz Kahvesi'nde sefih Nomentanus'la alay eder; Hermogenes, Champs-Elysees'de tenordur ve onun çevresinde sokak çapkını Thrasius, Bobeche kılığında parsa topluyor; Tuileries'de elbisenizin düğmesini çekerek sizi durduran münasebetsiz, size Thesprion'un iki bin sene önceki damdan düşme sorusunu tekrarlatır: Quis properantem me prehendit pallio? Suresnes şarabı, Albe şarabını taklit eder; Desaugiers'nin kırmızı kenarlı pelerini, Balatron'un büyük kupasını dengeler; Pere-Lachaise gece yağmurları altında tıpkı Esquilies'in ışıklarına benzeyen ışıklar yayar ve fakirlerin beş yıl için satın aldıkları mezar çukuru, kölenin kiralık tabutuyla eşdeğerdedir.

Paris'te bulunmayan bir şey arayın. Trophonius'un fıçısında, Mesmer'in teknesinde bulunmayan hiçbir şey yoktur. Ergaphilas, Cagliostro'da yeniden hayata doğar; brahman rahibi Vâsaphantâ, Saint-Germain Kontu'nda yeniden cisim kazanır; Saint-Medard Mezarlığı, Şam'daki Ümmiye camii kadar güzel mucizeler yaratır.

Paris'in Mayeux gibi bir Ezop'u, Matmazel Lenormand gibi bir Canidie'si vardır. Paris de Delphoi gibi, görüntülerin şimşekli gerçeklerinden korkar: Dodone'un üç ayaklı sehpaları oynatması gibi,

0 da masaları oynatır. Roma, nasıl bir kibar fahişeyi tahta çıkardıysa, o da bir sokak kızını tahta çıkarır; ve nihayet, 15. Louis Claudius'tan daha kötü olsa bile, Madam Du Barry, Messaline'den daha iyidir. Paris, artık göçüp gitmiş olan ve bizim de sürünerek yanından geçtiğimiz hiç görülmedik bir tipin içinde Grek çıplaklığını, İbrani yarasını ve Gaskon şakasını bağdaştırır. Diyojen'i, Eyüb'ü ve Paillasse'ı güzelce karıştırır, bir hayaleti Constitutionnel'in eski sayılarından biriyle giydirir ve böylece Chodruc Duclos'yu yaratır.

Her ne kadar Plutarkhos, "Zorba asla ihtiyarlamaz," dese de Roma, gerek Sylla'nın, gerekse Domitianus'un iradesine katlanmış, şarabına seve seve su katmıştı. Varus Vibiscus'un Tiber hakkındaki biraz doktriner övgüsüne inanmak gerekirse, bu nehir bir Lethe'ydi: Contra Gracchos Tiberim habemus. Bibere Tiberim, id est seditionem oblivisci. Paris günde bir milyon litre su içer, ama bu onu gerektiğinde topları borusu öttürmekten ve tehlike çanı çalmaktan alıkoymaz.

Bunun dışında Paris iyi bir çocuktur. Her şeyi haşmetle kabul eder. Venüs konusunda müşkülpesent değildir; onun Kallipygos

Hotantolu'dur; hemen bağışlar, yeter ki gülsün; çirkinlik onu keyiflendirir, biçimsizlik neşelendirir, kötülük eğlendirir; şen şakrak, şakacı olun, bir hergele olabilirsiniz; hatta iki yüzlülük, hayasızlığın bu dik âlâsı bile onu isyana sevk etmez; edebiyata o kadar düşkündür ki Basile'in karşısında burnunu tıkamaz, Horatius, Priapos'un "hıçkırık"ında nasıl korkulacak bir taraf bulmazsa, o da Tartuffe'ün duasında rezalet bir yan bulmaz. Evrenin çehresinde hiçbir çizgi yoktur ki Paris'in profilinde bulunmasın. Mabille balosu Janicula'nın Polymniavari dansı değildir, ama kapı kapı dolaşıp bayanlar için tuvalet eşyası satan kadın burada şık ve serbest genç kızlara göz diker; tıpkı aracı kadın Staphyla'nın bakire Planesium'u gözüne kestirmesi gibi. Combat Kapısı bir Kolezyum değildir, ama insanlar orada sanki Sezar kendilerini seyrediyormuş gibi yırtıcıdırlar. Suriyeli meyhaneci kadın Saguet Ana'dan daha dilberdir ama, Vergilius'un hep Roma meyhanelerine gitmesi gibi, David d'Angers, Balzac ve Charlet de hep Paris koltuk meyhanelerine kurulurlar. Paris saltanat sürer. Dehalar orada alev alev parlar, kırmızı kuyruklu eyyamcı palyaçolar orada başarıya ulaşır. Adonai gök gürültülerinden, şimşeklerden on iki tekerlekli savaş arabası üzerinde oradan geçer; Silenos, dişi eşeği üzerinde oraya giriş yapar. Silenos'u Ramponneau diye okuyunuz.

Paris, evren demektir. Paris Atina'dır, Roma'dır, Sybaris'tir, Kudüs'tür, Pantin'dir. Bütün uygarlıklar orada özet halinde yer alır; bütün barbarlıklar da. Paris, eğer giyotini olmasaydı çok üzülürdü.

Biraz Greve Meydanı bulunması iyidir. Bu tuz biber olmadan bu ebedi şenlik neye yarar ki? Yasalarımız bunu pek akıllıca sağlamışlardır. Onların sayesinde bu satır, bu karnavalın üzerine kanını süzüp duruyor.

XI

ALAY ETMEK, SALTANAT SÜRMEK

Paris için sınır diye bir şey yoktur. Boyunduruğuna aldığı insanları bazen hakaret edercesine alaya alan böyle bir hâkimiyet hiçbir şehre nasip olmamıştır. Büyük İskender, "Ey Atmalılar! Sizi memnun etmek ne zor iş!" diye bağırmıştı. Paris yasadan da fazlasını yapar, moda yaratır; Paris modadan da fazlasını yapar, âdet yaratır. Paris, eğer hoşuna giderse aptallık edebilir, bazen bu lüksü benimsediği olmuştur; o zaman bütün dünya onunla birlikte aptal olur. Sonra Paris uyanır, gözlerini ovuşturur, "Amma da sersemmişim!" der ve bütün insan soyunun yüzüne karşı bir kahkaha koparır. Ne harika şehirdir bu şehir! İşin garip yanı, bu ululukla bu maskaralığın iyi bir komşuluk içinde olmaları, bütün bu ihtişamın bütün bu parodiden rahatsız olmaması ve aynı ağzın bugün kıyameti bildiren İsrafil'in borusunu üflerken yarın kamış düdüğü öttürebilmesidir! Paris'in saltanatlı bir sevinci vardır. Neşesi yıldırımdandır, maskaralığı elinde bir asa taşır. Bazen bir yüz buruşturması onun kasırga koparmasına sebep olur. Patlamaları, sayılı günleri, şaheserleri, mucizeleri, destanları dünyanın öbür ucuna kadar gider; zırvalıkları da. Gülüşü, lavlarını bütün yeryüzüne püskürten bir volkan ağzıdır. Alaylı ve çok defa hafifmeşrep fıkraları kıvılcımlar gibi saçılır etrafa. İdealini olduğu kadar, karikatürlerini de milletlere kabul ettirir. İnsan uygarlığının en yüksek anıtları alaylarını benimser, hafifmeşrepliklerine kendi ölümsüzlüklerini katarlar. Görkemlidir; dünyayı kurtaran harikulade bir 14 Temmuz'u vardır; bütün milletlere Jeu de Paume yemini ettirir; 4 Ağustos gecesi, üç saat içinde, bin yıllık feodaliteye son vermiştir; mantığını genel iradenin pazısı yapar; yücenin bütün şekillerinde çoğalır; Washington'u, Kosciusko'yu, Bolivar'ı, Botzaris'i, Riego'yu, Bern'i, Manin'i, Lopez'i, John Brown'ı, Garibaldi'yi ışığıyla doldurur; geleceğin ışıdığı her yerde o vardır: 1779'da Boston'da, 1820'de Leon Adası'nda, 1848'de Peşte'de, 1860'ta Palermo'da; Harper's Ferry nehir gemisinde toplanan Amerikalı kölelik aleyhtarlarının ve Archilerde, deniz kıyısındaki Gozzi hanı önünde karanlıkta toplanan Ancönelu yurtseverlerin kulaklarına o güçlü parolayı fısıldar: Özgürlük. Canaris'i yaratır, Quiroga'yı yaratır, Pisacane'yi yaratır, yeryüzüne büyüklük ışığını yayar; onun soluğunun ittiği yere giderken Byron Missolonghi'de, Mazet Barcelona'da ölür; Mirabeau'nun ayakları altında kürsü, Robespierre'in ayakları altında kraterdir; kitapları, tiyatrosu, sanatı, bilimi, edebiyatı, felsefesi insanlığın el kitaplarıdır; Pascal'i, Regnier'si, Corneille'i, Descartes'ı, Jean-Jacques'ı, bütün dakikalar için Voltaire'i, bütün yüzyıllar için Moliere'i vardır; dilini dünyanın ağzında konuşturur ve bu dil Tanrı sözü halini alır; bütün zihinlerde ilerleme fikrini inşa eder, çelikten döktüğü kurtarıcı dogmalar kuşaklar ve kuşaklarca başucu kılıcıdır ve 1789'dan beri bütün milletlerin bütün kahramanları onun düşünürlerinin, onun şairlerinin ruhuyla yoğrulup yaratılmışlardır. Ama bütün bunlar onu sokak çocukluğu yapmaktan alıkoymaz ve Paris denilen bu muazzam deha, bir yandan ışığıyla dünyanın çehresini değiştirirken, öbür yandan Theseus Tapınağının duvarına kömürle Bouginier'nin burnunu çizer ve piramitlerin üstüne "Hırsız Credeville" diye yazar.

Paris daima dişlerini gösterir; homurdanmadığı zaman güler.

Bu Paris böyledir İşte. Damlarından tüten dumanlar evrenin fikirleridir. Dilerseniz bir yığın çamur ve taş diyebilirsiniz, ama her şeyden önce manevi bir varlıktır. Büyükten de fazladır o, muazzamdır... Niçin? Çünkü cüretkârdır.

Cüret etmek: ilerlemenin fiyatı budur.

Bütün yüce fetihler az ya da çok cesaretin mükâfatıdırlar. Devrimin olması için Montesquieu'nün onu sezmesi, Diderot'nun öğretmesi, Beaumarchais'nin haber vermesi, Condorcet'nin hesaplaması, Arouet'nin hazırlanması, Rousseau'nun önceden düşünmesi elvermez; Danton'un ona cüret etmesi gerekir.

Cesaret çığlığı bir Fiat Lux'tür İnsanlığın ileriye doğru gidebilmesi için, zirvelerin üstünde sürekli olarak gözü pek cesaret örnekleri bulunmalıdır. Pervasızlıklar tarihe göz alıcı bir ışık saçarlar ve insanoğlunun büyük aydınlıklarından biridirler. Gün doğarken cüret gösterir. Teşebbüs etmek, meydan okumak, sebat etmek, azmetmek, kendi özüne sadık kalmak, kaderle göğüs göğüse kapışmak, felaketi bizde uyandırdığı korkunun azlığıyla şaşırtmak, bazen haksız kuvvete karşı koymak, bazen sarhoş zafere küfretmek, sıkı durmak, kafa tutmak; İşte halklara gereken örnek budur, onları elektriklendiren ışık budur. Prometheus'un meşalesinden, Cambronne'un piposuna kadar uzanan aynı muazzam şimşektir.

Continue Reading

You'll Also Like

75.3K 1.3K 98
Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği sürdükçe, böylesi kitaplar gereksiz sayıl...
76.1K 2.7K 18
Evrensel boyutlara ulaşmış ünüyle bugün dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri sayılan Goethe, henüz yirmi beş yaşındayken yazdığı Genç Werth...
3.2K 76 7
Geleneklere olan bağlılığı ve katı disiplin kurallarıyla ünlü Welton Akademis'nin öğrencilerinin okul ve yatakhane arasında geçen tekdüze hayatları y...
8.2K 446 9
Jack London'ın bütün eserlerine bir simgeci natüralizm örneği olan Deniz Kurdu ile devam ediyoruz. Varlıklı bir aileden gelen Humphrey Van Weyden, ge...