Sefiller

By ClassicsTR

76.1K 1.3K 300

Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği s... More

Önsöz - I.CİLT
BİRİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
EVİNİ KİME KORUTUYORDU
BİR KISITLAMA
-İKİNCİ KİTAP-
PONTARLIER PEYNİRHANELERİ ÜZERİNE BİLGİLER
KÜÇÜK-GERVAIS
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
BOMBARDA'NIN YERİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
UFUKTA BELİRSİZCE ÇAKAN ŞİMŞEKLER
MADAM VICTURNIEN'İN BAŞARISI
BELEDİYE ZABITASINA AİT BAZI MESELELERİN ÇÖZÜMÜ
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
ISTIRABIN UYKUDA ALDIĞI ŞEKİLLER
SIMPLICE HEMŞİRE SINAMADAN GEÇİYOR
KANAATLERİN ŞEKİLLENMEYE BAŞLADIĞI BİR YER
-SEKİZİNCİ KİTAP-
İKİNCİ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
SAVAŞLARIN "QUID OBSCURUM"U*
İMPARATOR, KILAVUZ LACOSTE'A BİR SORU SORUYOR
KILAVUZUN KÖTÜSÜ NAPOLYON'A, İYİSİ BÜLOW'A
QUOT LIBRAS İN DUCE?*
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
KÜÇÜK KIZ YAPAYALNIZ
ZENGİN OLMASI MUHTEMEL BİR YOKSULU HANA KABUL ETMENİN HOŞNUTLUĞU
THENARDİER OYUN PEŞİNDE
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
ESRARIN BAŞLANGICI
-ALTINCI KİTAP-
NEŞELİ ANLAR
BU KARANLIKTA BİRKAÇ SİLUET
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
JEAN VALJEAN AUSTİN CASTILLEJO'YU OKUMUŞA BENZİYOR
BAŞARILI BİR SORGULAMA
ÜÇÜNCÜ KISIM-BİRİNCİ KİTAP-
HALKIN BAĞRINDA SAKLI DURAN GELECEK
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
DEVRİMCİ OLMAK İÇİN AYİNE GİTMENİN FAYDASI
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
MARIUS'UN UĞRADIĞI ŞAŞKINLIKLAR
-BEŞİNCİ KİTAP-
YOKSULUN SEFİLLE İYİ KOMŞULUĞU
-ALTINCI KİTAP-
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
KADERİN GÖZ DELİĞİ
SEFALET ACIYA HİZMETİNİ SUNUYOR
MARIUS'UN İKİ SANDALYESİ KARŞI KARŞIYA
ÖNCE KURBANLARI YAKALAMAKTAN BAŞLAMALI DAİMA
II.CİLT -DÖRDÜNCÜ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
TEMELİN ALTINDAKİ ÇATLAKLAR
ENJOLRAS VE YAVERLERİ
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
SAVAŞ BAŞLIYOR
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
-ALTINCI KİTAP-
FİRARIN CİLVELERİ
-YEDİNCİ KİTAP-
-SEKİZİNCİ KİTAP-
CAB, ÜSTÜNDE GİDER; ARGODA HAVLAR
İHTİYAR KALPLE GENÇ KALP KARŞI KARŞIYA
-DOKUZUNCU KİTAP-
-ONUNCU KİTAP-
-ON BİRİNCİ KİTAP-
-ON İKİNCİ KİTAP-
GRANTAIRE'İN ÜSTÜNE GECE İNMEYE BAŞLIYOR
TOPLULUĞA BILLETTES SOKAĞI'NDA KATILAN ADAM
-ON ÜÇÜNCÜ KİTAP-
-ON DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-ON BEŞİNCİ KİTAP-
BEŞİNCİ KISIM -BİRİNCİ KİTAP-
BARİKATIN ÜSTÜNDE GÖRÜLEN UFUK
GEÇİCİ PARILTILAR
MORTUUS PATER FILIUM MORITURUM EXPECTAT*
KAHRAMANLAR
-İKİNCİ KİTAP-
-ÜÇÜNCÜ KİTAP-
TOPRAK ÇÖKÜNTÜSÜ
-DÖRDÜNCÜ KİTAP-
-BEŞİNCİ KİTAP-
İKİ YAŞLI KİŞİ, KENDİ TARZINDA*
-ALTINCI KİTAP-
AYRILMAZ OLAN
-YEDİNCİ KİTAP -
-SEKİZİNCİ KİTAP-
-DOKUZUNCU KİTAP-
ARKASINDA GÜNDÜZ OLAN GECE
SONSÖZ

DALGA VE GÖLGE

794 18 4
By ClassicsTR


Denize bir adam düşmüş!

Umurunda değil! Gemi durmuyor. Rüzgâr esiyor. Bu karanlık geminin izlemek zorunda olduğu, dışına çıkamadığı bir rotası var. Geçip gidiyor.

Adam kayboluyor, tekrar beliriyor, sulara gömülüyor, tekrar yüzeye çıkıyor, sesleniyor, kollarım uzatıyor ama onu kimse işitmiyor. Fırtınada titreyen gemi, manevra yapmaya uğraşıyor. Tayfalar ve yolcular sulara gömülen adamı görmüyorlar bile; zavallı başı, muazzam dalgaların arasında bir noktadan ibaret.

Derinlikler içinde umutsuz çığlıklar atıyor. Uzaklaşıp giden şu yelkenli nasıl bir hayal! Adam ona bakıyor, deliler gibi bakıyor. O da az önce oradaydı, onun mürettebatındandı; köprüde başkalarıyla birlikte gidip geliyordu; onun da nefes almaktan, güneşten nasibi vardı; o da bir canlıydı. Peki, ya şimdi ne oldu? Ayağı kaydı, düştü, her şey bitti.

Canavar, suların içindeydi artık. Ayaklarının altında kaçıştan, çöküşten başka bir şey yok. Rüzgârda yırtılan, parçalanan dalgalar onu korkunç bir şekilde kuşatıyor, uçurumun yalpaları onu götürüyor, suyun bütün pılı pırtıları başının etrafında dönüp duruyor, bir dalgalar güruhu suratına tükürüyor, belirsiz delikler onu yarı yarıya yutuyor, sulara her dalışında zifiri karanlık uçurumlar görüyor, ne olduğu meçhul iğrenç yosunlar onu kavrayıp ayaklarını bağlıyor ve kendilerine doğru çekiyor; boşluk haline geldiğini hissediyor, köpüklere karışıyor, dalgalar onu birbirlerine atıyor; acılığı içiyor, uçsuz bucaksız kalleş okyanus hırsla onu boğmaya çalışıyor, onun can çekişmesiyle oyun oynuyor. Sanki bütün sular kin ve nefret kesilmiş.

O yine de mücadele ediyor.

Kendisini korumaya çalışıyor, su üstünde durmaya çabalıyor, çırpmıyor, yüzüyor. Hemen tükeniveren bu zavallı kuvvet, hiç tükenmeyenle savaşıyor.

Nerelerde o gemi? Orada İşte. Ufkun solgun karanlığında şöyle böyle seçilebiliyor.

Sağanaklar esiyor, bütün köpükler onu eziyor. Gözlerini kaldırıyor. Gördüğü sadece bulutların kara sarılığı. Can çekişirken denizin muazzam çılgınlığına bakıyor. Bu çılgınlık ona işkence eden, insana yabancı gelen gürültüler işitiyor; yerin ötesinden, bilinmez hangi korkunç yerlerden gelen sesler...

Bulutlarda kuşlar var, tıpkı insanoğlunun felaketleri üstünde de melekler olduğu gibi. Ama ne yapabilirler ki onun için? Onlar uçuyor, ötüyor, süzülüyorlar; o ise ölüm hırıltıları çıkarmakta.

Kendisini iki sonsuzluğa birden gömülmüş hissediyor: okyanus ve gök. Biri mezar, öbürü kefen.

Gece oluyor. O, saatlerdir yüzüyor. Bütün gücü tükenmek üzere. O gemi, içinde insanlar olan o uzak şey silinip gitti artık. Alacakaranlığın muazzam uçurumunda bir başına artık; sulara gömülüyor, geriliyor, kıvrılıyor, görünmezliğin canavar dalgalarını hissediyor altında ve sesleniyor.

Ortalıkta insan yok. Tanrı nerede?

Sesleniyor. Birisi! Birisi! Durmadan sesleniyor. Ufukta hiçbir şey yok. Gökte hiçbir şey yok.

Engine, dalgalara, yosunlara, kayalıklara yalvarıyor. Hepsi sağır. Fırtınaya yalvarıyor. Duygusuz fırtına ancak sonsuzluğa itaat eder.

Çevresinde sadece karanlık, sis, yalnızlık, fırtınalı bilinçsiz şamata, azgın suların sayısız kıvrımları; ondaysa dehşet ve yorgunluk. Düşüş altında. Tutunacak yer yok. Uçsuz bucaksız karanlıklar içinde esrarengiz maceralarını düşünüyor cesedin. Dipsiz soğuk onu kötürümleştiriyor. Elleri kasılıp kapanıyor ve yokluğu avuçluyor. Rüzgâr, bulutlar, girdaplar, sağanaklar, yıldızlar faydasız! Ne yapmalı? Umudunu kaybeden adam bırakıyor kendini. Dermansız düşen ölümü seçer, bırakır kendini, kapıp koyuverir, boş verir ve böylece insanı yutan uğursuz derinliklere doğru, bir daha geri gelmemecesine yuvarlanır.

Ey insan topluluklarının amansız yürüyüşü! Yol boyunca ziyan olan insanlar ve ruhlar! Yasa tarafından itilenlerin düştüğü okyanus! O uğursuz yardımsızlık! Ey manevi ölüm!

Cezanın lanetlediklerini attığı, merhametsiz toplumsal gecedir deniz.

Bu uçurumda sürüklenip giden ruh, bir ceset olabilir. Onu kim diriltecek?

IX

YENİ ŞİKÂYETLER

Kürekten çıkış saati geldiğinde Jean Valjean, kulağında şu garip sözü işitti: "Serbestsin!" O an, inanılmadık, işitilmedik bir an oldu: Kuvvetli bir ışık demeti, canlıların hakiki ışığının demeti birden içine işledi. Fakat bu ışık, parlaklığını kaybetmekte gecikmedi. Özgürlük fikri Jean Valjean'ın gözlerini kamaştırmıştı. Yeni bir hayata başlayacağını sanıyordu. Bir sarı kimlik kâğıdıyla verilen özgürlüğün nasıl bir şey olduğunu çarçabuk anladı.

Ve bu eksen etrafında bir sürü acı. Kürekte geçen süre içinde biriken parasının yüz yetmiş bir frankı bulacağını hesaplamıştı. Hesaplarına pazar ve bayram gibi mecburi dinlenme günlerini katmayı unuttuğunu belirtmemiz yerinde olur. Bu da on dokuz yılda, aşağı yukarı yirmi dört franklık bir eksilmeye yol açıyordu. Şöyle ya da böyle bu toplu para, mahalli birtakım kesintilerle birlikte ine ine yüz dokuz frank on beş meteliğe indi ve bu miktarı çıkarken kendisine verdiler.

Bu İşten hiçbir şey anlamamıştı. Hakkının yendiğini düşünüyordu, yani tam anlamıyla soyulduğunu...

Tahliyesinin ertesi günü, Grasse'da bir portakal çiçeği tasfiyehanesinin kapısının önünde yük boşaltan adamlar gördü. Hizmet önerdi. Iş aceleydi, kabul ettiler. İşe koyuldu. Zeki, güçlü kuvvetli ve becerikliydi; elinden geleni yapıyordu ve iş sahibi de ondan memnun görünüyordu. Çalışırken oradan bir jandarma geçti, onu fark etti ve kâğıtlarını sordu. Sarı kimlik kâğıdını göstermesi gerekti. Gösterdikten sonra Jean Valjean tekrar işine döndü. Az önce işçilerden birine bu İşten günde ne kadar kazandıklarını sormuştu; "Otuz metelik," diye cevap vermişlerdi ona. Akşam olunca, ertesi sabah tekrar yola çıkmak zorunda olduğundan, tasfiyehane sahibinin karşısına çıkıp parasını ödemesini rica etti. Adam tek kelime söylemeden ona on beş metelik verdi. Hakkını isteyecek oldu. Cevaben "Sana bu kadar yeter," dediler. Direndi. Tasfiyehane sahibi onun gözlerinin içine bakarak "Kodes!" dedi.

Burada da kendisini soyulmuş hissetti.

Toplum ve devlet, birikmiş parasını azaltarak onu toptan soymuştu. Şimdi sıra, onu perakende olarak soyan tek tek kişilerdeydi.

Tahliye, kurtuluş değildir. Hapishaneden çıkılır ama mahkûmiyetten çıkılmaz.

İşte Grasse'da onun başından bunlar geçmişti. Digne'de nasıl karşılandığını da zaten biliyoruz.

X

UYANAN ADAM

Katedralin saati sabahın ikisini çalıyordu ki Jean Valjean uyandı.

Onu uyandıran, yatağın çok rahat olmasıydı. Hemen hemen yirmi yıl vardı ki bir karyolada yatmamıştı ve soyunmamasına rağmen bu duygu, uykusunu bozacak kadar yeniydi.

Dört saatten fazla uyumuştu. Yorgunluğu geçmişti. Dinlenmeye fazla zaman ayırmamaya alışıktı.

Gözlerini açtı, bir süre karanlıkta çevresine bakındı, sonra yeniden uyumak üzere gözlerini yumdu.

Gün çeşitli izlenimlerin çalkantısıyla geçmişse, zihni meşgul eden meseleler varsa dalınır ama tekrar uyunmaz. Uykunun ikinci sefer gelişi, birinci seferki kadar kolay olmaz. Jean Valjean için de öyle oldu. Bir türlü uyuyamadı ve düşünmeye koyuldu.

İnsanın zihnindeki fikirlerin bulanık olduğu anlardan birindeydi. Beyninde karanlık bir çeşit gidiş geliş vardı. Eski anılarıyla şimdikiler orada karmakarışık yüzüyor ve bulanık bir biçimde rastlaşıyorlar; bu sırada şekillerini kaybediyor, ölçüsüz derecede büyüyor, sonra birdenbire çamurlu ve çalkantılı bir suya düşmüş gibi kayboluyorlardı. Aklına birçok düşünce geliyor, ama bunlardan biri dönüp dolaşıp tekrar geliyor ve öbürlerini kovuyordu. Bu düşüncenin ne olduğunu hemen söyleyelim: Madam Magloire'ın sofraya koyduğu altı gümüş takımla büyük kepçeyi gözüne kestirmişti.

Bu altı gümüş takım zihnine musallat olmuştu. Oracıktaydılar. Birkaç adım ötede. Bulunduğu odaya gelmek için yandaki odadan geçerken, ihtiyar hizmetçi kadın onları yatağın başucundaki dolaba koyuyordu. Bu dolabı iyice görmüştü. Yemek odasına girerken sağ taraftaydı. Som gümüştendiler. Hem de eski gümüşlerden. Büyük kepçeyle birlikte en aşağı iki yüz frank ederdi. On dokuz yılda kazandığının iki misli! Hoş "idare onu soymasaydı" daha fazla kazanmış olurdu ya!

Zihni bütün bir saat boyunca, birtakım mücadelelerle karışık çalkantılar içinde sallandı durdu. Saat üçü çaldı. Gözlerini açtı, birden yatağında doğruldu, kolunu uzatarak karyolanın köşesine atmış olduğu sırt çantasını yokladı, sonra bacaklarını aşağıya sarkıtarak ayaklarını yere koydu ve böylece, âdeta farkında olmayarak kendisini karyolada oturur buldu.

Bir süre bu durumda dalgın kaldı. Uyuyan evde tek uyanık kişi olarak onu karanlıkta birisi böyle görse, ürkütücü bir uğursuzluk duygusuna kapılırdı. Birden eğildi, pabuçlarını çıkardı ve usulcacık karyolanın yanındaki hasırın üstüne koydu; sonra tekrar dalgın haline bürünüp hareketsiz kaldı.

Daldığı bu iğrenç düşüncenin ortasında, yukarıda belirttiğimiz düşünceler beyninde durmadan kımıldıyor, giriyor, çıkıyor, yine giriyor, ona bir çeşit baskı uyguluyorlardı. Sonra, neden olduğunu bilmeden, hayal gücünün mekanik ısrarıyla, hapiste tanıdığı Breye t adındaki bir forsayı düşündü. Adamın pantolonu pamuk ipliğinden örülmüş tek bir askıyla bağlı dururdu. Bu askının damalı deseni geliyordu durmadan zihnine.

Öylece duruyordu ve eğer saat çalmasaydı, belki de gün doğana kadar hep aynı durumda kalacaktı. Saatin bu çalışı ona, "Haydi bakalım!" demiş gibi geldi.

Ayağa kalktı, yine bir duraksama geçirdi, dinledi: Evde her şey sessizdi. Bunun üzerine, küçük adımlarla, dosdoğru, yarı yarıya görebildiği pencereye yürüdü. Gece, çok karanlık değildi. Gökte dolunay vardı, rüzgârın kovaladığı büyük bulutlar geçiyordu üzerinden. Bu yüzden dışarıda bir karanlık bir aydınlık oluyor, ay kâh kapanıyor kâh açılıyordu; içerideyse bir çeşit alacakaranlık vardı. Bulutlar yüzünden ikide bir kesintiye uğrayan, ama insanın yolunu bulması için yeterli olan bu alacakaranlık, önünden yayaların gelip geçtiği bir bodrum penceresinden içeri düşen kurşuni aydınlığa benziyordu. Jean Valjean pencereye gelince onu inceledi. Parmaklıkları yoktu, bahçeye bakıyordu ve bölgede âdet olduğu üzere sadece küçük bir çengelle kapanıyordu. Pencereyi açtı, fakat birden odaya soğuk ve keskin bir hava girince hemen tekrar kapattı. Bakmaktan çok inceleyen dikkatli bakışlarla bahçeyi kolaçan etti. Bahçe oldukça alçak, üstünden atlaması kolay bir beyaz duvarla çevriliydi. Dipte, ötede, birbirlerine eşit uzaklıkta ağaç tepeleri fark etti. Duvarın, bahçeyi ağaçlı bir caddeden veya sokaktan ayırdığını gösteriyordu bu.

Bu göz atıştan sonra kararını vermiş bir insan davranışıyla karyolaya doğru yürüdü, sırt çantasını aldı, açtı, karıştırdı, içinden aldığı bir şeyi yatağın üstüne koydu, pabuçlarını ceplerinden birine soktu, çantayı kapattı, omzuna vurdu, kasketini giyip siperliğini gözlerinin üstüne indirdi, el yordamıyla sopasını arayıp buldu ve gidip pencerenin köşesine koydu, sonra yatağa dönüp oraya bıraktığı şeyi kararlı bir tavırla kavradı. Bu, bir ucu kargı gibi sivriltilmiş kısa bir demir çubuğa benziyordu.

Bu demir parçasının ne maksatla bu şekle sokulmuş olabileceğini karanlıkta anlamak zordu. Bir manivela çubuğu muydu acaba? Yoksa bir gürz mü?

Gün ışığında olsa, bunun bir madenci keskisinden başka bir şey olmadığı anlaşılabilirdi. O zamanlar kürek mahkûmlarını bazen, Toulon'u çevreleyen yüksek tepelerden taş çıkarma işinde kullanırlardı; bunun için sık sık ellerine madenci aletleri verildiği olurdu. Madenci keskileri som demirden olup, kayaya sokulabilmeleri için alt uçları sivri aletlerdir.

Madenci keskisini sağ eline aldı; nefesini tutarak, sessiz adımlarla bitişik odanın, bilindiği gibi Piskopos'un odasının kapısına yöneldi. Kapıyı aralık buldu. Piskopos kapıyı kapatmamıştı.

XI

NE YAPIYOR?

Jean Valjean dinledi. Ses seda yoktu.

Kapıyı itti.

Parmağının ucuyla, usulca içeri girmek isteyen bir kedinin kaçamak ve kaygılı yumuşaklığıyla itti kapıyı. Kapı, bu itişe uydu; farkına varılmayacak ve duyulmayacak bir hareket yaptı ve açıklığı biraz genişletti. Jean Valjean bir an bekledi, sonra kapıyı, ikinci bir defa, daha bir cesaretle itti.

Kapı yine sessizce uydu bu itişe. Aralık artık geçebileceği kadar genişlemişti. Fakat kapının yanında duran küçük bir masa engelleyici bir açı yapıyor ve girişi kapıyordu.

Jean Valjean zorluğu anladı. Ne yapıp edip aralığı daha da genişletmesi gerekirdi.

Kararını verdi: İlk ikisinden daha kuvvetlice, üçüncü bir defa daha itti kapıyı. Bu defa iyi yağlanmamış menteşelerden biri birden soğuk ve uzun bir ses çıkardı.

Jean Valjean titredi. Bu menteşenin gürültüsü, kıyamet gününün borusu gibi tiz ve korkunç bir yankı yaptı kulaklarında.

İlk anın mübalağalı heyecanı içinde bu menteşenin sanki canlandığını ve birden yaşayan korkunç bir varlık olup herkese haber vermek, uyuyanları uyandırmak için köpek gibi havlamaya başladığını sandı âdeta.

Titreyerek şaşkınlık içinde durdu, parmaklarının ucundan yere indi. Şakaklarındaki damarların iki demirci balyozu gibi vurduğunu duyuyor, soluğunun bir mağaradan fırlayan rüzgâr gibi uğuldayarak ciğerlerinden çıktığını sanıyordu. Bu öfkeli menteşenin çıkardığı dehşet verici gıcırtının bir zelzele gibi bütün evi sarsmamış olabileceğine ihtimal veremiyordu. Kapı itilince işkillenmiş, seslenmişti, ihtiyar neredeyse kalkacak, iki yaşlı kadın bağırmaya başlayacak, etraftan yardıma koşacaklardı. Bir çeyrek saate kalmadan haber şehre yayılacak, jandarmalar da ayaklanacaktı. Bir an mahvolduğuna inandı.

Buzdan bir heykel gibi kıpırdanmaktan korkarak, donmuş gibi olduğu yerde kalakaldı. Birkaç dakika geçti. Kapı ardına kadar açılmıştı. Cesaret edip odaya baktı. Hiçbir kıpırtı yoktu. Kulak verdi, fakat çıt çıkmıyordu. Paslı menteşenin gürültüsü kimseyi uyandırmamıştı.

Bu ilk tehlike savuşturulmuştu, ama yine de içinde ürkütücü bir huzursuzluk vardı. Buna rağmen geri adım atmadı. Hapı yuttuğuna inandığı zamanlarda bile geri çekilmemişti, işini bir an önce bitirmekten başka bir şey düşünmüyordu. Bir adım attı, odaya girdi.

Oda tam bir sükûn içindeydi. Şurada burada bulanık, belirsiz şekiller fark ediliyordu. Gündüz gözüyle bakıldığında bu şekillerin neler olduğu görülürdü: bir masanın üstünde dağılmış kâğıtlar, açık bırakılmış kitaplar; bir taburenin üzerine yığılmış ciltler; giyecekler yüklü bir koltuk ve bir dua iskemlesi. Şimdi, gecenin bu saatinde, karanlık köşelerden, ağarık yerlerden ibaret görünüyorlardı. Jean Valjean, eşyalara çarpmamaya çalışarak ihtiyatla ilerledi. Uyuyan Piskopossun eşit aralıklı, sakin nefes alışları geliyordu odanın öbür ucundan kulağına.

Birden durdu. Yatağın yanındaydı. Umduğundan daha çabuk gelmişti buraya.

Tabiat bizi düşünmeye sevk etmek istercesine, sırası geldiğinde yapılan örtülü, zekice bir uyarı gibi, bazen etkilerini ve görüntülerini katar yaptığımız işlere. Yarım saate yakındır büyük bir bulut göğü kaplıyordu. Tam Jean Valjean yatağın karşısında durduğu an bu bulut yırtıldı ve sanki bunu mahsus yapmış gibi, uzun pencereden geçen bir ay ışığı Piskopos'un solgun yüzünü aydınlatıverdi. Piskopos sakin sakin uyuyordu. Aşağı Alplerde geceleri soğuk olduğu için, kollarını bileklerine kadar kapayan kahverengi yünlü kumaştan bir elbiseyle yatağında hemen hemen giyinikti. Başı istirahata terk edilmiş durumda, yastığın üzerinde yana devrilmişti. Bunca hayır işinin, mübarek görevin faili olan ve parmağını rahiplik yüzüğünün süslediği eli yataktan aşağı sarkmıştı. Bütün yüzü belirsiz bir memnuniyet, umut ve uhrevi mutluluk ifadesiyle parlıyordu. Bu, gülümsemeden de öte, ışıma gibi bir şeydi. Alnında, görünmeyen bir ışığın, anlatılması imkânsız yansısı vardı.

Hakikatin ruhu, uykusunda esrarlı bir göğü seyreder. Piskoposun üstüne, İşte bu göğün bir yansısı vurmuştu.

Bu aynı zamanda ışıklı bir saydamlıktı, çünkü bu gök onun içindeydi. Bu gök onun vicdanıydı.

Ayın ışığı bu iç aydınlığa, deyim yerindeyse gelip konduğunda, uyuyan rahip bir görkem içindeymiş gibi göründü. Ama bu görüntü yine de yumuşak ve anlatılamaz bir yarı aydınlıkla peçelenmiş olarak kaldı. Gökteki bu ay, uyuklayan bu tabiat, bu kıpırtısız bahçe, bu sakin ev, vakit, saat, sessizlik hep bu adamın saygıdeğer istirahatına dile gelmez bir şey, bir yücelik katıyor; bu ak saçları, bu kapalı gözleri, her şeyiyle umut ve güven olan bu yüzü, bu ihtiyar başı ve bu çocuk uykusunu âdeta muhteşem ve sakin bir haleyle çevreliyordu. Bilmeden ulu olan bu insanda neredeyse bir yücelik vardı.

Jean Valjean ise karanlıkta, demir keskisi elinde, hareketsiz, bu ışıltılı ihtiyardan ürkmüş bir halde ayakta duruyordu. Ömründe buna benzer bir şey görmemişti. Bu güven onu ürkütüyordu. Manevi âlemin bundan daha yüce bir görüntüsü olamaz: Kötü bir davranışın eşiğine gelmiş bulanık, kaygılı bir vicdan ve bu vicdanın seyrettiği uyuyan doğru bir adam.

Böyle bir yalnızlık içinde ve yanında onun gibi bir adam dururken uyunan bu uykuda ulvi bir taraf vardı. Bunu belirsiz bir şekilde ve bütün ağırlığıyla hissediyordu.

İçinden neler geçtiğini kimse söyleyemezdi, kendisi bile. Bunu anlayabilmek için en şefkatli şeyin karşısında en haşin şeyi hayal etmek gerekir. Yüzünden de kesin olarak bir şey anlamaya imkân yoktu. Kaba bir şaşkınlıktı bu. Gördüğü şeye bakıyordu, hepsi bu. Ama düşüncesi neydi? Bunu kestirmek imkânsızdı. Yalnız şurası muhakkaktı ki, heyecanlanmış ve sarsılmıştı. Fakat bu heyecanı nasıl bir heyecandı?

Gözünü yaşlı adamdan ayıramıyordu; halinden ve yüz ifadesinden açıkça çıkan tek şey, garip bir kararsızlıktı. Biri mahveden, öbürü kurtaran iki şık arasında tereddüt ettiği söylenebilirdi: Sanki bu kafayı kırmaya ya da bu eli öpmeye hazır gibiydi.

Bir süre sonra sol kolunu yavaşça alnına doğru kaldırıp kasketini çıkardı, sonra kolu yine aynı yavaşlıkla indi ve Jean Valjean, sol elinde kasketi, sağ elinde demir ağırlığı, vahşi başında saçları dimdik yine seyre daldı. Piskopos, bu dehşet verici bakışların altında, derin bir hüzün içinde uyumaya devam ediyordu.

Ay ışığının aksi, şöminenin üzerindeki haçı belli belirsiz görünür hale getiriyordu. Haç sanki ikisine doğru kollarını açmış, birini takdis etmek, öbürünü bağışlamak ister gibiydi.

Jean Valjean birden kasketini yine alnına yerleştirdi, Piskoposa bakmaksızın yatağın yanından hızla yürüyüp doğruca başucunda gördüğü dolaba gitti, kilidi zorlamak ister gibi demir keskiyi kaldırdı ama anahtar kilidin üstündeydi. Dolabı açtı; ilk gözüne çarpan şey gümüş takımların durduğu sepet oldu ve onu aldı, ihtiyatlı olmaya, gürültü etmemeye çalışmaksızın geniş adımlarla odayı geçti, kapıya vardı; ibadethaneye girip pencereyi açtı, sopasını kavradı ve pencerenin pervazından atladı. Gümüşleri çantasına koydu, sepeti attı, bahçeyi aştı, bir kapları gibi duvarın üstünden atladı ve kaçtı.

XII

PİSKOPOS ÇALIŞIYOR

Ertesi gün güneş doğarken, Monsenyör Bienvenu bahçesinde dolaşıyordu. Madam Magloire allak bullak halde ona doğru koştu.

- Monsenyör, Monsenyör! diye bağırdı. Yüce efendimiz acaba gümüşlerin durduğu sepet nerede biliyorlar mı?

- Biliyorum, dedi Piskopos.

Madam Magloire:

- Tanrı'ya şükürler olsun! dedi. Ne olduğunu bilemiyordum da. Piskopos, sepeti o sıra bir çiçek tarhında bulmuştu. Madam

Magloire'a uzattı.

- İşte.

- İyi ama! dedi kadın. İçi bomboş! Hani gümüşler?

Piskopos:

- Ya! diye cevap verdi. Demek sizi ilgilendiren gümüşlerdi. Nerede olduklarını bilmiyorum.

- Aman Tanrım! Çalındılar! O! Dün akşamki adam çaldı onları. Madam Magloire, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda,

çevik yaşlılığının bütün canlılığıyla ibadethaneye koştu, odaya girdi ve Piskopos'un yanına döndü. Piskopos eğilmiş, üzüntüyle içini çekerek, çiçek tarhına fırlatılan sepetin düşerken kırdığı Guillons cinsi bir kaşıkotunu inceliyordu. Madam Magloire'ın çığlığı üzerine doğruldu:

- Monsenyör, adam gitmiş! Gümüşler de çalınmış!

Bu çığlığı atarken gözü bahçenin bir köşesine takıldı. Orada tırmanma izleri görülüyordu. Duvarı destekleyen tahta kopmuştu.

- İşte bakın! Buradan gitmiş. Cochefilet Sokağı'na atlamış! Ah! Lanet olasıca! Gümüşlerimizi aşırdı.

Piskopos bir an sessiz durdu, sonra bakışlarını ciddi bir tavırla kaldırdı ve tatlılıkla Madam Magloire'a:

- İlkin, bu gümüşler bizim miydi? dedi.

Madam Magloire ne diyeceğini bilemeden kalakaldı. Yine bir sessizlikten sonra Piskopos devam etti:

- Madam Magloire, bu gümüşleri ben uzun zamandır haksız olarak elimde tutuyordum. Aslında onlar yoksullarındı. Bu adam neydi? Besbelli bir yoksul.

- Yazık! İsa aşkına yazık! dedi Madam Magloire. Hadi benim için ya da Matmazel için neyse, bizim için fark etmez. Ama ya Monsenyör için? Şimdi Monsenyör nerede yemek yiyecekler?

Piskopos şaşırmışçasına baktı:

- Ha! Bu mu yani? Canım, kalaylı takımlar yok mu?

Madam Magloire omuz silkti:

- Kalayın kokusu var.

- Öyleyse demir takımlar olsun.

Madam Magloire anlamlı anlamlı yüzünü buruşturdu:

- Demir tadı vardır.

Piskopos:

- Öyleyse, tahta takımları kullanırız.

Az sonra, Jean Valjean'ın bir gün önce oturduğu masada kahvaltı ediyordu. Monsenyör Bienvenu bir yandan kahvaltı ediyor, bir yandan da hiçbir şey söylemeyen kız kardeşiyle için için homurdanan Madam Magloire'a, bir lokma ekmeği bir fincan süte batırmak için tahta kaşıkla çatala bile gerek olmadığını neşeli neşeli belirtiyordu.

Madam Magloire yalnız kalınca, bir ileri bir geri yürüyerek:

- Sen şu akla bak! diyordu. Tut böyle bir adamı eve al! Yanı başında barındır! Sadece çalmakla kalması ne devlet! Aman Tanrım! Düşünmesi bile insanı ürpertiyor!

Ağabeyle kız kardeş sofradan kalkmak üzereydiler ki, kapı vuruldu.

- Buyrun, dedi Piskopos.

Kapı açıldı. Eşikte haşin tavırlı garip bir topluluk belirdi. Üç adam, bir dördüncüsünü yakasından tutuyorlardı. Üç adam jandarmaydı; öteki de Jean Valjean.

Topluluğu yönetir görünen bir jandarma çavuşu da kapının yanında duruyordu. İçeri girdi, Piskopos'a doğru ilerleyerek onu askerce selamladı.

-Monsenyör... dedi.

Bu söz üzerine, oldukça kederli ve âdeta yıkılmış gibi görünen Jean Valjean, afallamış bir halde başını kaldırdı:

- Monsenyör ha! diye mırıldandı. Mahalle papazı değilmiş demek?

- Sus! dedi jandarmalardan biri. Monsenyör Piskopos'tur o.

Bu sırada Monsenyör Bienvenu, ilerlemiş yaşının elverdiği kadar aceleyle onlara yaklaşmıştı.

Jean Valjean'a bakarak:

- Sizsiniz ha? diye bağırdı. Sizi gördüğüme çok memnun oldum. İyi ama, size şamdanları da vermiştim. Ötekiler gibi onlar da gümüştür, pekâlâ size iki yüz frank getirirler. Niçin onları da sofra takımlarıyla birlikte götürmediniz?

Jean Valjean gözlerini açtı ve hiçbir insan dilinin anlatmaya kadir olamayacağı bir ifadeyle bu saygıdeğer Piskopos'a baktı.

Jandarma çavuşu:

- Monsenyör, dedi, bu adamın söyledikleri doğru demek, öyle mi? Ona yolda rastladık. Kaçan biri gibi gidiyordu. Anlamak için durdurduk. Üzerinde bu gümüşler vardı.

Piskopos gülümseyerek çavuşun sözünü kesti:

- O da size bunları, geceyi evinde geçirdiği ihtiyar, babacan bir papazın kendisine verdiğini söyledi, değil mi? Durumu anlıyorum. Siz de onu buraya getirdiniz. Bir yanlışlık olmuş.

- Öyleyse, dedi çavuş, onu bırakabilir miyiz?

- Elbette, diye cevap verdi Piskopos.

Jandarmalar Jean Valjean'ı bıraktılar. O geri çekildi ve belli belirsiz bir sesle uykusunda konuşur gibi:

- Beni bıraktıkları doğru mu? dedi.

- Evet, seni bırakıyoruz İşte, anlamıyor musun? dedi jandarmalardan biri.

- Dostum, dedi Piskopos, gitmeden önce, İşte şamdanlarınız. Alın onları.

Piskopos şömineye giderek iki gümüş şamdanı alıp Jean Valjean'a getirdi, iki kadın, Piskopos'un bu yaptıklarını ağızlarını açmadan, kıpırdamadan, onu rahatsız edebilecek tek bir bakıştan bile kaçınarak seyrediyorlardı.

Jean Valjean'ın bütün uzuvları titriyordu. Mekânik bir davranışla, dalgın bir halde aldı iki şamdanı.

- Şimdi, dedi Piskopos, rahat rahat yolunuza gidiniz. Sırası gelmişken söyleyeyim, tekrar gelecek olursanız, dostum, bahçeden geçmenize hiç gerek yok. Her zaman sokak kapısından girip çıkabilirsiniz. O kapı, gece gündüz sadece bir mandalla kapalı durur.

Sonra jandarmalara dönerek:

- Çekilebilirsiniz efendiler, dedi.

Jandarmalar uzaklaştılar.

Jean Valjean bayılacak gibiydi.

Piskopos ona yaklaştı ve alçak bir sesle:

- Unutmayın, hiçbir zaman unutmayın, bu parayı dürüst bir insan olmak için kullanacağınıza dair bana söz vermiş bulunuyorsunuz.

Herhangi bir vaatte bulunduğunu hiç hatırlamayan Jean Valjean, ne cevap vereceğini bilemedi. Piskopos bu sözü, kelimelerin üzerine basa basa söylemişti. Vakur bir edayla devam etti:

-Jean Valjean, kardeşim, siz artık kötülüğe değil, iyiliğe aitsiniz. Sizin ruhunuzu satın alıyorum; onu karanlık düşüncelerden, kötülük zihniyetinden çekip çıkarıyor, Tanrı'ya veriyorum.

Continue Reading

You'll Also Like

36.5K 1.4K 10
Victor Hugo, 1829 yılında yayımlanan Bir İdam Mahkûmunun Son Günü'nü yazdığında 26 yaşındaydı. Genç yazar, ölüme mahkûm edilen bir insanın son gününü...
592K 15K 28
Paylaşan: HmeyraHarman
327K 8.6K 39
37.2K 1.2K 33
Vadideki Zambak, ilk yayımlanışında (1836) beklenen ilgiyi görmemiş, Balzac'ın en az satan kitaplarından biri olmuştu. Oysa yazar, üzerinde en çok ça...