Sefiller

By ClassicsTR

77.7K 1.3K 308

Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği s... More

Önsöz - I.CİLT
BİRİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
EVİNİ KİME KORUTUYORDU
BİR KISITLAMA
-İKİNCİ KİTAP-
PONTARLIER PEYNİRHANELERİ ÜZERİNE BİLGİLER
DALGA VE GÖLGE
KÜÇÜK-GERVAIS
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
BOMBARDA'NIN YERİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
UFUKTA BELİRSİZCE ÇAKAN ŞİMŞEKLER
MADAM VICTURNIEN'İN BAŞARISI
BELEDİYE ZABITASINA AİT BAZI MESELELERİN ÇÖZÜMÜ
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
ISTIRABIN UYKUDA ALDIĞI ŞEKİLLER
SIMPLICE HEMŞİRE SINAMADAN GEÇİYOR
KANAATLERİN ŞEKİLLENMEYE BAŞLADIĞI BİR YER
-SEKİZİNCİ KİTAP-
İKİNCİ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
SAVAŞLARIN "QUID OBSCURUM"U*
İMPARATOR, KILAVUZ LACOSTE'A BİR SORU SORUYOR
KILAVUZUN KÖTÜSÜ NAPOLYON'A, İYİSİ BÜLOW'A
QUOT LIBRAS İN DUCE?*
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
KÜÇÜK KIZ YAPAYALNIZ
ZENGİN OLMASI MUHTEMEL BİR YOKSULU HANA KABUL ETMENİN HOŞNUTLUĞU
THENARDİER OYUN PEŞİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
ESRARIN BAŞLANGICI
-ALTINCI KİTAP-
NEŞELİ ANLAR
BU KARANLIKTA BİRKAÇ SİLUET
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
JEAN VALJEAN AUSTİN CASTILLEJO'YU OKUMUŞA BENZİYOR
ÜÇÜNCÜ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
HALKIN BAĞRINDA SAKLI DURAN GELECEK
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
DEVRİMCİ OLMAK İÇİN AYİNE GİTMENİN FAYDASI
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
MARIUS'UN UĞRADIĞI ŞAŞKINLIKLAR
-BEŞİNCİ KİTAP-
YOKSULUN SEFİLLE İYİ KOMŞULUĞU
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
KADERİN GÖZ DELİĞİ
SEFALET ACIYA HİZMETİNİ SUNUYOR
MARIUS'UN İKİ SANDALYESİ KARŞI KARŞIYA
ÖNCE KURBANLARI YAKALAMAKTAN BAŞLAMALI DAİMA
II.CİLT -DÖRDÜNCÜ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
TEMELİN ALTINDAKİ ÇATLAKLAR
ENJOLRAS VE YAVERLERİ
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
SAVAŞ BAŞLIYOR
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
-ALTINCI KİTAP-
FİRARIN CİLVELERİ
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
CAB, ÜSTÜNDE GİDER; ARGODA HAVLAR
İHTİYAR KALPLE GENÇ KALP KARŞI KARŞIYA
-DOKUZUNCU KİTAP-
-ONUNCU KİTAP-
-ON BİRİNCİ KİTAP-
-ON İKİNCİ KİTAP-
GRANTAIRE'İN ÜSTÜNE GECE İNMEYE BAŞLIYOR
TOPLULUĞA BILLETTES SOKAĞI'NDA KATILAN ADAM
-ON ÜÇÜNCÜ KİTAP-
-ON DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-ON BEŞİNCİ KİTAP-
BEŞİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
BARİKATIN ÜSTÜNDE GÖRÜLEN UFUK
GEÇİCİ PARILTILAR
MORTUUS PATER FILIUM MORITURUM EXPECTAT*
KAHRAMANLAR
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
TOPRAK ÇÖKÜNTÜSÜ
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
İKİ YAŞLI KİŞİ, KENDİ TARZINDA*
-ALTINCI KİTAP-
AYRILMAZ OLAN
-YEDİNCİ KİTAP -
-SEKİZİNCİ KİTAP-
-DOKUZUNCU KİTAP-
ARKASINDA GÜNDÜZ OLAN GECE
SONSÖZ

BAŞARILI BİR SORGULAMA

178 7 0
By ClassicsTR


Bir saat sonra, gece karanlığı içinde iki adamla bir çocuk, Petit-Picpus Sokağı'ndaki 62 numaralı kapının önündeydiler. İki adamdan daha yaşlı olanı kapının tokmağını kaldırıp indiriyordu.

Bunlar Fauchelevent, Jean Valjean ve Cosette'ti.

İki adam, Fauchelevent'ın bir gün önce Cosette'i bıraktığı Chemin-Vert Sokağındaki yemişçi kadına gidip onu almışlardı. Cosette bu yirmi dört saati, olup bitenlerden hiçbir şey anlamadan,

sessiz sedasız titreyerek geçirmişti. O kadar titriyordu ki ağlamamıştı bile. Ayrıca ne yemek yemiş ne de uyumuştu. İyi yürekli yemişçi kadın ona yüz çeşit soru sormuş, hep aynı hüzünlü bakıştan başka bir cevap alamamıştı. Cosette iki gündür işitip gördüğü şeylere dair hiçbir bilgi sızdırmamıştı. Buhranlı bir devre geçirdiklerini sezinliyor, "uslu durmak" gerektiğini derinden hissediyordu. Ürkmüş bir küçük çocuğun kulağına belli bir vurguyla söylenen şu dört kelimelik "Sakın bir şey söyleme!" sözünün mutlak kudretini bilmeyen var mıdır? Korku dilsizdir. Zaten hiç kimse bir çocuk gibi sır saklayamaz.

Yalnız bu uğursuz yirmi dört saatin sonunda Jean Valjean'ı tekrar gördüğü zaman, Cosette öyle bir sevinç çığlığı koparmıştı ki bunu duyan anlayışlı bir kimse, bu çığlığın bir uçurumdan çıkış anlamına geldiğini tahmin ederdi.

Fauchelevent manastırdan olduğu için parolaları biliyordu. Bütün kapılar bir bir açıldı.

Giriş ve çıkış problemi, bu korkunç çifte problem böylece çözülmüş oldu.

Kendisine talimat verilmiş olan kapıcı, avluyu bahçeye bağlayan ve yirmi yıl öncesine kadar avlunun araba kapısı karşısına rastlayan dip duvarında, sokaktan görülebilen küçük servis kapısını açtı.

Kapıcı her üçünü de bu kapıdan içeri soktu. Buradan Fauchelevent'ın bir gün önce başrahibeden talimat aldığı özel görüşme odasına vardılar.

Başrahibe tespihi elinde onları bekliyordu. Peçesini indirmişti, bir seçici rahibe de onun yanında ayaktaydı. Mahremiyete saygılı bir şamdan görüşme yerini aydınlatmakta, daha doğrusu aydınlatır gibi yapmaktaydı. Başrahibe Jean Valjean'ı tepeden tırnağa gözden geçirdi. Hiçbir şey yere bakan bir göz kadar iyi inceleyemez. Sonra onu sorguya çekti:

- Kardeşi siz misiniz?

- Evet, saygıdeğer rahibe, diye Fauchelevent karşılık verdi.

- İsminiz nedir?

Fauchelevent cevap verdi:

- Ultime Fauchelevent.

Gerçekten de Ultime adında ölmüş bir erkek kardeşi vardı.

- Nerelisiniz?

Fauchelevent cevap verdi:

- Amiens yakınlarında Picquigny'den.

- Kaç yaşmdasmız?

Fauchelevent cevap verdi:

- Elli.

- Mesleğiniz nedir?

Fauchelevent cevap verdi:

- Bahçıvan.

- İyi Hıristiyan mısınız?

Fauchelevent cevap verdi:

- Ailede herkes iyi Hıristiyan'dır.

- Bu küçük kız sizin mi?

Fauchelevent cevap verdi:

- Evet, saygıdeğer rahibe.

- Babası mısınız?

Fauchelevent cevap verdi:

- Büyükbabası.

- İyi cevap veriyor, dedi.

Jean Valjean tek kelime söylememişti.

Başrahibe dikkatle Cosette'e baktı ve seçici rahibeye alçak sesle:

- Çirkin olacak, dedi.

İki rahibe, görüşme yerinin köşesinde birkaç dakika kadar alçak sesle konuştular, sonra başrahibe döndü ve:

- Fauvent Baba, dedi, çıngıraklı bir dizliğiniz daha olacak. Artık iki tane dizliğe ihtiyaç var.

Gerçekten de, ertesi gün bahçede artık iki çıngırak sesi duyuluyor ve rahibeler peçelerinin bir ucunu hafifçe kaldırmaktan kendilerini akmıyorlardı. Bahçenin ucunda, ağaçların altında iki adamın, Fauvent'la bir başkasının yan yana toprağı belledikleri görülüyordu. Çok büyük bir olaydı bu. Rahibeler aralarında konuşup birbirlerine, "Bir bahçıvan yardımcısı," demeye varacak kadar sessizliği bozdular.

Seçici rahibeler ekliyorlardı:

- Fauvent Baba'nın kardeşi.

Gerçekten de, Jean Valjean usulüne uygun bir şekilde yerleşmişti. Meşin dizliği ve çıngırağı vardı; artık resmiyet kazanmıştı. Adı Ultime Fauchelevent'dı.

Manastıra kabul edilmesinde en güçlü belirleyici neden, başrahibenin Cosette hakkındaki gözlemi olmuştu: "Çirkin olacak."

Başrahibe bu teşhisi koyar koymaz Cosette'e sevgi duydu; sevap için, ücretsiz öğrenci olarak yatılı okulda ona yer verdi.

Son derece mantıklı bir davranıştı bu.

Manastırda, ayna istediği kadar bulunmasın, kadınların kendi çehreleri hakkında bir fikirleri vardır. Kendilerini güzel hisseden kızlar rahibe olmayı kolay kolay kabul etmezler. Rahibe olma isteği genellikle gevezelikle ve güzellikle ters orantılı olduğundan, güzellerden çok çirkinler umut vericidir. Bunun için çirkinlerden yana güçlü bir eğilim vardır.

Bu macera iyi yürekli ihtiyar Fauchelevent'ın itibarını arttırdı. Üç yönden başarı kazanmış oluyordu: kurtardığı ve barındırdığı Jean Valjean yönünden; "Beni cezadan kurtardı," diyen mezarcı Gribier yönünden; onun sayesinde Crucifixion Rahibe'nin tabutunu mihrabın altında muhafaza edebilen, Sezar'ı ustalıkla bertaraf edip Tanrı'yı hoşnut kılan manastır yönünden. Petit-Picpus'de içinde ceset bulunan bir tabut, Vaugirard Mezarlığında ise içinde ceset bulunmayan bir tabut vardı artık. Kamu düzeni böylece derinden bozulmuş oluyordu, ama kimse bunun farkında değildi.

Manastıra gelince, onun Fauchelevent'a minnettarlığı büyüktü. Fauchelevent hizmetkârların en iyisi, bahçıvanların en değerlisi haline geldi. Başpiskopos'un manastırı ilk ziyaretinde, başrahibe olayı biraz günah çıkarma, biraz da övünme bâbında, Efendi Hazretleri'ne anlattı. Başpiskopos da manastırdan ayrıldıktan sonra, bundan Mösyö'nün günah çıkarıcısı, daha sonra Reims Başpiskoposu ve kardinal olan Mösyö de Latil'e usul usul, sitayişle söz etti. Fauchelevent'a duyulan hayranlık epey yol aldı, ta Roma'ya kadar uzandı. Şu an önümüzde bir mektup duruyor; o tarihte Papa olan 12. Leon'un, papalığın Paris elçiliğinde monsenyör ve kendisi gibi Della Genga adında bir akrabasına yazdığı bu mektupta şu satırlar okunmaktadır: "Paris'teki manastırlardan birinde Fauvent adında mübarek bir insan olan, fevkalade bir bahçıvan varmış." Bu zaferin bir katresi bile, barakasında yaşayıp duran Fauchelevent'a kadar ulaşamadı. Fevkaladeliğinden ve mübarekliğinden haberi bile olmadan aşılarını aşılamaya, çapalarını çapalamaya ve kavunlarının üstünü örtmeye devam etti. "Boynuzlu hayvanlar müsabakasında ödül kazanan öküz" ibaresiyle Illustrated London News'da resmi yayınlanan bir Durham ya da Surrey öküzünden daha çok haberdar değildi şanından.

IX

KAPANIŞ

Cosette manastırda susmaya devam etti.

Cosette gayet tabii olarak, kendisini Jean Valjean'ın kızı sanıyordu. Zaten bir şey bilmediğinden, bir şey söyleyemezdi. Sonra da ne olursa olsun zaten bir şey söylemezdi. Evvelce de belirttiğimiz gibi hiçbir şey felaket kadar çocukları sessizliğe alıştıramaz. Cosette o kadar acı çekmişti ki, her şeyden korkuyordu, hatta konuşmaktan, nefes almaktan bile. Tek bir söz, çok defa üzerine bir çığın yuvarlanmasına yol açmıştı. Jean Valjean'la birlikte olduğundan beri kendisini güvende hissetmeye başlamıştı. Manastıra oldukça çabuk alıştı. Yalnız Catherine için üzülüyor ama bunu söylemeye cesaret edemiyordu. Yine de bir seferinde Jean Valjean'a:

- Babacığım, eğer böyle olacağını bilseydim onu da getirirdim, dedi.

Cosette manastırın yatılı öğrencisi olunca, oradaki öğrencilerin elbisesini giymek zorunda kaldı. Jean Valjean onun sırtından çıkan elbiseleri geri almak iznini elde etti. Thènardier'nin han bozuntusundan ayrılırken ona giydirdiği matem kıyafetiydi bu. Henüz pek yıpranmış değildi. Jean Valjean bu eskileri ve bunlarla birlikte yün çorapları ve ayakkabıları, manastırda bol bol bulunan kâfuru ve daha başka kokulu maddelerle iyice bulayarak, bir yolunu bulup elde ettiği küçük bir valize yerleştirdi. Valizi yatağının yanında duran bir iskemlenin üzerine koydu. Anahtarını hep yanında taşıyordu. Cosette bir gün ona sordu:

- Babacığım bu kadar güzel kokan bu kutu nedir, kuzum?

Fauchelevent Baba yukarıda bahsettiğimiz ve kendisinin habersiz olduğu şan ve şereften başka, iyi davranışlarından ötürü ödüllendirildi; evvela mutlu oldu; sonra, başkasıyla bölüştüğünden işi çok daha azaldı. Sonunda çok sevdiği tütünü, Mösyö Madeleine sayesinde önceye göre üç kere daha fazla içme imkânını elde etti, hem de daha büyük bir zevkle, çünkü tütün parasını ona Mösyö Madeleine veriyordu.

Rahibeler Ultime adını bir türlü benimsemediler; Jean Valjean'a "Öteki Fauvent" diyorlardı.

Şayet bu mübarek kızlarda da Javert'in bakışından bir şeyler bulunsaydı, belki sonunda bir şeyi fark ederlerdi. Bahçenin bakımıyla ilgili bir dışarı işi olduğu zaman daima büyük Fauchelevent, yaşlısı, sakatı, eğri bacaklısı çıkıyor, öteki hiç dışarı çıkmıyordu. Fakat ya hep Tanrı'ya dikilmiş gözler casusluk etmeyi bilmediklerinden ya da bu mübarek kızlar birbirlerini gözlemekle uğraşmayı tercih ettiklerinden, bu noktaya hiç dikkat etmediler.

Kaldı ki Jean Valjean hiç ses çıkarmadan olduğu yerde kalmakla çok da iyi etti; çünkü Javert bir aydan fazla süreyle mahalleyi göz hapsinde tuttu.

Jean Valjean için bu manastır, çevresi uçurumlarla çevrili bir ada gibiydi. Bundan böyle onun bütün dünyası bu dört duvardı. Burada huzur içinde olacak kadar gökyüzünü, mutlu olacak kadar da Cosette'i görüyordu.

Yeniden çok tatlı bir hayat başladı onun için. İhtiyar Fauchelevent'la birlikte bahçenin ucundaki barakada oturuyordu.

1845'te hâlâ varlığını korumakta olan, inşaat artıklarından yapılmış bu derme çatma mesken, bilindiği gibi üç odadan ibaretti. Odalar bomboştu, duvarlardan başka bir şey yoktu. Odaların en belli başlısını Fauchelevent Baba zorla -çünkü Jean Valjean boş yere direnmişti- Mösyö Madeleine'e vermişti. Odanın duvarında dizbağının ve hasır küfenin asılmasına yarayan iri çividen başka, bir süs olarak 93'ten kalma kralcıların bir kâğıt parası bulunuyordu. Ocağın üstündeki duvara yapıştırılmış olan bu kâğıt paranın bir tıpkıbasımını aşağıda veriyoruz:


Milli emlak esasına dayalı bu Vendeen kâğıt para, eski bir Chouan olan ve manastırda ölen, Fauchelevent'dan önceki bahçıvan tarafından duvara çivilenmişti.

Jean Valjean her gün bahçede çalışıyor ve çok da faydalı oluyordu. Vaktiyle ağaç budayıcılık yapmıştı, onun için bahçıvanlığı yadırgamamıştı. Hatırlanacağı gibi, tarımla ilgili türlü reçetesi ve bazı özel bilgileri vardı. Bunlardan yararlandı. Yemiş bahçesindeki ağaçların hemen hepsi yabaniydi. Onları aşıladı, nefis meyveler vermelerini sağladı.

Cosette'in her gün bir saat onun yanında kalma izni vardı. Rahibelerin yüzü yaslı, o ise iyi huylu olduğundan, çocuk bir kıyaslama yapıyor ve onu tapınırcasına seviyordu. Belirlenen saatte koşa koşa barakaya geliyordu. Viraneden içeri ayak attığı zaman orayı cennete çeviriyordu. Jean Valjean'ın içi açılıyor, mutluluğunun Cosette'e verdiği mutluluk ölçüsünde arttığını hissediyordu. Başkalarına verdiğimiz sevincin güzel yanı şudur ki, her akis gibi zayıflamak şöyle dursun, ışığı büsbütün parlaklaşmış olarak bize döner. Teneffüs saatlerinde Jean Valjean uzaktan onun koşup oynamasını seyrediyor ve gülüşünü başkalarının gülüşlerinden ayırıyordu.

Çünkü Cosette artık gülüyordu.

Cosette'in çehresi bile bir dereceye kadar değişmişti.

Elemli ifade kaybolmuştu yüzünden. Gülmek güneştir; insanın yüzünden kışı kovar.

Teneffüs sona erip de Cosette sınıfına girince, Jean Valjean onun sınıfının pencerelerine bakıyor, geceleri onun yatakhanesinin pencerelerine bakmak için yatağından kalkıyordu.

Tanrı'nın kendine göre yolları vardır. Cosette gibi manastır da, Jean Valjean'ın ruhunda Piskopos'un yarattığı eserin korunmasına ve tamamlanmasına yardım etti. Erdemin bir yanının kibre doğru uzandığı muhakkaktır. Şeytan tarafından kurulmuş bir köprü vardır orada. İlahi takdir onu Petit-Picpus Manastırı'na attığında, Jean Valjean belki farkında olmaksızın erdemin İşte bu yanının, bu köprünün oldukça yakınındaydı. Kendisini Piskoposla kıyasladığı sürece pek değersiz görmüştü, bu yüzden alçakgönüllüydü. Ama bir süreden beri kendisini insanlarla kıyaslamaya başlamıştı ve içinde kibir doğuyordu. Kim bilir? Belki de sonunda yavaş yavaş tekrar kine dönecekti.

Manastır onu bu kaygan yüzey üzerinde durdurdu.

Bu, onun gördüğü ikinci esaret yeriydi. Gençliğinde, onun için hayatın başlangıcı olan devrede ve daha sonra, henüz pek yakın bir zamanda başka bir esaret yeri daha görmüştü; pek kötü, korkunç bir yerdi o ve sertlikleri ona daima kanunun haksızlığı, adaletsizliği ve suçu olarak görünmüştü. Bugünse, kürekten sonra, manastırı görüyordu ve evvelce kürek mahkûmları arasında bulunduğunu, şimdiyse, tabir caizse manastırın seyircisi olduğunu düşünerek, zihninde bunları kaygıyla kıyaslıyordu.

Bazen bahçe belinin sapma dayanıyor, hayallerin sonsuz helezonlarından yavaş yavaş aşağılara inip gidiyordu.

Eski yoldaşlarını hatırlıyordu. Ne kadar sefildiler. Şafakla birlikte kalkar, gece oluncaya kadar çalışırlardı, ancak biraz uyuyacak zaman bırakıyorlardı onlara, üzerine sadece iki parmak kalınlığında şilteler konulmasına izin verilen tahta ranzalarda ve yalnız yılın en soğuk aylarında ısıtılan koğuşlarda yatarlardı. İğrenç kırmızı ceketler giyerlerdi, çok sıcaklarda ayaklarına bezden bir pantolon, çok soğuklarda da sırtlarına yünden bir arabacı gömleği giymelerine, o da lütfen, izin verilirdi; ancak "angarya"ya gittikleri zaman şarap içip et yiyebiliyorlardı. İsimsizdiler, yalnız numaralarıyla çağrılıyorlardı, âdeta rakamlardan ibarettiler; gözlerini indirerek, seslerini kısarak, saçları kesik, sopa altında, utanç içinde yaşıyorlardı.

Sonra zihni, şimdi gözleri önünde bulunan insanlara dönüyordu.

Bu insanlar da saçları kesik, gözleri inik, sesleri kısık yaşıyorlardı ama utanç içinde değil de, cümle âlemin alayları arasında; sırtları sopa darbeleriyle çürümüş olarak değil de, omuzları kırbaç darbeleriyle yırtılmış olarak. Onların da insanlar arasındaki adları silinmişti; onlar da artık ancak birtakım ciddi ve sert isimler altında vardılar. Hiç et yemiyor, hiç şarap içmiyorlardı; sık sık akşama kadar aç kalıyorlardı; kırmızı ceket giymiyorlardı ama yaz için ağır, kış için hafif olan, ne bir parçasını atabildikleri ne de bir parça ilave edebildikleri yünden siyah bir kefen taşıyorlardı, hatta mevsimine göre giyebilecekleri bezden yedek bir elbiseleri yahut yünden üstlükleri bile yoktu; yılın altı ayı boyunca, kendilerine ateş nöbetleri veren şayaktan iç gömlekleri giyiyorlardı. Yalnız çok soğuk havalarda ısıtılan koğuşlarda değil, içinde hiç ateş yakılmayan hücrelerde oturuyorlardı. İki parmak kalınlığında döşeklerde değil, hasır üstünde yatıyorlardı. Nihayet onlara uyku bile uyutmuyorlardı; bütün gün çalıştıktan sonra, her gece, ilk dinlenmenin bitkinliği içinde, tam uykuya dalmışken ve henüz biraz ısınmışken uyanmak, kalkmak, buz gibi soğuk ve karanlık manastır kilisesinde, iki dizi taşın üzerinde dua etmeye gitmek gerekiyordu.

Bazı günler, bu insanlardan her birinin sırayla döşeme taşları üzerine diz çökmüş ya da yüzü yerde ve kolları haç şeklinde açılmış olarak secdeye varmış halde on iki saat süreyle kalmaları gerekiyordu.

Ötekiler erkektiler, bunlar kadındı.

Ne yapmıştı o erkekler? Çalmışlardı, ırza geçmişlerdi, yağma etmişlerdi, öldürmüşlerdi, katletmişlerdi. Onlar hayduttular, kalpazandılar, zehirleyiciydiler, kundakçıydılar, caniydiler, baba katiliydiler. Ya bu kadınlar ne yapmışlardı? Hiçbir şey yapmamışlardı.

Bir yanda haydutluk, kaçakçılık, dolandırıcılık, cebir ve şiddet, şehvet azgınlığı, insan öldürme, her türlü küfür, her çeşit tecavüz; öbür yanda tek bir şey, masumluk.

Tam bir masumluk, âdeta Meryem'in göğe çekilişi gibi bir yücelme içinde, henüz erdemle yeryüzüne bağlı, ama kutsallıkla şimdiden göğe mal olmuş lekesiz, saf bir masumluk.

Bir yanda suçların alçak sesle, mahrem açıklanması; öbür yanda hataların yüksek sesle itiraf edilmesi. Hem de ne suçlar! Hem de ne hatalar!

Bir yanda leş kokuları, öbür yanda tarife gelmez güzellikte bir koku. Bir yanda gözaltında tutulan, topla tüfekle çevrili ve kurbanlarını ağır ağır kemiren bir manevi veba illeti; öbür yanda, bütün ruhların aynı ocakta iffet içinde, lekesiz, temiz yanışı. Orada zulmet, burada karanlık; ama aydınlıkla dolu bir karanlık ve dalga dalga ışık yayan bir aydınlık.

İki kölelik yuvası ama birincisinde kurtuluş mümkün, daima yasal bir sınır var ve de kaçma ihtimali. İkincisinde kölelik, müebbet; bütün umut, geleceğin uzak ucunda, insanların ölüm adını verdikleri özgürlük ışığından ibaret.

Birincisinde insan zincirlerle bağlanmıştır, ötekinde inancıyla.

Ne tütüyordu birincisinin üstünden? Muazzam bir lanetleme, diş gıcırtısı, kin ve nefret, umutsuz bir kötülük, insan topluluğuna karşı bir kuduz çığlığı, göğe doğru acı bir alay.

İkincisinden çıkan neydi? Takdis ve sevgi.

Ve birbirine bu kadar benzeyen, birbirinden bu kadar farklı bu iki yerde, birbirinden bu kadar farklı bu iki çeşit yaratık aynı işi yapmakla meşguldüler: kefaret.

Jean Valjean birincilerin ödedikleri kefareti anlıyordu; kişisel kefaretti bu, insanın kendi yaptıkları için ödediği kefaret. Ama öbürlerinin kefaretini anlayamıyordu; kusursuz, lekesiz yaratıklardı bunlar ve ürpererek soruyordu kendi kendisine: Neyin kefareti? Hangi kefaret?

Vicdanından bir ses onu yanıtlıyordu: İnsanın cömertlik duygularının en tanrısalı, başkasının günahları için ödenen kefaret.

Burada her türlü kişisel teoriyi bir yana bırakarak, sadece aktarmakla yetiniyoruz; Jean Valjean'ın bakış açısında yer alıyor ve onun izlenimlerini dile getiriyoruz.

Jean Vaijean'ın gözlerinin önünde feragatin en yüce zirvesi, olası erdemliliğin en yüksek doruğu bulunuyordu: insanların kusurlarını bağışlayan ve onların yerine bu kusurların kefaretini ödeyen masumluk; hiç günah işlememiş ruhlarca gönül rızasıyla katlanılan kölelik, seve seve kabul edilen işkence, yapılsın istenen eziyet; sırf günah işlemiş ruhları bunlardan kurtarmak üzere Tanrı sevgisi içinde eriyen insanlık sevgisi. Tanrı sevgisi içinde eriyen ama yine de ondan farklı kalan ve yalvaran sevgi. Cezalandırılanların sefaletini çeken, ödüllendirilenlerin gülümseyişini yüzlerinde taşıyan güçsüz, tatlı varlıklar.

Ve halinden şikayete yeltendiğini hatırlıyordu Jean Valjean.

Sık sık gecenin yarısında kalkıyor ve katı şartlar altında ezilen bu masum yaratıkların minnettarlık şarkılarını dinliyordu. Bu sırada haklı olarak ceza görenlerin ancak küfretmek için seslerini gökyüzüne yükselttiklerini ve kendisinin de -sefil yaratık- bir vakitler Tanrı'ya yumruğunu gösterdiğini, iliklerine kadar buz keserek düşünüyordu.

Dikkatini çeken ve ilahi takdirin yavaş sesle kendisine bir ihtarı olarak onu derin derin düşündüren nokta şuydu: tırmanışlar, duvarlardan aşmalar, ölesiye maceraya atılmalar, yükseklere güç ve çetin çıkışlar Öbür kefaret yerinden çıkıp kurtulmak için yaptığı bütün bu zahmetli işleri bu kefaret yerine girmek için de aynen yapmıştı. Acaba kaderinin bir belirtisi miydi bu?

Bu ev de bir hapishaneydi ve içinden kaçtığı öbür yerle hazin bir benzerliği vardı. Halbuki böyle bir şeyin olabileceğini hiçbir zaman düşünmemişti.

Yine parmaklıklar, sürgüler, demir çubuklar görüyordu. Kimleri muhafaza etmek için? Melekleri.

Evvelce kaplanları çevreler gördüğü bu yüksek duvarları, şimdi kuzuların çevresinde görüyordu.

Bir kefaret yeriydi burası, bir ceza yeri değildi. Ama yine de öbür yerden daha sert, daha kasvetli ve daha acımasızdı.

Bu bakireler, forsalardan daha çetin şartlar altında iki kat olmuşlardı. Akbabaların demir parmaklıklı, asma kilitli çukurunda soğuk ve sert bir rüzgâr esiyordu; gençliğini donduran rüzgâr. Halbuki güvercinlerin kafesinde daha da keskin, daha da acı bir ayazdı esen.

Niçin? Bunları düşündüğü zaman, içindeki her şey ulviliğin bu esrarı karşısında yıkılıyordu.

Bu düşüncelerin içinde kibir barınamaz, yok olur. Türlü yollardan tekrar tekrar kendi üzerine döndü; kendisini pek çelimsiz buldu ve birçok kere ağladı. Altı aydan beri hayatına giren her şey, onu Piskopos'un kutsal emirlerine doğru götürmekteydi; Cosette sevgiyle, manastır gönüllü alçalışla.

Bazen akşam vakti, alacakaranlıkta, bahçenin ıssız olduğu saatte, manastır kilisesinin yanından geçen yolun ortasında, ilk geldiği gece içeri baktığı pencerenin önünde kefaret ödeyen rahibenin dualarla yere kapanmış olduğunu bildiği yere dönük olarak, diz çökmüş halde görüyorlardı onu. O, rahibenin önünde böyle diz çökmüş olarak dua ediyordu.

Doğrudan doğruya Tanrı'nın önünde diz çökmeye cesaret edemiyormuş gibiydi.

Çevresini saran her şey, bu sakin bahçe, bu güzel kokulu çiçekler, neşeli çığlıklar atan bu çocuklar, bu ağırbaşlı sade kadınlar, bu sessiz manastır usul usul onun içine işliyor; ruhu da yavaş yavaş tıpkı bu manastır gibi sessizlikten, bu çiçekler gibi güzel kokulardan, bu bahçe gibi sükûnetten, bu kadınlar gibi sadelikten, bu çocuklar gibi neşeden ibaret bir hal alıyordu. Sonra hayatının kritik iki anında birbiri ardınca kendisini alıp barındırmış olan iki evin, iki Tanrı evi olduğunu düşünüyordu. Bunlardan birincisi bütün kapılar ona kapandığı, insan topluluğunun onu kendi dışına attığı sırada; İkincisiyse insan topluluğunun yeniden onun peşine düştüğü ve kürek damının yeniden ona açıldığı sırada onu bağrına alıp barındırmıştı.

Bütün kalbi şükranla eriyor ve gittikçe daha çok seviyor, seviyordu.

Böylece birçok yıl geçti; Cosette büyüyordu.

Continue Reading

You'll Also Like

834 73 11
bir mafya ile bir market çalışanı hakkında bir fiç! umarım sevilirr
38.9K 1.4K 10
Victor Hugo, 1829 yılında yayımlanan Bir İdam Mahkûmunun Son Günü'nü yazdığında 26 yaşındaydı. Genç yazar, ölüme mahkûm edilen bir insanın son gününü...
37.9K 1.2K 33
Vadideki Zambak, ilk yayımlanışında (1836) beklenen ilgiyi görmemiş, Balzac'ın en az satan kitaplarından biri olmuştu. Oysa yazar, üzerinde en çok ça...
7.6K 57 7
Bu hikayeler hepsi garçek olarak kaydedilmiştir, Japonların Samurayları, Osmanlı Türklerin Yeniçerileri, Yunanların Spartaları, Japonların Ninjaları...