Sefiller

By ClassicsTR

75.4K 1.3K 300

Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği s... More

Önsöz - I.CİLT
BİRİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
EVİNİ KİME KORUTUYORDU
BİR KISITLAMA
-İKİNCİ KİTAP-
PONTARLIER PEYNİRHANELERİ ÜZERİNE BİLGİLER
DALGA VE GÖLGE
KÜÇÜK-GERVAIS
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
BOMBARDA'NIN YERİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
UFUKTA BELİRSİZCE ÇAKAN ŞİMŞEKLER
MADAM VICTURNIEN'İN BAŞARISI
BELEDİYE ZABITASINA AİT BAZI MESELELERİN ÇÖZÜMÜ
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
ISTIRABIN UYKUDA ALDIĞI ŞEKİLLER
SIMPLICE HEMŞİRE SINAMADAN GEÇİYOR
KANAATLERİN ŞEKİLLENMEYE BAŞLADIĞI BİR YER
-SEKİZİNCİ KİTAP-
İKİNCİ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
SAVAŞLARIN "QUID OBSCURUM"U*
İMPARATOR, KILAVUZ LACOSTE'A BİR SORU SORUYOR
KILAVUZUN KÖTÜSÜ NAPOLYON'A, İYİSİ BÜLOW'A
QUOT LIBRAS İN DUCE?*
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
KÜÇÜK KIZ YAPAYALNIZ
ZENGİN OLMASI MUHTEMEL BİR YOKSULU HANA KABUL ETMENİN HOŞNUTLUĞU
THENARDİER OYUN PEŞİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
ESRARIN BAŞLANGICI
NEŞELİ ANLAR
BU KARANLIKTA BİRKAÇ SİLUET
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
JEAN VALJEAN AUSTİN CASTILLEJO'YU OKUMUŞA BENZİYOR
BAŞARILI BİR SORGULAMA
ÜÇÜNCÜ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
HALKIN BAĞRINDA SAKLI DURAN GELECEK
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
DEVRİMCİ OLMAK İÇİN AYİNE GİTMENİN FAYDASI
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
MARIUS'UN UĞRADIĞI ŞAŞKINLIKLAR
-BEŞİNCİ KİTAP-
YOKSULUN SEFİLLE İYİ KOMŞULUĞU
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
KADERİN GÖZ DELİĞİ
SEFALET ACIYA HİZMETİNİ SUNUYOR
MARIUS'UN İKİ SANDALYESİ KARŞI KARŞIYA
ÖNCE KURBANLARI YAKALAMAKTAN BAŞLAMALI DAİMA
II.CİLT -DÖRDÜNCÜ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
TEMELİN ALTINDAKİ ÇATLAKLAR
ENJOLRAS VE YAVERLERİ
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
SAVAŞ BAŞLIYOR
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
-ALTINCI KİTAP-
FİRARIN CİLVELERİ
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
CAB, ÜSTÜNDE GİDER; ARGODA HAVLAR
İHTİYAR KALPLE GENÇ KALP KARŞI KARŞIYA
-DOKUZUNCU KİTAP-
-ONUNCU KİTAP-
-ON BİRİNCİ KİTAP-
-ON İKİNCİ KİTAP-
GRANTAIRE'İN ÜSTÜNE GECE İNMEYE BAŞLIYOR
TOPLULUĞA BILLETTES SOKAĞI'NDA KATILAN ADAM
-ON ÜÇÜNCÜ KİTAP-
-ON DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-ON BEŞİNCİ KİTAP-
BEŞİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
BARİKATIN ÜSTÜNDE GÖRÜLEN UFUK
GEÇİCİ PARILTILAR
MORTUUS PATER FILIUM MORITURUM EXPECTAT*
KAHRAMANLAR
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
TOPRAK ÇÖKÜNTÜSÜ
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
İKİ YAŞLI KİŞİ, KENDİ TARZINDA*
-ALTINCI KİTAP-
AYRILMAZ OLAN
-YEDİNCİ KİTAP -
-SEKİZİNCİ KİTAP-
-DOKUZUNCU KİTAP-
ARKASINDA GÜNDÜZ OLAN GECE
SONSÖZ

-ALTINCI KİTAP-

226 9 0
By ClassicsTR


Le Petit-Picpus

I

PETİT-PİCPUS SOKAĞI, 62 NUMARA

Bundan yarım yüzyıl önceleri, Petit-Picpus Sokağı 62 numaranın araba kapısından başka hiçbir şey bir araba kapısına benzemezdi. Genellikle gayet davetkâr şekilde aralık duran bu kapıdan, hiç de öyle kasvetli olmayan iki şey görünürdü: asmalarla kaplı duvarların çevrelediği bir avlu ile aylak aylak dolaşan bir kapıcının yüzü. Dipteki duvarın üzerinden ulu ağaçlar görünürdü. Güneş ışığı avluyu, bir bardak şarap da kapıcıyı şenlendirdiği zamanlar; Petit-Picpus Sokağı 62 numaranın önünden geçip de beraberinde güleç bir düşünce götürmemek imkânsızdı. Oysa kapı aralığından şöyle bir görülen bu yer, aslında hüzün doluydu.

Eşik gülümsüyordu, ama ev dua ediyor, ağlıyordu. Şayet kapıcıdan geçmeyi başarabilirseniz -ki bu hiç de kolay bir şey değildi, hatta hemen herkes için imkânsız bir şeydi çünkü bilinmesi gereken bir "açıl susam açıl!" vardı- evet, eğer kapıcıdan geçebilirseniz, sağda küçük bir geçide girerdiniz. İki duvar arasına sıkışmış bir merdivendi bu. Yine şayet bu merdivenin boyalı olduğu kanarya sarısı, altı çikolata rengi badanadan ürkmeyip yukarı çıkmayı göze alırsanız, önce bir sahanlığı, sonra bir İkincisini geçip birinci katta bir koridora varırdınız. Zamklı sarı badananın ve çikolata rengi etek tahtasının sakin bir inatla sizi içinde takip ettiği bir koridordu bu. Merdiven ve koridor iki güzel pencereyle aydınlanmıştı. Koridor bir dirsek yaparak karanlıklaşıyordu. Bu dirsek dönülünce birkaç adım sonra esrarengiz bir kapının önüne geliniyordu. Bu kapının kapalı olmaması onu büsbütün esrarengizleştirmekteydi. Onu itince yaklaşık altı ayak boyunda kare biçiminde, taş döşeli, yıkanmış, temiz, soğuk, duvarları topu on beş meteliğe satılan yeşil küçük çiçekli Nankin kâğıdı kaplı bir odada bulurdunuz kendinizi. Solda, odanın enini boydan boya kaplayan küçük küçük çerçevelere bölünmüş büyük bir pencereden içeri beyaz ve donuk bir aydınlık giriyordu. Bakmıyordunuz, kimse görünmüyordu. Dinliyordunuz, ne bir ayak sesi ne bir insan mırıltısı duyuluyordu. Duvarlar çıplaktı, odada hiçbir eşya, bir iskemle bile yoktu.

Yine bakıyordunuz ve bu defa kapının karşı duvarında, aşağı yukarı bir ayak büyüklüğünde dört köşe bir delik görüyordunuz. Delik, çapraz çubuklu bir demir parmaklıkla örtülüydü; siyah, boğumlu, sağlam çubuklardı bunlar. Bir buçuk parmak çapında, âdeta ağ halkası diyebileceğimiz çerçevecikler meydana getiriyorlardı. Nankin kâğıdının yeşil küçük çiçekleri sakin ve düzenli bir şekilde gelip bu demir parmaklıklara dayanıyorlardı; bu kasvetli temastan korkmuyor, girdaba kapılıp dönmeye başlamıyorlardı. Yeterince zayıf bir yaratığın bu dört köşe delikten girip çıkmayı deneyebileceği düşünülse bile, bu demir parmaklık bunu engellerdi. Parmaklık vücudun geçmesini kesinlikle önlüyordu, ama gözlerin, yani düşüncenin geçmesini önleyemiyordu. Görünüşe göre bunu da düşünmüşlerdi, çünkü parmaklığın biraz gerisine, duvara, üzerine bir kepçenin deliklerinden bile daha ufak binlerce delik açılmış bir teneke levha yerleştirilmişti. Bu teneke levhanın altına, tıpkı bir mektup kutusunun ağzına benzeyen bir aralık oyulmuştu. Parmaklıklı deliğin sağında, ucu bir çıngırak tertibatına bağlı bir şerit sallanıyordu.

Bu şerit çekildiği zaman bir çıngırak çalar ve insan, ta yanı başında bir ses işitip titrerdi.

- Kim o? diye sorardı ses.

Bir kadın sesiydi bu; tatlı, hazin denebilecek kadar tatlı bir ses.

Burada da bilinmesi gereken tılsımlı bir kelime vardı. Bu kelime bilinmedi mi ses susar ve duvar , sanki öbür yanında endişeli bir mezar karanlığı varmışçasına, yeniden eski sessizliğine bürünürdü.

Parola bilindiği takdirde ses yeniden konuşup "Sağdan giriniz," derdi.

İnsan o zaman sağında, pencerenin karşısında, kurşuniye boyanmış ve üzerinde bir camlı çerçeve bulunan bir kapı olduğunu fark ederdi. Mandala basıp kapıdan geçilir ve tıpkı bir tiyatronun parmaklıklı zemin kat locasına kafesler indirilip avizesi yakılmadan önce giriliyormuş gibi bir izlenimle karşılaşılırdı. Gerçekten de camlı kapıdan giren belli belirsiz bir ışıkla pek hafif aydınlanan, dar, içinde eşya diye iki eski sandalyeyle yırtık pırtık bir hasır bulunan bir çeşit tiyatro locasıydı burası: üzerinde siyah tahtadan tablası olan, dayanılacak yükseklikte korkuluğuyla gerçek bir loca. Kafesliydi bu loca, ama operadaki gibi altın yaldızlı tahtadan bir kafes değildi bu; müthiş karışık ve sıkılmış yumruklara benzer kocaman takozlarla duvara raptedilmiş demir çubuklardan örülü korkunç bir kafesti.

İlk dakikalar geçip de bu mahzen alacakaranlığına alışmaya başlayan göz, demir kafesin ötesine geçmeye çalışırdı, ama altı parmaktan ileri gidemezdi. Orada siyah kepenklerden bir engelle karşılaşırdı; baharlı ekmek renginde sarıya boyanmış, tahta traverslerle takviye edilmişti bu kepenkler. Birbirlerine ekliydiler, ince uzun levhalara bölünmüştüler ve demir kafesi boydan boya kapatıyorlardı. Daima kapalı dururlardı.

Biraz sonra, bu kepenklerin arkasından size seslenen bir ses duyardınız:

- Buradayım. Beni niçin istediniz? derdi bu ses.

Sevilen, hatta bazen tapılan bir sesti bu. Görünürde kimse olmazdı. Belki ancak bir nefes sesi duyulurdu. Çağırılmış bir ruh, sanki mezar bölmesinin gerisinden sizinle konuşmaktaydı.

Pek ender olarak, gerekli bazı şartlara sahip bulunduğunuz takdirde, kepenklerden birinin dar levhası karşınızda açılır ve davet bir görüntü halini alırdı. Kafesin, kepengin gerisinde, kafes elverdiği ölçüde, sadece ağzı ve çenesi görülen bir ses fark edilirdi; gerisi siyah bir peçeyle örtülü olurdu. Bir siyah rahibe baş örtüsü ve siyah bir kefene sanlı belli belirsiz bir şekil görülürdü aralıktan. Bu baş sizinle konuşurdu, ama size bakmaz ve size asla gülümsemezdi.

Arkanızdan gelen ışık öyle iyi ayarlanmış olurdu ki, siz onu beyaz görürdünüz ve o da sizi siyah görürdü. Bu ışık bir timsaldi.

Ama yine de gözler, açılan bu aralıktan, bütün bakışlara kapalı olan bu yere büyük bir açlıkla dalardı. Matem elbiseleri giymiş bu şekli derin bir boşluk çevrelemekteydi. Gözler bu boşluğu araştırır, görüntünün çevresinde bulunan şeyleri seçmeye uğraşırdı. Fakat çok kısa bir süre sonra insan, hiçbir şey görmediğini fark ederdi. Bütün görülen geceydi, boşluktu, karanlıktı, mezar buharına karışan bir kış sisiydi, ürkütücü bir huzurdu, içinde hiçbir şey, hatta hayaletler bile fark edilmeyen bir zulmetti.

Görülen, bir manastırın içiydi.

"Sürekli İbadet" tarikatının Bernardin rahibeleri manastırı denilen kasvetli ve sert disiplinli evin içiydi burası. Bulunduğumuz bu loca, görüşme odasıydı. Size hitap eden bu ses, birincisi, dış ilişkilerle görevli rahibenin sesiydi. Bu rahibe duvarın öbür yanında, çifte siperlik gibi demir parmaklıkla ve binlerce delikli levhayla korunan dört köşe deliğin yanında, hiç kımıldamadan, sessiz sedasız oturup dururdu hep.

Kafesli hücrenin gömülü olduğu karanlık da, bu görüşme yerinin dünyadan yana bir penceresi olduğu halde manastırdan yana hiçbir penceresi olmamasındandı. Namahrem gözlerin bu kutsal yere ait hiçbir şey görmemesi gerekiyordu.

Lâkin o karanlığın ötesinde bir şey, bir ışık vardı; bu ölünün içinde bir hayat vardı. Her ne kadar bu manastır bütün manastırların en gizlisi, en kapalısıysa da oraya girmeye, okuyucuyu da birlikte sokmaya ve ölçüyü hiç hatırdan çıkarmadan hikayecilerin hiçbir zaman görmedikleri ve dolayısıyla hiçbir zaman anlatılmamış bazı şeyleri anlatmaya çalışacağız.

II

MARTIN VERGA'NIN TARİKATI

1824'te, uzun yıllardan beri Petit-Picpus Sokağı'nda bulunmakta olan bu manastır, Martin Verga'ya bağlı bir Bernardin rahibeleri cemaatiydi.

Onun için bu Bernardin rahibeleri, Bernardin rahipleri gibi Clairvauxya değil, Benedikten rahipleri gibi Cîteaux'ya bağlıydılar. Başka bir deyişle, Aziz Bemard'a değil, Aziz Benoît'ya bağımlıydılar.

Eski kitapları biraz karıştırmış olan herkes bilir ki Martin Verga 1425'te, merkezi Salamanca'da, şubesi de Alcala'da olmak üzere bir Bernardin-Benedikten rahibeleri teşkilatı kurmuştu.

Bu dinî teşkilat, Avrupa'nın bütün Katolik ülkelerine dal budak salmıştı.

Bir tarikatın bir başkasına aşılanması, Latin kilisesinde rastlanmadık bir şey değildir. Burada söz konusu olan Aziz Benoît'nın tarikatını ele alacak olursak, bu tarikata Martin Verga'nın tarikat şubesinden başka dört dinî teşkilat -ikisi İtalya'da, Montecassino ve Padovalı Santa Giustina; ikisi Fransa'da, Cluny ve Saint-Maurve dokuz tarikat (Valombrosa, Grammont, Celestin, Camaldule, Chartreux, Humilie Olivateur, Silvestrin ve nihayet Cîteaux) bağlı bulunur. Cîteaux da bu tarikata bağlıdır, çünkü kendisi de başka tarikatlara gövdelik etmekle beraber Aziz Benoît'nın bir dalından başka bir şey değildir. Cîteaux, 1098'de Langres diyakozluğunda Molesme Rahibi olan Aziz Robert zamanında başlar. Oysa Subiaco Çölü'ne çekilen şeytanın (yaşlıydı, acaba keşiş mi olmuştu?), oturduğu eski Apollon Tapınağı'ndan on yedi yaşındaki Aziz Benoît tarafından kovulması 529'a rastlar.

Yalınayak yürüyen, gırtlaklarının üstünde bir kamış parçası taşıyan ve hiç oturmayan Karmelitlerin bu kuralından sonra en ağır kural, Martin Verga'nın Bernardin-Benedikten rahibelerinin kuralıdır. Bunlar siyahlar giyinir, Aziz Benoît'nın kesin talimatı gereğince çenelerine kadar gelen bir başörtüsü taşırlar. Şayaktan geniş kollu bir elbise, yünlü kumaştan büyük bir peçe, çene altına kadar gelen ve göğüs hizasında biten bir başörtüsü, gözlere kadar inen bir çatkı; İşte onların kıyafeti budur. Bütün bu giyecekler siyahtır, yalnız çatkı beyazdır. Acemiler de aynı kıyafeti taşırlar ama tamamen beyaz olarak. Kendilerini tarikata adamış olanlar ayrıca yanlarında bir de tespih taşırlar.

Martin Verga'nın Bernardin-Benedikten rahibeleri de, Saint-Sacrement kadınları denen Benediktenler gibi, Sürekli İbadet'le iştigal ederler. Bu Saint-Sacrement kadınlarının bu yüzyılın başlarında Paris'te, biri Temple'da; diğeri Neuve-Sainte-Geneviève Sokağı'nda olmak üzere iki manastırları vardı. Ancak bahsetmekte olduğumuz Petit-Picpus'deki Bernardin-Benedikten rahibeleri, manastırları Neuve-Saint- Geneviève Sokağı'nda ve Temple'da bulunan Saint-Sacrement kadınlarından tamamen ayrı bir tarikattılar. Usullerinde birçok farklar vardı, kıyafetlerinde de öyle. Petit-Picpuslü Bernardin-Benedikten rahibeleri siyah başörtüsü taşıdıkları halde, Neuve-Saint-Geneviève Sokağı Saint-Sacrement Benediktenleri beyaz başörtüsü ve ayrıca göğüslerinin üstünde yaklaşık üç parmak boyunda altın yaldızlı gümüşten ya da altın yaldızlı bakırdan bir Saint-Sacrement haçı taşıyorlardı. Petit-Picpus rahibeleri Saint-Sacrement haçı taşımazlardı. Petit-Picpus Manastırıyla Temple Manastırı için ortak olan Sürekli İbadetin dışında, bu iki tarikat birbirlerinden tamamıyla ayrıydılar. Saint-Sacrement kadınları ile Martin Verga'nın Bernardin rahibeleri arasında yalnız bu uygulama bakımından benzerlik vardır. Birbirinden son derece farklı, hatta yerine göre birbirine düşman iki tarikat olan Philippe de Neri'nin Floransa'da kurduğu İtalya Oratuvarı ile Pierre de Berulle'ün Paris'te kurduğu Fransa Oratuvarı arasında da, İsa Mesih'in çocukluğu, hayatı ve ölümü ve Kutsal Meryem'le ilgili bütün sırların incelenmesi ve baş tacı edilmesi hususunda bir benzerliğin olması gibi. Oysa bunun dışında, Paris Oratuvarı üstünlük iddiasındaydı, çünkü Philippe de Neri sadece bir aziz olduğu halde, Berulle bir kardinaldi.

Biz yine Martin Verga'nın sert İspanyol kurallarına dönelim.

Bu tarikata mensup Bernardin-Benedikten rahibeleri bütün yıl ete perhiz ederler, Büyük Perhiz'de, kendilerince sayılı olan başka günlerde oruç tutarlar, ilk uykularından uyanıp sabahın birinden üçüne kadar dua kitabı okur, sabah ilahileri söylerler, her mevsimde şayaktan çarşaflarla hasır üstünde yatarlar, hiç yıkanmazlar, asla ateş yakmazlar, her cuma günü kendilerini kırbaçlatırlar, sessizlik kuralına uyarlar, ancak pek kısa olan teneffüslerde konuşurlar ve altı ay süreyle, yani Kutsal Haç'ın kutlanma tarihi olan 14 Eylül'den Paskalya Yortusu'na kadar çuha gömlek giyerler. Bu altı ay aslında bir yumuşatmadır, yoksa kural bütün yıl der. Fakat yaz sıcaklarında dayanılmaz hal alan bu çuha gömlek, ateş ve sinir spazmlarına neden oluyordu. Bunun için kullanılmasını sınırlandırmak gerekmişti. Fakat bu yumuşatmadan sonra bile, 14 Eylül'de rahibeler bu gömleği giydikleri zaman üç dört gün ateşlenirlerdi. itaat, yoksulluk, iffet, mahpuslukta sebat; İşte bu rahibelerin, kurallar tarafından büsbütün ağırlaştırılan yükümlülükleri bunlardı.

Başrahibe, rahibeler tarafından üç yıl için seçilir. Bunlara "seçici rahibeler" denir çünkü oy verme hakkına sahiptirler. Bir başrahibe ancak iki kere yeniden seçilebilir. Böylece bir başrahibenin en çok dokuz yıl hüküm sürmesi mümkündür.

Rahibeler, ayinleri yöneten rahibi asla görmezler. Rahip daima dokuz ayak yüksekliğinde gerilmiş bir şayak perdenin gerisinde onlardan gizli durur. Vaaz sırasında, vaiz kilisede bulunduğu zamanlar, rahibeler peçelerini yüzlerine indirirler. Daima alçak sesle konuşmak, gözleri yerde ve başları eğik yürümek zorundadırlar. Manastıra yalnız bir tek erkek girebilir, o da dinî bölgenin başpiskoposudur.

Gerçi bahçıvan olarak bir erkek daha vardır, ama onu hep ihtiyarlardan seçerler; daima yalnız kalması ve rahibelerin uyarılıp ondan kaçınabilmeleri için dizine bir çıngırak bağlarlar.

Rahibelerin umumiyetle başrahibeye tam anlamıyla hürmet ve itaatleri vardır. Bu husus ruhanî prensiplere mutabık olarak tam bir itaat ve bağlılıktan ibarettir.

Başrahibenin sesine, her emir ve işaretine Hz. İsa'nın sesi ve emri gibi asla tereddüt etmeksizin büyük bir memnuniyet ve bağlılıkla hürmet ve itaatte bulunurlar. Bu halleriyle sanki bir işçinin elinde bir âlet gibidirler ve başrahibenin emir ve müsaadesi olmadıkça ne okuyup yazabilirler, ne de bir şey yapabilirler. 

Rahibelerin her biri, "düzeltme" adını verdikleri bir işi sırayla yaparlar. "Düzeltme", yeryüzünde işlenen bütün günahların, bütün kusurların, bütün usulsüzlüklerin, bütün devrimlerin, bütün adaletsizliklerin, bütün suçların affı için okunan duadır. Aralıksız on iki saat boyunca, akşamın dördünden sabahın dördüne ya da sabahın dördünden akşamın dördüne kadar istiğfarı yapan rahibe, Saint-Sacrement haçının önünde taşların üstüne diz çökmüş olarak elleri bağlı, boynunda ip öylece durur. Yorgunluğa dayanamaz hale gelince, yüzükoyun, yüzü zemine gelecek şekilde ve kollarıyla bir haç resmi çizerek yere kapanır. Rahatlaması bundan ibarettir. Bu durumda dünyanın bütün suçluları için dua eder. Yücelik derecesinde büyük bir şeydir bu.

Bu iş, tepesinde mum yanan bir direğin önünde yapıldığından, buna "düzeltme yapmak" veya "direkte olmak" denir. Hatta bir eziyet, bir aşağılama fikri taşıdığından rahibeler, gösterişsizlik anlamına gelen bu ikinci deyişi tercih ederler.

"Düzeltme yapmak" ruhu bütünüyle kavrayan bir görevdi. Direkteki rahibe, arkasına yıldırım düşse dönüp bakmazdı.

Bundan başka, Saint-Sacrement haçının önünde daima diz çökmüş bir rahibe bulunur. Bu duruş bir saat sürer. Rahibeler, nöbet değiştiren askerler gibi sıra değiştirirler. Bu Sürekli İbadet'tir.

Başrahibeler ve rahibeler hemen daima, azizleri, din kurbanlarını değil de İsa Mesih'in hayatının bazı anlarını hatırlatan gayet ağırbaşlı birtakım adlar alırlar: Rahibe Nativite, Rahibe Conception, Rahibe Presentation, Rahibe Passion gibi. Böyle olmakla birlikte, aziz adları da yasaklanmış değildir.

Görülecek olurlarsa, yalnız ağızları görülür.

Hepsinin dişleri sapsarıdır. Bu manastıra asla diş fırçası girmemiştir. Dişlerini fırçalamak, son basamağı ruhunu kaybetmek demek olan bir merdivenin ilk basamağını teşkil eder.

Hiçbir şey için benim demezler. Kendilerine ait hiçbir şeyleri yoktur, hiçbir şeye bağlanmamak zorundadırlar. Her şey için bizim derler: bizim peçemiz, bizim tespihimiz gibi. Gömleklerinden söz edecek olsalar, bizim gömleğimiz diyeceklerdir. Bazen küçük bir nesneye, bir dua kitabına, bir kutsal emanete, takdis edilmiş bir madalyona bağlanacak olurlar. Bu nesneye bağlanmaya başladıklarını fark eder etmez, onu hemen başkasına vermek zorundadırlar. Azize Therese'in sözünü hiç akıllarından çıkarmazlar. Asil bir kadın onun tarikatına gireceği sırada, "Rahibe, çok sevdiğim bir kutsal kitap var, izin verirseniz birisini gönderip onu aldırayım," diyecek olmuş.

"Ya! Demek bağlı olduğunuz bir şey var! Öyleyse siz bizim manastırımıza girmeyin!"

Her kim olursa olsun bir yere kapanması, kendine ait bir yeri, bir odası olması yasaktır. Herkes hücresi açık yaşar. Birbirlerinin yanına gittiklerinde, biri öbürüne, "Mihrabın ulu Saint-Sacrement'ına hamd-ü ibadet olsun!" der, öbürü de, "Ebediyen," diye yanıtlar. Birbirlerinin kapısına vurdukları zaman da aynı şekilde hareket edilir. Kapıya dokunulur dokunulmaz öbür taraftan yumuşak bir sesin hemen, "Ebediyen!" dediği duyulur. Bütün günlük uygulamalar gibi, bu da alışkanlıkla otomatikleşir. Onun için, bazen birinin oldukça uzun bir söz olan, "Mihrabın ulu Saint-Sacrement'ına hamd-ü ibadet olsun!" demesine vakit kalmadan, öteki "Ebediyen," deyiverir.

Visitandinler tarikatında, hücreye giren "Ave Mana"; hücresine girilen de "Gratia plena," der. Onların günaydınıdır bu; gerçekten de zarafet dolu bir günaydın.

Günün her saat başında, manastır kilisesinin çanı fazladan üç kere daha çalar. Bu işaret üzerine baş rahibe, seçici rahibeler, kendilerini tarikata adamış rahibeler, hizmetkâr rahibeler, acemiler, adaylar, söylediklerini, yaptıklarını, düşündüklerini yarıda kesip hep birden, mesela saat beş ise, "Saat beşte ve her saatte, mihrabın ulu Saint-Sacrement'ına hamd-ü ibadet olsun!" derler. Eğer saat sekiz ise, "Saat sekizde ve her saatte," denir ve bu böyle, saate göre sürüp gider.

Düşünceyi kesip onu devamlı olarak Tanrı'ya döndürmeyi hedef alan bu âdet, birçok dinî toplulukta vardır; yalnız söylenen formül değişir. Mesela Çocuk-îsa tarikatında şöyle denir: "Şu saatte ve her saatte, İsa'nın aşkı kalbimi yaksın!"

Elli yıldan beri Petit-Picpus Manastırı'na kapanmış olan Martin Verga'nın Benedikten-Bernardin rahibeleri, ayin dualarını ağır mezmur makamında, saf geleneksel kilise söyleyişiyle ve bütün ayin boyunca tam sesle okurlar. Ayin kitabının küçük yıldız işareti bulunan her yerinde bir duraklama yapıp alçak sesle, "Isa-Meryem-Yusuf ' derler. Ölüler için yapılan ayinlerde öyle pes perdeden söylerler ki, kadın sesleri için buraya kadar inmek ancak zorlukla mümkündür. Pek heyecan verici, trajik bir etki yaratır bu.

Petit-Picpus rahibeleri, cemaatlerinin mensuplarının gömülmeleri için baş mihrabın altına bir lahit mahzeni yaptırmışlardı. Kendilerinin de söylediği gibi hükümet, cenazelerin bu mahzene konulmasına izin vermedi. Bunun için rahibeler, öldükleri zaman manastırdan dışarı çıkıyorlardı. Bu da onları üzmekte, inançları çiğnenmiş gibi kedere boğmaktaydı.

Zayıf bir teselli olarak, daha önce cemaate ait olan bir toprakta bulunan eski Vaugirard Mezarlığı'nın özel bir köşesine, özel bir saatte gömülme iznini elde etmişlerdi.

Bu rahibeler, pazarları olduğu gibi perşembeleri de büyük Aşai Rabbani ayininde, akşam duasında ve diğer bütün merasimlerde hazır bulunurlar. Bundan başka, dış dünya insanlarınca bilinmeyen, fakat kilisenin eskiden Fransa'da, şimdiyse İspanya ve İtalya'da hâlâ bol bol ilan ettiği bütün küçük yortulara da riayet ederler. Küçük kilisede geçen vakitleri bitmek tükenmek bilmez. Dualarının sayısına ve süresine gelince, bu konuda bir fikir verebilmek için aralarından birinin safça söylenmiş şu sözünü yinelemekten daha iyi bir şey yapamayız: "Adayların duaları korkunçtur, acemilerin duaları daha da beterdir, adanmışların duaları ise beterin beteridir."

Haftada bir rahibeler kurulu toplanır; başrahibe başkanlık eder, seçici rahibeler hazır bulunurlar. Her rahibe sırayla gelip taşın üzerine diz çöker ve diğerlerinin önünde, hafta içinde işlediği hataları ve günahları yüksek sesle itiraf eder. Her itiraftan sonra, seçici rahibeler birbirlerine danışır ve yüksek sesle kefaretleri bildirirler.

Biraz ağırca kusurlara özgü yüksek sesle itiraftan başka, bir de ufak tefek hatalara özgü tövbeleri vardır. Tövbe etmek, daima yalnızca anamız dedikleri başrahibenin önünde, tören boyunca, yüzükoyun yere kapanmak ve başrahibe bölmesinin tahtasına hafifçe vurarak tövbekârın kalkabileceğini bildirinceye kadar öylece kalmaktır. Pek ufak şeyler için bile tövbede bulunurlar. Kırılan bir bardak, yırtılan bir peçe, bir ayine elinde olmayarak birkaç saniye geç gelmek, kilisede yanlış okunan bir nota tövbe etmek için ye terlidir. Tövbe tamamen kendiliğinden yapılan bir şeydir; suçlu tövbekâr (bu kelime burada etimolojik bakımdan yerindedir) kendi kendisini yargılar ve cezalandırır. Yortu günleri, pazar günleri, dört sehpalı büyük kürsüde ilahiler okuyan dört rahibe vardır. Bir gün bir rahibe "Ecce" diye başlayan bir ilahiyi söylemeye koyulur ama "Ecce," diyecek yerde, "Do, si, sol," diye üç nota okur. Bu dalgınlığı için bütün ayin boyunca tövbe cezasına katlanmak zorunda kalmıştır. Suçunun büyüklüğü, rahibeler kurulunun ona gülmesindendir.

Bir rahibe görüşme yerine çağırıldığı zaman, başrahibe bile olsa, hatırlanacağı gibi, yalnız ağzı görünebilecek şekilde peçesini yüzüne indirir.

Yalnız başrahibe yabancılarla görüşebilir. Diğerleriyse ancak en yakın aile fertlerini -o da çok seyrek olarak- görebilirler. Eğer bir kimse dış dünyadayken tanıdığı ya da sevdiği bir rahibeyi görmeye gelecek olursa, bu uzun tartışmalara yol açar. Gelen bir kadınsa, bazen görüşme izni verilebilir; rahibe gelir ve kendisiyle kepenklerin arkasından konuşulur. Kepenkler ancak bir rahibe için açılır. Bu iznin erkeklere hiçbir zaman verilmediğini söylemeye gerek yok.

İşte, Martin Verga tarafından daha da ağırlaştırılan Aziz Benoît'nın kuralları böyledir.

Bu rahibeler, hiç de başka tarikatlardaki genç kızların çok defa oldukları gibi neşeli, pembe tenli ve taptaze değildirler. Solgun ve ağırbaşlıdırlar. 1825'ten 1830'a kadar üç tanesi çıldırmıştır.

III

SERT KURALLAR

Adaylık en az iki, çoğu defa dört yıl sürer; acemilik devresi dört yıldır. Son yemini yerine getirmenin yirmi üç, yirmi dört yıldan önce yapılabildiği pek nadirdir. Martin Verga'nın Bemardin-Benedikten rahibeleri, dulları asla tarikatlarına almazlar.

Hücrelerinde kendilerine, başkalarınca bilinmeyen ve hiçbir zaman söylememeleri gereken birçok çile eziyeti ederler.

Bir aceminin kendini tarikata adayış gününde, ona en süslü elbiseleri giydirilir, başına beyaz güller takılır, saçları parlatılıp kıvırtılır. Sonra o, yere kapanır, üzerine büyük bir siyah örtü örtülür ve ona cenaze ayini yapılır. Ayin esnasında rahibeler iki sıra halinde ayrılırlar, bir sıra onun yanından geçerken acıklı bir sesle, "Rahibemiz öldü," der; öbür sıra ise gür bir sesle, "İsa Mesih'te yaşıyor," diye yanıtlar.

Bu hikâyenin geçtiği devirde, manastıra bir yatılı okul eklenmişti. Soylu ve çoğunlukla zengin genç kızların yatılı okuluydu bu. Bu kızlar arasında Matmazel de Sainte-Aulaire ve Matmazel de Belissen ile ünlü bir Katolik adı olan Talbot adında bir İngiliz kızı bulunuyordu. Bu rahibeler tarafından dört duvar arasında terbiye edilen bu genç kızlar, dünyadan ve yüzyıllarından nefret içinde yetişiyorlardı. Bunlardan biri bir gün bize şöyle demişti: "Sokağın kaldırım taşlarını görmek beni tepeden tırnağa titretiyordu." Bunlar mavi elbise, beyaz başlık giyer, göğüslerinin üzerinde de altın yaldızlı gümüşten ya da bakırdan bir Saint-Esprit haçı taşırlardı. Bazı büyük yortu günlerinde, özellikle Sainte-Marthe Yortusu'nda, büyük bir lütuf ve yüce bir mutluluk olarak rahibe gibi giyinmelerine ve bütün gün boyunca Aziz Benoît tarikatına özgü dua ve ayinlere katılmalarına izin verilirdi. İlk zamanlar rahibeler, onlara kendi siyah elbiselerini ödünç veriyorlardı. Fakat bu, kutsallığa aykırı sayılarak başrahibe tarafından yasak edildi. Yalnız acemilerin böyle ödünç elbise vermelerine izin verildi. Belirtilmeye değer nokta şudur ki, manastırda hiç şüphesiz tarikata yeni katılımlar sağlamak gizli düşüncesiyle ve bu çocuklara önceden bir kutsal kıyafet zevki aşılamak için hoş görülüp teşvik edilen bu gösteriler, yatılı okul öğrencileri için gerçek bir mutluluk ve hakiki bir teneffüs oluyordu. Bu onları düpedüz eğlendiriyordu. Yeni bir şeydi, onlar için değişiklikti. Çocukluğun birtakım saf düşünceleridir ki bunlar, bir okunmuş-su-serpicisini elinde tutmanın ve dört kişi bir kürsünün önünde saatlerce dikilip şarkı söylemenin bahtiyarlığını zaten bizim gibi dünya adamlarına anlatmayı hiçbir zaman başaramaz.

Bu öğrenciler, eziyetler dışında manastırın bütün usullerine uymaktaydılar. Mesela bir genç kadın, toplum hayatına girdiği, evlenip üzerinden birçok yıl geçtiği halde kapısına her vuruluşta telaşla, "Ebediyen!" deme alışkanlığından bir türlü kurtulamamıştı. Rahibeler gibi, yatılı öğrenciler de ana-babalarmı ancak görüşme yerinde görebiliyorlardı. Hatta anneleri bile onları kucaklayıp öpme izni akmıyorlardı. Bakın bu hoşgörüsüzlük nereye kadar varıyordu. Bir gün bir genç kızı annesi ziyarete gelmişti; yanında genç kızın üç yaşındaki kız kardeşi de vardı. Genç kız ağlıyordu, çünkü küçük kız kardeşini özlemişti, ona sarılmak istiyordu. Fakat ne mümkün, hiç olmazsa öpebilmek için çocuğun küçücük elini parmaklıkların arasından geçirmesine izin verilmesi için yalvardı. Adeta bir küfürmüşçesine reddedildi bu dilek.

Continue Reading

You'll Also Like

37.4K 1.2K 20
Beyaz Diş vahşi bir hayvanın gözünden, hem doğal hayata hem de insanların acımasız dün yasına eleştirel bir bakış... Beyaz Diş Alaska'nın sert doğa k...
8.6K 458 12
Neden böyle bir yolu seçtim? Neden sana aşık oldum? Bu yanlış bir şey öyle değil mi? Üvey Kardeşime aşık olmak yanlış birşey... Acaba sende beni sev...
3.2K 76 7
Geleneklere olan bağlılığı ve katı disiplin kurallarıyla ünlü Welton Akademis'nin öğrencilerinin okul ve yatakhane arasında geçen tekdüze hayatları y...
75.4K 1.3K 98
Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği sürdükçe, böylesi kitaplar gereksiz sayıl...