Sefiller

By ClassicsTR

76.2K 1.3K 300

Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği s... More

Önsöz - I.CİLT
BİRİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
EVİNİ KİME KORUTUYORDU
BİR KISITLAMA
-İKİNCİ KİTAP-
PONTARLIER PEYNİRHANELERİ ÜZERİNE BİLGİLER
DALGA VE GÖLGE
KÜÇÜK-GERVAIS
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
BOMBARDA'NIN YERİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
UFUKTA BELİRSİZCE ÇAKAN ŞİMŞEKLER
MADAM VICTURNIEN'İN BAŞARISI
BELEDİYE ZABITASINA AİT BAZI MESELELERİN ÇÖZÜMÜ
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
ISTIRABIN UYKUDA ALDIĞI ŞEKİLLER
SIMPLICE HEMŞİRE SINAMADAN GEÇİYOR
KANAATLERİN ŞEKİLLENMEYE BAŞLADIĞI BİR YER
İKİNCİ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
SAVAŞLARIN "QUID OBSCURUM"U*
İMPARATOR, KILAVUZ LACOSTE'A BİR SORU SORUYOR
KILAVUZUN KÖTÜSÜ NAPOLYON'A, İYİSİ BÜLOW'A
QUOT LIBRAS İN DUCE?*
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
KÜÇÜK KIZ YAPAYALNIZ
ZENGİN OLMASI MUHTEMEL BİR YOKSULU HANA KABUL ETMENİN HOŞNUTLUĞU
THENARDİER OYUN PEŞİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
ESRARIN BAŞLANGICI
-ALTINCI KİTAP-
NEŞELİ ANLAR
BU KARANLIKTA BİRKAÇ SİLUET
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
JEAN VALJEAN AUSTİN CASTILLEJO'YU OKUMUŞA BENZİYOR
BAŞARILI BİR SORGULAMA
ÜÇÜNCÜ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
HALKIN BAĞRINDA SAKLI DURAN GELECEK
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
DEVRİMCİ OLMAK İÇİN AYİNE GİTMENİN FAYDASI
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
MARIUS'UN UĞRADIĞI ŞAŞKINLIKLAR
-BEŞİNCİ KİTAP-
YOKSULUN SEFİLLE İYİ KOMŞULUĞU
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
KADERİN GÖZ DELİĞİ
SEFALET ACIYA HİZMETİNİ SUNUYOR
MARIUS'UN İKİ SANDALYESİ KARŞI KARŞIYA
ÖNCE KURBANLARI YAKALAMAKTAN BAŞLAMALI DAİMA
II.CİLT -DÖRDÜNCÜ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
TEMELİN ALTINDAKİ ÇATLAKLAR
ENJOLRAS VE YAVERLERİ
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
SAVAŞ BAŞLIYOR
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
-ALTINCI KİTAP-
FİRARIN CİLVELERİ
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
CAB, ÜSTÜNDE GİDER; ARGODA HAVLAR
İHTİYAR KALPLE GENÇ KALP KARŞI KARŞIYA
-DOKUZUNCU KİTAP-
-ONUNCU KİTAP-
-ON BİRİNCİ KİTAP-
-ON İKİNCİ KİTAP-
GRANTAIRE'İN ÜSTÜNE GECE İNMEYE BAŞLIYOR
TOPLULUĞA BILLETTES SOKAĞI'NDA KATILAN ADAM
-ON ÜÇÜNCÜ KİTAP-
-ON DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-ON BEŞİNCİ KİTAP-
BEŞİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
BARİKATIN ÜSTÜNDE GÖRÜLEN UFUK
GEÇİCİ PARILTILAR
MORTUUS PATER FILIUM MORITURUM EXPECTAT*
KAHRAMANLAR
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
TOPRAK ÇÖKÜNTÜSÜ
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
İKİ YAŞLI KİŞİ, KENDİ TARZINDA*
-ALTINCI KİTAP-
AYRILMAZ OLAN
-YEDİNCİ KİTAP -
-SEKİZİNCİ KİTAP-
-DOKUZUNCU KİTAP-
ARKASINDA GÜNDÜZ OLAN GECE
SONSÖZ

-SEKİZİNCİ KİTAP-

404 11 10
By ClassicsTR


Karşı Darbe

I

MÖSYÖ MADELEINE SAÇLARINA HANGİ AYNADA BAKIYOR

Gün doğmaya başlıyordu. Fantine, ateşli ve uykusuz ama mutlu hayallerle dolu bir gece geçirmişti, sabahleyin uyuyakaldı. Bütün gece onu bekleyen Simplice Hemşire, onun uyumasından yararlanarak yeni bir kınakına şurubu hazırlamaya gitti. Mübarek hemşire, birkaç dakikadır revirin laboratuvarında eczalarıyla şişeleri üzerine eğilmiş, alacakaranlığın nesneler üzerine yaydığı bir çeşit sis yüzünden yakından baka baka iş görüyordu ki, birdenbire başını çevirdi ve hafif bir çığlık attı. Mösyö Madeleine karşısında duruyordu. Sessiz sedasız girmişti içeriye.

- Siz miydiniz sayın Başkan! diye haykırdı.

Adam alçak bir sesle karşılık verdi:

- Kadıncağız nasıl?

- Şu an fena değil. Ama endişeli zamanlar geçirdik gene de, neyse!

Olup bitenleri ona bir bir anlattı. Bir gün önce Fantine in durumunun kötüleştiğini, şimdiyse Belediye Başkanı'nın MontfermeiFe çocuğunu almaya gittiğini sandığından daha iyi olduğunu söyledi.

Hemşire, Belediye Başkanı'na sormaya cesaret edemedi ama halinden, hiç de oradan gelmediğini açıkça anladı.

- Hepsi iyi bunların, dedi başkan, ona yanıldığını söylememekle doğru yapmışsınız.

- Evet ama, dedi hemşire, şimdi sizi görüp de çocuğunu göremeyince, ona ne diyeceğiz?

O, bir an dalgın kaldı, sonra:

- Tanrı bir yolunu gösterir, dedi.

Hemşire hafifçe mırıldandı:

- Ama herhalde yalan söyleyemeyiz.

Gün ışığı odayı iyice aydınlatmıştı. Tam karşıdan Mösyö Madeleine'in yüzüne vuruyordu. Hemşire tesadüfen gözlerini kaldıracak oldu.

- Aman Tanrım! diye haykırdı. Mösyö size ne oldu böyle? Saçlarınız bembeyaz!

- Beyaz mı?

Simplice Hemşire'nin aynası yoktu; bir alet çantasını karıştırdı, revir hekiminin hastaların nefesini kontrol ederek ölüp ölmediklerini anlamakta kullandığı küçük bir aynayı çıkardı. Mösyö Madeleine aynayı alıp saçlarına bakarak "Vay vay!" dedi.

Bu sözü kayıtsızca, başka bir şey düşünüyormuş gibi söylemişti.

Bütün bunlarda meçhul bir şeyler sezinleyen hemşire buz gibi oldu. Mösyö Madeleine sordu:

- Onu görebilir miyim?

Nihayet bir soru sormak cesaretini kendinde bulan hemşire:

- Sayın Başkan onun çocuğunu getirmeyecek mi? dedi.

- Elbette, ama en az iki üç gün gerek.

Hemşire çekine çekine tekrar konuştu:

- Eğer sayın Başkan'ı o vakte kadar görmezse, onun bu arada döndüğünü bilmez, böylece sabretmesi kolaylaşır. Çocuğu geldiği zaman da, tabii olarak, sayın Başkan'ın çocukla birlikte döndüğünü düşünür. Yalan söylemeye de böylece gerek kalmaz.

Mösyö Madeleine biraz düşünür gibi durdu, sonra sakin ciddiyetiyle:

- Hayır, hemşire, onu görmem gerek, dedi. Acele etmeliyim belki...

Rahibe, Belediye Başkanı'nın sözlerine karanlık ve garip bir anlam veren bu "belki" kelimesinin farkına varmış görünmedi. Gözlerini ve sesinin tonunu saygılı bir şekilde indirerek cevap verdi:

- İstirahat ediyor ama, sayın Başkan içeri girebilirler.

Mösyö Madeleine, iyi kapanmayan ve gürültüsü hastayı uyandırabilecek olan bir kapı hakkında bazı tembihlerde bulunduktan sonra Fantine'in odasına girdi, yatağa yaklaştı, perdeleri araladı. Fantine uyuyordu. Göğsünden nefesi bu hastalara mahsus acıklı bir hırıltıyla çıkmaktaydı; uyuyan, ölüme mahkûm yavrularının başı ucunda sabahlayan annelerin içini paralayan o acıklı hırıltıyla... Ama bu zahmetli soluk alış, yüzüne yayılan ve ona uykusunda bir başka hüviyet veren tarifi imkânsız huzuru pek az bulandırıyordu. Solgunluğu beyazlığa dönmüştü, yanakları kırmızı kırmızıydı. Bakireliğinden ve gençliğinden kalma tek güzelliği olan sarı uzun kirpikleri kapalı ve inik oldukları halde oynaşıyorlardı. Bütün varlığı, âdeta açılıp onu götürmeye hazır kanat hareketlerinden gelen bir titreyiş içindeydi; hissedilen ama görülmeyen bir titreyişti bu. Onu bu halde görenler, hemen hemen umutsuz bir hasta olduğuna asla inanamazlardı. Ölmek üzere olan birinden çok, kanatlanıp uçacak birine benziyordu.

Çiçeğini koparmak için bir el uzandığında dal ürperir; aynı zamanda hem kaçınır hem de kendini sunar gibidir. Ölümün esrarlı parmakları ruhu dalından koparmak üzere geldiğinde, insan vücudu da buna benzer bir ürpertiye kapılır.

Mösyö Madeleine bir süre yatağın yanında hareketsiz durdu, bundan iki ay önce, onu bu yuvada ilk defa görmeye geldiği zaman da yaptığı gibi, sırasıyla bir hastaya bir de duvardaki haça bakıyordu. İkisi de yine burada aynı durumdaydılar; biri uyuyor, öbürü dua ediyordu; yalnız şimdi, aradan geçen iki aydan beri birinin saçları kırlaşmış, öbürününkiyse ağarmıştı.

Hemşire onunla birlikte içeri girmemişti. Mösyö Madeleine yatağın yanında duruyordu, ayaktaydı, sanki odada susturulması gereken birisi varmış gibi parmağını ağzının üzerinde tutuyordu. Fantine gözlerini açtı, onu gördü ve sükûn içinde gülümseyerek:

- Hani Cosette? dedi.

II

FANTİNE MUTLU

Ne bir şaşkınlık ne de bir sevinç hareketi yaptı: Sevincin ta kendisiydi.

"Hani Cosette?" sorusunu, bu basit soruyu, öyle derin bir inançla, öylesine bir güvenle, tam bir kaygısızlık içinde, kuşku duymaksızın sormuştu ki, Mösyö Madeleine söyleyecek söz bulamadı. Fantine devam etti:

- Orada olduğunuzu biliyordum, uyuyordum ama sizi görüyordum. Uzun zamandır sizi görüyorum, bütün gece gözlerimle sizi takip ettim. Şan, şeref içindeydiniz, çevrenizde çeşit çeşit melek yüzleri gibi yüzler vardı.

Adam bakışlarını haça doğru kaldırdı.

- Fakat, diye devam etti kadın, Cosette nerede söyler misiniz? Niçin yatağımın üstüne koymadınız onu, uyandığım zaman göreyim diye?

Gelişigüzel birkaç sözle karşılık verdi, ama ne söylediğini kendisi de bir daha hiç hatırlayamadı.

Bereket versin, durumdan haberdar edilen hekim o sırada çıkageldi. Mösyö Madeleine'in yardımına koştu.

- Sakin olun yavrum, dedi hekim. Çocuğunuz burada.

Fantine'in gözleri parladı ve bütün yüzü aydınlandı. Bir duada bulunabilecek en şiddetli ve en yumuşak şeyleri aynı anda içinde taşıyan bir ifadeyle ellerini kavuşturdu.

- Ah, diye haykırdı, getirin onu bana!

Analığın dokunaklı vehmi! Cosette onun için hâlâ kucakta taşınan küçücük bir çocuktu.

- Daha değil, dedi hekim, şu sıra olmaz. Henüz biraz ateşiniz var. Çocuğunuzu görmek sizi heyecanlandırır ve fena eder. Önce iyileşmeniz gerek.

Fantine hışımla onun sözünü kesti:

- Ama ben iyileştim! Size iyileştim diyorum! Ne eşek şey bu doktor! Bu kadar da olmaz! Çocuğumu görmek isterim ben!

- Gördünüz mü? dedi hekim. Nasıl da heyecanlanıyorsunuz! Siz böyle yaptıkça, çocuğunuza kavuşmanıza karşı çıkacağım.

Onu görmek yetmez, onun için yaşamanız da gerek. Makul olduğunuz zaman, ben kendim onu size getireceğim.

Zavallı ana, boynunu büktü:

- Doktor bey, sizden özür dilerim, gerçekten özür dilerim. Eskiden, az önce konuştuğum gibi konuşmazdım, başıma öyle felaketler geldi ki, bazen ne söylediğimi bilemiyorum. Anlıyorum, heyecanlanmamdan korkuyorsunuz, istediğiniz kadar bekleyeceğim, ama yemin ederim ki kızımı görmek benim için kötü olmaz. Dün akşamdan beri onu görüyorum, gözlerimi bir an bile ondan ayırmıyorum. Biliyor musunuz? Şimdi onu bana getirseler, hemen onunla tatlı tatlı konuşmaya koyulurdum. İşte o kadar, Montfermeil'e kadar özellikle gidip getirdikleri çocuğumu görmek istemem pek tabii değil mi? Kızmış değilim. Yakında mutlu olacağımı biliyorum. Bütün gece bembeyaz şeyler, bana gülümseyen kimseler gördüm. Doktor bey ne zaman isterse Cosette'imi bana getirir. Artık ateşim yok çünkü iyileştim; artık hiçbir şeyimin kalmadığını hissediyorum. Ama hastaymışım gibi yapacağım, buradaki hanımları memnun etmek için kımıldanmadan yatacağım. Uslu uslu durduğumu görünce, "Artık çocuğunu ona getirmek gerek," diyecekler.

Mösyö Madeleine yatağın yanındaki bir iskemleye oturmuştu. Kadın ona doğru döndü. Hastalığın çocukluğa benzer güçsüzlüğü içinde söylediği gibi, "uslu" ve sakin görünmek için çaba harcadığı açıkça belli oluyordu; onu böyle sakin görünce, Cosette'i yanına getirmekte güçlük çıkarmayacaklarını düşünüyordu. Fakat bir yandan kendisini tutmaya çalışırken, bir yandan da Mösyö Madeleine'e bin bir soru sormaktan kendini alamıyordu.

- Yolculuğunuz iyi geçti mi sayın Başkan? Ah! Ne kadar iyisiniz, kızımı bana getirmek için nerelere gittiniz! Hiç olmazsa bana onun nasıl olduğunu söyleyin. Yola iyi dayanabildi mi? Ne yazık, beni tanıyamayacak! O zamandan beri beni unutmuştur yavrucak! Çocukların belleği yoktur ki. Kuşlar gibidirler. Bugün bir şey görür, yarın bir başkasını, sonra hiçbirini düşünmez. Beyaz çamaşırları var mı bari? Thènardierler onu temiz tutuyorlar mıydı? Nasıl besliyorlardı? Ah! Ne kadar acı çektim bir bilseniz, sefaletin içinde kendi kendime bu soruları sorarak! Şimdi, artık geçti!

Sevinçliyim! Ah! Onu görmeyi ne kadar istiyorum! Sayın Başkan, güzel buldunuz mu onu? Güzel değil mi kızım? Yolcu arabasında çok üşümüş olmalısınız, değil mi? Onu birazcık olsun getiremezler miydi buraya acaba? Sonra hemen götürürlerdi yine. Siz söyleyin! Siz buranın efendisisiniz, eğer isterseniz...

Mösyö Madeleine onun elini tuttu:

- Cosette güzel, dedi. Cosette'in sağlığı yerinde, yakında göreceksiniz onu, ama şimdi sakin olun. Çok heyecanlı konuşuyorsunuz, hem sonra kollarınızı yataktan dışarı çıkarıyorsunuz, bu da sizi öksürtüyor.

Gerçekten de uzun, şiddetli öksürük nöbetleri hemen her kelimede Fantine'in sözünü kesiyordu.

Fantine sesini çıkarmadı, uyandırmak istediği güveni bazı aşırı şikâyetlerle sarsmaktan korktu, ilgisi olmayan laflar söylemeye başladı.

- Montfermeil oldukça güzel, değil mi? Yazın oraya eğlence gezileri yapılır. Thènardierler iyi iş yapıyorlar mı? Onların memleketinden gelen geçen çok olmaz. Aşçı dükkânı gibi bir şeydir o han zaten.

Mösyö Madeleine hâlâ Fantine'in elini tutuyor, tasalı tasalı onu gözden geçiriyordu. Ona bazı şeyler söylemek için geldiği, ama bu söylemek istediği şeyler karşısında şimdi düşüncesinde tereddüde düştüğü belli oluyordu. Doktor, vizitesini yaptıktan sonra çekilmişti. Yalnız Simplice Flemşire kalmıştı yanlarında.

Bu sırada, sessizliğin ortasında, Fantine birden haykırdı:

- Sesini duyuyorum, Tanrım! Sesini duyuyorum. Avluda bir çocuk oynuyordu, kapıcının ya da herhangi bir işçinin çocuğu.

Hazin olayların esrarlı sergilenişinin bir parçası olan, her zaman karşılaştığımız tesadüflerden biriydi bu. Çocuk -küçük bir kız çocuğu- oraya buraya gidip geliyor, ısınmak için koşuyor, gülüyor ve yüksek sesle şarkı söylüyordu. Heyhat! Çocukların oyunları nelere karışmaz ki! Fantine'in şarkı söylediğini işittiği küçük kız buydu İşte.

- Ah! Bu benim Cosette'im! diye yeniden bağırdı. Sesini tanıdım!

Çocuk geldiği gibi uzaklaştı, sesi de söndü. Fantine bir süre daha kulak verdi, sonra yüzü karardı. Mösyö Madeleine, onun alçak sesle şöyle dediğini duydu:

- Şu doktor ne zalim adam, bırakmıyor ki kızımı göreyim! Kötü suratlı bir adam zaten!

Fakat bu arada, fikirlerinin gerisindeki sevinçli zemin yine ön plana çıktı. Başı yastıkta, kendi kendine konuşmaya devam etti:

- Ne kadar mutlu olacağız! Küçük bir bahçemiz olacak önce! Mösyö Madeleine vaat etti. Kızım bahçede oynayacak. Harfleri şimdiden öğrenmiştir herhalde. Ona kelimeleri heceletirim. Otların arasında kelebekleri kovalar. Onu seyrederim. Sonra ilk takdis ayinine gider. Sahi! Ne zaman olacak onun ilk takdis ayini?

Parmaklarıyla saymaya başladı.

- Bir, iki, üç, dört... yedi yaşında. Beş yıl sonra. Beyaz bir duvak takar, ajurlu çoraplar giyer, tıpkı küçük bir hanım olur. Ah hemşireciğim, ne kadar aptal olduğumu bilemezsiniz, İşte tutmuş kızımın ilk takdis ayinini düşünüyorum!

Gülmeye başladı.

Mösyö Madeleine, Fantine'in elini bırakmıştı. Onun bu sözlerini, gözleri yerde, zihni alabildiğine derin düşüncelere dalmış bir halde, esen bir rüzgârın sesini dinler gibi dinliyordu. Kadının konuşması birden kesildi, Mösyö Madeleine mekânik bir hareketle başını kaldırdı. Fantine korkunç bir hal almıştı.

Artık konuşmuyor, nefes almıyordu, yattığı yerden yarı doğrulmuş, zayıf omuzu geceliğinden dışarı çıkmış, az önce mutlulukla parlayan yüzü sapsarı kesilmişti; dehşetle büyüyen gözleri, karşısında, odanın öbür ucunda bulunan dehşetengiz bir şeye takılmış gibiydi.

- Aman Tanrım! diye bağırdı Mösyö Madeleine. Neyiniz var Fantine?

Fantine cevap vermedi, gördüğü her neyse gözlerini ondan ayırmıyordu, bir eliyle onun kolunu iterken, öbürüyle ona arkasına bakmasını işaret etti.

Mösyö Madeleine döndü ve Javert'i gördü.

III

JAVERT MEMNUN

Bakın neler olmuştu.

Mösyö Madeleine, Arras ağır ceza mahkemesinden çıktığında saat gece yarısını yeni çalmıştı. Kaldığı hana döndüğünde, hatırlanacağı gibi kendisine yer ayırttığı posta arabasıyla tekrar yola çıkmak için ancak vakti bulunuyordu. Sabah saat altıdan az önce Montreuil-sur-Mer'e dönmüştü. İlk işi Mösyö Laffitte'e yazdığı mektubu postaya vermek, sonra da Fantine'i görmek üzere şehre gelmek olmuştu.

Öte yandan Mösyö Madeleine, ağır ceza mahkemesi duruşma salonundan henüz ayrılmıştı ki, ilk heyecanın etkisinden sıyrılan savcı söz alıp saygıdeğer Montreuil-sur-Mer Belediye Başkanı'nın çılgınca davranışından duyduğu üzüntüyü dile getirmiş, daha sonra aydınlanacak olan bu acayip olay yüzünden kanaatlerinin asla değişmemiş olduğunu bildirmiş ve bu arada, besbelli hakiki Jean Valjean olan Champmathieu'nün mahkûm edilmesini istemişti. Savcının ısrarı, herkesin, yani dinleyicilerin, mahkemenin ve jürinin duygularıyla açıkça çelişmekteydi. Bu mantıksız hitabeyi çürütmek, Mösyö Madeleine'in, yani hakiki Jean Valjean'ın ifşaatı karşısında davanın çehresinin baştan başa değiştiğini ve jürinin önünde sadece masum bir insanın bulunduğunu ispatlamak avukat için hiç de zor olmamıştı. Avukat bundan, adli hatalara dair, vecize kabilinden bazı tumturaklı sonuçlar çıkarmaktan da geri kalmamıştı, ama bunlar maalesef öyle pek yeni şeyler değildi. Başkan da, davayı özetleyişinde avukatın görüşlerine katılmış ve bunun üzerine jüri, birkaç dakika içinde Champmathieu'yü beraat ettirmişti.

Lâkin savcı için bir Jean Valjean gerekiyordu; Champmathieu artık elde bulunmadığına göre, Madeleine'e yapıştı.

Champmathieu'nün tahliyesinden hemen sonra savcı, hâkimle birlikte bir odaya kapandı. "Montreuil-sur-Mer'in Belediye Başkanı'nın" tutuklanması gereği üzerine müzakerede bulundular, içinde birçok "nm" bulunan bu cümle savcınındı; başsavcıya gönderdiği raporun orijinalini tamamen kendi yazmıştı, ilk heyecan yatıştıktan sonra mahkeme başkanı, fazla bir itirazda bulunmadı.

Adaletin kendi seyrini takip etmesi gerekirdi. Sonra da, doğrusunu söylemek gerekirse, başkan iyi ve oldukça akıllı bir insan olmasına rağmen, aynı zamanda şiddetli ve hatta neredeyse ateşli bir kralcıydı; bu yüzden Montreuil-sur-Mer Belediye Başkanı'nın Cannes çıkarmasından bahsederken "Bonapart" demeyip "İmparator" demesinden ötürü şoke olmuştu.

Böylece tutuklama emri yola çıkarıldı. Savcı, tutuklama emrini bir özel ulakla, dörtnala, Montreuil-sur-Mer'e yollayıp, emrin infazıyla da polis müfettişi Javert'i görevlendirdi.

Bilindiği gibi Javert, ifadesini verdikten sonra hemen Montreuil-sur-Mer'e dönmüştü.

Ulak, tutuklama emriyle getirme buyruğunu kendisine verdiğinde, Javert yataktan yeni kalkıyordu.

Kendisi polis olan özel ulak epey akıllı, anlayışlı bir adamdı; bir iki kelimeyle Javert'e, Arras'ta olup bitenleri anlattı. Savcının imzasını taşıyan tutuklama emri şöyle kaleme alınmıştı: "Müfettiş Javert, bugünkü duruşmada serbest bırakılmış forsa Jean Valjean olduğu tespit edilen Montreuil-sur-Mer Belediye Başkanı Madeleine efendiyi yakalayacaktır."

Javert'i tanımayan bir kimse, onu revirin bekleme odasına girdiği sırada görse, ne olup bittiğini katiyen tahmin edemez ve onu dünyanın en alelade halli adamı sanırdı. Soğuk, sakin, ciddiydi; kır saçları şakaklarına güzelce yapıştırılıp parlatılmıştı; merdivenleri her zamanki gibi ağır ağır çıkmıştı. Onu iyice tanıyan, dikkatle incelemiş olan bir kimseyse ürpermeler geçirirdi. Deriden yakalığının tokası, ensesinde olacak yerde sol kulağı hizasındaydı. Bu da görülmedik bir ruhi karışıklığa delalet ediyordu.

Javert tam bir karakter adamıydı, ne görevinde ne de üniformasında bir kırışıklık bırakırdı; alçaklara karşı kurallara uygun, yöntemli; üniformasının düğmeleriyle sert ve ödünsüzdü. Yakalığının tokasını yanlış hizaya getirmiş olması için onda, yer sarsıntısı diyebileceğimiz bir heyecanın kopmuş olması gerekirdi.

Sade bir şekilde gelmişti. Komşu karakoldan yanına bir onbaşıyla dört asker almış, askerleri avluda bırakmış, Belediye Başkanı'ın arayan silahlı kişiler görmeye alışık olduğundan hiç kuşkulanmayan kapıcı kadına sorup Fantine'in odasını öğrenmişti.

Fantine'in odasına geldiğinde Javert, anahtarı çevirdi; bir hastabakıcı ya da bir hafiye yumuşaklığıyla kapıyı itti ve içeri girdi.

Tam olarak söylemek gerekirse, içeri girmedi. Yarı açılan kapının ağzında ayakta durdu; şapkası başında, sol eli çenesine kadar kapalı redingotunun içindeydi. Dirseğinin kıvrıldığı yerde, ucu bedeninin arkasında kaybolan muazzam bastonunun kurşundan tokmağını görmek mümkündü.

Varlığı fark edilmeden bir dakika kadar öylece durdu. Birdenbire Fantine gözlerini kaldırdı, onu gördü ve Mösyö Madeleine'i arkasına baktırdı.

Madeleine'in bakışı Javert'inkiyle karşılaştığı an, Javert kımıldamadan, yerinden oynamadan, yaklaşmadan korkunç bir hal aldı. Hiçbir insani duygu, sevinç kadar ürkütücü olmayı başaramaz.

Lanetlenmiş kurbanını ele geçiren iblisin yüzüydü bu. Jean Valjean'ı nihayet yakalamış olmanın kesin inancı, ruhunda bulunan her şeyi yüzünün ifadesine dökmüştü. Çalkalanan tortu, olduğu gibi yüzeye çıkmıştı. İzi bir an için kaybetmiş olmanın, şu Champmathieu hakkında birkaç dakika yanılmış bulunmanın verdiği utanç, önceleri iyi tahmin etmiş olmanın, uzun süre doğru bir içgüdü taşımış bulunmanın verdiği gurur karşısında siliniyordu. Javert'in memnunluğu, hükmedici tavrında kendini açığa vurmaktaydı. Bu dar alnın üzerinde zaferin çarpık çiçekleri açmıştı. Tatmin bulmuş bir çehrenin sergileyebileceği dehşet ifadesi ancak bu olabilirdi.

O anda Javert göklerde uçuyordu. Açıkça farkında değildi belki, ama vazgeçilmez ve başarılı bir kişi olduğuna dair belli belirsiz bir sezgiyle hissediyordu ki o, Javert, tanrısal görevleri kötülüğü ezmek olan adaleti, ışığı ve gerçeği şahsında cisimleştirmektedir. Arkasında ve çevresinde sonsuz bir derinliğe kadar uzanan otorite, akıl, kesin hüküm, kanuna uygun vicdan, kamu kovuşturması, bütün bu yıldızlar pırıldıyordu; düzeni koruyordu o, yıldırımlar çıkarıyordu kanundan, toplumun öcünü alıyordu, mutlak varlığa yardımcı oluyordu; şan ve şeref içinde dimdik yükseliyordu; zaferinde bir meydan okuma ve kavga tortusu vardı; ayakta, mağrur, şaşaalı, gökyüzünün ortasında yırtıcı bir ulu meleğin insanüstü vahşetini sergiliyordu; yerine getirdiği işin korkunç gölgesi, sıkılan yumruğunda toplum kılıcının müphem parıldayışını açıkça görülür hale getiriyordu; topuğunun altında suçu, kötülüğü, isyanı, dalaleti, cehennemi mutlulukla ve de tiksintiyle eziyordu; ışık saçıyor, mahvediyor, gülümsüyordu. Bu canavar kılığına girmiş Aziz Michel'de, tartışma götürmez bir büyüklük vardı.

Javert korkunçtu gerçi, ama aşağılık değildi. Dürüstlük, samimiyet, saflık, inanç, görev fikri, yanıldıklarında ucubeleşebilen şeylerdir, ama ucubeleştikleri zaman bile büyük kalırlar; bunların insan vicdanına has ihtişamları, korku ve nefret içinde de devanı eder. Bu erdemlerin işleyebilecekleri tek kusur hatadır. Bir bağnazın gaddarlık ederken duyacağı merhametsizce dürüst sevinçte, hazin bir saygıdeğerlik ışıltısı bulunur. Javert, kendisi farkında olmadığı halde, büyük mutluluğu içinde, zafer kazanan her cahil gibi acınacak durumdaydı. İyiliğin kötülüğü diyebileceğimiz şeyin yuvalanmış göründüğü bu çehre kadar acıklı ve korkunç bir şey olamazdı.

IV

YETKE HAKKINA YENİDEN KAVUŞUYOR

Belediye Başkanı onu Javert'in elinden kurtardığı günden beri, Fantine bu adamı görmemişti. Hasta kafası iyi bir şey düşünecek halde değildi; yalnız, Javert'in kendisini almaya geldiğinden hiç şüphe etmedi. Bu korkunç suratı görmeye dayanamadı, kendini ölecek gibi hissetti, yüzünü iki eliyle kapayarak endişe içinde haykırdı:

- Mösyö Madeleine, kurtarın beni!

Jean Valjean -bundan böyle onun için artık yalnızca bu adı kullanacağız- ayağa kalkmıştı. En tatlı, en sakin sesiyle Fantine'e:

Merak etmeyin, dedi. Sizin için gelmedi.

Sonra Javert'e döndü:

Ne istediğinizi biliyorum.

Javert cevap verdi:

- Hadi çabuk!

Bu iki kelimenin telaffuz biçiminde vahşice, çılgınca bir şeyler vardı. Javert, "Hadi çabuk!" dememiş de "Hadçbak!" gibi bir şey söylemişti. Hiçbir imla, bu iki kelimenin söyleniş şeklini ifade edemezdi. Bu artık insan ağzından çıkmış bir söz değil, bir böğürtüydü.

Usulden olduğu gibi davranmadı, konuya hiç girmedi, tutuklama emrini göstermedi bile. Onun gözünde Jean Valjean esrarengiz, ele avuca sığmaz bir savaşçı, karanlık bir mücadeleciydi; beş yıldır onu kavrayıp sarmış fakat bir türlü yere çalmayı başaramamıştı. Bu tutuklama bir başlangıç değil, bir sondu. Yalnızca, "Hadi çabuk!" demekle yetindi.

Bunu söylerken bir adım bile atmadı; sefilleri ucuna taktığı gibi şiddetle kendisine çekmekte kullandığı kanca bakışlarından birini fırlattı Jean Valjean'a.

İki ay önce Fantine, bu bakışın ta iliklerine kadar işlediğini duymuştu.

Javert'in bağırması üzerine Fantine gözlerini açmıştı. İyi ama Belediye Başkanı buradaydı, korkacak ne vardı ki?

Javert odanın ortasına kadar ilerledi ve haykırdı:

- Hadi bakalım! Geliyor musun?

Zavallı kadın çevresine bakındı. Rahibeyle Belediye Başkanızdan başka kimse yoktu. Bu alçaltıcı "sen" hitabı kime olabilirdi? Yalnızca ona tabii. Titredi.

O zaman, gözleri akıl almaz bir şey gördü, o kadar akıl almaz bir şeydi ki bu, hastalık ateşinin en karanlık kâbusları içinde bile asla bunun bir benzerini görmemişti.

Hafiye Javert'in sayın Belediye Başkanı'nın yakasına yapıştığını gördü, sayın Belediye Başkanı'nın boynunu eğişini gördü. Dünya başına yıkılıyormuş gibi oldu.

Gerçekten de Javert, Jean Valjean'ın yakasına yapışmıştı.

- Sayın Başkan! diye haykırdı Fantine.

Javert, bütün dişlerini meydana çıkaran tiksindirici gülüşüyle bir kahkaha attı.

- Burada sayın Başkan yok artık!

Jean Valjean, redingotunun yakasını kavrayan eli uzaklaştırmaya çalışmadı.

-Javert... dedi.

Javert sözünü kesti:

- Mösyö Müfettiş de bana.

- Mösyö, dedi Jean Valjean, size özel olarak bir şey söylemek istiyorum.

- Yüksek sesle! Yüksek sesle konuş, diye karşılık verdi Javert. Benimle yüksek sesle konuşulur!

Jean Valjean, sesini kısarak devam etti:

- Size bir ricada bulunacağım...

- Yüksek sesle konuş dedim sana!

- Ama bunu yalnız sizin duymanız gerek...

- Ne duyacakmışım ki? Dinlemiyorum!

Jean Valjean ona doğru döndü ve çok yavaş bir sesle hızlı hızlı:

- Bana üç gün süre veriniz, dedi. Bu zavallı kadının çocuğunu alıp getirmek için üç gün. Ne kefalet gerekiyorsa öderim. İsterseniz benimle birlikte gelirsiniz.

- Alay ediyorsun! diye bağırdı Javert. Bak hele, senin aptal olduğunu hiç sanmazdım! Sıvışıp gitmek için üç gün istiyorsun benden! Bu sokak kızının çocuğunu alıp getirmek için gidecekmiş! Oh! Ne âlâ! Bu çok iyi doğrusu!

Fantine bir sarsıntı geçirdi.

- Çocuğum! diye haykırdı. Çocuğumu getirmeye gidecek! Demek burada değil! Hemşireciğim söyleyin bana, Cosette nerede? Çocuğumu istiyorum! Mösyö Madeleine, sayın Başkan!

Javert ayağını yere vurdu:

- Al sana, şimdi de öteki! Susacak mısın sen ahlaksız karı? Ne aşağılık memleket! Kürek mahkûmları mülki amir oluyor, orta malı kızlar da kontesler gibi tedavi görüyor. Yok ama! Bunlar hep değişecek. Vakti geldi!

Fantine'e dik dik baktı ve Jean Valjean'ın kravatını, gömleğini, yakasını yeniden avuçlayarak ekledi:

- Sana söylüyorum, Mösyö Madeleine yok artık, sayın Belediye Başkanı yok. Bir hırsız var, bir eşkıya var, Jean Valjean adında bir forsa var! Tuttuğum o! İşte bu var!

Fantine sıçrayarak doğruldu, kaskatı kesilen kolları ve iki eh üzerine dayandı; Jean Valjean'a baktı, Javert'e baktı, rahibeye baktı, konuşacakmış gibi ağzını açtı, boğazının derinliklerinden bir hırıltı çıktı, dişleri takırdadı, nefesi daralıyormuşçasına kollarını uzattı, ellerini açtı, boğulan bir kimse gibi etrafında tutunacak bir şey aradı; sonra birden yastığın üzerine yığıldı.

Başı karyolanın arkasına çarpıp göğsüne düştü, ağzı aralık, gözleri açık ve sönük kaldı.

Ölmüştü. Jean Valjean elini, Javert'in onu tutan eli üzerine koyup bir çocuğun elini açar gibi açıverdi, sonra ona:

- Bu kadını öldürdünüz, dedi.

- Yeter artık! diye haykırdı Javert öfkeyle köpürerek. Buraya lakırdı dinlemeye gelmedim. Kısa keselim. Muhafızlar aşağıda, hemen gidelim, yoksa kelepçe!

Odanın bir köşesinde oldukça kötü durumda bir eski demir karyola duruyordu, gece hastayı bekleyen hemşirelere nöbet yatağı vazifesi görürdü. Jean Valjean bu karyolaya doğru yürüdü, zaten hayli harap durumda olan baş tarafını kaşla göz arasında koparıp ayırdı. Onun gibi adaleleri olan bir kimse için kolay işti bu. Baş demirini sıkıca avuçladı ve Javert'i süzdü. Javert kapıya doğru geriledi.

Jean Valjean demir çubuk avucunda, Fantine'in yatağına doğru ağır ağır yürüdü. Oraya varınca döndü ve Javert'e ancak işitilebilen bir sesle:

- Şu an beni rahatsız etmemeniz iyi olur, dedi.

Gerçek olan şu ki, Javert titriyordu.

Gidip muhafızları çağırmak geldi aklına, ama Jean Valjean bu arada fırsattan yararlanıp kaçabilirdi. Bunun için kaldı. Bastonunu ince ucundan kavrayıp sırtını kapının pervazına vererek gözünü Jean Valjean'dan ayırmadı.

Jean Valjean dirseğini karyolanın başucundaki demirin tokmağına, alnını da eline dayadı ve hareketsiz, upuzun yatan Fantine'i seyretmeye koyuldu. Kendinden geçmişçesine sessiz ve besbelli tamamen bu hayatla ilgisi olmayan şeyler düşünerek öylece kaldı. Yüzünde ve duruşunda dile getirilmesi imkânsız bir merhametten başka bir şey yoktu. Bir süre böyle dalgın kaldıktan sonra Fantine'e doğru eğildi ve alçak sesle ona bir şeyler söyledi.

Ne dedi ona? Müebbet acılara mahkûm bu adam, bu ölü kadına ne söyleyebilirdi? Bu sözler ne olabilirdi? Yeryüzünde kimse işitmedi bu sözleri. Acaba ölü işitebildi mi onları? Bazı dokunaklı hayaller vardır ki, belki de yüce gerçeklerdir onlar. Yalnız belli olan bir şey var ki, olup bitenlerin tek tanığı olan Simplice Hemşire'nin sık sık anlattığına göre Jean Valjean, Fantine'in kulağına konuştuğu sırada, bu soluk dudaklarda ve mezar şaşkınlığı dolu bu bulanık gözbebeklerinde anlatılması imkânsız bir gülümsemenin uç verdiği açık açık görülmüştü.

Jean Valjean, tıpkı bir annenin çocuğuna yaptığı gibi, Fantine'in başını iki eli arasına alarak yastığın üzerine yerleştirdi, sonra geceliğinin şeridini bağladı, saçlarını gece başlığının içine soktu. Bunları yaptıktan sonra da onun gözlerini kapadı.

Fantine'in yüzü o esnada garip bir ışıkla aydınlanmış gibiydi.

Ölüm, yüce aydınlığa girmek demektir.

Fantine'in eli yataktan dışarı sarkıyordu. Jean Valjean bu elin önünde diz çöktü, onu yavaşça kaldırdı ve öptü.

Sonra ayağa kalktı, Javert'e dönerek:

- Şimdi emrinizdeyim, dedi.

V

UYGUN MEZAR

Javert, Jean Valjean'ı şehir hapishanesine teslim etti. Mösyö Madeleine'in tutuklanması Montreuil-sur-Mer'de bir heyecan, daha doğrusu olağanüstü bir sarsıntı yarattı. Tek bir söz, "Bir kürek mahkûmuymuş!" sözü hemen hemen herkesin onu bırakıvermesine yetti. Saklamamıza imkân olmayan bu gerçeği üzülerek söylüyoruz. Daha iki saat geçmeden yaptığı iyilikler unutuldu ve geriye "bir kürek mahkûmu"ndan başka bir şey kalmadı. Arras'taki olayı kimsenin henüz etraflı bir şekilde bilmediğini belirtmek yerinde olur. Bütün gün boyunca şehrin dört bir yanında şöyle konuşmalar duyuluyordu:

- Haberiniz yok mu? Serbest bırakılan bir forsaymış meğerse!

- Kim bu?

- Belediye Başkanı.

- Yok canım? Mösyö Madeleine mi?

- Evet.

- Sahi mi?

- Adı Madeleine değilmiş. Ucube bir adı var: Bejean, Bojean, Boujean, Bonjean...

-Aman Tanrım! Tutuklamışlar. Tutuklama!

- Hapishanede, şehir hapishanesinde, başka bir yere nakledilinceye kadar.

- Demek nakledilinceye kadar! Nakledecekler! Nereye nakledecekler acaba?

- Evvelce yol keserek yaptığı bir soygundan dolayı ağır ceza vereceklermiş.

- Doğrusu ben şüphe ediyordum. Bu adam fazlasıyla iyi, fazlasıyla mükemmel, fazlasıyla ballı şekerliydi. Tevcih edilen nişanı reddediyor, rastladığı veletlere, bütün kopillere para veriyordu. Bu işin içinde bir iş var diye düşünmüşümdür daima.

Hele "salonlar" bu çeşit sözlerle dolup taştı.

Drapeau Blanc gazetesine abone yaşlı bir kadın, dibi neredeyse bulunamayacak kadar derin şöyle bir düşünce ileri sürdü: "Hiç üzülmedim. Bonapartistlere ders olsun!"

İşte Mösyö Madeleine adındaki bu hayalet, Montreuil-sur-Mer'den böylece silinip gitti. Bütün şehirde sadece üç dört kişi bu anıya sadık kaldı. Mösyö Madeleine'e hizmet etmiş olan ihtiyar kapıcı kadın da bunlar arasındaydı.

O günün akşamı, sadık ihtiyar kadın hâlâ şaşkın ve ürkek bir halde odasında oturmuş, kederli kederli düşünüyordu. Fabrika bütün gün kapalı kalmıştı, arabaların işlediği kapı sürgülü, yol bomboştu. Evin içinde sadece iki rahibe, Hemşire Perpetue'yle Hemşire Simplice vardı; Fantine'in ölüsünü bekliyorlardı.

Mösyö Madeleine'in evine dönme saatine doğru, içten gelen bir hareketle kalktı, bir çekmeceden Mösyö Madeleine'in odasının anahtarını ve akşamları odasına çıkarken kullandığı şamdanı çıkardı, sonra onun gelmesini bekliyormuş gibi anahtarı onun her zaman üzerinden aldığı çiviye astı, şamdanı da yanına koydu. Daha sonra yeniden sandalyesine oturup düşünmeye koyuldu. Zavallı ihtiyarcık bütün bunları farkında olmaksızın yaptı.

Ancak aradan iki saat geçtikten sonra hayallerinden sıyrılıp haykırdı: "Hay Allah! Sen şu işe bak! Anahtarını çiviye astım!"

Tam o sırada kapıcı odasının camı aralandı, aralıktan içeri bir el girdi, anahtarla şamdanı aldı, şamdanın mumunu yanmakta olan şamdandan yaktı.

Kapıcı kadın gözlerini kaldırdı, gırtlağında zor zapt edebildiği bir çığlıkla ağzı açık kalakaldı.

Bu eli, bu kolu, bu redingot yenini tanıyordu. Mösyö Madeleine'di bu.

Daha sonra, başından geçen bu olayı anlatırken dediği gibi, kendini toparlayıp tekrar konuşmaya başlamadan önce birkaç saniye nutku tutulmuş olarak kaldı.

Nihayet:

- Aman Tanrım, sayın Başkan, diye haykırdı, ben sizi, sanıyordum ki...

Sözünü kesti, cümlenin sonu başlangıcına karşı bir saygısızlık olacaktı. Jean Valjean onun için hâlâ sayın Başkan'dı.

Jean Valjean onun düşüncesini tamamladı:

- Hapiste, dedi. Oradaydım, pencere demirlerinden birini kırdım, bir damın tepesinden kendimi aşağı attım, buradayım İşte. Odama çıkıyorum. Simplice Hemşire'yi çağırın bana. Şüphesiz o zavallı kadının yanındadır.

İhtiyar kadın alelacele söyleneni yapmaya gitti. Jean Valjean hiçbir uyarıda bulunmamıştı, çünkü kadının onu, kendisinden daha iyi koruyacağından emindi.

Arabalara mahsus kapıyı açmadan avluya girmeyi nasıl başardığı hiçbir zaman bilinemedi.

Gerçi her kapıyı açan bir anahtarı vardı ve küçük bir yan kapıyı açmakta kullandığı bu anahtarı hep üstünde taşırdı, ama üstünü arayıp bu anahtarı almış olmaları gerekirdi. Bu nokta hiçbir zaman aydınlanmadı.

Odasına giden merdiveni çıktı. Yukarı vardığında şamdanını merdivenin son basamağına bırakarak sessizce kapısını açtı, gidip el yordamıyla penceresini ve kepengini kapattı, sonra dönüp şamdanını aldı ve odasına girdi.

Yararlı bir önlemdi bu, çünkü hatırlanacağı gibi, penceresi sokaktan fark edilebilirdi.

Çevresine, masasına, iskemlesine, üç gündür bozulmamış olan yatağına bir göz attı. Evvelsi günün gecesinden kalma hiçbir düzensizlik izi yoktu. Kapıcı kadın onun "odasını yapmıştı." Yalnız demirli sopanın iki ucuyla, ateşte kararmış kırk meteliklik madeni parayı küllerin arasından çıkarıp masanın üstüne güzelce koymuştu.

Bir kâğıt alıp üstüne, "Bunlar demirli sopanın iki ucuyla ağır ceza mahkemesinde bahsetmiş olduğum, Küçük-Gervais'den çalınmış kırk meteliklik paradır," diye yazdı ve parayla iki demir parçasını odaya girildiğinde hemen göze çarpacak şekilde kâğıdın üzerine yerleştirdi. Dolaptan eski bir gömleğini çıkarıp yırttı. Böylece elde ettiği birkaç parça beze iki gümüş şamdanı sardı. Ne telaş ne de heyecan gösteriyordu. Piskoposun şamdanlarını sararken, bir yandan da bir kara ekmek parçasını ısırıyordu. Herhalde kaçarken yanına aldığı hapishane ekmeğiydi bu.

Bu husus daha sonra, adliyece yapılan kovuşturma sırasında odanın döşeme taşları üzerinde bulunan ekmek kırıntılarından anlaşıldı.

Kapıya iki defa hafifçe vuruldu.

- Giriniz, dedi.

Simplice Hemşire'ydi bu gelen.

Hemşirenin yüzü solgun, gözleri kırmızı kırmızıydı, elinde tuttuğu mum titriyordu. Kaderin darbelerinin özelliği şudur ki, ne kadar olgunluğa ermiş, ne kadar soğukkanlı olursak olalım, duygu dünyamızın derinliklerinde yatan insan doğasını bulup çıkarır ve bunu dışa vurmak zorunda bırakırlar. O günün heyecanları içinde, rahibe de yeniden kadmlaşmıştı. Ağlamıştı ve şimdi titriyordu.

Jean Valjean bir kâğıdın üzerine birkaç satır bir şey yazmıştı, kâğıdı rahibeye verip:

- Hemşire, bunu rahip efendiye verirsiniz, dedi.

Kâğıt katlanmıştı. Rahibe bir göz attı.

- Okuyabilirsiniz, dedi Jean Valjean.

Simplice Hemşire okudu:

Sayın rahipten burada bıraktığım her şeye nezaret etmesini rica ederim. Davama ve bugün ölen kadının cenazesine ait masrafları bu bıraktıklarımdan ödemesini dilerim. Kalanı yoksulların olacaktır.

Hemşire konuşmak istedi, ama ancak birkaç anlamsız ses kekeleyebildi. Fakat yine de, sonunda şunları söyleyebildi:

- Acaba sayın Başkan şu bahtsız kadıncağızı son bir defa daha görmek istemezler mi?

Jean Valjean:

- Hayır, dedi, peşimdeler. Bu takdirde beni onun odasında tutuklarlar. Böylesi onun huzurunu bozar.

Sözünü henüz bitirmişti ki, merdivende büyük bir gürültü koptu. Yukarıya doğru yaklaşan bir ayak patırtısıyla birlikte, ihtiyar kapıcı kadının en yüksek, en tiz sesiyle söylediği sözleri işittiler:

- Benim iyi efendim, Tanrı üzerine yemin ederim ki, ne gündüz ne akşam buraya kimsecikler girmedi, ben de kapıdan ayrılmadım!

Bir adam karşılık verdi:

- İyi ama ışık var bu odada.

Javert'in sesini tanıdılar. Oda o şekildeydi ki, kapı açıldığında sağdaki duvarın köşesini gözlerden gizliyordu. Jean Valjean mumu üfleyip bu köşeye girdi.

Simplice Hemşire masanın önüne diz çöktü. Kapı açıldı.

Javert içeri girdi.

Koridordan birçok kişinin fısıldaştıkları ve kapıcı kadının itirazları duyuluyordu.

Rahibe gözlerini kaldırmadı bile. Dua etmekteydi. Şamdan şöminenin üzerindeydi ve pek az aydınlık veriyordu.

Javert, hemşireyi gördü ve şaşkın bir halde durdu.

Hatırlanacağı üzere Javert'in ruhunun en önemli özelliği, nefes alabildiği tek yer, her türlü otoriteye karşı duyduğu saygıydı. Yekpare bir kişiliği vardı; ne itiraz ne de sınırlama kabul ederdi. Kilise otoritesiyse onun için bütün otoritelerin üstündeydi. Dindardı, her hususta olduğu gibi yüzeysel ve dürüst olarak dindardı. Onun nazarında bir rahip, asla hata yapmayan bir kafaydı; bir rahibe, asla günah işlemeyen bir yaratıktı. Onlar bu dünyaya kapatılmış ruhlardı, onları çevreleyen duvarların tek bir kapısı vardı, o da ancak gerçeğe yol vermek için açılırdı.

Hemşireyi görünce, Javert'in ilk hareketi geri çekilmek oldu. Ama onu tutan ve dayanılmaz bir güçle aksi yöne doğru iten başka bir görev daha vardı. Onun için, ikinci hareketi olduğu yerde kalmak ve hiç olmazsa bir süre susmak oldu.

Hayatında hiç yalan söylememiş olan Simplice Hemşireydi bu. Javert bunu biliyor ve bundan dolayı ona derin bir saygı besliyordu.

- Hemşirem, dedi, bu odada yalnız mısınız?

Korkunç bir an oldu, bu sırada zavallı kapıcı kadın bayılacağını sandı.

Hemşire gözlerini kaldırdı ve cevap verdi:

- Evet.

- Demek, dedi Javert, bağışlayın ısrar ettiğim için, ama görevim bu benim, demek bu akşam bir kimse, bir adam görmediniz. Kaçtı da, onu arıyoruz, şu Jean Valjean denilen adam, onu görmediniz mi?

Hemşire cevap verdi:

- Hayır.

Yalan söyledi, iki defa arka arkaya, birbiri peşi sıra, hiç duraksamadan, çarçabuk, kendini feda edercesine yalan söyledi.

- Affedersiniz, dedi Javert ve derin bir saygıyla selamlayarak geri çekildi.

Ey mübarek kız! Uzun yıllar var ki siz artık bu dünyada değilsiniz, nur içindeki kız kardeşleriniz bakirelere ve erkek kardeşleriniz meleklere ulaştınız. Varsın bu yalan cennette sevaplarınız arasında sayılsın!

Hemşirenin sözü Javert için öylesine kesin bir şeydi ki, masanın üstünde duran bu yeni üflenmiş, hâlâ dumanı tüten mumu fark etmedi bile.

Bir saat sonra bir adam, ağaçlar ve sisler arasından yürüyerek Paris'e doğru Montreuil-sur-Mer'den hızla uzaklaşıyordu. Bu adam Jean Valjean'dı. Yolda ona rastlayan iki üç yük arabacısının ifadelerinden tespit edildiğine göre, elinde bir paket taşıyordu ve sırtında bir işçi gömleği vardı. Nereden bulmuştu bu gömleği? Bu hiçbir zaman bilinemedi. Ancak birkaç gün önce fabrikanın revirinde bir yaşlı işçi ölmüş, geriye kala kala gömleği kalmıştı. Belki bu gömlekti o.

Fantine hakkında son bir söz.

Hepimizin annesi birdir: Toprak. Fantine'i bu anneye verdiler.

Rahip, Jean Valjean'ın bıraktığı paranın mümkün olduğu kadar büyük kısmını yoksullara ayırmakla iyi bir iş yaptığı inanandaydı, belki de iyi yaptı. Sonuç itibariyle neydi ki bunlar? Bir forsayla bir sokak kızı. Bunun için Fantine'in toprağa verilmesi işini sadeleştirdi. O kadar sadeleştirdi ki, sadeliğin son aşaması olan yoksullar çukuruna gömdürdü.

Böylece Fantine, mezarlığın hem herkesin malı olan hem de hiç kimsenin malı olmayan, içinde yoksulların kaybolduğu bedava köşesine gömüldü. Neyse ki Tanrı, bir ruhu nerede bulacağını bilir. Fantine'i karanlıklar içine, rastgele kemiklerin arasına yatırdılar. Ölü artıklarıyla kucak kucağa yatmak zorunda kaldı. Umumi çukura atıldı. Mezarı da yatağına benzedi.

Continue Reading

You'll Also Like

158K 4.2K 14
Hep başkalarının istediği gibi yaşayan Raif Efendi, memnuniyetsiz hayatının tek bir anıyla değiştiğine şahit olacaktır: Maria Puder isminde bir kadın...
3.2K 1.1K 29
Ben Gece! Gece Alabay. On dört yaşındayken şu hayatta en sevdiğim insanı kaybettim. O daha minicikti, zor konuşuyordu, minicik elleri, minicik ayakla...
875 293 13
Cinayet ... Hiçbir insanın yaşamaması gereken bir olay ...
36.6K 1.4K 10
Victor Hugo, 1829 yılında yayımlanan Bir İdam Mahkûmunun Son Günü'nü yazdığında 26 yaşındaydı. Genç yazar, ölüme mahkûm edilen bir insanın son gününü...