Sefiller

By ClassicsTR

75.4K 1.3K 300

Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği s... More

Önsöz - I.CİLT
BİRİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
EVİNİ KİME KORUTUYORDU
BİR KISITLAMA
-İKİNCİ KİTAP-
PONTARLIER PEYNİRHANELERİ ÜZERİNE BİLGİLER
DALGA VE GÖLGE
KÜÇÜK-GERVAIS
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
BOMBARDA'NIN YERİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
UFUKTA BELİRSİZCE ÇAKAN ŞİMŞEKLER
BELEDİYE ZABITASINA AİT BAZI MESELELERİN ÇÖZÜMÜ
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
ISTIRABIN UYKUDA ALDIĞI ŞEKİLLER
SIMPLICE HEMŞİRE SINAMADAN GEÇİYOR
KANAATLERİN ŞEKİLLENMEYE BAŞLADIĞI BİR YER
-SEKİZİNCİ KİTAP-
İKİNCİ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
SAVAŞLARIN "QUID OBSCURUM"U*
İMPARATOR, KILAVUZ LACOSTE'A BİR SORU SORUYOR
KILAVUZUN KÖTÜSÜ NAPOLYON'A, İYİSİ BÜLOW'A
QUOT LIBRAS İN DUCE?*
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
KÜÇÜK KIZ YAPAYALNIZ
ZENGİN OLMASI MUHTEMEL BİR YOKSULU HANA KABUL ETMENİN HOŞNUTLUĞU
THENARDİER OYUN PEŞİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
ESRARIN BAŞLANGICI
-ALTINCI KİTAP-
NEŞELİ ANLAR
BU KARANLIKTA BİRKAÇ SİLUET
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
JEAN VALJEAN AUSTİN CASTILLEJO'YU OKUMUŞA BENZİYOR
BAŞARILI BİR SORGULAMA
ÜÇÜNCÜ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
HALKIN BAĞRINDA SAKLI DURAN GELECEK
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
DEVRİMCİ OLMAK İÇİN AYİNE GİTMENİN FAYDASI
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
MARIUS'UN UĞRADIĞI ŞAŞKINLIKLAR
-BEŞİNCİ KİTAP-
YOKSULUN SEFİLLE İYİ KOMŞULUĞU
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
KADERİN GÖZ DELİĞİ
SEFALET ACIYA HİZMETİNİ SUNUYOR
MARIUS'UN İKİ SANDALYESİ KARŞI KARŞIYA
ÖNCE KURBANLARI YAKALAMAKTAN BAŞLAMALI DAİMA
II.CİLT -DÖRDÜNCÜ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
TEMELİN ALTINDAKİ ÇATLAKLAR
ENJOLRAS VE YAVERLERİ
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
SAVAŞ BAŞLIYOR
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
-ALTINCI KİTAP-
FİRARIN CİLVELERİ
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
CAB, ÜSTÜNDE GİDER; ARGODA HAVLAR
İHTİYAR KALPLE GENÇ KALP KARŞI KARŞIYA
-DOKUZUNCU KİTAP-
-ONUNCU KİTAP-
-ON BİRİNCİ KİTAP-
-ON İKİNCİ KİTAP-
GRANTAIRE'İN ÜSTÜNE GECE İNMEYE BAŞLIYOR
TOPLULUĞA BILLETTES SOKAĞI'NDA KATILAN ADAM
-ON ÜÇÜNCÜ KİTAP-
-ON DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-ON BEŞİNCİ KİTAP-
BEŞİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
BARİKATIN ÜSTÜNDE GÖRÜLEN UFUK
GEÇİCİ PARILTILAR
MORTUUS PATER FILIUM MORITURUM EXPECTAT*
KAHRAMANLAR
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
TOPRAK ÇÖKÜNTÜSÜ
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
İKİ YAŞLI KİŞİ, KENDİ TARZINDA*
-ALTINCI KİTAP-
AYRILMAZ OLAN
-YEDİNCİ KİTAP -
-SEKİZİNCİ KİTAP-
-DOKUZUNCU KİTAP-
ARKASINDA GÜNDÜZ OLAN GECE
SONSÖZ

MADAM VICTURNIEN'İN BAŞARISI

343 10 3
By ClassicsTR


Keşişin dul karısı böylece bir işe yaramış oluyordu. Mösyö Madeleine'e gelince, bu olup bitenlerden hiç haberi yoktu. Rastlantıyla bir araya gelen olayların bir cilvesidir bu, hayat böyle olaylarla doludur. Mösyö Madeleine, âdeti olduğu üzere, kadınlar atölyesine hemen hiç girmezdi.

Bu atölyenin başına, mahalle papazının kendisine verdiği bir yaşlı kızı koymuştu. Bu gözcüye tam bir güveni vardı. Gerçekten de saygıdeğer, disiplinli, hakkaniyet sahibi, dürüst, vermek hususunda hayırseverlik duygularıyla dolu bir kişiydi bu. Ama anlayış göstermek ve bağışlamaktan yana duyguları aynı derecede gelişmemişti. Mösyö Madeleine, her şeyi güvenle ona bırakmıştı. En iyi insanlar, çok defa otoritelerini başkalarına devretmek zorunda kalırlar. İşte bu tam yetkiye dayanan ve iyi bir şey yaptığına inanan gözcü kadın, kendi başına Fantine'in davasının hazırlığını yapmış, hâkim gibi yargılamış, mahkûm etmiş ve mahkûmiyet kararını yerine getirmişti.

Elli franka gelince, bunu da Mösyö Madeleine'in sadaka ve işçilere yardım için ona emanet ettiği ve hesabını vermekle yükümlü olmadığı bir miktar paradan ödemişti.

Fantine, memlekette hizmetçilik etmek istedi. Ev ev dolaşıp iş aradı. Kimseler onu istemedi. Şehirden de ayrılamamıştı. Eşyaları için -ama ne eşyalar!— kendisine borçlu olduğu eskici ona, "Giderseniz, sizi hırsız diye yakalatırım," demişti. Kira borçlu olduğu ev sahibi de şöyle demişti: "Gençsiniz, güzelsiniz, ödeyebilirsiniz." Elli frankı ev sahibiyle eskici arasında bölüştürdü; eşyanın dörtte üçünü satıcıya geri verip ancak pek gerekli olanları alıkoydu ve işsiz güçsüz, gelirsiz, sadece yatacak bir yatak ve aşağı yukarı yüz frank tutarında bir borçla ortada kalakaldı.

Garnizondaki askerler için kalın gömlekler dikmeye başladı. Günde on iki metelik kazanıyordu. Kızının bakımı günde on meteliğe mal oluyordu. İşte, Thènardierlere ödemelerini aksatmaya başlaması bu günlere rastlıyordu.

Bununla beraber, akşamları eve döndüğünde mumunu yakan yaşlı bir kadın, sefalet içinde yaşamak sanatını ona öğretti. Azla yaşamanın gerisinde hiçle yaşamak vardı. İki odadır bunlar: birincisi boş, İkincisi kapkaranlık.

Fantine, kışın ateşten nasıl bütün bütüne vazgeçilebileceğini, iki günde bir çeyrek meteliklik darınızı yiyen bir kuşa nasıl veda edilebileceğini, eteklikten yatak örtüsü, yatak örtüsünden de eteklik yapmanın yollarını, karşı pencerenin ışığında yemek yiyerek nasıl daha az mum harcanacağını öğrendi. Yoksulluk ve dürüstlük içinde ihtiyarlayan bazı zayıf varlıkların, bir metelikle neler elde edebildiğini kimseler bilemez. Sonunda bu üstün bir yetenek halini alır. Fantine, bu yüce yeteneği edindi ve biraz cesaret buldu.

O günlerde bir komşusuna şöyle diyordu: "Adam sen de! Kendi kendime diyorum ki, sadece beş saat uyuyup geri kalan bütün vaktimde dikişlerime çalışırsam, nasıl olsa ekmeğimi kazanırım. Hem sonra insan üzüntülüyken az yiyor. Eh! Acılar, tasalar, biraz da ekmek bir yandan, hicranlar öbür yandan beni besler yeteri kadar."

Bu ıstıraplı günlerinde küçük kızının yanında olması, onun için garip bir bahtiyarlık olacaktı. Onu getirtmeyi düşündü. Fakat bu yoksulluğunu onunla paylaşmak ha! Hem sonra Thènardierlere borcu vardı! Nasıl ödeyecekti bunu? Ya yolculuk! Onun masrafını nasıl karşılardı?

Fantine'e yoksulluk içinde yaşama dersleri diyebileceğimiz öğütleri veren ihtiyar kadın, Marguerite adında bir azize kızdı; iyi bir dindarlıkla dindardı, yoksuldu ve yoksullara karşı yardımseverdi, hatta zenginler için de öyleydi, ancak "Marguerite" diye imzasını atabilecek kadar yazı biliyordu ve Tanrı'ya inanıyordu; yaptığı şeyse bir bilimdi.

Bu aşağı dünyada bu erdemlerden çok vardır; bir gün yukarılarda olacaklardır. Bu hayatın bir yarını da var.

İlk zamanlar, Fantine öylesine utanç duymuştu ki, dışarı çıkmaya bile cesaret edememişti.

Sokaktayken insanların arkasından dönüp baktıklarını ve parmaklarıyla kendisini gösterdiklerini tahmin ediyordu. Herkes ona bakıyor ama kimse selam vermiyordu. Gelip geçenlerin acı, soğuk hor görüşleri, dondurucu bir kış rüzgârı gibi etine ve ruhuna işliyordu.

Küçük şehirlerde talihsiz bir kadın, herkesin acı alayları ve merakı altında çırılçıplak kalmış gibidir. Paris'te hiç olmazsa sizi kimse tanımaz ve bu karanlık bir elbise yerine geçer. Ah! Paris'e gitmeyi ne kadar isterdi! Ama imkânsız. Yoksulluğa alıştığı gibi hor görülmeye de alışması gerekiyordu. Yavaş yavaş kararını verdi. İki üç ay sonra utancından silkindi, hiçbir şey olmamış gibi yine sokağa çıkmaya başladı. "Umurumda değil," diyordu.

Başı yukarıda, acı bir gülümseyişle gitti, geldi; sonunda küstahlaşmaya başladığını hissetti.

Madam Victurnien penceresinden bazen onun geçtiğini görüyor, kendi sayesinde "layık olduğu yere konulan bu mahlukun" çektiği acıyı fark ediyor ve kendisini kutluyordu. Kötülerin mutluluğu da kara bir mutluluktur.

Aşın çalışma Fantine'i yoruyordu, küçük kuru öksürüğü artmıştı. Komşusu Marguerite'e bazen, "Şu ellerimi bir tutup bakın, ne kadar sıcak!" diyordu.

Buna rağmen sabahları, eski bir kırık tarakla, bükülmemiş ham ipek gibi akıp dökülen güzel saçlarını tararken, bir an için mutlu bir şuhluğa bürünüyordu.

X

BAŞARININ DEVAMI

Kışın sonlarına doğru işinden atılmıştı. Yaz geçti, yine kış geldi. Günler kısa, işler az. Kış: Ne sıcak var ne ışık var ne öğle var; akşam sabaha bitişik, sis, alacakaranlık, pencere kurşuni renkte, dışarısı iyi görülmüyor. Gökyüzü bir bodrum penceresi. Bütün gün bir mahzen. Güneş bir fukaraya benziyor. Korkunç mevsim! Kış göğün suyunu, insanın kalbini taşa çeviriyor. Alacaklıları Fantine'in peşini bırakmıyorlardı.

Kazancı çok azdı. Borçları artmıştı. Paralarını düzenli bir şekilde alamayan Thènardierler, durmadan ona mektup yazıyorlardı. Bu mektupların içindekiler onu acılara gömüyor, posta ücretiyse yıkıyordu. Bir gün küçük Cosette'in soğuklarda çıplak kaldığını, bir yünlü etekliğe ihtiyacı olduğunu, bunun için annenin hiç olmazsa on frank göndermesi gerektiğini yazdılar. Mektubu alınca, bütün gün onu avucunda buruşturup durdu. Akşam olunca, sokağın köşesindeki berber dükkânından içeri girdi, saçlarını tutan tarağı çıkardı. Nefis sarı saçları kalçalarına kadar döküldü.

- Ne güzel saç bunlar! diye haykırdı berber.

Fantine:

- Bunlar için bana ne verirsiniz? dedi:

- On frank.

- Kesin.

Bir örme eteklik alıp Thènardierlere gönderdi.

Bu eteklik, Thènardierleri öfkeden deli etti. Onların istediği paraydı. Etekliği Eponine'e verdiler. Zavallı Tarla Kuşu titremeye devam etti.

Fantine, "Yavrum artık üşümeyecek. Onu saçlarımla giydirdim," diye düşündü. Kırpılmış başını saklayan küçük, yuvarlak, kenarlıksız şapkalar giyiyordu. Bunlarla bile hâlâ güzeldi.

Fantine'in yüreğinde karanlık duygular çatışmaya başlamıştı. Artık başını saçlarıyla süsleyemediğini görünce, çevresindeki her şeyden nefret etmeye başladı. Uzun zaman o da herkes gibi Madeleine Baba'ya büyük saygı duymuştu. Fakat onu İşten kovan ve felaketine neden olan kişinin o olduğunu kendi kendine tekrarlaya tekrarlaya, Madeleine Baba'dan da -özellikle ondan- nefret eder oldu. Fabrikanın önünden işçilerin kapıda oldukları saatlerde geçtiğinde, yalandan gülüp şarkı söyler gibi yapıyordu.

Onun böyle gülüp şarkı söylediğini gören yaşlı bir işçi kadın, "İşte, sonu kötüye giden bir kız," dedi.

Yüreği öfke dolu olduğu için, çevresine meydan okumak üzere karşısına ilk çıkan, sevmediği bir adamı dost edindi. Sefil herifin biri, bir çeşit çalgıcı dilenci, sefih bir aylaktı bu; onu dövüyordu. Sonunda Fantine nasıl onu tiksinerek tuttuysa, o da Fantine'i öyle tiksinerek bıraktı.

Çocuğunu tapınırcasına seviyordu.

Aşağılara düştüğü, çevresinde her şey büsbütün karardığı halde bu küçük tatlı melek, ruhunun derinliklerinde daha çok parlıyordu. Kendi kendine, "Zengin olduğum zaman Cosette'imi yanıma alacağım," diyor, gülüyordu. Öksürük yakasını bırakmaz olmuştu, sırtı da hep terliyordu.

Bir gün Thènardierlerden şöyle bir mektup aldı: "Cosette memlekette yaygın olan bir hastalığa yakalandı. Adına ter humması diyorlar. Pahalı bazı ilaçlar gerekiyor. Bu bizim için yıkım oluyor, parasını ödeyemeyeceğiz. Sekiz güne kadar bize kırk frank göndermediğiniz takdirde küçük ölecek."

Fantine kahkahalarla gülmeye başladı ve ihtiyar komşusuna-Ah! İyi insanlar doğrusu! Kırk frank ha! Bu kadarcık! Bu iki Napolyon eder! Nereden bulayım istiyorlar bunu? Ne ahmak şey bu köylüler!" dedi.

Ama yine de merdivendeki aydınlık pencerelerinden birine gidip mektubu bir kere daha okudu.

Sonra merdivenden indi, koşarak, zıplayarak ve boyuna gülerek dışarı çıktı.

Ona rastlayanlardan biri:

- Neyiniz var kuzum bu kadar neşelenmeye sebep? diye sordu Fantine:

- Köydeki adamlar bana çok saçma bir şey yazmışlar. Kırk frank istiyorlar. Köylü milleti İşte, ne olacak! diye cevap verdi.

Meydandan geçerken, acayip bir arabanın etrafında toplanmış bir suru insan gördü. Arabanın üstünde kırmızılar giymiş bir adam, ayakta diller döküyordu. Turneye çıkmış panayır soy tansı bir seyyar dişçiydi bu. Halka takma diş takımları, macunlar tozlar, iksirler gösterip satıyordu. Fantine de topluluğa katıldı; içinde tam da ayaktakımına vergi özentili lafların yer aldığı bu tumturaklı lakırdı kalabalığına, herkes gibi o da gülmeye başladı. Diş sökücü bu güzel kızın güldüğünü gördü ve birden seslendi:

- Sız, orada gülen kız! Dişleriniz pek güzel. İki paletinizi bana satarsanız, her biri için bir Napolyon veririm.

- Paletlerim de ne demek oluyor? diye sordu Fantine.

Diş profesörü:

- Paletler, öndeki dişlerdir, üstteki ikisi, diye cevap verdi.

- Ne korkunç şey, diye haykırdı Fantine.

Orada bulunan dişsiz bir ihtiyar kadın:

- İki Napolyon ha! diye homurdandı. İşte talihli bir kız!

Fantine kaçtı. Kaçarken de arkasından bağıran adamın boğuk sesini duymamak için kulaklarını tıkıyordu: "İyi düşünün güzelim! İki Napolyon, işe yarayabilir. Gönlünüz dilerse bu akşam Tillac d'argent hanına gelin, beni orada bulursunuz."

Fantine eve döndü, öfke içindeydi. Olanları iyi komşusu Marguerite'e anlattı: "Akimız alıyor mu bunu? Ne iğrenç adam, değil mi? Nasıl oluyor da böyle adamların memlekette dolaşmasına izin veriyorlar? İki ön dişimi sökecekmiş! Ama korkunç bir şey olurum o zaman! Hadi saçlar yeniden çıkar, ama dişler! Ah! Canavar adam! Beşinci kattan kendimi baş aşağı kaldırıma atmayı tercih ederim! Bu akşam Tillac d'argent'da olacağını söyledi bana."

- Peki ne veriyordu? diye Marguerite sordu.

- İki Napolyon.

- Kırk frank eder.

- Evet, dedi Fantine, kırk frank eder.

Düşünceye daldı, işine koyuldu. Bir çeyrek saat sonra dikişini bıraktı, merdivene gidip Thènardierlerin mektubunu bir kere daha okudu.

Geri döndüğünde yanı başında çalışan Marguerite'e: "Kuzum, nedir bu ter humması? Biliyor musunuz?" dedi.

- Evet, diye cevap verdi ihtiyar kız, bir hastalıktır.

- Çok mu ilaç ister?

- Ol Korkunç ilaçlar.

- Neresinde olur bu hastalık insanın?

- Ne bileyim, öyle bir hastalık İşte.

- Çocuklarda mı görülüyor?

- En çok çocuklarda.

- Öldürür mü?

- Elbette, dedi Marguerite.

Fantine dışarı çıktı, mektubu bir kere daha okumaya, merdivene gitti.

Akşam aşağıya indi, hanların bulunduğu Paris Sokağı'na doğru gittiğini gördüler.

Fantine'le Marguerite daima birlikte çalışıyor, böylece iki yerine bir tek mum yakmış oluyorlardı. Marguerite, ertesi sabah gün doğmadan Fantine'in odasına girdiğinde, onu yatağında solgun ve soğuktan buz kesmiş halde buldu. Yatmamıştı. Başlığı dizlerinin üstüne düşmüştü. Mum bütün gece yanmış, neredeyse tükenmek üzereydi.

Bu müthiş karışıklık karşısında donakalan Marguerite, eşikte durup bağırdı:

- Aman Tanrım! Mum yanıp bitmiş! Bir şeyler oldu mutlak.

Sonra saçsız başını ona doğru çeviren Fantine'e baktı.

Fantine, dünden beri on yaş ihtiyarlamıştı.

- İsa aşkına! dedi Marguerite. Neyiniz var Fantine?

Fantine:

- Bir şeyim yok, diye cevap verdi. Tam aksi. Yavrum yardımsız kalıp o korkunç hastalıktan ölmeyecek artık. Mutluyum.

Böyle derken, yaşlı kıza, masanın üstünde parlayan iki Napolyon'u gösteriyordu.

- Aman Tanrım! dedi Marguerite. Bir servet bu! Nereden buldunuz bu altınları?

- Buldum İşte, diye Fantine cevap verdi.

Bunu derken gülümsedi. Mum yüzünü aydınlatıyordu. Kanlı bir gülümsemeydi bu. Kırmızımsı bir tükürük dudaklarının kenarını kirletiyordu, ağzında da kara bir delik vardı. İki diş çekilmişti.

Kırk frankı Montfermeil'e yolladı.

Aslında, para sızdırmak için Thènardierlerin bir oyunuydu bu. Cosette hasta filan değildi.

Fantine, aynasını pencereden fırlattı. Uzun zaman önce ikinci kattaki küçük odasını bırakıp çatı altında, kapısı mandalla kapanan bir tavan arası bölmesine taşınmıştı. Dip tarafında tavanı döşemeyle açı yapan ve her an insanın başına çarpan izbelerden biriydi bu. Burada oturan yoksul, odasının ucuna -tıpkı kaderinin ucuna olduğu gibi- ancak belini büktükçe bükerek varabilir. Artık karyolası yoktu Fantine'in. Kala kala yorgan dediği bir pırtıyla bir yer yatağı, bir de hasırı dökülmüş bir sandalye kalmıştı. Evvelce baktığı gül fidanı bir köşede unutulmuş, kuruyup gitmişti. Diğer köşede, su koymakta kullandığı bir yağ kabı duruyordu. Su kışın donuyor ve kabın içindeki buz daireleri, suyun farklı seviyelerini uzun süre gösterip duruyordu. Utanma duygusunu kaybetmişti, zarafetini de kaybetti. Son alametti bu. Kirli başlıklarla çıkıyordu dışarı. Ya vakti olmadığından ya da umursamazlıktan, çamaşırlarını artık tamir etmez olmuştu. Topukları aşındıkça, çoraplarını ayakkabılarının içine çekiyordu. Böyle yaptığı, çoraplarındaki bazı dikine kırışıklardan anlaşılıyordu. Yıpranmış eski korsesini pamuklu bezlerle yamıyor, bunlar da en küçük bir hareketle yırtılıveriyorlardı. Borçlu olduğu kimseler durmadan "sahneler" yaratıyor, onu bir an bile rahat bırakmıyorlardı: Sokakta yolunu kesiyor, merdivenlerde karşısına dikiliyorlardı. Birçok gecelerini ağlayarak, düşünerek geçiriyordu. Gözleri çok parlaklaşmıştı, sol küreğinin üstüne doğru, omzunda devamlı bir ağrı duyuyordu. Çok öksürüyordu. Madeleine Baba'ya derin bir kin besliyor, halinden şikâyet etmiyordu. Günde on yedi saat dikiş dikiyordu. Fakat kadın mahpusları düşük ücretle çalıştıran mahpus emeği müteahhitlerinden biri, birdenbire fiyatları kırdı ve bu yüzden serbest işçilerin gündeliği dokuz meteliğe indi: Günde on yedi saat çalışmaya karşılık dokuz metelik! Alacaklıları büsbütün insafsız kesildiler. Hemen bütün eşyaları geri almış olan eskici, ona durmadan, "Paramı ne zaman ödeyeceksin, sürtük?" diyordu. Tanrım, ne istiyorlardı ondan! Devamlı izlendiğini düşünüyordu ve bu yüzden içinde sanki vahşi bir hayvan gelişip serpilmeye başlamıştı. Tam o sırada Thènardier bir mektup daha yolladı. Yazdığına göre, bunca zaman büyük bir iyilik göstererek sabretmişti, şimdi ona derhal yüz frank gerekiyordu, aksi halde ağır hastalığından yeni kalkmış olan Cosetteciği kapı dışarı atacaktı; soğukta, sokakta ne hali varsa görsündü, isterse gebersindi. "Yüz frank ha," diye düşündü Fantine. "Bırak yüz frankı, günde yüz metelik kazandıracak iş nerede?"

- Hadi bakalım! dedi. Geri kalanı da satalım.

Bahtsız kız, sokak kadını oldu.

XI

CHRISTUS NOS LIBERAVIT

Nedir bu Fantine hikâyesi? Bir köle satın alan toplumun hikâyesidir bu.

Kimden satın alıyor? Sefaletten.

Açlıktan, soğuktan, yalnızlıktan, terk edilmişlikten, yoksulluktan. Acıklı bir alışveriş. Bir lokma ekmeğe bir ruh. Sefalet sunuyor, toplum da kabul ediyor.

İsa'nın kutsal yasası uygarlığımızı yönetiyor, ama henüz onun içine nüfuz edebilmiş değil. Avrupa uygarlığından köleliğin kalktığı söylenir. Yanlıştır bu. Hep var o, ama yükünü artık sadece kadın çekiyor ve adı da fuhuş oluyor.

Evet, bu köleliğin yükü artık sadece kadının üzerindedir; yani zarafetin, zaafın, güzelliğin, analığın üzerinde... Erkek için küçük bir yüz karası değildir bu.

Bu acıklı dramın şu ulaştığımız noktasında, Fantine'de artık eski halinden hiçbir şey kalmamıştı. Çamurlaşmak onu mermer yapmıştı. Dokunan üşürdü. Geçip gider, size katlanır, sizi unutur: Şerefini kaybetmiş, duygusuz bir yüzdür o. Hayat, toplumsal düzen ona son sözlerini söylemişlerdi. Başına gelebilecek her şey gelmişti. O her şeyi duymuş, her şeye katlanmış, her tecrübeden geçmiş, her acıyı tatmış, her şeyini kaybetmiş, her şeye ağlamıştı. Haline rıza gösteriyordu; ölümün uykuya benzemesi gibi kayıtsızlığa benzeyen bir rıza gösterişti bu. Artık hiçbir şeyden kaçınmıyor, korkmuyordu. Hiçbir şeyden korkmuyordu. Bütün gökler başına düşebilir, bütün okyanuslar üstünden geçebilirdi! Vız gelir! Emebileceği kadar su emmiş bir süngerdi o.

Hiç olmazsa kendisi öyle sanıyordu. Ama kaderin tüketilebileceğini, herhangi bir şeyin dibine dokunulabileceğini sanmak hatadır.

Heyhat! Nedir bu böyle karmakarışık sürüklenen kaderler? Niçin böyledir onlar?

Bunu bilen, bütün karanlığı da görür. O tektir. Adı Tanrı'dır.

XII

MÖSYÖ BAMATOBOIS'NIN AYLAKLIĞI

Bütün küçük şehirlerde, birtakım gençlerin oluşturduğu bir sınıf vardır. Montreuil-sur-Mer'de de bulunan bu sınıftan gençler, benzerlerinin Paris'te yılda iki yüz bin frank yiyerek sürdürdükleri hayatı, taşrada bin beş yüz liralık bir geliri yiyerek sürdürürler. Büyük tarafsızlar cinsine mensup varlıklardır bunlar; iğdiş, tufeyli, değersiz, biraz toprak sahibi, biraz budala, biraz akıllı kişilerdir; bir salona koysanız hödük kalırlar, ama meyhanede kendilerini asilzade sanırlar. Benim çayırlarım, benim koruluklarım, benim köylülerim der, zevk sahibi olduklarını ispatlamak için tiyatroda aktrisleri ıslıklar, savaş adamları olduklarını göstermek için garnizondaki subaylarla kavga eder, ava çıkar, tütün içer, esner, içki içer, tütün kokar, bilardo oynar, yolcu arabalarından inen yolculara bakar, kahvede ömür geçirir, handa yemek yerler. Masa altında kemik yiyen bir köpekleri ve tabakları masaya koyan bir metresleri vardır. Meteliği hesaplarlar, modayı aşırıya vardırırlar, trajediye bayılırlar, kadınları hor görürler, eski çizmelerini giyerler, Londra'yı Paris'ten, Paris'i de Pont-â-Mousson'dan taklit ederler, alıklaşmış olarak kocarlar, çalışmazlar, hiçbir işe yaramazlar, fazla da zarar vermezler.

Mösyö Felix Tholomyès, hep kendi eyaletinde kalıp Paris'i hiç görmeseydi, İşte bu adamlardan biri olurdu.

Eğer daha zengin olsalardı, bunlara "zarif kişiler"; daha yoksul olsalardı "haylaz takımı" denirdi. Ama bunlar düpedüz aylaklardı. Bu aylaklar arasında sıkıcılar, sıkılanlar, hayalperestler ve birkaç da eğlencelisi vardır.

O tarihlerde şık erkeği meydana getiren unsurları şöyle sıralayabiliriz: geniş bir yaka, büyük bir boyunbağı, kösteğinde küçük bir mücevher takılı saat, değişik renkte üst üste üç yelek -mavisiyle kırmızısı içte olmak üzere- zeytin renginde, kısa etekli, morina kuyruklu, birbirine yakın dikilmiş ve omuzlara kadar yükselen çift sıra gümüş düğmeli ceket ve daha açık zeytin yeşili, iki dikişi üzerinde sayısı belirsiz ama daima tek sayıda -bir ila on bir arasında değişen ve bunu asla aşmayan sayıda- fitilleri olan bir pantolon. Buna siz bir de topuklarında küçük demirler bulunan bir çift potin, dar kenarlı bir silindir şapka, demet halinde saçlar, iri bir baston ve Potier'nin cinaslarıyla süslenmiş bir konuşma tarzını da ekleyebilirsiniz. Hepsinin üstünde de mahmuzlar ve bıyıklar. O devirde bıyık burjuvalığa, mahmuz da yayalığa alametti.

Taşralı şık erkeklerin mahmuzları daha uzun, bıyıkları daha vahşiydi.

Orta Amerika cumhuriyetçilerinin İspanyol Kralı'na, Bolivar'ın Morillo'ya karşı mücadele verdikleri devirdi bu. Dar kenarlı şapkalılar kralcı oluyorlardı ve bunlara morillo deniyordu; liberallerse geniş kenarlı şapkalar giyiyorlardı ve bu şapkaların adı bolivardı.

Bundan önceki sayfalarda anlatılanlardan sekiz on ay sonra, 1823 yılı Ocak ayının ilk günlerinde karlı bir akşam, İşte bu zarif erkeklerden, bu aylaklardan biri, hem de "iyi düşünceli" biri -çünkü başında bir morillo taşıyordu- moda elbiseyi soğuk havalarda tamamlayan geniş paltolardan birine sıcak sıcak sarınmış, subaylar kahvesinin camekânı önünde gidip gelen, balo elbisesi giymiş, başına çiçekler takmış tamamen dekolte bir halde bir yaratığa sataşıp gönül eğlendiriyordu. Bu şık mösyö, yaprak sigarası içmekteydi, çünkü moda bunu gerektiriyordu.

Kadın onun önünden geçtikçe, her defasında, yaprak sigarasından üzerine bir tutam duman üfleyip nükteli ve neşeli sandığı birkaç laf atıyordu: "Ne çirkin şeysin sen öyle! Git, saklan hadi! Dişlerin de yok!" vs. Bu beyin adı Bamatabois'ydı. Karın üstünde gidip gelen ve süslü bir hayalete benzeyen kederli kadın ona cevap vermiyor, hatta bakmıyor, yine bildiği gibi sessiz sedasız, hüzünlü bir intizamla kendisini beş dakikada bir acı alayların önüne getiren gezintisini sürdürüyordu; tıpkı dayak cezasına çarptırılan bir askerin sopaların altından geçmesi gibi. Bu küçük gösteri avareyi rahatsız etmiş olacak ki, kız geriye döndüğü sırada kedi gibi sessizce arkasına yaklaştı, kahkahasını güçlükle zapt ederek yere eğildi, kaldırımın üzerinden bir avuç kar alıp ani bir hareketle kızın iki çıplak omzunun arasından sırtına daldırdı. Kız bir çığlık kopardı, döndü, bir panter gibi sıçrayıp adamın üstüne atladı ve ağza alınmayacak kadar korkunç sözlerle tırnaklarını yüzüne geçirdi. Alkolden paslanmış bir sesle kusulan bu küfürler, ön iki dişi bulunmayan bir ağızdan iğrenç bir şekilde dışarı çıkmaktaydı. Fantine'di bu kız.

Kopan gürültüyle kahvedeki subaylar güruh halinde dışarı fırladı, yoldan geçenler toplandılar. Böylece iki kişiden meydana gelen bu girdabın çevresinde gülen, yuhalayan, alkışlayan bir daire meydana geldi. Kadınla erkek güçlükle fark edilebiliyordu. Erkek, şapkası yerde debeleniyor; kadın, başı açılmış, dişsiz ve saçsız, öfkeden mosmor ve korkunç, ayaklarıyla vurup duruyor, uluyordu.

Birdenbire uzun boylu bir adam, kalabalığın arasından hışımla çıktı, kadını çamura bulanmış saten korsajından yakaladı ve ona, "Arkamdan gel!" dedi.

Kadın başını kaldırdı, öfkeli sesi birden kesildi. Gözleri donuklaşmış, yüzü mosmorken sapsarı olmuş, dehşetle titriyordu. Javert'i tanımıştı.

Şık mösyö, fırsattan istifade sıvışmıştı.

Continue Reading

You'll Also Like

3.2K 76 7
Geleneklere olan bağlılığı ve katı disiplin kurallarıyla ünlü Welton Akademis'nin öğrencilerinin okul ve yatakhane arasında geçen tekdüze hayatları y...
8.9K 195 10
Kitap kapağı için soylemeniz gerekenler; -Kitap adı, -Türü, -Konusu, -İstediğiniz bir yazı varsa o yazıyı, -Yazarı. (şu an yapılmamaktadır.)
165K 3.9K 41
Yoksulluktan öğrenimine devam edemeyen üniversite öğrencisi Raskolnikov, toplumun yararı için kuralların ve kanunların yok sayılabileceği düşüncesiyl...
116K 2.4K 19
İlk Basımı 1937 yılında "Yeni Kitapçı" tarafından basılan roman, Sabahattin Ali'nin roman türünde ilk eseridir. Kuyucaklı Yusuf konusu itibariyle a...