AY KUŞAĞI SERİSİ : T&M&I

By buseyaren95

805K 12K 2.5K

Helena Lincoln sabırlıydı, merhametliydi ve güvenilirdi ama... Asla cesur değildi. Ve tarihte cesaret olmadan... More

TEMPERSİTAR - PROLOG
TEMPERSİTAR - 1.BÖLÜM - ÇAĞRIYA İCABET ETMEK
TEMPERSİTAR - 2.BÖLÜM - EVRENİN VAROLUŞU
TEMPERSİTAR - 3.BÖLÜM - KALMAK İÇİN ÇOK GEÇ
TEMPERSİTAR - 4.BÖLÜM - AKADEMİYE HOŞGELDİN
TEMPERSİTAR - 5.BÖLÜM - HAYATIN GERİ KALANINA İLK ADIM
TEMPERSİTAR - 6.BÖLÜM - TEMPERSİTARLAR
TEMPERSİTAR - 7.BÖLÜM - YENİ BAŞLANGIÇ, YENİ ZORLUKLAR
TEMPERSİTAR - 8.BÖLÜM - YENİ HAYATIN İLK ALIŞVERİŞİ
TEMPERSİTAR - 9.BÖLÜM - İLK GÜN HEYECANI
TEMPERSİTAR - 10.BÖLÜM - YAKINLIK, UZAKLIK
TEMPERSİTAR - 11.BÖLÜM - KAZANIYOR GİBİ
TEMPERSİTAR - 12. BÖLÜM - BİR SIFIR
TEMPERSİTAR - 13. BÖLÜM - PHLOX DIVERICATA
TEMPERSİTAR - 14.BÖLÜM - BÜYÜK HABER
TEMPERSİTAR - 15. BÖLÜM - TATSIZ KEŞİF
TEMPERSİTAR - 16.BÖLÜM - HAYAL GECE KURULMAZ
TEMPERSİTAR - 17.BÖLÜM - CADI KAZANI
TEMPERSİTAR - 18.BÖLÜM - ALTIN KAFESTEKİ KUŞ
TEMPERSİTAR - 19.BÖLÜM - KIYAMET BORUSU
TEMPERSİTAR - 20.BÖLÜM - SONUN BAŞLANGICI
TEMPERSİTAR - 21. BÖLÜM - YEDİ BÜYÜK GÜNAH
TEMPERSİTAR - 22.BÖLÜM - CEHENNEM RESİTALİ
TEMPERSİTAR - 23. BÖLÜM - EPİLOG
METALLUM - PROLOG
METALLUM - 1.BÖLÜM - GEÇMİŞİN HAYALETLERİ
METALLUM - 2. BÖLÜM - YÜZLEŞME
METALLUM - 3.BÖLÜM - EN KARANLIK GECE
METALLUM - 4.BÖLÜM - ÖLÜM ÖPÜCÜĞÜ
METALLUM - 5.BÖLÜM - GEÇMİŞİN İZLERİ
METALLUM - 6.BÖLÜM - KOCA BİR BOŞLUK
METALLUM - 7.BÖLÜM - TEHLİKE ÇANLARI
METALLUM - 8.BÖLÜM - DÜNYANIN SONU
METALLUM - 9.BÖLÜM - BAŞARISIZ
METALLUM - 10.BÖLÜM - UZUN YOL
METALLUM - 11. BÖLÜM - DÜŞMAN UYKUSU
METALLUM - 12. BÖLÜM - YOL ARKADAŞI
METALLUM - 13.BÖLÜM - PARAMPARÇA
METALLUM - 14.BÖLÜM - KASIRGA
METALLUM - 15.BÖLÜM - GECEDEN GELEN
METALLUM - 16.BÖLÜM - DERİN DÖNÜŞÜM
METALLUM - 17.BÖLÜM - EŞSİZ KEFİŞ
METALLUM - 18.BÖLÜM - ÖLÜMCÜL KUMAR
METALLUM - 19.BÖLÜM - EPİLOG I
METALLUM - 20.BÖLÜM - EPİLOG II
IGNISER - PROLOG
IGNISER - 1.BÖLÜM - KARA KURDUN ALAMETİ
IGNISER - 3.BÖLÜM - HUZURUN RENGİ
IGNISER - 4.BÖLÜM - GENÇLİK ATEŞİ
IGNISER - 5.BÖLÜM - MUTLULUK GÖZYAŞI

IGNISER - 2.BÖLÜM - DURU KARGAŞA

118 17 13
By buseyaren95

🔮



Bir insanın beyninin hiç susmaması mı yoksa hiç konuşmaması mı daha tehlikeliydi karar veremiyordum. Aklının içi bomboş olan biri için hayat zindanmış gibi gelirdi hep, ama bu düşüncemi uzunca bir süredir sorgular hale gelmiştim. Asla susmayan bir beynim vardı ve asıl cehennem buymuş gibi geliyordu. Bir an olsun, kendi kafamın içerisinde dahi huzur bulamıyordum. Hiçbir şeyin çözülmediği gibi sürekli yeni bir şeylerin buna eklenmesi de işleri kolaylaştırmıyordu elbette.

Önümüzdeki kıyamete kadar ne düşüneceğim belli olmuştu.

Kurtan'ı ve dünyayı bundan nasıl kurtaracağımı bulmam gerekiyordu.

Beynimi sürekli işgal eden bir başka tehlikeli ok ise, olaylar bu şekilde gelişmeseydi ne olacağını sorgulatıyordu. İhanete uğramasaydım, Captivum'a hiç gitmeseydim ve Kurtan'la hiç tanışmasaydım...

Yaşanan savaş yine yaşanacak mıydı yoksa Kaydu primus olup bize sürpriz mi yapacaktı? Primus olmayı başarabileceğini hiçbir zaman düşünmemiştim, ancak yüzyıllarca deney yapmaktan vazgeçmemeleri, ellerinde sağlam bir temel olduğunu düşünmeme sebep oluyordu. Kimse imkansız için, yüzyıllar harcamazdı.

Kurtan'la başka bir şekilde tanışır mıydım peki? Bunu da hiç sanmıyordum.

Akademi sınırları içerisinde kendi halinde takılan sıradan bir öğrenci olurdum ve Kurtan'ı tanımadan ölüp giderdim. Peki o zaman, Kurtan yine haberci olur muydu?

Kurtan'ın haberci olması, birkaç düşünceyi birbirine bağlıyordu kafamda.

Birincisi, kıyamete yaklaşma sebebimizin Sapkınlar olduğunu ve bunu düzeltme şansının da Sapkınlara verildiğini düşünmemi sağlıyordu. Öylesine biri, şans eseri haberci olamazdı. Bir sebebi olmalıydı. Bizi kıyamete sürükleyen şey, o deneyler olmalıydı.

Ama deneyler durmuş, Sapkınların Primus olma çabası bitmişti. Öyleyse, kıyameti çoktan durdurmuş muyduk yoksa bilmediğim, kaçırdığım bir şeyler mi vardı? Kıyameti durdurduysak bunu nasıl bilecektik ki? Kurtan bir anda, bozkurta mı dönüşecekti? Ya da gerçekten varsaydığım gibi, kıyameti durdurmak diye bir şey var mıydı?

Sorularımın cevabını almayı ne zaman başaracaktım?

Çevremdeki iki kahin bile bu konuda hiçbir işe yaramadığına göre, bir süre sorularıma cevap alma işini rafa kaldırsam iyi olacaktı.

Düşüncelerin beni yiyip bitirmesini engellemek ister gibi başımı iki yana sallayıp ortama geri dönmeye çalıştım. Farah ve Yena sağımda ayaktalardı ve bir şeyler fısıldaşıyorlardı. Kurtan'ın çadırının giriş kısmına yaslı yapılı beden Raska'nın olmalıydı. Suka fenalaştığında onu odasına götürmüş ve Yena'dan yardım istemişti. Daha sonra ise burada toplanmış, beklemeye başlamıştık. Bir şekilde herkes Suka'nın yaptıklarının hemen etki edecek olduğunu düşünüyor olmalıydı. Aksi takdirde hepimizin içgüdüsel bir şekilde çadırda beklemesinin başka bir açıklaması yoktu.

Kalbimin tam üstünde bulunan ve nefesimi sürekli kesen ağırlığın yerinden oynamaya başladığını hissettim. İçimde bir yerler, yavaş yavaş esaretten kurtuluyor gibiydi sanki. Dudaklarımdan içeri girip ciğerlerimle buluşan havanın miktarı arttı. Titrek bir nefes alıp yanıma, Yena ve Farah'a baktım.

"Uyanıyor." Dedim kendimden emin bir biçimde. Nasıl olduğunu bilmiyordum, ama bir şekilde uyanacağını tam içimde hissetmiştim. Oturduğum koltuktan bir ok gibi fırladım ve ait olduğum yere, Kurtan'ın başucuna çöktüm. Elim ışık hızında yine soğuk eliyle buluştu. Diğer elimle yüzüne düşen siyah tutamlardan birini kenara çekip kendimi kara gözlerini görmeye hazırladım. Gözlerim tek bir noktaya odaklanamıyor, heyecanla bütün yüzünü tarıyordu. İçimdeki histen emindim. Uyanacağını hissettiğime emindim.

"Bir şey mi gördün?" dedi Yena haklı bir biçimde. Ona hiçbir şey görmediğimi, sadece hissettiğimi söyleyip söylememekte kararsız kaldım. Tereddütle dudaklarımı aralamıştım ancak elimdeki hafif hareket, donup kalmama sebep oldu.

Birkaç saat önce yaşananlar aklıma geldiğinde yutkunmadan edemedim. Elinin bir önceki hareketi istediğimiz gibi sonuçlanmamıştı. Heyecanımı dizginlemeye, her şeyin yolunda olduğunu görene kadar sakinliğimi korumaya çalıştım. Dudaklarım kurumuş, dilim damağıma yapışmıştı çoktan. Korkuyla bedenini inceleyen gözlerim yüzüne tekrar düştüğünde ise hafifçe kıpırdanan kirpiklerini gördüm.

Heyecan peykanı sivri bir oka dönüşüp kalbime saplandığında tek yaptığım dua etmekti. Şimdi bayılamazdım. Gözlerini açtığını görmeden kalp krizi geçiremezdim. Sakin olmam gerekiyordu.

Kalbim öyle bir atıyordu ki, Kurtan'ın duyacağından korktum. Telaşımı gizlemek, çığlık atma isteğimi bastırabilmek için büyük bir çaba sarf ettim. Birkaç saniye daha titreşen kirpikleri, haftalardır sakladığı inciyi gözler önüne serecek şekilde aralandı. Arkasından beyaz değil, siyah bir çift inci çıktı.

Kurtan yorgun gözlerini tavana diktiği an kaşları hafifçe çatıldı. Aklından ne geçtiğini bilebilmek için feda edebileceğim çok şey vardı. Çadırını tanıyabilmiş miydi? Güvende hissediyor muydu? Elini sıkıp dikkatini kendi üzerime toplamamak için üstün bir çaba gösterdim. Ona zaman tanımam gerektiğini biliyordum ancak kara gözlerinin tekrar benimkilere değmesi için sabredemiyordum. Gözlerimin dolmasına izin vermemem gerektiğinin farkındaydım. Kimsenin duyamayacağı bir sessizlikle burnumu çekerek kendimi engelledim. Farah ve Yena'nın bize doğru yürümesiyle oluşan hareketlilik Kurtan'ın dikkatini çekti ve gözlerini o tarafa kaydırmasına sebep oldu.

İçime dolan anlamsız sızıyı görmezden gelmeye çalıştım. İlk önce onları görmesini sorun edecek kadar delirmemiş olmam gerekiyordu ama şimdi, bunun garantisini veremiyordum sanki.

Gözleri orada kısacık bir süre oyalanır oyalanmaz elimin arasındaki parmaklarını hafifçe oynattı ve nihayet başını yavaşça bana çevirdi.

Haftalardır görebilmek için adeta nöbet tuttuğum kara gözlerini benim yeşillerimle buluşturdu. Kalbim sertçe teklerken ikimizinkin gözlerinden de peşpeşe onlarca duygu geçtiğine emindim ama gözlerimiz bir duyguda buluştu. Derin bir özlemle baktığını fark eder etmez büyük bir gülümseme kondurdum dudaklarıma.

Ona uyandığında ilk ne söyleyeceğimi çok düşünmüştüm ama hiçbir şey düşündüğüm gibi olmadı.

"Uyurken sana savurduğum tehditleri... Duydun mu?" Kurtan'ın yüzüne de tıpkı benimki gibi geniş bir gülümseme yayıldı ama yerini ışık hızında acı dolu bir buruşmaya bıraktı. Bir şey söylemek için ağzını zar zor açtığında, hemen komodindeki su bardağını kavradım. Günlerdir sürekli dudaklarını ıslatıyordum ve sıvı takviyesi yapılıyordu ama kana kana su içememişti elbette. Bardağa yöneldiğimi görünce hafifçe doğrulmak istedi. Boynu kat kat sarılıydı ve bir boyunlukla sabit tutuluyordu, bu sebeple kendi başına doğrulamayacağını düşünüp ayaklandım.

Bardağı aldığım yere bırakıp bir elimi sırtına, diğer elimi ise boynuna destek verecek şekilde koydum ve olabilecek en yavaş biçimde onu doğrultmaya çalıştım. Sıktığı dişlerinden ve çenesinden acı çektiği belli oluyordu ama önemli olan uyanmış olmasıydı. Acı bitecekti, yakında atlatacaktı.

Onu biraz doğrultmayı başarır başarmaz yastığı kaldırıp arkasına koydum ve tekrar su bardağına uzandım. Ona su içirmemi bekleyememiş olacak ki kalın, boğuk sesi kulaklarımı doldurdu.

"Özür dilerim." Haftalar sonra duyduğum ve dört gözle beklediğim sesin söylediği ilk şeyin bir özür olması kalbimi kırdı. Neden diye sormak istemiyordum çünkü biliyordum. Kurtan, benim erkek versiyonum gibiydi. Onun bazı yönlerini kendime o kadar çok benzetiyordum ki, bazen bir şeyi neden yaptığını ya da söylediğini düşünmeme gerek olmuyordu...

Neden özür dilediğini biliyordum.

Ruhunun bir parçasını bana verdiği ve o ölürse benim de ölecek oluşum sebebiyle özür diliyordu. Kendini daha iyi koruması gerektiğini, artık benim canımdan da sorumlu olduğunu düşünüyordu.

Kendini suçluyordu.

Ben bir şey diyemeden, Yena'nın yaşlı ve yorgun sesini duydum.

"Biz yaşlılar için uyku vakti. Yarın gelip neyin var neyin yok bakarız. Gitsek iyi olacak." Farah'ın kolunu tutan eliyle birlikte bize doğru birkaç adım attılar. Kurtan hafifçe başını sallayıp onları onayladı. Bir süredir aklımda olan şeyi söyleyebilmek için Yena'ya döndüm.

"Mira'dan Suka'yı temizlemesini rica edebilir misin?" Haftalar önce Kurtan'ın sıklıkla temizlenmesi gerektiğini söylediğimde bana iki güvenilir Aquasar olduğunu söylemişlerdi. Bunlardan biri Mira'ydı. Neden olduğunu bilmediğim bir sebepten kanım ona yeterince ısınmamıştı ve Kurtan ile diğer Aquasar'ın ilgilenmesini istemiştim. Bunda Mira'nın güzel bir kadın olmasının, diğer Aquasar'ın ise bir erkek olmasının etkisi var mıydı? Düşünmek istemiyordum.

Yena yüzünde hafif bir gülümsemeyle başını salladı ve gözden kayboldular. Bizi yalnız bırakmaya çalıştıklarını anlamamak için aptal olmak gerekirdi.

Suyu dudaklarına götürüp yavaşça içirerek olabildiğince zaman kazanmanın peşindeydim. Ağzımı bir açsam, tonlarca şey dudaklarımın arasından firar edecekmiş gibi hissediyordum. Öyle yoğun duygulara esir olmuştum ki haftalardır, kalbim patlayacak gibiydi. Hissettiklerini daha fazla içinde tutamıyor, çıkarabilmek için çırpınıyordu.

Ne ben bunları ona söylemeye hazırdım, ne de o ölümden döner dönmez bir hisler tufanında boğulmak isterdi. İkimize de zaman vermem gerektiğinin farkındaydım.

Kendimi frenleyebilmek adına geçirdiğim süreyi iyi değerlendirdiğimi umdum.

"Teşekkür ederim." Dedim karşılık olarak. Ölmediğin için, Kaydu'yu öldürüp ruhunun bir kısmını kaybetmeyi göze aldığın için, bizi kurtardığın için, her şey için...

"Beni öldüreceklerini biliyor muydun?" Onun uyuduğu süre boyunca kafamda bin kez oynattığım senaryonun bu kadar hızlı gerçek olmasını beklememiştim. Senaryolar arasında ödümü koparan tek bir soru vardı o da buydu. Bildiğimi öğrendiğinde, benden nefret edebileceği gerçeğiyle kendimi yiyip bitirmekten başka hiçbir şey yapamamıştım. Böyle anlarda içime bir nebze su serpen tek şey, Kurtan'la benzerliğimiz oluyordu. Tam tersi bir durumda ben ondan nefret etmezdim... Onun da benden nefret etmeyeceğini ummaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu.

Yavaşça kafamı salladım.

Gözlerime hücum eden yaşları akıtmak için iyi bir zaman değildi. Yaptığım şeyin arkasındaydım, o zaman pişman olmamalıydım değil mi?

Ama onun burada ölü gibi üç hafta yatması, her şeyi değiştirmişti. Başta bu kararı alırken kendinden çok emin olan Helena, yerini pişman ve ürkek bir kıza bırakmıştı. Konuşabilmeli, sebeplerimi sıralayabilmeliydim ama hiçbir şey söyleyemedim.

"Bu yüzden mi kendini bu hale getirdin?" gözlerini yavaşça bedenimde gezdirdi. Orada hangi duyguların izi olduğunu görmeye çalıştım. Nefreti aradım ama bulamadım. Derin bir nefes almamak için kendimi zor tutarken bakışlarımı önüme çevirdim.

Bu da kendimi hazırladığım şeylerden bir başkasıydı. Kilo vermiş olmamı, gözlerimin altındaki morlukları ve ışıltısını kaybetmiş gözlerimi sorgulayacaktı elbette.

Ne cevap vereceğimi düşünmeye başladım. Kendimi neden bu hale getirmiştim?

Bilmiyordum.

Bir sürü sebebi vardı.

Aldığım can, Kurtan'ı öldürmek istemiş olmaları, bunu ona söylememem, üç hafta ölü gibi yatması, Aron'un kendini Kurtan'ın önüne atarak canından oluşu, kardeşimin kim olduğunu bildiğini ima eden adamın bir cani olması ve o caninin şimdi ölü olması, tanıdığım herkesi arkamda bırakıp Sapkınlar denilen, o caninin kralı olduğu topluluğun içine sığınmam...

Sebepler aklımdan birer birer geçerken, sanki onları sesli söylemişim gibi dalga dalga acı yayıldı yüzüne. O acıyı oradan silip atabilmek için bir şeyler yapma isteğiyle yanıp tutuştum.

"Uyanır uyanmaz benimle ilk konuşmak istediğin şeyler bunlar mı?" dedim sahte bir sinirle. Hafifçe gülümsese de gülümseme gözlerine ulaşmadı. Kafası çoktan, beni yiyip bitiren tonlarca şeye takılmıştı bile.

Yatağının yanında herhangi bir koltuk yoktu. Bunca zaman hep yere oturmuş, kafamı yatağına koyarak dizinin dibinden ayrılmamıştım. Şimdi yine dizlerimin üzerinde, yanında dikilirken kendimi ondan çok uzak hissediyordum. Bir koltuğu ya da bir sandalyeyi buraya getirmemiş olmanın pişmanlığını yaşarken elini tutan elimin konumu değişti. Büyük eli benimkini avcunun içine aldı ve haftalarca bir ölü gibi yatmış olmasına zıt bir biçimde beni sertçe kendine çekti. Bunu beklemeyen bedenim saniyeler içerisinde dizlerinin üzerinden kalkıp Kurtan'a doğru devrilmişti bile. Boştaki elimle dengemi bulabilmek adına çarşafı sıkı sıkı kavradım ve üzerine düşmekten son anda kurtuldum.

Şaşkın bakışlarla yüzüne bakıyordum.

"Delirdin mi? Canını acıtacaktım!" sanki ben hiçbir şey söylememişim gibi beni bir kere daha kendi üzerine çekmesiyle birlikte yanağım göğsüyle buluştu. Üzerinde yaralarını kapatan bandajlar hariç hiçbir şey yoktu. Altında sadece bir bokser olduğunu bilmenin verdiği alevi hızla söndürdüm. Aklımın saçma sapan yerlere gitmesi için çok yanlış bir zamandı. İnce bir örtü belden aşağısını örtüyor, ortamı daha da garipleştirebilecek bokserı kapatıyordu.

Bir kere daha onu azarlamak için ağzımı açtım ama o benden önce davrandı.

"Canımı acıtacak son şeysin." Yanağımın teniyle buluşan yerinden hissettiğim sıcaklık beni öyle bir mayıştırdıki cevap dahi veremedim. Günlerdir bu sıcaklığı hissedebilmek için çırpınıp durmuştum. Nihayet vücudunun normale dönmeye başladığını görmek, zorlukla tuttuğum o bir damlanın süzülmesine sebep oldu. Yalnız bir damla, sıcak göğsünün üzerine usul usul süzüldü. O damlayı hissedebilmesine imkan vermemiştim ama bedenimin altında kasılan bedeni aksini söylemek istiyor gibiydi. Sert vücudu daha da sertleşti, bileğimi tutan eli dahi gerilmişti.

"Seni yalnız bıraktım." Birkaç saniye duyduklarımın gerçekliğini sorgulamak ister gibi hızla kırptım kirpiklerimi. O sırada birkaç damla daha gözlerimden firar etti. Bedeni iyice kasıldığında, yüzümü kaldırıp gözlerine bakabilmek için bir hamle yaptım ama diğer eli bunu engelledi. Büyük ve güçlü elini saçlarıma götürüp kafamı göğsünde tuttuğumdan emin oldu. Benim onun yüzüne bakamadığım gibi, o da benim yüzüme bakamıyordu sanki...

"Ne kadar süre boyunca?" yutkunup kendimi toparladım.

"Üç hafta." Diyebildim güçlükle.

Ona bağırıp çağırma dürtümü bastırmaya çalıştım. Delirip delirmediğini sormak istiyordum. Onu öldüreceklerini bildiğim halde savaş öncesi uyarmamamı konuşmak yerine, kendini suçlayamazdı. Gerçi o konuşmadan kaçabilmek için onca çaba sarf eden yine bendim. Hayatım boyunca her türlü zorluktan kaçmaktan başka yaptığım bir şey yoktu zaten. Bunu hep bir ebeveynin bana yüzleşmeyi öğretmemesine bağlamıştım ama artık 19 yaşıma girmek üzereydim. Kendim bir yetişkin olmalı, sorunlarla yüzleşmeyi bilmeliydim. Derin bir nefes aldım ve gözlerine bakmıyor olmamın verdiği cesarete tutundum.

"Seni öldüreceklerini öğrenir öğrenmez akla gelen her ihtimal için bir plan yaptım. Sana zarar gelmemesi için ne gerekiyorsa yapacaktım. Sana söylemedim çünkü dikkatinin dağılmasını istemedim. Kendi canını umursamadığını biliyorum ama... Benimkini umursayacaktın. Sen benimkini umursayamadan, ben seninkini umursamak istedim." Saçlarımdaki elinin hareketi yavaşlarken bedenindeki gerginlik de yerini düzenli nefes alışverişlere bıraktı. Başımı kaldırıp yüzüne bakmak istedim ama hala yeterli gücüm var mıydı emin olamıyordum.

Yüzünde soğuk bir şeyler görmek beni öyle korkutuyordu ki kalbim birinin avcunda ürkekçe atan bir kuşun kalbine benziyordu sanki.

"Yaptığın hiçbir şeyi sorgulamam Helena. İki kere iki üçtür diyorsan, üçtür." Kalbimin atışı, korkuyu başka bir şeye çevirmeye başladığında yutkundum. Dudaklarından dökülen her bir kelime tenime işliyor gibiydi. Göğsünün üzerindeki elim hafif hafif daire çizmeye başladı. Bedeni bir kere daha kasıldığında hafifçe gülümsedim. Bu seferki kasılmanın sebebi başkaydı. Kalp atışlarım biraz olsun normale döndüğünde derin bir nefes aldım.

"Konuşmamız gereken, yapmamız gereken çok fazla şey var Kurtan." Aklım sürekli bir endişeden diğerine sürüklenip dururken tek yapmak istediğim sonsuza kadar onun yanında uyumaktı. Bunun bir yolu olsaydı, o yolu seçmek için ne gerekiyorsa yapardım ama yoktu işte. Daha birkaç saat bile uyuyacak huzura kavuşamıyordum ki.

"Konuşacağız, Katanım." Kalbim bir başka heyecanı kaldıramayacağını haykırır gibi atmaya başladığında göğsüm sıkıştı. Ben nasıl onun kalp atışlarını hissedebiliyorsam, onun da benimkileri hissedebiliyor olma ihtimali utançla kızarmama sebep oldu. Nefesimi tek bir kelimeyle kesebilmesi bana büyük bir haksızlıktı. Yutkunup boğazımı temizlemeye çalıştım.

"Yapma." Diyebildim sadece. Başkalarının beni Kurtan'ın partneri olarak kabullenmesi başka bir şeydi, onun bana Katanım diye seslenmesi bambaşka... Yüzümü öyle bir sıcak basmıştı ki birazdan alev alsaydık bu beni şaşırtmazdı. Kafamı mümkünmüş gibi göğsüne daha da gömdüm.

"Bunu nereden biliyorsun? Konuşulanları duyabiliyor muydun?" gülümsediğini belirten bir şekilde bedeni hafifçe sarsıldı.

"Eğer gözlerimi göremediğin için bana lanet okuduğunu duyup duyamadığımı merak ediyorsan..." dedi oyuncu bir sesle. Ah lanet olsun. Yerin dibine girebilmek için bir Territer olsaydım keşke.

Söylediklerimi duymuştu.

Ki, ne söylediğimden emin bile olamıyordum!

Kendimi o kadar kaybetmiştim ki, her şeyi söylemiş olabilirdim. Kesin olarak söylediğime emin olduğum şeylerin başında ise tonlarca tehdit geliyordu. Gözlerini açmazsa, uyanmazsa onu süründüreceğime ya da öldüreceğime dair tonlarca tehdit... Bir kere daha yutkundum. Daha ne kadar rezil olabilirdim ki?

Kurtan sanki şekilden şekile girdiğimi fark etmiş gibi kısık bir kahkaha attı. Kahkahasını görebilmek için başımı hafifçe kaldırdım. Ne yanaklarımdaki kızarıklığı, ne de utancımı umursamadım. O kahkahayı tekrar görebilmek için çok sabretmiştim.

"Şu Katan işini acilen sonlandırman gerekiyor." Dedim hafifçe gülümseyerek. Kurtan'ın yüzündeki geniş gülümseme yavaşça küçüldüğünde bu kez ben kasıldım. Kaşları hafifçe çatıldı, saçlarımı yavaş yavaş okşayan eli sabit kaldı.

"Sana çok yakışmıştı oysa ki." Başımı iki yana salladım.

"Ne yaptığı hakkında hiçbir fikri olmayan kaçık bir kız gibi davranmaktan başka bir şey yapmadım. Hiçbir işe yaramadım, hiçbir sorunu çözemedim Kurtan. Kendime bile faydam yoktu." Bu kez başını iki yana sallayan o oldu.

"Kendini hafife almayı bırakmanı söylemiştim. Kendine haksızlık ediyorsun Helena, ve bunu yapan sen olsan dahi bundan hoşlanmıyorum." Kafamı tekrar göğsüne gömerken ona verecek bir cevap aradım. Kelimeler ağzımdan benden izinsiz bir şekilde dökülmeye başladı.

"Buraya ait değilim. Bunu ben de biliyorum, halkın da biliyor. Beni biraz olsun dinlemelerinin tek sebebi sana ve büyüklerine duydukları saygıydı. Ben... Düşman kabiledenim farkındaysan Kurtan. Akademide herkesin seni dinlediğini, saygı duyduğunu düşünebiliyor musun?" Sona doğru sesime yerleşen tiksinti beni korkuttu. Akademiden, uzun yıllar sonra evim olarak gördüğüm ilk yerden tiksinmek gibi bir niyetim yoktu. İstemsizce aramıza bir soğukluk girdiğini ise kabullenmek zorundaydım. Kurtan bir şey demediğinde onun bana söylediklerine kafa yormaya başladım.

Kendimi hafife alıyordum çünkü aksini yapmak için bir sebep göremiyordum. Oysa Kurtan, bende benim dahi göremediğim bir şeyler görüyor olmalıydı. Bu beni bir yandan mutlu ediyor, bir yandansa korkutuyordu. Onun beklentilerini karşılayamama düşüncesi göğüs kafesimi sıkıştırıyordu.

"Şimdi uyuyacağız ve yarın dinlenmiş, güçlü bir biçimde uyanacağız. Sonra konuşmamız gerken her şeyi konuşuruz ve birlikte çözüm ararız." Nasıl uyuyacağımızı düşünmemek için çabalamaya başladım. Birincisi uyuyamıyordum ve kabusların esiri oluyordum. Bunu Kurtan'ın görmesini istemediğim için onun yanında uyumamalıydım. İkincisi Kurtan daha yeni uyanmıştı ve her yeri acıyordu. Rahatça, tek başına uyumalıydı.

Yine de söyleyeceğim hiçbir şeyin onun için bir şey ifade etmeyeceğini biliyordum.

İtiraz etmeden o şekilde yatmayı sürdürdüm. Bir süre bekleyecek, o uyuduğunda da sessizce yanından kalkacaktım. Kabuslarımın içerisinde tek başıma olmalıydım.

***

Gözlerim yavaşça açıldığında zifiri karanlık bir çadır karşıladı beni. Oysa ışıklı bitkileri söndürdüğümüzü hatırlamıyordum. Bunu Kurtan mı yapmıştı?

Çadırın girişinde güven verici bir gölge yoktu. Raska da uyumak için gitmiş olmalıydı. Ama ona, yerine başkasını bırakmasını söylemiştim. Kurtan'ı korumak için her şeyi yapardım elbette ama onu asla riske atamazdım. Birilerinin daha onu koruyor olması gerekirdi, kendi halkından. Hızla doğrulmamak için büyük bir çaba sarf ettim. Korkuyla atmaya başlayan kalbimi biraz yatıştırıp kafamı Kurtan'ın göğsünden kaldırdım. Düzenli nefesleri mışıl mışıl uyuduğunu belirtiyordu. Ki saatin kaç olduğunu bilmememe rağmen, ben de birkaç saat bile olsa kabussuz uyumuş olmalıydım.

Temkinli bir biçimde göğsünden uzaklaştım. Belimdeki elini dikkatle yatağın üzerine bıraktım ve hafifçe doğruldum. Beni kollarına almış olan sıcaklığı çekilir çekilmez tenim ürpermişti. Biraz önce kendini belli etmiş olan korku tüm gücüyle geri döndüğünde kaşlarımı çatıp çadırın girişine baktım. Orada bir asker görmezsem, Katanlarından çekecekleri vardı.

Elim çadırın kumaşını kenara çeker çekmez karşıma dağılmış bir yüz çıktı. Avazım çıktığı kadar bağırmamak için dilimi büyük bir güçle ısırıp elimi ağzıma kapattım. Gözlerim ışık hızında dolarken yaptığım ilk iş Pegasus'a seslenmek oldu. Biraz ilerideki büyük çadırda diğer bekçilerle birlikte uyuyor olmalıydı. Buraya gelip bana yardım etmesi sadece birkaç saniye sürerdi. Birkaç saniye hayatta kalabilirdim.

Elimi ağzımdan çekip bildiğim bütün savuşturma sochrularına odaklandım. Karşımdakinin ne elementeri olduğunu anlamam ise, uzun sürmedi.

Savaş alanında parçalara ayırdığım, Farah'ın çadırında beni ziyaret etmiş olan askerdi bu. Farah'ın çadırındaki gibi değil, savaş alanında öldüğü haliyle karşımdaydı. Yüzü gözü paramparçaydı. Etinin altından kemiklerini görebiliyordum ve bu görüntü boş midemi yere saçmam için beni deli gibi zorluyordu. Sakinliğimi korurken temkini elden bırakmadım. O ölüydü ve bize zarar veremezdi. Sakin olmam gerekiyordu.

"Benden ne istiyorsun?" dedim güçlükle. Bu zamana kadar karşıma çıkan tüm ölülerin bana bir faydası olmuştu. Ya da bir isteği... Bana görünmeye devam etmesinin bir sebebi olmalıydı.

Yanağındaki kopmuş etin altından görebildiğim damarlar hafifçe hareket etti. Bir kısmı olmayan dudağının diğer kısmını yukarı kıvırmıştı bu hareket. Boğazımdan tırmananları yutabilmek için sertçe yutkundum.

"Ne mi istiyorum? Aptal mısın? Bana hayatımı geri vermeni istiyorum!" gözlerim birkaç kez kırpışırken geriye doğru bir adım attım. Sırtım çadırın bezine yapışmıştı çoktan. Daha fazla adım atacak yerim yoktu. Bir hayalet için Kurtan'ı telaşlandırmamam gerektiğinin farkında olarak tekrar öne doğru adım attım. Ondan korkmamalıydım. O bir ölüydü. Benim öldürdüğüm bir ölü.

"Böyle bir şeyin mümkün olmadığını biliyorsun. Bir savaştaydık ve sen öldün... Seni öldürdüm. Geri dönmen mümkün değil." Sesimdeki acı ona ulaşmadı. Pişman olup olmamam elbette ki umurunda değildi. Kendimi kaybetmiştim ve onu etkisiz hale getirmek yerine öldürmüştüm. Bunun bir affı olamazdı.

Yapman gerekeni yaptın...

Bana sahte teselli veren iç sesimi bölen şey askerin güçlü ve yüksek sesi oldu.

"Öyleyse sen benim yanıma gelirsin." Hiçbir şey söylemeden ona bakmayı sürdürdüm.

"Elbet geleceğim, bunu biliyorsun. Hatta muhtemelen, düşündüğünden daha kısa bir sürede. O zaman yüzleşebiliriz. Şimdi beni rahat bırakman gerekiyor..." Yüzüne zalim bir gülümseme yerleştirerek başını iki yana salladı.

"O kadar beklemek istemiyorum." Dedi heyecanlı bir sesle. Elini bana doğru uzattığında içimden geçip gideceğinin, sadece belirli belirsiz bir iz bırakacağının bilincindeydim.

Ama öyle olmadı.

Tek eli, güçlü bir biçimde boğazımı kavradı. Boğazıma hava gitmesini sağlayan boşluğun bir hamleyle kapanması sonucu boğulmaya başladım. İçimden güçlü bir biçimde Pegasus'a seslendim ama metreler ötemde uyuyan Pegasus yardıma gelmedi.

Ellerim, hiçbir sochru çağıramadı.

Kimse bana yardım etmedi.

Asker beni biraz boğup sonra bıraktığında şiddetle öksürüp çığlık atmaya başladım.

"Helena? Helena lütfen..."

Birkaç saniye nefeslendiğimi gördüğünde beni tekrar boğmaya başladı. Bir kere daha nefesim kesildiğinde parçalanmış ellerine sarılıp onu boynumdan çekebilmek için üstün bir çaba gösterdim ancak hiçbir işe yaramadı. Güçsüzdüm ve kimse bana yardım etmiyordu. Bilincim kapanmadan önce hatırladığım tek şey, boğulurken ne kadar bağırabilirsem o kadar bağırdığımdı.

"Uyan, Helena! Buradayım. İyisin." Gözlerimi açtığımda bütün odağım bir çift kara gözdü. Milim mesafede duran burnu tenime değip geçti. Endişeden deliye dönmüş gibiydi. Yataktaki pozisyonu değişmiş, dizlerinin üzerinde, benim üzerime doğru doğrulmuştu. Gözlerimi peş peşe kırpıştırdıktan ve gerçekliğe döndükten sonra yüzümü iki yanından kavramış olan ellerinden kurtulup ayağa fırladım. Hızla bütün çadırı tarar taramaz gözlerim kapıyla buluştu. Girişi hafifçe içeri çökerten karaltı derin nefesler almama sebep oldu. Kapıda bir asker vardı ve çadırda kimse yoktu. Dizlerimin üzerine çöküp elimi boğazıma götürdüm.

O kadar gerçekti ki hissettiklerim...

Beni gerçekten boğduğuna emindim sanki. Aynaya baksam, izi görebilecek gibi hissediyordum.

Kurtan'ın güçlü bedeni yanıma diz çöktüğünde, acı içinde baktım ona. Onun hastalığını ve uykusunu da mahvetmiştim. Doğru düzgün hareket edemeyen adamı, yatağından kalkmaya mecbur bırakmıştım. Gözüme birkaç damla yaşın hücum ettiğini görür görmez başını iki yana salladı.

"Buradayım. Sana hiçbir şey olmayacak Helena. Ne gerekiyorsa yapacağım. Biliyorsun değil mi?" bir şey söylemeden başımı yavaşça salladım.

"Özür dilerim. Yanından kalkacaktım ama, salak gibi uyuyakalmış olmalıyım. Yatağa geri dönmelisin." Kurtan'ın gözlerine çöken karanlık ürkmeme sebep oldu. Onu kızdırdığımı görebiliyordum. Yine de karanlık dağılana kadar bir şey söylemedi.

"Bundan sonra, benimle uyuyacaksın." Dedi sert bir sesle. Hafifçe kaşlarım çatılırken yüzünü dikkatle inceledim.

"Fırsattan istifade mi ediyorsun Prens bozuntusu?" Kurtan'ın bütün gerginliği dağılırken yüzüne yumuşak bir gülümseme yerleşti. Loş ışıklı odadaki bütün ışığı gülüşüne toplamayı başardı.

"Kral bozuntusu diyecektin herhalde?" dedi tek kaşını kaldırarak. Doğru ya, o artık bir Kraldı.

Şaka gibi değil mi?

"Sen yaralısın, benimse belli ki bazı sorunlarım var. Birlikte uyuyamayız, Kral bozuntusu." Dedim bu kez ona itiraz etmek için. Aramızda bir şeyler olduğunun ikimiz de farkındaydık. Hatta muhtemelen bizi tanıyan herkes farkındaydı. Yine de bu, birlikte uyuyabileceğimiz anlamına gelmiyordu! Hislerimiz hakkında hiçbir zaman konuşmamıştık ve konuşmanın zamanı değildi. Durdurulması gereken bir kıyamet vardı. Yanımda olması bana yetiyordu. Ondan duymak istediğim hiçbir şey yoktu.

Ki normalde, Kurtan bir şeyleri açık açık dile getirebilen biri değildi. Ben de öyle.

Ama çatılan kaşlarından, aksi bir şeyler duyacağımı anlamıştım.

"Benim yaralarıma ilaç olacağını bile bile beni neden reddediyorsun?" yüzüme oturan şaşkınlığı hızla dağıtmaya çalıştım. Yemini bozduğumuzdan beri onda bir farklılık olduğunu hissedebiliyordum. Bunun sebebi birbirimizi kaybetmenin eşiğinden dönmek miydi yoksa ruhunu benimle paylaşması mıydı bilmiyordum.

Bir şekilde, aklından geçen her şeyi söylemeye başlamış gibiydi.

Her zaman açık sözlüydü, ancak genelde konu duyguları olduğunda onları alaylı sözlerin ve gülüşlerin arkasına saklamayı tercih ediyordu. Bir süredir ise... filtreyi kaldırmış gibiydi. Ne hissediyorsa, onu bana akıtmayı tercih ediyordu.

Dağılmış yüz ifademde kara gözlerini yavaşça gezdirmeyi sürdürdü. Bir şey söylememi beklediği açıktı.

Ben hala, filtremi kaldıramamıştım. Neden olduğunu bilmesem de kalbimi patlatan onlarca şeyi dile dökmeyi beceremiyordum. Yutkunup konuyu değiştirmeye çalışmakla yetindim.

"Biri bana sözlerle aranın iyi olmadığını söylemişti?" dedim tek kaşımı kaldırarak. Işık bir kere daha gülüşünde toplandı.

"Benimle uyuyacaksın Helena." Şaşkınlık bir kere daha bütün yüzümü ele geçirdi. Ağzım hafifçe aralandı ve gözlerim kocaman oldu. Elini kaldırıp çenemi alttan hafifçe iterek açılmış ağzımın kapanmasını sağladı.

"Krala karşı mı geliyorsun?" dedi sert bir sesle. Hala çenemin altında olan eline hafifçe vurup düşmesini sağladım. Çattığım kaşlarımla gözlerine baktım ve başımı yavaşça yana eğdim.

"Benim kralım olmadığını kaç kere hatırlatmam gerek?" gülüşü yerli yerinde kalmayı sürdürürken elini yavaşça boynuna götürdü.

"Peki, o zaman... Yaralı bir adamın son isteğine hayır mı diyeceksin?" gözlerimi devirip sabır dilenircesine tavana baktım.

"Bütün kartlarını kullanacak mısın?" omuz silkti. Kullanacaktı.

"Bakarız Kurtan!" diye cırlayıp ayaklandım. Birkaç saat uyuduğumu tahmin ediyordum ki bu benim bir günde ulaşabildiğim maksimum uyku süresi olmuştu artık. Bu da günün geri kalanını düşünerek geçireceğim anlamına geliyordu. Kurtan gülümsemeyi sürdürürken koluna girdim.

"Seni yatıralım ve bende diğer işlerimle ilgileneyim." Diyerek onu hafifçe kaldırdım. Bana yandan bir bakış attı.

"Beni yalnız mı bıracaksın?" Primuslar aşkına! Tam bir çocuk gibi davranıyordu ancak öyle sevimliydi ki, ona kızamıyordum bile. Derin bir nefes alıp ne cevap vereceğimi düşündüm. Ben bir şey diyemeden tekrar konuştu.

"Uyandığımızda, konuşacaktık." Bu kez ciddi bir ses tonuyla konuşmuştu ve benimle konuşmak istediği şeyler olduğunu net bir biçimde gözler önüne seriyordu. Bu konuşmayı elbet yapacağımızdan, belki de ne kadar erken o kadar iyiydi. Başımı salladım ve onu yavaşça yatağa geri yatırdım. Boynundaki sargıda kendini hafifçe belli eden koyu renk kalbime bir ok gibi saplandı. Kabuslarım yüzünden kendini zorlamış olmalıydı. Kendime daha sonra sinirlenmek üzere derin bir nefes aldım.

"Önce yaralarınla ve seninle ilgilenelim. Sonra da konuşalım, olur mu?" Kurtan başını hafifçe sallarken sırtını yastığa yasladı ve dik bir konumda yatağa yerleşti.

Kapıda kimin nöbet tuttuğunu bilmediğimden, hoşuma gitmeyen bir biçimde kapıya seslendim.

"Asker?" birkaç saniye içerisinde giriş yana doğru çekildi.

"Buyurun, Katanım." Dedi genç bir çocuk. Kurtan yanımda kıs kıs gülerken karnına bir tane geçirmemek için kendimi zor tuttum. Bu saçmalıktan deli gibi zevk alıyordu!

"Meza'yı ve Raska'yı çağırır mısın? Büyükanne Yena'ya da merhem ve sargı bezi için haber götürülmesi gerekiyor." Asker resmi bir selam verdi.

"Tabii, Katanım." Benimle konuşması biter bitmez gözleri yataktaki Kurtan'a döndü.

"Primuslara şükürler olsun, Kralımız." Dedi samimi bir gülümsemeyle ve yere kadar eğilip çadırdan çıktı. Başımı Kurtan'a çevirip ters bir bakış attım.

"Bu şeyleri kaldırsan olmaz mı?" dedim elimle askerin az önce eğildiği yeri işaret ederek. Kurtan başını yavaş yavaş salladı.

"Bunlar kaldırabileceğim gelenekler değil ama bir şeyler düşünüyorum." Bu kez ben başımı salladım ve haftalardır hasret kaldığım canlı yüz ifadesinin her karışında bakışlarımı gezdirdim. Tam da o anda, yüzündeki muzip ifade dikkatimi çekti. Dudakları hafifçe yukarı kıvrıldığında, kulaklarıma bayram ettiren sesini duydum tekrar.

"Neden Mira'yı değil de Meza'yı çağırdığına kafa yormalı mıyım?" Odadaki bütün ısı yüzüme toplanırken ve bedenimdeki bütün kan kafama hücum ederken sakinliğimi korumaya çalıştım. Primuslar aşkına! Bu adam cin gibiydi.

Kafası öyle bir çalışıyordu ki, hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmıyordu. Dikkat çekmeyecek bir biçimde, mantıklı sözlerle aklını bulandırmalı ve durumu inkar etmeliydim. Ama ben panik olunca saçmalardım!

Bir şeyler gevelemek için ağzımı açmıştım ki Meza çadırın girişinde belirdi.

Meza, o iki Aquasardan diğeriydi, erkek olan. Kanım ona daha çok ısınmıştı ne yapabilirdim ki? Bir şekilde, onu daha sıcak bulmuştum ve Kurtan'ı onun temizlemesini istemiştim. Çadırın içerisindeki banyo kısmından suyu çekip bütün bedenini temizliyor ve ihtiyaçlarıyla ilgileniyordu.

Bunda, Mira'nın Kurtan'a bakışlarında gördüğüm bir şeyin de etkisi olabilir miydi?

Belki.

"Beni görmek istemişsiniz, Katanım." Dedikten sonra bakışları Kurtan ile buluştu.

"Primuslara şükürler olsun!" genç ve kemikli yüzü samimi bir gülümsemeyle aydınlandı. Biliyordum işte, Meza daha iyi bir seçimdi!

Gecenin bir yarısı onu buraya getirttiğim için kendimi kötü hissetmekten kurtulmuş oldum böylece.

"Nasılsın Meza?" dedi Kurtan hafif bir gülümseyle. Buradan bakınca arkadaş gibi duruyorlardı ama Meza, onun artık bir Kral olduğunu bir an olsun aklından çıkarmadığını belli eden bir tavırla dikiliyordu karşımızda.

"Kralımızın iyi olduğunu gördüğüm için çok mutluyum efendim." Kurtan başını hafifçe salladıktan sonra gülümseyen gözlerini ciddiyetle kıstı.

"Artık böyle mi konuşacaksın benimle?" dedi sahte bir sinirle. Meza hafifçe gülümseyerek başını eğmekle yetindi. Prensken de onunla resmi konuşuyorlardı ancak hiç böylesine bir resmiyet görmemiştim.

"Ben sizi yalnız bırakayım." Çadırın girişine doğru yürüyüp ikisine de hafifçe gülümsedim ve dışarı çıktım.

Gözlerim ufuktaki güneşin kırıntılarıyla buluştu. Gün doğmak üzereydi. Beklediğimden daha çok uyumuş olmalıydım ki bu bir mucizeydi.

Çadırın girişindeki askerin yanına yürüdüm.

"Adın ne asker?" asker gözünün ucuyla bana baktıktan sonra önüne dönüp başını eğdi.

"Haka, Katanım." Onu yavaşça onayladıktan sonra elimi koluna koydum. Bütün bedeni kaskatı kesilirken kaşlarım çatıldı. Benden birkaç yaş büyük olduğunu tahmin ettiğim genç asker kıpkırmızı olurken bakışlarını karşıya dikti. Boyu oldukça uzundu ve ben ortalama boyuna rağmen onun omzuna geliyordum. Başımı kaldırıp dehşete düşmüş yüz ifadesini gördüğümde neyin yolunda gitmediğini anlamaya çalıştım.

"Saygısızlık etmek istemem Katanım... Bağışlayın. Ancak Kralımız beni görürse. Beni böyle görürse..." gözlerimi hızla kırparak elimi kolundan çektim. Alt tarafı, teşekkür edecektim! Gören de ayak üstü askeri yiyorum sanırdı!

"Seni zor duruma sokmak istemedim, Haka. Ama emin ol, Kralın sana hiçbir şey yapmazdı." Başını iki yana salladı. Yüzündeki dehşet öyle elle tutulurdu ki, kahkahalarla gülmemek için kendimi zorlamam gerekiyordu. Primuslar aşkına, korkudan aklı çıkacak gibiydi.

"Kralımızın zalim olmadığını bilirim efendim ama... Size karşı..." hafifçe yutkunup sözlerine devam etti. "Size karşı biraz hassaslar Katanım." Gülmemek için dudaklarımı var gücümle birbirine bastırdım. Buradaki insanlar Kaydu'ya o kadar alışmışlardı ki, Kurtan'ı da onun gibi sanıyor olmalılardı. Üstelik Kurtan, babasının dikkatini çekmemek için yıllarca bazı şeylere susmak zorunda kalmıştı. Onun da babası gibi olduğunu düşünmeleri normaldi. Bir şey söylemeden sadece başımı salladım ve zamanla yaşayıp görmeleri için onları kendi hallerine bırakmaya karar verdim. Çok geçmeden, çadırın girişinde Raska belirdi.

Beni görür görmez resmi bir selam verip bakışlarını Haka'ya çevirdi. Haka da aynı selamı verip bana kaçamak bir bakış attı ve kırmızı yanaklarıyla gözden kayboldu. Ufak bir gülücük nihayet dudaklarımdan firar etti.

Raska hafifçe boğazını temizlediğinde toparlandım.

"Buyurun Katanım." Tekrar göz devirmemek için derin bir iç çektim. Gülüşümü anında soldurmuşlardı işte.

"Bir olumsuzluk var mı Raska?" dedim topluluğu kast ederek. Başını iki yana salladı.

"Her şey yolundaydı, Katanım. Kralımızın uyandığı haberi yayıldı. Halk, onu görmek istiyor." Bu konular hakkında pek bir fikrim olmadığından yorum yapmak yerine başımı salladım.

"Meza içeriden çıktığında Kurtan seni görmek isteyecektir. Suka nasıl?" Onu odasına Raska taşımıştı. Kurtan'ı iyileştirmek için neredeyse bütün gücünü kullandığını ve kendini tükettiğini söylemişti. Yena onunla ilgilenmiş, gerekli takviyeleri yaparak uyutmuştu. Mira ise... Bedeninin ve saçlarının temizlediğinden emin olmuş olmalıydı.

"Henüz uyanmadı, Katanım." Bir kere daha başımı salladıktan sonra Meza çadırdan çıktı. Kafamı Raska'ya çevirip başımla içeriyi işaret ettim. Selam verip çadıra geçti.

"Her şey yolunda Katanım." Başımı yavaşça sallayıp gülümsedim.

"Her şey için teşekkürler Meza. Gecenin bir yarısı uyandırmak istemezdim..." diye mırıldandım. Meza bana hafifçe gülümseyip hemen toparlandı ve itiraz etmek için ağzını açtı ama ters ters baktığımı görünce sustu. Bu Katan saçmalığından da, saygılı konuşmalardan da hiç hoşlanmadığımı en iyi bilenlerden biriydi. Onun yanında ufak bir cinnet geçirmiş, Kurtan'a beni bu saçmalıklara maruz bıraktığı için sayıp sövmüştüm. Şimdi Kurtan'ın bütün bunları duyduğunu düşününce...

Dudağımı dişlemeye başladığımda bu kez yanımızda beliren Yena oldu. Burada bana normal davranan bir o, bir de Farah vardı. Sırf bu yüzden bile onların etrafında dolanabilirdim.

Elinde yine aynı merhem kasesi ve birkaç da temiz sargı bezi vardı.

"Günaydın." Dedi imalı bir sesle. Henüz günün bile aymamış olmasından yakındığı belliydi. Eh, haklıydı. O yaşlı bir kadındı. Onu yormamamız gerekiyordu. Ama bunu kendi istiyordu. Merhemleri sürüp sargı bezlerini sarabilmek için defalarca ona dil dökmüştüm. Kendinden başka kimsenin yapmasına izin vermiyordu.

Tıpkı Palu gibi, Kurtan'ı da oğlu olarak görüyordu ve üzerine titriyordu. O yüzden ona ters hiçbir şey söylemeden başımı salladım.

"Müsait mi Kurtan?" Meza'nın bedeni hafifçe gerildi. Büyükanne Yena da olsa, ona Kralım demesi gerektiğini düşünüyordu belli ki. Yena böyle düşünmediği için hafifçe gülümsedim.

"Raska yanında, şimdi çıkar. Suka nasıl?" Yena elindeki kaseyi yavaşça salladı.

"Bir kase dolusu takviye verdim. Birkaç saate uyanır. Mira da onu bir güzel temizledi." Başımı salladım.

"Ruhu için... Ne yapacağız?" bu haftalardır düşündüğüm bir konuydu. Yeminle birlikte ruhunun yok olması işlemini durdurduğumuzu düşünüyorduk ancak büyük bir kısmı çoktan yok olmuştu bile. O kısmı geri getirmenin bir yolu yoktu. Anladığım tek şey, tıpkı Kurtan ve bende olduğu gibi başka birinin ona ruhundan verebileceğiydi. Bu da, oldukça riskli bir işlemdi. Suka geri dönmek istemeyebilirdi, tıpkı benim gibi... Onu tamamen kaybedebilirdik. Bir çıkmaz daha.

"Bir şey yapabileceğimizi sanmıyorum..." dedi Yena kısık bir sesle. Kıyameti durdurmak adına tonlarca kitabı tararken bu konuya bakmayı da aklımın bir köşesine not ettim. Bir yolu olmalıydı.

Raska çadırın kapısında belirdiğinde herkese tek tek baktı. Bakışları en son beni buldu.

"Kralımız sizi çağırıyor, Katanım." Dedi duygusuz bir sesle. Yena'ya bakıp elimle geçmesi için bir işarette bulundum ve birlikte çadıra girdik. Kurtan Yena'yı görür görmez gülümsedi.

"Benim sana bakmam gerekirken sen bana bakıyorsun." Yena sahte bir sinirle suratını daha da buruşturdu.

"Daha ölmedim, huysuz çocuk." Bunların huysuzlukla derdi neydi? Farah da bana huysuz deyip duruyordu. Gerçi, ben de ona huysuz diyordum. Her neyse.

Odayı ferah bir koku sarmış ve hastalığı dağıtmıştı. Kurtan her zamanki gibi tehlikeli değil de, ferahlatıcı bir koku yayıyordu. Yüzünün de ilk uyandığı zamana göre daha aydınlık olduğunu görmek gülümsememi sağladı. Hızlı toparlanıyordu. Ne de olsa bir kara kurttu...

Siyah nemli saçları asi bir biçimde alnına dökülmüştü. Ne kadar uzadığını daha net görebiliyordum bu sayede. Onu en fazla kirli sakalla gördüğüm yüzü ise bir tık daha uzun sakalların esiri olmuştu. Birkaç sargı bezi dışında çıplak olan üst kısmından hala süzülmeye devam eden damlalar olduğunu görmek yutkunmama sebep oldu. Ona artık bir şeyler giydirsek iyi olacaktı... Hepimiz için.

Bakışlarımın nerelerde dolaştığını gören Kurtan bana tehlikeli bir gülümseme bahşetti. Anında bakışlarımı çadırın tavanına çevirdim, her zamanki gibi.

"Konseyi topluyorum. Seni de görmek istiyorum, Yena. Ve Farah'ı da." Yena şaşkın bir bakış attı. Bir şey diyemeden Kurtan konuştu.

"Artık konseyden biri." Dedi başını sallayarak. Farah, Kaydu zamanında konseyden değildi demek ki... konseyde kimler olduğunu bilmiyordum ve merak da etmiyordum.

"Saat 9'da toplanacağız. Aynı yerde." Yena başını sallayarak yatağa doğru ilerledi. Yaşlı elleriyle Kurtan'ın boynundaki sargıya uzandı. Sargıyı dikkatli bir şekilde açtığında kanın dikişten sızdığını gördük. Bir süre inceleyip Kurtan'a döndü.

"Patlamamış, sadece zorlanmış. Hızla iyileşiyor." Rahat bir nefes alırken yarayı izlemeyi sürdürdüm. Onu ilk buraya getirdiğimde, boynunu tutan damarların çoğu kopmuştu ve her yerime onun kanını fıştırkıyordu. Onu kurt formundayken tedavi edememişlerdi. Nasıl insan formuna çevireceğimizi de bilmiyorduk. Eğer o yeşil sıvı olmasaydı... Kurtan'ın yaşaması mümkün değildi. Ya da biz öyle sanıyorduk. Bunu asla bilemeyecektik. Sonuçta o bir haberciydi? Kıyamet kopmadan ölemiyordu belki de. Ya da, kıyameti durdurmadığımız sürece... Hiçbir şey bilmemek canımı sıkmaya başlamıştı.

Onu insan formuna çevirebilmek için saatlerce uğraşmış, mümkün olabilecek bütün sochruları denemiştik. En son topluluktaki bütün İgniserler olarak yaptığımız, onlardan öğrendiğim öz çağırma sochrusu başarılı olmuştu. İnsan formuna döndüğünde ise... Buna pişman olmuştum. Kurt formunda görünenden çok daha kötü görünüyordu her şey. Kimse nasıl hala yaşadığına anlam veremiyordu. Kaydu nasıl bir güce erişmişti ki haberci olarak üstün bir güce sahip olması gereken Kurtan'ı neredeyse yenecekti?

Kurtan haberci olmasaydı, Kaydu'yu asla durduramazdık. Her şey bir şekilde birbirine bağlantılıydı.

İçine girdiğim düşüncelerden beni koparan şey, Kurtan'ın elime uzanması oldu. Sıcak elleri benimkileri anında ısıtmaya başladı.

"Bir şeyler yemelisin." Odada başka kimsenin kalmadığını gördüğümde irkildim. Yena'nın gidişini fark etmemiştim.

"Sen de beni düşünmeyi bırakıp kendini düşünmeye başlamalısın. Hasta olan sensin." Dedim çatık kaşlarımla. Hafifçe gülümseyip başını iki yana salladı.

"Bu mümkün değil." Demekle yetindi. Yavaşça iç çekip yatağın kenarına oturdum.

"Sana söylemem gereken bir şey var..." dedi kısık bir sesle. Her ne söyleyecekse bundan hoşlanmadığı belliydi. Başımı sallayıp dinlemeye başladım.

"Kara kurt olmam-" dediğinde elimi elinin üzerine koyup onu durdurdum.

"Biliyorum." Dedim kendimden emin bir sesle. Yüzüne büyük bir şaşkınlık yerleştiğinde konuşmaya devam ettim.

"Her şeyi biliyorum. Bunu çözeceğiz." Başını kararlı bir biçimde eğdi.

"Durduracağız. Senin sonun olmayacağım." Kalbimin hafifçe teklemesini yok saymaya çalıştım.

"Dünyanın sonunu konuşmamız gerekirken, birbirimizi konuşup durmayı bırakmalıyız." Dedim gülümseyerek. Kurtan gözlerini hafifçe kıstı.

"Senin sonun, benim için dünyanın sonu demek Helena." Gözlerimi sıkıca kapattım. Onun ağzından çıkan her bir söz bir ok gibi kalbime saplanıp kalıyordu. Kalbime saplı o kadar çok ok vardı ki saymam mümkün değildi. Bu şekilde hala nefes almam bile bir mucizeydi.

"Sana ne oldu böyle?" dedim gözlerimi tekrar açtığımda. Kurtan bana ilahi bir gülümseme bahşetti.

"Seni ilk gördüğümde bana zehirli bir ok attın ve zehrin yavaşça beni ele geçirmesine izin verdin. Zehre teslim olduğum günden beri böyleyim... sadece, artık söylemekten çekinmiyorum." neden ağlamak istediğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu ancak deli gibi ağlamak istiyordum. Yutkunup başımı öne eğmekle yetindim. Bir kere daha eli nazikçe çenemi kavradı. Başımı yavaşça kaldırıp gözlerine bakmamı sağladı.

"Kimse seni üzeyemecek. Sen bile." Gözlerimden her şeyi anlamasını ister gibi ona bakmayı sürdürdüm. Beni kolaylıkla okumayı başarmıştı her zaman. Herkes beni kolaylıkla okumayı başarıyordu.

İçimden geçenleri görebilmesi için bütün şeffaflığımla baktım ona. Eli yavaşça yanağımı okşadıktan sonra beni tekrar süzdü.

"Bir şeyler yemeli ve hazırlanmalısın. Çetin bir konsey bizi bekliyor." Kaşlarım çatıldı.

"Benim orada ne işim var?" dedim saf bir merakla. Buraya ait olmadığımı daha kaç kere konuşacaktık?

"Üç haftadır bütün zorlukları göğüsleyen sensin. Onların Katanısın Helena. Benim Katanımsın. Herkes seni, benim eşim olarak görüyor. Orada olmalısın. Seni dinlemek, söyleyeceklerini dikkate almak zorundayız. Sana çok şey borçluyuz." Söylediklerine inanamıyormuş gibi bakmakla yetindim ona.

"Bana hiçbir şey borçlu değilsiniz. Ben hiçbir şey yapmadım ki! Ben, kimseye bir hayrım olmadan ölü gibi üç hafta geçirdim. Beni Katan olarak görmelerinin tek sebebi Yena ve Farah'ın bu yalanı uydurmuş olması." Kurtan gözlerine çöken karanlığı gizlemek için bir girişimde bulunmadı. Yanağımdaki elinin kasıldığını hissettiğim gibi elini indirdi. Derin bir nefes alıp bana bakmayı sürdürdü.

"Buradaki insanları aptal mı sanıyorsun? Yena dedi diye, seni öylece Katan olarak kabulleneceklerini mi sanıyorsun? Sana saygı duyuyorlar. Birileri öyle dedi diye değil. Sen olduğun için. Seni dinliyorlar. Benim sözlerimi bir emir gördükleri gibi seninkileri de görüyorlar. Halkım için Katan'ın ne demek olduğunu bilmiyorsun." Bir kere daha itiraz etmek istediğimde, başını yavaşça eğdi ve konuşmama fırsat vermedi.

"Orada olmana ihtiyacım var." Bunun üzerine ise söyleyebileceğim hiçbir şey yoktu. Buna itiraz edemeyeceğimi biliyordu. Sadece başımı sallamakla yetindim. Neye ihtiyacı varsa, onu yapardım.

"Öyleyse, toparlansam iyi olacak." Dedim sahte bir gülümsemeyle. Elini hafifçe sıktıktan sonra yanından ayrıldım.

Doğru düzgün uğramadığım çadırıma geri döndüm. Yaptığım ilk şey ise, boynumu kontrol etmek oldu. Orada olacağına bir şekilde emin olduğum boğulma izlerini aradım ve elbette göremedim. Rüyamda bir ölü tarafından boğulmuştum, izlerin gerçek olmasına imkan yoktu. Ki orada bir iz olsaydı, Kurtan ya da bir başkası bunu görmüş olurdu. Yine de kabus öyle gerçekçi hissettirmişti ki, bir iz göreceğimden emindim.

Derin bir nefesi ciğerlerime doldurup kendimi her daim sıcak olan küvete bıraktım. Flammalara artık ihtiyacımın olmayacak olması hafifçe gülümsememi sağladı. Uzun, rahatlatıcı bir duş aldıktan sonra siyah bir pantolon ve bluz giydim. Martın sonuna yaklaşmıştık artık ve hava biraz olsun yumuşamıştı. Bir ceket almadan dolaşabileceğimi umuyordum.

Kısa saçlarım beni eskiye oranla çok daha az zorluyor ve daha hızlı kuruyordu. Yine de bu, uzun saçlarımı özlememe engel olmadı.

Çadırdan çıkıp güneşin aldatıcı parlaklığına gözlerimi kısarak baktım ve yürümeye başladım. İlk işim Pegasus'u görmek olacaktı.

Onu her an, kendimden bir parça olarak içimde hissetsem de görmek istiyordum. Onun nefes kesici güzelliği bana her zaman iyi geliyordu.

Devasa çadırın girişinden geçtim ve onlarca bekçiye göz ucuyla bakarak ilerlemeyi sürdürdüm.

Siraz da buradaydı.

Onunla da diğer yaralı bekçilerle olduğu gibi özenle ilgilenilmişti. Birçok kez Pegasus'u ziyaret ettiğim gibi onu da etmiş, iyi olduğundan emin olmak istemiştim. Kardeşini öldürdüğünü bilerek ne kadar iyi olabilirse, o kadar iyi gibiydi...

Bir süredir sadece gergince ateş püskürtüyor, tüm dünyaya küsmüş gibi sürekli yatıyordu. Elbet bunda Kurtan'ın haftalardır uyanmamasının da etkisi vardı. Artık uyandığı için onu daha iyi görmeyi beklemiştim ve öyle de olmuştu. Koyu kırmızı bacaklarını zarifçe kırmış, oturur bir pozisyonda etrafa bakıyordu. Eskisi kadar sık olmasa da, arada bir ateş püskürttüğünü gördüğümde gülümsedim. Aquasar bekçileri, ondan bıkmıştı. Çadırın alev almaması için sürekli onun alevlerini söndürmek zorunda kalıyorlardı.

İyi haber, Pegasus artık ondan o kadar da nefret etmiyor gibiydi.

Kardeşini öldürdüğünü anlıyor, ona daha ılımlı yaklaşıyordu. Gülümseyerek Siraz'a ilerledim.

Yanına geleceğim Pegasus, bana iki saniye ver...

Çadıra girmemle birlikte içime dolmuş olan heyecan yerini kıskançlığa bıraktığında gülümsemem büyüdü. Beni kıskanması hoşuma gidiyordu ne yapabilirim?

"Nasılsın Siraz? Keyfin yerinde olmalı, elementerin turp gibi." Ona kimsenin dokunmasına izin vermediği halde bana izin vermesi, hoşuma giden bir başka şeydi. Bunun da sebebinin Kurtan olduğunu düşünüyordum...

Ona dokunabilecek nadir insanlardan biri olduğumu bilerek başının üstündeki renkli kısmı hafifçe okşadım. Uzun boyu sebebiyle rahat edebilmem için başını yerlere kadar eğmişti. Ağzından birkaç damla alev çıktığında kahkaha attım.

Heyecanlandığında da alev püskürtüyordu. Ama kendine hakim olmaya çalışıyordu.

Başını biraz daha okşadıktan sonra güçlü bekçimi kızdırmamak için ondan uzaklaşıp birkaç metre gerideki Pegasus'a yürüdüm. Bu yerleşkeye ilk geldiğimizde, bu çadırdan pek hoşlanmamıştı. Şimdi ise burada gayet mutlu gibiydi.

"Kıskanç şey." Koca kara gözleri bana yan bir bakış attı. Kıkırdayarak kanadına yöneldim. Alevden bir parçayı andıran turuncu, kırmızı karışımı kanat uçlarına hayran hayran bakıyordum yine. Kanadını açıp önüme serdi.

Bunu binmem için değil, ona yaslanmam için yapıyordu.

Kanadına yaslanıp bekçi çadırının tavanına baktım. Burası çok yüksek tavanlı bir çadırdı ki böyle olmak zorundaydı. Bazı bekçiler gerçekten büyüktü. Pegasus ise, eh, en büyükleriydi.

Neşemin yerinde olduğunu hisseden Pegasus'tan bana yayılan pozitiflik aldığım nefesleri kolaylaştırıyordu. Ben mutlu olduğumda, o da mutlu oluyordu.

"Akşamları yanıma gelmeyi bıraktın." Kısık bir sesle ona sitem ettiğimde, ne cevap vermek istediğini anlamaya çalıştım.

Akşamları gökyüzünü izlerken, ilk günlerde yanımda hep Pegasus oluyordu. Annem bana katılmaya başladığındaysa gelmeyi bırakmıştı. Bizi yalnız bırakmak istiyor olmalıydı ama o benim bir parçamdı. Böyle bir şeye gerek yoktu.

Ne kadar süre orada huzur bulmaya çalıştığımı bilmiyordum.

Gözüm saate gittiğinde telaşla fırladım. Biraz daha oyalanırsam hiçbir şey yiyemeyecektim. Çok istediğimden değil ama bir şekilde gücümü korumak zorundaydım.

"Bir dahaki sefere sen gel, hep ben geliyorum!" ona sitem ettiğimde göz devirdiğine yemin edebilirdim. Kanadını hızla okşadım ve bekçimle vedalaşıp çadırdan ayrıldım.

Yemek alanına yürüyerek gitmeye karar verdiğime pişman olmama ramak kalmıştı. En az elli kişiyle selamlaşmış, birileriyle bir şeyler konuşmadan birkaç adım dahi ilerleyememiştim. Koca bir topluluktan sorumlu olmak o kadar zordu ki. Mutfakta biten malzemelerle ilgili bile bir şeyler soruyorlardı! Hiçbir şey bilmeyen biri olarak birçok şeyi sallamıştım bu zamana kadar. Beni Katan ilan etmenin sonuçlarına katlanmak zorundalardı.

Yemek alanının son birkaç adımını olaysızca tamamladım ve masalardan birine kendimi attım. Israrla baş masaya oturmuyordum. Orası bu yerleşkedeyken, Kaydu'nun sürekli oturduğu masaydı. Orayı yakasım geliyordu ama işte, görmezden gelmekle yetiniyordum. Önümdeki kahvaltılık dolu tabakla uzun uzun bakışıyordum ki, karşımda Karan belirdi.

"Seninle konuşmalarını mı bekliyorsun?" dedi alay eder bir biçimde. Göz devirdim.

"Seni bekliyorumdur belki?" dedim omuz silkerek. Hafifçe gülümsediği her seferinde Kurtan'la çarpıcı benzerliğini düşünmeden edemiyordum. Kaydu'nun ölümünden beri onu yalnızca birkaç kez görmüştüm. Genelde sessizce abisinin başında, yanımda dikilmiş ve konuşmamıştı.

Her seferinde ondan nefret ediyormuş gibi konuşsa da, onun için endişelendiğine emin olmuştum. Şu an benimle konuşmasının sebebi de buydu. Abisi uyanmıştı ve Karan eski haline dönmüştü.

"Beklettiğim için bağışlayın, Katanım." Çatalımı sinirle bir zeytine sapladım.

"Bana bir daha Katanım dersen, ölü bedenini ikinci kez öldüreceğim." Hırsla söylediklerimden sonra dikkatle yüzünü inceledim. Hiçbir kırgınlık göremediğimde, aksine kocaman sırıtıyordu, rahat bir nefes aldım. Ölüm şakalarını kaldırabilecek bir noktaya gelmişti demek ki.

"Sana buradan arkana bile bakmadan kaçmanı söylemiştim. Sen geldin buranın Katanı oldun. Şaka gibisin." Kafamı tabaktan kaldırıp şaşkın şaşkın baktım suratına.

İlk gördüğüm ölü oydu. Ve bana kaçmamı söylemişti. Bunun üzerinden aylar geçtiğine inanmakta zorluk yaşadım o an.

"Kaydu yüzünden kaçmamı istemiştin. Artık kaçmam için bir sebep yok." Dedim dikkatle gözlerine bakarak. Kaydu'nun ölümünün onda nasıl bir etkisi olduğunu görmek istedim. Üzüleceğini sanmıyordum. Sonuçta onu saçma sapan bir sebepten idam ettiren ruh hastasının tekiydi.

Beklediğim gibi, elde ettiğim tek şey büyük bir gülümseme oldu. Öldüğüne seviniyordu.

Gülümsemesi yavaşça azaldıktan sonra bana doğru eğildi. Sanki birileri bizi duyabilecek gibi...

İstemsizce etrafa göz gezdirdim ve bana garip garip bakan birkaç elementer dışında kimseyi görmedim. Katanlarının kendi kendine konuştuğunu görmek onların canını sıkmış olmalıydı. Keşke bu, umurumda olsaydı.

"Sana sadece bu yüzden kaçmanı söylemedim." Dedi kendinden emin bir biçimde. Suratını dikkatle izleyip bir şeyler yakalamaya çalıştım. Başka ne gibi bir sebebi olabilirdi ki?

"Söylesene Karan. Ölüler her şeyi görüyor mu? Geleceğe dair bir şey biliyor musunuz? Ya da şu an bedenin buradayken, başka yerde olanları görüyor musun? Ya da bana görünmeden yanımda olduğun oluyor mu? Ya da bana görünmediğinde, nerede oluyorsun?" binlerce sorum olduğunu fark ettiğimde geriye yaslandım. Karan bana delirmişim gibi bakıyordu. Nihayet merak ettiğim tonlarca şeyin bir kısmını sormuştum işte.

"Ölünce Tanrı oluyoruz falan mı sanıyorsun?" dedi bariz bir biçimde saçmalıyormuşum gibi. Kaşlarım çatıldı.

"Geleceği nereden bileyim ben? Ölüyüm!" siniri karşısında hafifçe geri çekildim. Gülseydim, giderdi. Dudaklarımı birbirine bastırıp gülüşümü bastırdım.

"Bana görünmediğinde, nerede oluyorsun? Öteki tarafta mı?" Karan derin bir nefes alıyormuş gibi yaptı ki buna ihtiyacı yoktu, içgüdüsel olduğunu tahmin ediyordum. Arkasına yaslanıp ellerini masaya koydu.

"Öteki taraf... Hiç hayal ettiğim gibi değil. Cehenmeme gittiğim için falan mı bilmiyorum ama cehennem gibi de değil. Tam bir kaos." Kaşlarım hızla çatıldı. Cehenneme gitmiş olacağını hiç sanmıyordum. Daha çocuk yaşta idam edilmişti. Eğer o bile cehenneme gidiyorsa, hepimiz cayır cayır yanacaktık. Öyleyse sorun neydi? Öteki taraf, düşündüğümüz gibi cennet ve cehennemden oluşmuyor olabilir miydi?

"Öldüğümde, sadece ölürüm sanmıştım. Yani nasıl seninle konuşabildiğimi bilmiyorum. Neden hala buralarda olduğumu... Bir yere giderim ve orada huzur bulurum sanmıştım." Sertçe yutkunmadan edemedim. Bunu sonuna kadar hak ediyordu. Öyleyse sorun neydi?

"Kaos derken, ne demek istiyorsun?" Karan bakışlarını aydınlık gök yüzüne çevirdi.

"İyi kötü... Bütün ruhlar aynı yerde gibiyiz. Bizi sorguya çeken yok, bir yerlere yönlendiren yok. Bunu nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum. Herkes, her şey... Başıboş gibi. Sadece, öteki taraf hiç hayal ettiğim gibi değil işte." Başımı yavaşça salladım. Göğsüme bir sızı çökmüştü. Ona bunları sorduğum için pişman olmanın eşiğindeydim. Bir zeytini daha ağzıma attım. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Öldüğünde dahi huzura eremeyen birini nasıl teselli edersiniz ki?

"Senin yanında değilken ne olduğundan haberim olmuyor, ya da görünmeden yanına gelemiyorum. Seni düşündüğümde, senin yanında beliriyorum ve bir şekilde burada olmadığım sürede olan şeylerden genel olarak haberdar oluyorum. İnan bana, nasıl işlediği hakkında bir fikrim yok." Yavaşça başımı salladım. En azından merak ettiğim bir konu hakkında baya bir şey öğrenmiştim. Tabağımla oynamayı bırakıp ileri doğru itekledim.

"Mesela doğru düzgün hiçbir şey yemediğini biliyorum. Abimin buna kızdığını da." Dedi sinsi sinsi gülümseyerek. Güzel suratına bir tane geçirebilmem için hayatta olması gerekirdi. Ona ters ters bakmakla yetindim.

"Kaydu'yu..." diye girdim söze ama tam olarak sözcüklerimi toparlayamadım. Ne demek istediğimi anlamış olacak ki Karan başını iki yana salladı. Kaydu'yu henüz öteki tarafta görmemişti demek ki.

Bu benim mideme kramplar girmesine sebep olan ihtimallerden biriydi. Onu diğer ölüler gibi karşımda görme ihtimalim olduğunu bilmek beni çıldırtıyordu. Onu asla görmek istemiyordum. Kardeşim hakkında ima ettiklerine rağmen. Onun ağzından dökülecek hiçbir şeyi istemiyordum. O, gözünü kırpmadan iki oğlunu da öldürmüştü. İğrenç bir adamdı ve kardeşimin kim olduğunu biliyorsa dahi ondan duymak istemiyordum. Klaer bulacaktı, belki de çoktan bulmuştu.

Bu düşünce kalbimin teklemesine sebep oldu. Ya, kardeşimi bulduysa?

Gözüme hücum eden yaşları geri gönderebilmek için başımı kaldırdım. Ani ruh hali değişimim elbette Karan'ın gözünden kaçmadı. Ağlayıp zırlayan bir adet Helena'yla uğraşmak istemediği belliydi. Konuşmadan öylece durmayı sürdürdü.

Masadan doğru düzgün el sürülmemiş olan tepsiyi alıp ayaklandım. Daha fazla oyalanmamın bir anlamı yoktu. Konseyden kaçamazdım. Geç de kalamazdım.Tepsiyi bırakıp gergin bir biçimde yürümeye başladım. Karan da sessizce yanımda yürüyordu. Arkadaşlığına minnettar olmadan edemedim. Kendimi yalnız hissetmemi engelliyordu varlığı.

Kurtan'ın çadırına ulaştığımda, Karan abisine birkaç saniyelik bir bakış atıp gözden kayboldu. Ne hissedeceğimi bilemez bir biçimde dikiliyordum ki dikkatim yüzüne çevrildi. Yan profilden gördüğüm yüzündeki uzamış sakallar tamamen ortadan kaybolmuştu. Saçları onu her zaman gördüğüm boyutlarındaydı ve üzerinde görmeye alışık olduğum şalvarımsı şeyler dışında, bedenini saran bir üniforma vardı. Ona ne kadar yakıştığını düşünmenin zamanı değildi. Yapılı bedenini ikinci bir deri gibi saran üniformadan bakışlarımı kaçırıp tavana bakmaya başladım. Hafif gülümsemesi kulağıma ulaştı ama bir şey söylemedi. Yanaklarım kızardığında belli etmeden çıkışa yöneldim. Toparlandığını görmek içimde bir yerlere su serpmişti. Haftalarca ölü gibi yatmış olan o değilmiş gibi, zamanı geriye almış gibi görünüyordu. Her zamanki Kurtan...

Kurtan da yavaş hareketlerle arkamdan geldi. Çadırdan çıkıp kolunu bana uzattığında elimi kolunun üzerine koydum. Bir saniye sonra devasa bir çadırın içindeydik.

Onlarca sandalye gördüğümde korku bedenimi ele geçirdi. Kaç kişi olacaktı bu lanet konseyde?

"Endişelenme. Sadece 6-7 kişi olacağız." Kurtan'ın yumuşak sesi bütün gerginliğimi aldı. Sandalyelerin çoğunun boş kalacağını bilmek rahatlamama sebep oldu. Kurtan yavaş adımlarla diğerlerinden biraz daha büyük olan ve el oyması gibi görünen motiflerin bulunduğu koyu ahşap renkli sandalyeye yöneldi. Ben de karşıdaki normal boyutlu, pek bir özelliği olmayan ahşap sandalyelerden birine yöneldim ancak arkasına doğru dönüp bana yan bir bakış attı.

Hareket etmeyi bırakıp ona döndüm.

"Burası senin." Dedi büyük, işlemeli sandalyeyi göstererek. Kaşlarımı sonuna kadar çattım.

"İyice delirdin." Dedim kısık bir sesle. Kurtan gür bir kahkaha attı. Yüzünü uzun uzun izleme isteğimi bastırdım.

"Ciddiyim Helena. Burası, Katan'ın yeri." Kollarımı göğsümde birleştirdim.

"Senin yerin neresi peki Kral bozuntusu?" karşıdaki sıradan sandalyeleri işaret etti.

"Herhangi biri." Dedi ciddi bir sesle. Hala şaka yaptığını düşünmek istesem de oldukça ciddi görünüyordu. Söylediği şeyleri idrak etmekte zorlanıyordum. Oraya asla oturmazdım.

"Bu toplantıda, artık Katan olmadığımı duyurmalısın." Dedim kararlı bir sesle. Kurtan bakışlarını keskince bana çevirdi. Ne düşündüğünü anlamakta zorlandığım bakışlarıydı bunlar.

"Bundan neden bu kadar nefret ediyorsun?" dedi sonra doğru kısılan sesiyle. Bir sürü sebebi vardı ve bunları çoktan söylemiştim. Buraya ait değildim. Halkını tanımıyordum, geleneklerini bilmiyordum. Bir yönetici değildim, Kurtan'ın eşi değildim... Bana saygı duymaları için hiçbir sebep yoktu.

Onunla tartışmanın yeri ya da zamanı olmadığını bilerek ofladım ve büyük sandalyeye yöneldim.

"Bunu sonra konuşacağız, ciddi bir biçimde." Dedim sert bir sesle. Kurtan hafifçe gülümsedi.

"Emrin olur Katanım." Ona emir vermem hoşuna gidiyordu! Şaşkınlıkla yüzüne bakmayı sürdürerek sandalyeye geçtim. Bari önünde dikilseydim! Bu sandalyeye oturmayı kesinlikle istemiyordum. Birkaç saniye sonra, çadırda Raska belirdi.

"Katanım, Kralım." Bizi selamlayıp sandalyelerden birine oturdu. Raska'nın bu konseyde olduğunu bilmiyordum. Bu beni şaşırttı. Bakışlarımı ondan alıp saatime çevirdim. Birkaç dakika içerisinde saat dokuz olacaktı.

O birkaç dakika içerisinde; Yena, Farah ve tanımadığım üç adam çadırda belirdi. Adamlardan ikisi yaşlı, biri diğerlerine göre daha gençti. Yaşlılardan birini tanıyordum. Hiçbir zaman unutmayacağım yüzler arasına girmeyi başarmıştı.

Kurtan'ın tehlikeli olduğunu düşünenlerden biriydi. Kurtan'ın uyanmadığı ilk haftalarda, ilk cinnetimi o adam yüzünden geçirmiştim. Ortalığı sağlam bir şekilde dağıtmış, ona zarar vermek isteyen herkesi gözümü kırpmadan öldüreceğimi ilan etmiştim. Sonrasında ise bu yaşlı adamı hiç görmemiştim. Bugüne kadar.

Hepsi bizi aynı şekilde selamladı. Yena ve Farah bile. O adam bile.

Hepsinin bakışları bir beni, bir sandalyeyi süzüyordu. Herkes bir sandalyeye yerleştiğinde, ayakta duran sadece bendim. Bakışlarından rahatsız olup huzursuzca sandalyeye oturdum. Bu lanet sandalyeye bir şekilde beni oturtmayı başarmışlardı işte.

Kurtan'ın sesi koca çadırı doldurdu.

"Yokluğumda bizi bir arada tutan Katanımıza saygılarımı sunarım." Dedi onu duyduğum en ciddi sesiyle. Bir kere daha şoka girmemek için sandalyenin kol kısımlarını sertçe kavradım. Neyin içine düşmüştüm ben böyle acaba?

Ortam o kadar saçma geliyordu ki, gülmek istiyordum. Ancak zaten saygı duyulmayan ve birçok kez sinir krizi geçirip herkesi ipe dizen biri olarak bir de koskoca konseyde gülersem, Katan falan dinlemez beni idam ederlerdi herhalde. Gülümsememi güçlükle bastırıp ters ters Kurtan'a bakmaya başladım. Bu Katan saçmalığını hızla geçip, sadede gelmesi için yaptığım psikolojik baskı sonuç verdi.

"Öncelikle rapor istiyorum. Raska?" Raska tıpkı Kurtan gibi bedenini tamamen saran üniformalarından birinin içerisindeydi ancak Kurtan'ın üniforması gözle görülür bir biçimde diğer askerlerinkinden ayrılıyordu. Onunkinde, koyu mavi yerlerin etrafını süsleyen altın rengi iplikler vardı.

"172 kaybımız var. Emrettiğiniz gibi Tempersitarlar ve Aquasarlar yardımıyla dondurulmuş bir şekilde defnedilmeyi bekliyorlar." Nefeslenmek için kullandığı birkaç saniyeyi, şaşkınlıkla geçirdim. Kayıpların hala defnedilmediğini bilmiyordum. Bu kısımla ilgilenen ben değildim. Hiçbir şeyle ilgilenmek istememiştim zaten. Mecbur kalmıştım.

Kurtan, gitmeden önce birçok şeyi ayarlamıştı. Ne ara bunu yaptığını dahi bilmiyordum. Şaşkın şaşkın dinlemeyi sürdürdüm.

"Mevcutta 279 yaralımız var. 257 yaralımızın ise çoktan tedavisi tamamlandı. Mevcut yaralıların tamamı ile ilgilenecek kapasitemiz yok. Bu sebeple kapasite ağır yaralılara ayrıldı. Kalanlara ise düzenli merhem dağıtımı yapılıyor." Yena'ya kısa bir bakış attıktan sonra bir nefesi daha ciğerlerine doldurdu.

"Bir hafta idare edebileceğimiz miktarda merhem malzememiz var. Ağır yararılar hariç herkesin bir haftaya kalmadan taburcu olacaklarını öngörüyoruz. Katanımız, merhem malzemesi toplanması için bir ekip görevlendirdi. Yaklaşık 5 gün içerisinde, bir ay idare edebileceğimiz kadar daha malzeme toplanmış olacak." Bu, birkaç gün önce bana Raska tarafından iletilen bir konuydu. Yaralıların iyileşmesi hassas bir konu olduğundan, bitkilerden anlayan bir grup elementerin bir aylık merhem malzemesi toplaması gerektiğinde karar kılmıştık. Bir haftalık bir göreve çıkmışlardı ve dönmelerine 5 gün vardı. Raska bana göz ucuyla bir bakış attığında hafifçe onu onayladım.

"Yaralı bekçilerin tamamının tedavisi yapıldı. Kaybettiğimiz 27 bekçi var. Halihazırda elementerini kaybettiği için ölenlerden hariç... Tamamı diğer kayıplarımızla birlikte defnedilmeyi bekliyor." Bu bilgi yüreğimin sızlamasına sebep oldu. Elementer öldüğünde bekçinin de ölmesi hiç adil değildi. Bekçi öldüğünde elementer nasıl ölmüyorsa, elementer öldü diye bekçi de ölmemeliydi! 172 kayıp olduğuna göre, hepsinin bekçisi ölmüştü.

Siraz kardeşini öldürmüş müydü yoksa Kaydu öldüğü için mi kardeşi ölmüştü? Ne fark ederdi ki? Sonuç olarak, olan masum bekçilerimize olmuştu.

Pegasus'un ölümsüz olmasına bir kere daha şükrettim. Ben ölsem de o ölmeyecekti, muhtemelen Primus'a geri dönerdi...

Gözlerime hücum eden yaşları geri gönderebilmek için gözlerimi sımsıkı kapattım. Onların yasını daha sonra tutacaktım.

"Emrettiğiniz gibi, deneklere kimse dokunmadı, hiçbir müdahalede bulunulmadı." Denek lafının geçmesi gözümün bir anlığına kararmasına sebep oldu. Onları tamamen unutmuştum...

Bu üç hafta içerisinde neleri unutmuştum? Nasıl bu kadar kendimden geçebilmiştim? Ben bir elementerdim. Birilerini öldürmek zorunda kalabileceğimi bu akademiye geldiğim ilk günden beri biliyordum! Öyleyse neden bu kadar dağılmış, kendimi acınası hale getirmiştim?

Bunda, Kurtan'ın haftalardır uyanmamasının büyük bir etkisi olduğunu bilmek göğsümün sıkışmasına sebep oldu. Belki de kabullenmek istediğimden daha da büyük bir etkiydi bu üstelik. Yıllarca üzerinde deney yapılmış insanları unutmama sebep olacak kadar.

Kurtan, savaş öncesi bu konuyu da düşünmüştü. Bir şekilde, kendinden başkasına bu konuda güvenememiş olmalıydı ki haklıydı. Deneklerle ilgilenilmesine izin vermemiş, kendisinin beklenmesini emretmişti. Hafifçe yutkunarak raporu dinlemeye devam ettim.

"Savaş alanında hiçbir yara almamış olan Kaydu'nun askerleri, ölümünü gördükleri gibi savaş alanını terk ettiler. Sayıları 34. Katanımız her birinin takip edilmesi gerektiğini düşündüğü için ikişer kişilik ekipleri izlerini bulmaları için görevlendirdi." Bakışları bana hiç değmeden konuşmayı sürdürdü. "Yaralı ya da etkisiz hale getirilmiş olanların ise taşları toplandı. Yerleşkede sizin vereceğiniz kararı bekliyorlar. Gözetim altındalar." Bu da merak ettiğim konulardan biriydi. Elbette Kaydu yanlılarının tamamı öldürülmemişti. Onlarca üstün asker öldürülse de, kaçanlar hariç etkisiz hale getirilen ya da yaralı olan da birçok asker vardı. Kaydu'nun ölümü, savaşı resmi olarak sonlandırmış gibi görünüyordu. Sonrasında neler olduğunu görecek fırsatımız olmamıştı elbette... Canımızın derdindeydik.

Kaçanlar için bir plan oluşturmuş olsam da, geride kalanlara ne olduğunu ilk kez burada öğrenmiştim. Onların başında kimin durduğunu dahi bilmiyordum. Belli ki Kurtan'ın önceden verdiği emirlerle alakalı herhangi bir soru gelmemişti bana. Önceden belli olmayan konuları bana soruyorlardı, ben de bir şeyler söylüyordum işte.

Kurtan başını ağır ağır sallayarak onu onayladığını belirtti. Gözleri gurur dolu bir ifadeyle bana değdiğinde yine nefesim kesilmişti. Yaptığım bütün saçmalıkları onaylıyor oluşu şaka gibiydi. Kalbimin tekrar atması için neredeyse elimi göğsüme götürecektim. Küçük bir çocuk gibi bakışlarımı kaçırıp önüme çevirdim. Bir süre sonra da Kurtan'ın bakışlarının üzerimden çekildiğini hissettim. Eliyle yeni kesilmiş sakallarının olduğu yerlerle oynuyor, çatık kaşlarla karşıya bakıyordu. Onlarla ne yapacağını biliyor muydu yoksa hala karar verememiş miydi bilmiyordum. Ben, kendim ne yapacağımı da bilmiyordum ki. Ne yapacaktım? Bundan sonraki hayatıma burada devam edecek halim yoktu. Ancak görünen o ki, kıyameti durdurana kadar burada kalmam gerekiyordu.

"Emriniz üzerine, Eski Dünyaya ait elimizdeki ve diğer yerleşkelerdeki bütün kitaplar ve parşömenler bir evde toplandı. İncelemenizi bekliyorlar." Bu çadırlara ev demelerine hala alışamadığımı fark ettiğimde yine bir gülümseme isteğinin pençesine düştüm. Aynı gülümseme isteği, diğer yerleşkeleri düşünmemle silinip gitti. Sapkınlara bağlı kaç köy ya da yerleşke vardı? Hepsinde insanlar üzerinde deneyler mi yapılmıştı? Her birini bu saçmalıklardan arındırmak ne kadar zaman alacaktı? Sorular bir bir beynimi tırmalamaya başladığında başımı iki yana salladım. Bunları daha sonra düşünecektim. Düşünecektik.

Başımı yavaşça kaldırıp konseydekilerin yüzlerini incelemeye başladım. Bu konu, hain yaşlıyı germiş gibi görünüyordu. Konunun ona geleceğini bildiğim için sabırla bekliyordum. Raska, bu konuda da rapor verecek olmalıydı. O vermezse ben verecektim. Beklemeye devam ettim.

"Yerleşke üzerindeki yemin Kaydu'nun ölümü ile birlikte bozuldu. Halk bundan memnun olsa da, korunmasız olduğumuzu düşündükleri için endişeliler. Bir yemin değil de, bir koruma sochrusu çağırılması onları yatıştırabilir. Bağışlayın Kralım." Bir fikir belirttiği için tedirgin olması canımı sıktı. Kurtan'ın Kaydu gibi olmadığını ne zaman anlayacaklardı? Bakışlarım Kurtan'a kaydığında benimki gibi çatık kaşlarla karşılaştım. Bu durumdan hiç hoşlanmıyordu.

"Yokluğunuzda yedi adet..." doğru sözcükleri arıyormuş gibi suratını buruşturdu. "Kargaşa çıktı. Katanımız, tamamı ile ilgilendi." Konunun buraya gelmesi keyfimi yerine getirdi. Hainlerin işfa edilmesini zevkle dinleyecektim. Onlara karşı bir önlem alınması gerekiyordu. Başka bir yerde yaşamalarını emredebilirdi Kurtan, ya da belki bu tür şeyler için başka bir çözümleri vardı, bilmiyordum. Raska'yı dikkatle dinlemeyi sürdürdüm.

Bakışları çok kısa bir an, hain yaşlıya değdi ve tekrar karşıya bakmaya başladı.

"İçlerinde, Komutan Doha da bulunuyor." Komutan olduğunu bilmediğim haine bir bakış attığımda, suratında hiçbir mimiğin oynamadığını gördüm. Oysa ki ben, tedirgin olmasını ve korkmasını beklemiştim. Belki de açıklama yaparak işin içinden sıyrılabileceğini düşünüyordu. İşler ilginçleşirken dikkatle izlemeyi sürdürdüm.

"Kargaşaların temeli, Kara kurt olmanıza dayanıyor. Sizden korkuyorlar. Uyanmanızı..." bir kere daha doğru sözcükleri aradı. Engellemek istediler, diye düşündüm.

Uyanmanızı engellemek istediler.

"İstemediler Kralım. Bağışlayın." Raska'nın gergin bedeni karşıya bakmayı sürdürürken, gözlerimi Kurtan'a çevirdim. Onun çoktan bana bakıyor olduğunu görmek kaşlarımın hafifçe çatılmasına sebep oldu. Aklından ne geçtiğini bilmek için her şeyi verirdim. Göğsümdeki sağlam sıkıntı, bir şekilde aynı sıkıntıyı onun da paylaştığını düşünmeme sebep oluyordu.

"Halkımız uyandığınızdan haberdar ve sabırsızlıkla sizi görmek istiyor. Ama bildiğiniz gibi... Öncesinde Köprü'ye çıkmanız lazım. Bağışlayın." Raska yine bağışlanma talep ettiğinde gözlerimi devirmemek için büyük bir çaba sarf ettim. Bahsettiği köprünün nerede olduğunu bilmiyordum, yerleşkede hiç köprü görmemiştim. Bir köprünün üzerine çıkıp, oradan mı halkına seslenecekti? Ne saçma geleneklerdi bunlar?

"Aktaracaklarım bu kadar." Bir selam verip, karşıda olan bakışlarını Kurtan'a çevirdi. Kurtan'ın başını hafifçe eğmesiyle sandalyesine oturdu. Bu kez ayağa kalkan Kurtan oldu.

Bütün heybetiyle o üniformanın içerisinde, tam bir kral gibi görünüyordu. Genç yaşına rağmen ona ne kadar yakıştığını düşünmeden edemedim...

"Doha." Dedi sert bir sesle. Adını duyan yaşlı adam bu anı bekliyormuş gibi ayağa kalktı. Tıpkı Raska gibi bakışlarını karşıya dikti ve zehirlerini üzerimize saçmaya başladı.

"Bir kişinin canı, milyarların canından daha değerli değildir, Kralım. Sizin de bunu isteyeceğinizi, halkınızı korumak isteyeceğinizi düşündük." Kurtan'ın başını eğmesini beklemeden sandalyeye geri oturdu. Kaşlarım hafifçe çatılırken belki de gelenekleri yanlış anladım diye düşündüm. Ya da belki yaşlı olduğundan, oturmak için bir izne ihtiyacı yoktu.

Ancak çevremdeki çatık kaşlar öyle söylemiyordu.

Yena ve Farah da dahil gözlerin hafifçe ona çevrildiği gözümden kaçmadı.

Kurtan ifadesiz bir yüzle adama bakmayı sürdürüyordu. Sonra, hafif bir gülümseme şekillendi dudaklarında. Ancak gözlerine hiç ulaşmadı.

"Babamın varlığında burada sandalyeler olmadığını hatırlıyor musun Doha? Daha doğrusu, sizin için sandalyeler olmadığını?" dedi sakin bir sesle. Ne demek istediğine kafa yordum bir süre. Konsey toplantılarını ayakta yapıyor olmalıydılar. Kaydu hariç herkes, onun önünde ayakta dikiliyor olmalıydı... Bu Doha denen adam, kesinlikle Kurtan'a saygı duymadığını göstermeye çalışıyordu.

"Peki... Herhangi bir kıyametin, habercinin öldürülerek durdurulduğunu hatırlıyor musun?" Doha ifadesiz bir yüzle karşıya bakmayı sürdürüyordu. Suratına sert bir yumruk geçirmemek için sandalyenin kollarını kavramayı sürdürdüm.

Kurtan çadırın içerisinde birkaç adım attı.

"Eğer kıyamet habercinin ölümüyle son bulacak olsaydı... Kendi canımı dönüştüğüm ilk an alırdım. Bunu durdurmak için başka yollar bulmamız gerekecek. Yena, Farah, Fereka ve Katanımızla beraber buna bir çözüm bulacağız. Çaban için, teşekkür ederim Doha." Fereka'nın, konseydeki tanımadığım genç adam olduğunu varsaydım. Kurtan'ın bakışları konuşurken ona değip geçmişti. Onu onaylamak ister gibi hafifçe kafamı eğdim.

"Size gelince..." dedi Kurtan. Gözleri Doha'nın üstündeydi. Hainlerden bahsettiğini anlamakta zorlanmadım.

"Ya sürülürsünüz, ya da kan yemini edersiniz. Seçimi size bırakıyorum." Doha'nın bakışları bir an olsun karşıdan ayrılmadı. Başını hafifçe eğdi ve öylece beklemeyi sürdürdü.

Adam bütün duygularını aldırmış gibiydi. Sinirimi öyle bir bozuyordu ki boğazına sarılmak istiyordum. Nasıl bu kadar yüzsüz olabilirdi? Sanki çözüm Kurtan'ı öldürmekmiş gibi uyanmaması gerektiği yönünde halkı örgütlemeye, isyan çıkarmaya çalışmıştı.

Kurtan nasıl bu kadar sakin kalabiliyordu peki?

Bu bile, benim bir Katanla uzaktan yakından alakamın olmadığını kanıtlamaya yeterliydi. Ben bu üç haftalık süreçte ortalığı yakıp yıkmaktan öteye gidememiştim.

Bunda, yeni Helena'nın payı büyüktü elbette.

Hayatım Captivum öncesi ve sonrası olmak üzere ikiye ayrılıyordu.

Captivum'daki deliliğim beni hiçbir zaman terk etmiyordu. Bir gün edecek miydi, bilmiyordum. Oranın bana yaptığı şeyin çok net bilincindeydim. Sürekli cinnetin eşiğinde yaşayan saatli bir bomba gibiydim. Asıl saatli bombanın, bu sakin adam olduğuna inanmak çok zordu.

Captivum öncesi Helena, bir Katan olabilir miydi?

O da olamazdı.

O, safın önde gideniydi. Beş yüz kişiden hançer yer, bin kere onları affederdi. Kısaca benden hiçbir türlü Katan falan olmuyordu.

"Başka bir şey söylemek isteyen var mı?" yavaşça boğazımı temizledim. Bu konuyu ona söylemek için günlerdir bekliyordum ve doğru an konseymiş gibi gelmişti. Gerçi, Doha denilen adamın bir hain olduğu düşünüldüğünde, hata ediyor olabilirdim.

Kurtan'ın gözleri bana öyle bir ışıltıyla döndü ki nefesim kesildi. Sert bakışları pamuktan bir şekere dönüştü.

"Söyle Katanım." Dedi şiir gibi bir sesle.

Elim ayağım çekildi. Kalbim, atmayı bıraktı.

Vücudum adeta jöleleşti, sandalyeden kalkacak gücü bulamadım. Ne bakışlarımı ondan çekebildim, ne de sözcükleri toparlayabildim.

Bana böyle hitap etmeyi, böyle bakmayı bırakması gerekiyordu. Tekrar nefes almak zorundaydım.

Nefes al seni aptal!

Pegasus... Bana yardım et!

Pegasus ciğerlerimin üzerindeki baskıyı azalttığında derin bir nefes aldım. Kelimeleri acilen toparlamam gerekiyordu.

"Size..." dedim ancak sesim o kadar kısık çıktı ki Kurtan'a lanetler yağdırmak istedim. Ne diye onca insanın içerisinde beni bu hale getiriyordu?!

Boğazımı temizleyip ayaklandım ve duruşumu dikleştirdim.

"Size, yani deneylere hizmet eden köylerden birinden kaçan bilim insanları olduğuna dair bir bilgi edinmiştik." Size demem kaşlarının çatılmasına sebep olsa da beni ilgiyle dinlemeyi sürdürdü.

Nefeslenip anlatacaklarıma odaklandım.

Bundan aylar önce, Klaer ve Fernando Dagora'nın emri ile koca bir köyü katlettiklerinde oradan kaçan birkaç bilim insanı olduğunu ve bunlardan birinin Sapkınların ana yerleşkesine sığındığını öğrenmişlerdi. O ana yerleşke, burası olmak zorundaydı. Bu da burada, deneyleri destekleyen bir bilim adamı olduğu anlamına geliyordu. Onu bulmalı, gereken neyse yapmalıydık.

"Bu bilim insanlarından birinin, buraya sığındığını biliyoruz. Bundan yaklaşık birkaç ay önce buraya gelenlerden biri olmalı. Onu tespit etmeliyiz." Kurtan'ın çatılan kaşları çadırdaki diğer yaşlı adama döndü. İsmini bilmediğim, Doha'nın solunda oturan adama.

"Söylemek istediğin bir şey var mı, Nezka?" Adının Nezka olduğunu öğrendiğim adam hafifçe gülümseyip sandalyesinden ayağa kalktı.

"Asla başaramayacaksınız, Kralım." Gülümseme yüzünden silinmeden,kimse ne olduğunu dahi anlayamadan çadırdan kaybolup gitti. Bu bilgiyi çadırdapaylaştığım için ne kadar salak olduğumu düşünmeme fırsat dahi kalmadan...


heyecanın tırmandığı bölümlere yaklaşıyoruz, hem de daha kitabın başından!
Bölüm nasıldı?

Katanlık hakkında ne düşünüyorsunuz?

Lütfen güzel yorumlarınızı, eleştirilerinizi ve oylarınızı kurgumdan esirgemeyin! Aklınıza takılan her şeyi sorun ve eğer okuduğunuzu beğendiyseniz bana göstermekten çekinmeyin :) Buraya yazmaya başladığım ilk günden beri hiçbir zaman oy ya da okunma sınırı koymadım kurgularıma, koymaya da niyetim yok. Ama bu, birilerinin kurgumu beğendiğini görmek istemiyorum demek değil...

Instagram : aykusagi.serisi

Continue Reading

You'll Also Like

23.8M 1.4M 79
Doğum gününden sonra, kardeşiyle eğlenmek için konsere giden bir genç kız... Fırtına yüzünden iptal olan konserden eve dönmeye çalışırken, kendini bi...
919K 20.9K 56
"Madem çok ısrar ettiniz, o zaman artık bey diyebilirim." deyip gülümsedim, bandı yapıştırdıktan sonra yutkundu. "Boşver beyi." deyip dudaklarıma yap...
278K 20.1K 61
𝐒𝐎𝐘𝐋𝐔 𝐀𝐕𝐈 │Her bir rengin anlamı vardır derler lakin hiçbir rengin anlamı hayatı pamuk ipliğine bağlayacak kadar tehlikeli olmamıştı. ...
26K 1.7K 27
Ashley yıldıza bakarak hafifçe gülümsedi. Ne kadar aptalca olduğunu bilse de o gece gerçekten bütün kalbiyle bir dilek diledi. Gökyüzünde yapayalnız...