TUĞRA [İNVERNESS 1]

By EANGEL12

264K 23.2K 9K

Astsubay Kıdemli Başcavuş Tuğra Duman, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin seçkin bir birimi olan Pençe timinin yardı... More

1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
Duyuru
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21. Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
29. Bölüm
30. Bölüm
31. Bölüm
32. BÖLÜM
33. Bölüm
34. Bölüm
35. Bölüm
36. Bölüm
37. Bölüm
38. Bölüm
39. Bölüm
40. Bölüm
41. Bölüm
42. Bölüm

13. Bölüm

7.9K 566 260
By EANGEL12

Bu kitapta geçen kişi ve olaylar hayal ürünü olup tarihle bir alakası yoktur. Bazı şahıs isimleri tarihtekiyle uysa da gelişen olaylar farklılık göstermektedir.

Keyifli okumalar❤️

***

-9 Ay Sonra-

"Rahat dur yoksa arkadaşının gırtlağını keserim" saçımı öyle bir çekiyordu ki yarısının elinde kaldığına emindim. Emir'in gözlerine baktığımda saf öfkeyle karşılaştım. Bu sözleri Emir'e söylemişti saçımı çeken gümüş renkteki pelerinli adam.

Emir'e gözlerimle sakin olmasını anlatmaya çalıştım ama kızgın bir boğa gibiydi. Üstüne gelen 4 adamı savuştururken arkadan kafasına vuran kişiyle yakalanmıştı. Şu an az önce dayak yiyen kişiler onu tutup benim gibi bağlamaya çalışıyordu.

"Ebenin..." yediği sert yumrukla cümlesinin devamını getiremeyen Emir'e bakarken gözlerimi yummuştum. Melek'ten buraya ilk geldiğimiz mağaranın önünde ayrılmıştık ve kimin olduğunu anlamadığımız adamlar tarafından esir alınmıştık. 1 yıldır burada yaşamamıza rağmen gümüş renkte pelerin giyen ne bir klan ne ülke biliyordum.

"Siz kimsiniz?"Sert sözlerimle yüzüme tokadı geçiren adama dişlerimi sıkarak baktım. İlk seni öldürecektim.

"İskoçya kralı adına tutuklusunuz!" Duyduğum sözle direnmeyi anında keserek büyüttüğüm gözlerle konuşan pelerinli adama baktım.

"İskoçya'da bir kral yok" demeyi başarabildim ama adamın yüzü son derece ciddiydi.

"Artık var, yürüyün İngiliz'ler" yüzü kan içinde olan Emir'i sürükleyerek, beni de şaşkınlığımdan faydalanıp kollarımdan tutarak çimenlerin arasından ilerlettiler.

Yarın, mağaradan geçiş günümüzdü. Korkarım ki tarihi hiç olmadığı kadar değiştirmiştik...

***

9 Ay Önce - Günümüz

Annemin bana küçüklüğümden beri hep dayattığı bir düşünce vardı.

"Herkesin elbette bir yeteneği vardır Tuğra. Önemli olan onu bulup, iyice yoğurup kendine güzel bir şekilde aşılamak. Yeteneğini bulduğunda ve ustalaştığında, sıradanlıktan uzaklaşıp insanlığın yeni versiyonu haline gelirsin. Tüm dünya seni tanır, bilir, konuşur. Zamanında ismi duyulmuş tüm dahiler ve sanatçılar bu yeteneğini keşfeden şanslı insanlardır. Onların bizden zeka olarak hiç farkı yok unutma; tek farkları yeteneğini bulmada çok şanslı olmaları..."

Annem zeka konusunda haklı mıydı bilemiyorum ancak bir konuda haklıydı.

İnsan sevdiği ve yeteneği olduğu işi yaparsa gerçekten çok mutlu bir birey haline geliyordu.

Küçüklüğümden beri öğrenmek zorunda olduğum tüm o sanat dalları bana adeta işkence gibi gelmişti. Tarih konusunda iyi olabileceğimi düşündüğüm bir dönem olmuştu ancak ben tarihi süreçlerden çok hocamın anlatım şeklini seviyordum. Tarih kitaplarındaki sıkıcı bilgiler ilgi alanıma hiç ama hiç girmiyordu, sıkılıyordum. Akademik olarak ilerlemek için ise tüm o sıkıcı bilgileri öğrenmem gerekmişti. Fakat ben ısrarla ilgi çekici olaylarla ilgilenmiştim. Yine de sevmesem bile akademik olarak kendimi oldukça da geliştirmiştim. Zorunda kalmıştım.

Askeriyeye gizlice, içten içe hep ilgi duyardım. Evde asla bu konuyu açmazdım, açamazdım çünkü bilirdim ki asla yapamayacağım mesleklerin başında geliyordu. Annemin savunma ile alakalı hiçbir konuda eğitim almamamda emin olması, kendimi savunacak bir durumla karşılaşmayacağıma emin olduğu içindi. Çünkü ben herkese göre Duman'lar şirketinin sahibinin biricik kızı ve gelecekte sosyetede gözde diye adlandırılan o kesimin bir adayıydım.

Babam, annem kadar olmasa da ilgili bir babaydı. Onu çok sever ve saygı duyardım. Başarısını ve mücadelesini takdir ederdim. Eğitimim ile ilgili her konuyu anneme bıraksa da, üzerimde hakimiyeti hatırı sayılır ölçüdeydi. Çalışma temposu aşırı yoğun olduğu için bazı günler onu göremeden uyku vaktim gelse de her gece yanıma uğramadan yatağına gitmezdi. Bunu bilirdim çünkü aslında o ânlarda uykuda olmazdım.

Annemle ilişkisi hiçbir zaman sevgi dolu olmamıştı ama çevremdeki arkadaşlarımın aksine mutlu bir aile ortamına sahiptim. Ne çok sevgi, ne çok stres. Benim ailem sanki önceden kodlanmış gibi belirli rutinini sürdürürdü. Birbirlerine karşı duydukları büyük saygı bağı, sevgi eksikliğini yok ederdi. Herkesin bir görevi vardı ve annemde babamda bunu eksiksiz yerine getirirlerdi.

İkisi de iyi ebeveyndiler.

Yetiştirme yurdunda kaldığım günleri hatırladığım için evlatlık olduğumu hep biliyordum. Ailemin çocuğu olmuyordu ve o kadar zenginliğe rağmen dünyanın tüm teknolojilerini kullanarak yıllarca bunu denemişlerdi. En sonunda aldıkları kararla evlat edinmeye karar vererek uzun bir araştırma sürecine girdiklerini söylemişlerdi. Bu konuda, yeni doğmuş bir bebek evlat edinmeleri onlara tavsiye edilmiş ancak annem yeni doğmuş bir bebeğin bakımından çekindiği için daha büyük bir çocuk almak istediğini söyleyerek babamı ikna etmiş.

Sonuç olarak kader bizi bir araya getirdi.

Ben gözlerimi yetimhanede açtım. Çocukluğumun büyük bir bölümü orada geçti. Çalışan personellerin hepsini annem yerine koydum. Benim gibi orada yaşayan çocukları ise kardeşim, abim, ablam bildim. Elbette anlaşamadığım, kavga ettiğim, zıtlaştığım çocukların sayısı fazlaydı ama nihayetinde hepimiz çocuktuk.

Yurt müdürü Serpil anneye, ailem hakkında bilgisi olup olmadığını soruyordum o küçücük aklımla. 5 yaşında olsam dahi yurttaki çoğu çocuğa ablalık yapıyor, onların bakımı ile ilgileniyordum. Benden çok daha küçükler hatta bebekler dahi vardı.

Kimi terkedilmiş, kimi ailesini kaybetmiş.

Bir gün Serpil anneyi görevli Sema anneyle konuşurken duymuştum. Yeni gelen 3 aylık bir erkek bebek vardı. Ailesinin kaza geçirdiğini ve başka bir yakını olmadığını söylüyorlardı. Ben, o zaman kendi ailemin de kaza geçirdiğini düşünmüştüm. Sonra Serpil anneye bunu defalarca sormuş, tatmin edici bir cevap alana kadar yakasını bırakmamıştım. Ancak ailemin akîbetini asla öğrenememiştim.

Kimi ailesini kaybetmiş hiç yakını olmayan, kimi ailesi tarafından terkedilmiş yüzlerce çocuk... içimizdeki aile özlemini bastırmak için birbirine kol kanat geren yine yüzlerce çocuk.

Hepimizin hayalleri vardı ve bu hayallerin başı bir aileye, anneye babaya sahip olmaktı.

Ben şanslı bir çocuktum.

Genç kız olduğum dönem merak ederek annemden gizli yetimhaneye ziyarete gitmiştim. Serpil anne hâlâ orda görev yapıyordu ancak oldukça yaşlamıştı. Beni görür görmez tanıyan kadının gözleri sevinçle parlamıştı. Onunla havadan sudan sohbet ederek en sonunda konuyu aileme getirmiştim.

Bana ailem hakkında hiçbir kayıt olmadığını söylediğinde ise içimdeki umut filizleri büyümeden solmuştu. Yüzümün düştüğünü gören Serpil anne halime üzülüp açıklama gereği duymuştu.

"Tuğra'cım bir gece güvenlikten telefon aldım. Kapının önünde ağlayan bir bebek olduğunu söylediler. Yurdun dış kapısına çıktığımızda üzerinde siyah, tuhaf bir örtüyle seni bulduk. Henüz yeni doğduğun çok belliydi ama sesin oldukça güçlüydü. Doktorlar kontrol ettiğinde açlık dışında bir sorunun olmadığı için rahatladık."

"Peki kolyem?" Diyerek boynumdaki tuğra kolyesini gösterdim. Serpil anne kolyeye uzun uzun bakarak devam etti.

"O kolye seni bulduğunuzda üzerindeydi, siyah pelerine benzeyen örtünün altında. Bilirsin kimsesiz çocukların ismini otomatik koyarız. Kız ise Ayşe, erkek ise Mustafa. Senin ismin Ayşe olacaktı ama o kolyeyi görünce Tuğra olmasına karar verdim. Üzgünüm kızım, daha çok bilgi edinmek isterdim ama kamera görüntülerinde de bir şey çıkmadı. Polisler araştırmıştı ama sen sanki bir anda ortaya çıkmış gibiydin."

"Bunları söylemen bile benim için çok değerli Serpil anne. Her şey için teşekkür ederim. Ailemle çok mutluyum; bana iyi bakıyorlar, sevgi gösteriyorlar. Onları seviyorum."

"Buna çok sevindim. Şimdi kaçıncı sınıf oldun kızım?" Artık hüzünlü hava dağılmış Serpil annenin yüzü gülmeye başlamıştı.

"Lise son sınıfım, Serpil anne ben bir şey yaptım" dediğimde yüz ifadesi oldukça meraklı hale gelmişti. Söyleyip söylememek arasında bir süre tereddüt ederek duraksadım. Serpil anne beni teşvik eder gibi sıcacık gülümsemeye başlayınca, ağzımdaki baklayı daha fazla tutamadım.

"Ailemden gizli askeriyenin sınavlarına girdim" gülümsemesi büyürken söylediğim 'gizli' kelimesine takılıp gülümsemesi bir anda dondu.

"Neden gizli?" Yüzünde saf merak vardı.

"Bunu asla onaylamazlar. Şu an tarih alanında oldukça iyiyim. Annem akademik hayatımı bu yönde ilerletmemi bekliyor. Babam ise bunların saçmalık olduğunu, eninde sonunda şirketin başına geçeceğim için işletme yönetimi okumamı ve yurt dışına çıkıp yüksek lisans yaparak eğitimimi tamamlamamı bekliyor. Ancak ben askeri sınava girdim bile ve oldukça iyi geçti."

"Ailen ile arandaki meseleyi bilemem güzel kızım" diyerek sandalyede duruşunu düzeltti. O esnada kapının diğer tarafında bağırarak tartışan küçük çocuk sesleriyle bakışlarım kapıya döndü. Serpil annenin elimi tutmasıyla tekrardan bakışlarımı kapıdan ayırıp güzel yüzüne çevirdim..

"Bu hayat senin. Nasıl yaşamak istiyorsan, nasıl mutlu oluyorsan, ne hoşuna gidiyorsa onu yapmalısın. Mesela ben, çocukları sevmesem bu işi yapabilir miyim? Ya da bir doktor düşün, kandan nefret etse ameliyat yapabilir mi? Sayıları sevmeyen birisi muhasebe yapabilir mi? Yaptığımız meslek ve yaptığımız iş bizim tüm hayatımız kızım. Bence aileni güzel bir dille ikna edebilirsin. Eminim içindeki isteği görünce ikna olacaklardır."

Serpil anneyle sohbet etmek beni her zaman rahatlatırdı. Zihnimden geçen kararsızlık ve korku, işte tam bu an yok olmuştu. Ben ülkeme hizmet etmek istiyordum. Asker olmak ve bu uğurda ilerlemek istiyordum. Daha önce deneyimim ve bilgim olmadığı bu meslek dalını, bir meslek olarak görmüyor, yaşam biçimi olarak benimsiyordum. Bir şirkete giderek orayı yönetmek, davetlere katılarak kendimi göstermek ya da ünlü olmak istemiyordum...

Beni çok zorlu bir süreç bekliyordu...

🌿

Dougal, kılıcını düşmanının boynundan çekmeden gözlerime bakmaya devam etti. Atımı, onların tam önünde durduğumda bile neredeyse Dougal ile aynı boydaydım. Kendi boyum çok kısa olmamasına rağmen bu yeni dünyada standartın altında kalıyordum. Bakışlarımız devam ederken kanla kaplanmış teninin her geçen saniye yumuşadığına tanıklık etmek benim de kalbimi yumuşacık yaptı. Sanki etrafta hiç kimse yoktu ve burada, bu bahçede ikimiz vardık.

Dougal'la göz temasımı kesmeden atımdan aşağıya indim ve tam dibine birkaç adımla yürüdüm. Aramızda çok az bir mesafe bırakmıştım. Bakışlarımız hâlâ ayrılmamışken çıkan rüzgarla topuzumdan fırlayan uzun saçlarım yine savruldu ve Dougal'ın yüzüne bir tutamı çarptı. Dougal gözlerini kısa bir an kapatıp derin nefes alarak tekrar gözlerini açtı ve elinin altında tutmaya devam ettiği Connor'u sertçe itekleyerek bizden uzaklaştırdı. Sol elinde tuttuğu kılıcı dik bir şekilde ona doğrultmaya devam ederek bana çok hafif tebessüm etti. Boşta kalan eliyle hâlâ savrulan saç tutamıma nazikçe dokunarak kulağımın arkasına götürdü. Ellerinin çok hafif titrediğini hissettim.

"lorg mi thu" Öyle kısık tonda söylemişti ki sözleri kafamda bir kez daha tekrarlamak zorunda kaldım.

Söylediklerini anladığımda ise dudaklarımın kıvrılmasına engel olamadım. Bu dili artık neredeyse anladığımı Alana dışında kimse bilmiyordu. "Buldum seni" diye fısıldamıştı.

"İyi misin?" kafamı olumlu anlamda bir kere aşağıya indirip kaldırmıştım çünkü az önce kendi dilinde söylediği cümlede takılı kalarak konuşma yetimi kaybetmiş gibi hissediyordum. Heyecandan ellerim buz gibi olmuştu ve kalbimi tutmamak için kendimi zor durduruyordum.

Bariz bir şekilde rahatlama ifadesini gördüğüm yüzünde, ilk geldiğimde olan kana susamışlık hiç kalmamıştı. O da bende diğerlerini unutmuş gibi bakışlarımızı hâlâ birbirimizden ayırmamıştık. Birisinin hafif öksürme sesiyle şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırıp Connor'a dönmüştüm. Adam, kanlar içinde yerde oturmuş vaziyette bekliyor ve Dougal'ın elindeki kılıca korkuyla bakıyordu. Diğer yöne baktığımda Emir, Melek, albay ve kral ile şovalyelerini gördüm. Herkesin bakışları bizim üzerimizdeydi.

Dougal'da benim gibi Connor'a bakış atarak tekrar bana döndüğünde, bakışları uzunca bir süre vücudumda gezindi. İyi olduğumu onaylasam da emin olamıyormuş gibi bir hâli vardı ve bu benim çok hoşuma gitmişti. Üzerimdeki zırhın bazı yerlerini çıkarıp attığım için altındaki elbise belli oluyordu. Beyaz olan elbise, Rob'un kanı yüzünden yer yer boyanmıştı. Dougal, gözlerini kan lekelerinde gezdirdiğinde, bakışlarının yine sertleşerek kaşlarını çattığını gördüm.

"Şimdi seni benim elimden kim alacak?" Ses tonu öyle karanlık çıkmıştı ki Connor'un korkuyla göz bebekleri kocaman oldu. Dougal, dilini damağına vurarak kafasını iki yana salladı ve kılıcını Connor'a yaklaştırarak "Bu sondu" diye mırıldandı.

Dik tuttuğu kılıcını herkesin içinde, kralın önünde Connor'a dogrultmaktan çekinmiyordu. Kral, ağzını dahi açmadan olan biteni izliyordu.

"Dur!" Diyen Connor'un ağlamaklı sesini dinlemeden kılıcı göğüsüne kadar indirerek ucunun derisine sertçe girmesini sağladı. O kadar yavaş ilerletiyordu ki sanki acı çeksin diye bilerek ağırdan alıyordu. Sapından sıkıca tutarak sonuna kadar derisine işleyecekken, sessizliğin hakim olduğu bahçede Connor'un boğuk çıkan sesini tekrar duyduk.

"Emily," diye mırıldanan Connor ile Dougal kısa bir an duraksayarak kılıcının tamamını saplamadan duraksadı. Cümlenin sonunu bekliyordu öldürmek için.

"Bir kızım var, onu bulana kadar bana vakit ver lütfen" Connor'un sözleriyle savaşçılar tarafında şaşkın bir nida yükseldi. Dougal'da oldukça şaşkındı çünkü kılıcı tuttuğu elinin gevşediğini farkettim. Kral, sanki bunu biliyormuş gibi ağzını dahi açmamıştı ancak tedirgin gözleri Dougal'ın üzerindeydi.

"Kız olduğunu nasıl biliyorsun? O gittiğinde hamileydi" albayın arkadan gelen sesini duydum ama Connor ve Dougal arasındaki bakışmaya takılı kalan gözlerim ikisi arasında mekik dokuyordu.

"Kral Billy benim için araştırdı. Emily'nin Galler'de yaşadığını öğrendik. Kızımı görene kadar yaşamama izin ver" Connor'un acizce çıkan sesini duyuyordum ama şimdide Dougal'dan bakışlarımı çekemiyordum. Bu adamın, düşmanlarına karşı oldukça acımasız olduğunu biliyordum. İsmi duyulduğunda bile korku salan Büyük Dougal'ın normal zamanda karşısındakine acımayacağını tahmin ediyordum. Şimdi nasıl bir karar verecek, merakla bekliyordum.

Bahçede kimseden çıt çıkmıyor, herkes Dougal'ın kararını bekliyordu.

Gevşeyen eline rağmen kılıcı göğüsünde tutmaya devam ediyor, Connor'un derisinden ince şerit halinde kan süzülüyordu.

"Benim..." diye söze başlayan Dougal'ın yandan profilini inceledim. Kendiyle bir mücadeleye girmiş gibi gözüküyordu. Emily'nin kızının babasını öldüreceğini sanmıyordum. Ona merhamet edecekti.

"Olana.." devam ettiğinde artık kılıcı iyice gevşetmişti. Sözlerini kafamda birleştirirken, Emily'den 'benim olana' diye bahsettiği için içimde rahatsızlık tohumları yeşermeye başladı. Buna hakkım yoktu ama yinede rahatsızca yerimde kıpırdanmaktan kendimi alamamıştım. Demek hâlâ onu seviyordu. Belki de yıllardır evlenmemesinin sebebi onu geri çevirdiği için yaşadığı pişmanlık olmuştu. Sonuçta büyük bir toprak parçasının tek lideri oydu ve bir varis bırakması gerekiyordu. Bu yüzden çoktan evlenmeliydi. Taşlar zihnimde işte şimdi oturmuştu.

Dougal'ın sözleriyle Connor'un yüzünden geçen rahatlama ifadesi çok net olmasına rağmen, korku dolu bakışları hâlâ Dougal'daydı.

Artık bu lanet klandan bir an önce gitmek istiyordum. İşimiz burada bitmişti. Buradan belki de albayla onun klanına giderdik. Mağaradan geçiş günümüz gelene kadar orada bekler, günü geldiğinde misafir olarak Mclenan'a geçerdik. O zamana kadar albayın nişanlısı Kylie ile bir şekilde anlaşmaya çalışırdım. Artık Dougal'ın yanında kalmak istemiyordum. Kırıldığımı hissediyordum ama buna hakkım olmadığını da biliyordum. Neden beni gördüğünde mutlu olup, sağ salim bulunca rahatladığını düşünmeyi ise hiç istemiyordum. Elbette bir sebebi yoktu ve Dougal emanetine zarar geldiği düşüncesi için ortalığı yakıp yıkmıştı.

Burada işimizin bittiğini düşünerek bakışlarımı kardeşlerime çevirdim. İkisi de Dougal ve Connor arasındaki olaya baksa da algıları oldukça açıktı. Bu zamana ait olmadıkları o kadar belliydi ki. Kralın şovalyelerinin kaçamak bakışları Emir'in elindeki silaha çevriliyor ve ne olduğunu anlamadıkları için kaşlarını çatıyorlardı. Şövalyelerin bazılarının yüzü o kadar temizdi ki sanki hayatlarında bir kılıç darbesi bile almamış gibiydiler. Saçları özenle taranmış, sakal tıraşları güzelce yapılmış şövalyeler. Bence gerçekten de savaş tecrübesine pek sahip değildirler. İskoç savaşçılarının yanından bile geçemezlerdi.

Şovalyelerden ayırdığım bakışlarımı tekrar Connor'a çevirdim. Dougal'ın son sözlerini beklerken, hafif yan dönerek atımın iplerinden tutmaya devam ettim. Onların arasındaki mevzu bana mahrem gelmişti ve bakışlarımı artık çekmek istemiştim. Emily, iki dostun arasını açarak bir savaş başlatmış ve yüzlerce insanın ölmesine sebep olmuştu. Şimdi arkasında bıraktığı enkazlardan bi'haber, Galler'de kızıyla mutlu mesut yaşıyordu.

Dougal'ın Connor'u bırakarak buradan gitmemizi beklerken, duyduğum acı sesle bakışlarım tekrar onlara döndü.

O esnada konuşulanları zihnimi kapattığım için kaçırmıştım.

"Tuğra'ya dokunanı gebertirim, benim olana asla, bir daha..." diye cümlesini eksik bırakan Dougal, herkesi şoka uğratarak kılıcını sonuna kadar göğüsüne saplamıştı. Duraksadığı için onu serbest bırakacağını düşünmüştüm, herkes gibi.

Biliyordum ki Connor yıllardır Dougal'a ne kadat zarar vermeye çalışsa, düşmanlık yapsa da Dougal asla tam bir karşılık vermemişti.

Bu hamlesi sanırım en çok kralı şaşırtmıştı çünkü şu an gözleri yuvalarından fırlamış gibi duruyordu.

Ağzından kan akmaya başlayan Connor dahi bu olana inanamıyor ve şaşkın bir ifadeyle son nefesini veriyordu. Dougal, hafif eğilip Connor'la burun buruna geldi.

"Ben sözümü her zaman tutarım" diye fısıldadığında Dougal'ın son sözünü sadece ben duymuştum.

Connor derin nefes almaya çalıştı ama ağzına gelen kan ile bunu çok zor yapmıştı. Kılıcı sapladığı yer tam olarak akciğerlerine denk geliyordu.

"O..." zorlukla fısıldayan Connor ile Dougal biraz daha ona yaklaşmıştı. Aynı şekilde ben de.

"Sadece beni sevdi" diye cümlesini bitiren Connor, Emily'den bahsederek son nefesini titrekçe vererek hayata gözlerini yumduğunda, Dougal onu sertçe yere bırakmıştı. Kafasını kaldırıp benimle göz göze geldiğinde yüzümde sadece şaşkınlık vardı.

Gözlerindeki tutku dolu ifadeyi gördüğümde düşündüğüm tek şey ise,

Dougal'dan kaçmalı mıydım? Yoksa ona doğru kaçmalı mı?

Kararan bakışları gözlerimde yoğunlaştığında, sanki az önce birini öldürmemiş gibi bir gülümseme oluştu. Gülümsemesi şefkatli, bakışları tutku doluydu. Bu nasıl bir adamdı böyle?

Aynı gülümseme benimde dudaklarımda açtığında, kendime inanamayarak kafamı iki yana salladım ve bakışlarımı anında kaçırarak etrafa baktım.

Connor'un son sözlerini duyduğumu biliyordu, biliyordu ve bu yüzden ona bakmaktan bir süre kaçınacaktım.

"Kızım iyi misin?" Diye bağıran albayla istemeden bakışlarımı arkama çevirip albaya döndüm. Yüzü gergindi çünkü Connor'u öldürdükleri için başları belaya girecekti. Ayrıca bunu kralın önünde yapmışlardı. Hâlâ yaşanan şeyin şaşkınlığı içerisindeydim. Gerçekten de bir ara Dougal'ın onu öldürmeyeceğini düşünmüştüm. Hatta buna emindim.

Albaya kafamı olumlu anlamında sallayarak yaşadığım stres yüzünden derin bir nefes aldım. Sanırım gerçekten de konuşmayı unutmuştum.

Kral, bir adım öne çıkarak düşmanca bakışlarla Dougal'a bakıyordu. Şövalyeleri hâlâ etrafında etten duvar örmüş gibi duruyordu, sanki bu onu koruyabilecekmiş gibi.

"Bunu yaptığın için yargılanacaksın Büyük Dougal ve ben, ceza alman için elimden geleni yapacağım. Bir kral olarak sana söz veriyorum" sözlerini bitirerek bakışlarını bana çevirdi. Beni baştan aşağıya süzerek yüzüne iğrenir gibi bir ifade yerleştirdi.

"Ve sen, Emily'nin yapamadığını yaparak büyük bir düşmanlığın fitilini ateşledin. Dougal'ın başına gelecek her şeyin sorumlusu sensin Osmanlı kızı" Az önce dilini yutmuş gibi duran kralın çenesi birden açılmıştı. Cümlesini bitirdiğinde Emir'in hareketlenerek kralın olduğu yöne doğru yürüdüğünü gördüm. Şövalyeleri hemen Emir'e doğru kılıçları çekmişti ama o bariyer Emir'e asla etki etmezdi, biliyordum.

Emir'i izlerken yanımda oluşan hareketlilik ile sert bir rüzgar esti. O kadar hızlıydı ki ne olduğunu karşıma bakana kadar anlayamamıştım.

Tam yanımdan bir kılıç uçarak geçmişti.

Uçan kılıç, kralın şövalyelerinden birine saplanarak kralın korkuyla çığlık atar gibi ses çıkarmasına sebep olmuştu. Kılıcı savuran Dougal'dı. Bir adım öne çıktığında, albay da Emir'in yanına giderek onu omuzundan tutmuş kulağına bir şeyler fısıldıyordu.

Dougal bir adım, bir adım daha derken tam şövalyelerin karşısında durarak bakışlarını krala dikti.

"Elinden geleni yap III. William!" gür çıkan sesiyle ne yapacağımı şaşırarak önümdeki manzaradan gözlerimi alamadım. Dougal, Britanya'nın kralına tam şu an kafa mı tutuyordu?

Dougal'ın tam arkasına doğru yürümeye başladım. Onu durdurup Dougal'ın başının daha çok derde girmesine engel olacaktım ancak Dougal, benim geldiğimi hissetmiş gibi tek elini arkasına getirip bana dur işareti yaptı.

Kralın, şövalyelerin, savaşçıların, albayın, Melek ve Emir'in şaşkın bakışları bu seferde ikili arasında gidip geliyordu. Dougal'ın işaretiyle olduğum yerde sabit kalarak gözlerimi kırpıştırmaya başladım.

Bir dakika!!!

William...

O az önce William mi demişti? Hani Billy'di kralın ismi?

3. William attan düşerek ölmüştü. Kayıtlara kaza olarak geçmişti ancak öğretmenim Niki'ye göre ardında bir sis perdesi vardı.

O, bunun şaibeli bir ölüm olduğunu düşünüyordu. Nedenini merakla sorduğumda bana gülümseyerek şöyle açıklamıştı.

"Tuğra, sence iyi bir binici olan kral yıllardır tanıdığı attan nasıl düşmüş olabilir?" Ona "belki at üzerindeyken kalp krizi geçirmiştir" dediğimde sıcak bir tebessüm sunarak devam etti.

"Yanındaki sadık askerleri hiçbir şüpheli durum olmadığını teyit etmişler. Bence ölümü bir plan..."

O ân, ilgimi çeken bu bilgideki kral, kanlı canlı karşımdaydı ve ölümünün her detayını çok iyi hatırlıyordum, döneminde olan olayları da... neden Billy diyorlardı ki sürekli? William deseler belki bu işi çoktan çakardım. Hep Billy diye bir kral hatırlamadığım için kafam karışıyordu ve ilgi çekici bir olay olsa mutlaka hatırlardım diye kendimi teselli ediyordum. Kraliçe Anne, Mary, bunları çok iyi hatırlıyor, 1700'lü yılların sonları diye düşünüyordum. Yani tarihler uymuyordu ve ben bu dönem yaşayan İngiltere kralı hakkında detaya hakim olmadığım için kendime sövüp duruyordum.

Kraliçe Mary, William'ın karısıydı.

Aklımdan geçen bilgiler yüzünden korku dolu bakışlarımı bu seferde Dougal'a çevirdim.

Gerçekten de adı bilinmeyen klan lideri Dougal olabilir miydi?

Mclenan kelimesi bana hep bir yerden tanıdık geliyordu ama çıkaramıyordum.

Kesinlikle oydu!!

Yaşadığım uyanış ile gözlerime akın eden yaşlara inanamıyordum. Kalp atışlarım hızlanmış yere çöküp ağlamamak için kendimi zor tutuyordum.

Dougal'ı bir şekilde durdurmam gerekiyordu.

"Dougal" diye mırıldandığımda sert, gür ve boğuk sesini duydum.

"İskoçya'da ki en güçlü klan beyi benim. Eğer bu topraklarda saygınlık istiyorsan saygısızlık yapmayacaksın. Karşında bir varis, bir leydi var Billy"

Billy ismini tükürür gibi söylediğinde, jetonun tenekenin içine düşmesi gibi son perde de aralanmıştı zihnimde. Bilerek William ismini kullanmayarak aslında onu küçümsüyordu. Bu zamana kadar ondan genelde Billy diye bahsettikleri için daha önce çarklar kafamda oturmamıştı ama şimdi her şeyi çok daha net görebiliyordum.

Lanet olsun!!

Birkaç yıla kalmadan William da Dougal'da ölecekti...

"Gidelim" sözcüklerimi zar zor bulduğumda konuştum. İşlerin daha da kızışıp Dougal'ın ölümünün öne çekilmemesi için şimdi durması gerekiyordu. Eğer kral şu an geri adım atarsa bunu gururuna yediremez ve Dougal ile planlarını öne çekebilirdi. Yoksa aralarındaki rekabet bu günden sonra mı çıkacaktı? Ben tarihin akışını bozmadan bu planları bilirken, onları önlemem çok daha kolay olurdu ancak şimdi hiçbir şeyi kestiremiyordum.

Ne olursa olsun Dougal'ın ölmesine izin vermeyecektim.

***

Toparlanıp klandan ayrılmamız 10 dakika sürmüştü. Kral bizden önce atına binerek uzaklaşmış, Dougal ardından uzun uzun bakmıştı. Bana yandan bakış atarak kendi atının yanına gitmiş ve savaşçılarına sadece "eve dönüyoruz" diye seslenmişti. Ardından ortadan kaybolmuştu.

"Öldüm meraktan kızım öldüm" diyen Emir, bana sarılarak alnıma öpücük kondurmuştu. Ondan ayrılıp Melek'le de sarıldığımda, üzerlerindeki kamuflaja bakarak gülümsemiş "Ne o, operasyona mı gidiyorsunuz" diye kendimce dalga geçmiştim. Emir "hiç komik değil salak" diyerek saçımı çekmiş ve albayın yanına gitmişti.

"Melek, ilaç kutusu yanında mı?" Diye sordum klandan çıkıp orman yoluna girdiğimizde. Rob, o otlarla asla iyileşemezdi.

"Evet neden? Yaran mı var?" telaşla konuşan Melek'e kafamı sallayıp "Rob yaralı, iltihap kapmış" dedim. Melek endişeye kapılan bakışları etrafta gezinmişti.

"Yolumuzun üzerinde Arthur'a emanet ettim. Antibiyotik yeterince vardı değil mi?" Melek kafasını onaylar anlamda sallayınca derince ohladım.

"3 kişiye yetecek kadar var. Normalde bu kadar yanımda taşımazdım ama seni bulmak için çıktığımız operasyonda iki tim olacağımız için sorumlu komutanım fazladan almamı emretmişti"

"Buna da şükür. Bir an önce hızlanıp Rob'a yetişelim" Melek benimle aynı anda atını hızlandırarak önlere doğru ilerledik. Dougal hâlâ ortada yoktu ve nedense bu durum canımı sıkmıştı. Ön sıralarda Arthur'u gördüğümde onların da önünde tek başına at süren Dougal'ı fark ettim. Aramızdaki mesafeye rağmen sanki ona baktığımı anlamış gibi bir anda arkasını dönerek göz göze gelmiştik. Gülümsediğini görünce yakalanmanın verdiği utangaçlıkla bakışlarımı kaçırıp Arthur'un yanına doğru ilerlemiştim.

Arthur'un yanına geldiğimizde ön tarafına oturttuğu Rob'u gördüm. Gözleri kapalı, vücudu terden parlak hâle gelmişti. Arthur'a durmasının işaretini verdiğimde atını yavaşça durdurdu. Melek Rob'un yanına giderek durumunu kontrol etmeye başladı. Nabzına, göz bebeklerine ve ateşini kabaca incelediğinde kafasını bana çevirip iki yana salladı. Ardından Arthur'a onu indirmesini söyleyerek kendi de atından indi. İlk yardım çantasını açarak antibiyotik şişesi ve şırıngayı ortaya çıkararak Rob'un omuzundaki bandajı çıkarttı.

Yarası daha da kötü olmuş gözüküyordu. Solüsyonla yarayı temizlemeye başlayarak otun ne olduğunu sordu. Arthur, tereddütle Melek'e baksa da çevreyi kontrol ediyordu. Bizim durmamızla bir grup savaşçı bizimle dursa da çoğunluk önde ilerlemeye devam ediyordu. Melek temizlediği yaraya son kez bakarak etrafına kısaca göz gezdirdi. İğne yaparken birisinin görmemesi gerekiyordu. Arthur'la göz göze geldiğimizde imâmı anlamış gibi yakındaki savaşçıları bizden uzaklaştırdı. Melek cam şişedeki antibiyotiği şırıngaya çekerek Rob'un koluna enjekte etti.

"O nedir?" Arthur'un sorusuyla yaraya bakmaya devam ettim.

"Sıvı hale getirilmiş bir ilaç" Cevap veren Melek'le Arthur bana kısa bir bakış attı. Gözlerimi kapatıp açtığımda sanki benim onayımla rahatlamış gibi duruyordu. Yarayı temiz bir bandajla kapatan Melek, ayağa kalkarak bana döndü.

"İyi olacak daha kötülerini görmüştüm" içimi rahatlatmaya çalıştığını biliyordum. Arthur'un Rob'u ata bindirmesinde yardım etmesini izlerken Melek'e cevap verdim.

"Benim yüzümden yaralandı. Onu korumak için elimden geleni yapmaya çalıştım Melek ama olmadı. Ölebilirdi."

"Evet ama ölmedi. Kendini bu yüzden suçlama sen onu oradan tek başına çıkarttın Tuğra. Sahi kaleden yaralı bir adamla nasıl kaçmayı başardın?"

"Yardım aldım diyelim" giden Arthur'un atın peşinden kendi atımın yularını tuttum. Aklıma tekrar gelen sembolle gözlerimi kapatıp açtım.

Çok fazla şeyi üst üste yaşamıştım. Yalnız kalıp olayları düşünüp sindirmek için zamana ihtiyacım vardı.

***

Kaleye giden zaman boyunca tüm vücudum bitkinlikten isyan ediyordu. Kaç saattir uykusuz olan bedenim, tanıdığım insanları gördüğüm an rahatlayarak kendini yorgunluğa bırakmıştı. Rob'un aldığı ilk antibiyotikten sonra ateşi çok hızlı bir şekilde düşerek savaşçıları oldukça şaşırtmıştı. Yol boyunca kendinde olmasa da savaşçılar onun ne kadar güçlü bir adam olduğu ve ölümden böyle döndüğü için Tanrı'nın onu sevdiğini savunuyorlardı. Bu görüşler boyunca aslında iyileşmesinin sebebinin Melek'in yaptığı iğne olduğunu anlayan Arthur'un şüpheli bakışlarını üzerimizde hissediyordum.

Royce'un topraklarına girdiğimiz an tüm savaşçıların gözle görülür bir şekilde rahatlamaları ile Dougal mola emri verdi. Resmen yola çıktığımız saatler boyunca hiç mola vermemiştik ve Emir'in neredeyse ağlamak üzere olduğunu görüp gülmeme engel olamamıştım. Bu zamandaki yaşam hiç ona uygun değildi çünkü ne kadar asker olsa da Emir sivil hayatında konfor ve teknolojiyi seven biriydi. Albayla saatlerdir olan konuşmaları da bu molayla bitmiş oldu ve atından inerek direkt yanımıza doğru yürüdü. Dougal, bana uzak bir yerde adamlarının kamp alanı kurmasında yardım ediyor, albay ise Rob'un yanına gitmiş onu kontrol ediyordu.

"Silahlar hakkında soru sordular mı?" Emir yanıma geldiği an beni sorguya çekeceğini biliyordum çünkü yolculuk sırasında olayı özetle anlatmıştım. Emir ayrıntı isteyecekti. O beni sıkboğaz etmeden ben soru sormalıyım diye düşünmem, benim suçum değildi. Sıra asla bana gelmezdi çünkü.

"Sormayan bir kişi kaldı mı desen daha doğru olur. İnanabiliyor musun silahı görüp şaşırarak inceleyenlerden ziyade kahkaha atanlar bile oldu" Emir şikayet eder gibi konuşunca Melek hafif kahkaha atmıştı.

"Nasıl yani?" Dedim kaşlarımı çatarak.

"Bir erkek gibi kılıç almalısın evlat o demiri bir yerine sokarlar" savaşçılardan birinin taklidini yaparak sesini kalınlaştıran Emir'le durumu anlayarak ben de hafif gülmüştüm.

"Dua etsinler de mermim sayılı yoksa bu demiri kim sokuyor gösterirdim onlara" Emir'in sinirli hâlleri bana moral olurken yaşadığım tüm streste uçup gitmişti sanki. Gözlerim sürekli Dougal'a kaysa da Connor'un kalesindeki hâlinden eser olmaması moralimi bozmuştu. Sanki ben yokmuşum gibi beni görmezden geliyor ve bu durum aşırı canımı sıkıyordu. Hayır yani ne olmuştu ki bir anda anlamamıştım.

"Silahları boşuna aldınız" Emir'e odaklanarak aklımdan Dougal'ı attım.

"Senin götürüldüğünü öğrenince elimize geçen her şeyi aldık" diyen Melek'in de üzerinde kendi taramalısı hariç benim taramalım da vardı. Gerçekten ellerine geçen her şeyi almışlardı. Bizimkilerle konuşurken kamp alanı da kurulup 4 tane büyük ateş yakılmıştı. Savaşçılardan bir grup avlanmak için ayrılınca diğerleri kendi aralarında zafer kutlaması yapmaya başlamıştı. Albay hâlâ Rob'un yanındaydı ve ona su içirmeye çalışıyordu. Geç kalmamıştık ve o iyi olacak gibiydi. İlk dozda bile ilaç etkisini göstermişti.

Dougal, önünde durduğumuz ateşin tam karşısına geçip oturunca az once rahatlayan bedenim tekrar gerildi. Ancak bu gerilimin sebebi korku ya da başka bir olumsuz duygu değildi. Safî heyecan yüzünden kaskatı olmuştum.

Hava da yavaş yavaş kararmaya başlamıştı. Tam karşıma oturan Dougal ile kısa bir an göz göze geldik. Yüzünde 3 aydır görmediğim kadar gülümseme eksik olmuyordu sanki. Suratsız, nemrut, sinir bozucu olan adamın içine sanki Romeo kaçmıştı. Yolculuğa çıktığımızdan beri benden kaçan hâllerini aklıma getirerek kaşlarımı çatarak bakışlarımı ondan ayırdım. Evet, böyle düşünsem benim için çok daha hayırlı olacaktı. Dougal akıllı biriydi ve böyle uzak durmasının ikimiz için daha hayırlı olacağını anladığı kesindi. Yakında buradan gidecektim ve aramızda dostluk dışında bir durum olmaması çok daha iyiydi. Onu düşünmekten vazgeçip Emir'e kulak verdim. Melek'e 'kral gördük lan harbi harbi kral' diye bir şeyler  anlatıyordu..

"Harbi harbi kraldı ama hiç hayallerimdeki gibi değildi. Göbeğini gördün mü? Acaba ayakkabılarını nasıl giyiyor?" Melek'in sözleriyle kahkahama engel olamadım. Güldüğüm esnada Dougal ile tekrar göz göze geldik. Elinde yine meşhur bıçağı ve bir dal parçası vardı. Dilini dudağında gezdirerek gülümsemesini saklamadan beni izliyordu. Utanarak tekrar bakışlarımı kaçırdım. Bu sefer ben onu bakarken yakalamıştım ama bakışını kaçıran yine bendim!

"Melek, sen nasıl bir kral hayal ediyordun da hüsrana uğradın acaba? Ayrıca ben kral olsam ayakkabımı giydirsin diye uşak tutardım kızım." Bizimkilerin atışmasını izlerken tebessüm etmeden de duramıyorum ki. Dougal'a bakmayacağım diye kendime telkin veriyordum. Savaşçılardan biri yanımıza gelip, bize su uzatınca Emir matarasını gösterip reddetti. Bunu Melek ile atışmasını hiç kesmeden yapmıştı. Onum bu hâllerine gülmeye devam ederken, bana döndü.

"Sen bilirsin Tuğra, bu kral neler yapıyor? Nasıl ölüyor?" Emir'in sorusuyla bakışlarım istemsiz Dougal'a döndü. O da soruyu duymuş ve elindeki işi bırakarak merakla bana bakıyordu. Ona kralın kafayı İskoç beylerine taktığını ve bu uğurda savaş başlatmaya hazır olduğunu, yine bu uğurda öleceğini ve binlerce İskoçya'lıyı öldüreceğini nasıl anlatabilirdim ki?

Boğazımı temizleyerek tekrar Emir'e döndüm. Bakışlarımdan bir şeyler bildiğimi ve bu şeylerin iyi şeyler olmadığını anlayan Emir, yutkunarak kısa bir ân Dougal'a bakış attı. Dougal, yanan kamp ateşinin yansıması altında, altın renginde gözüken yeşil gözlerini benden ayırmadan cevabımı bekliyordu.

"Bilmiyorum" dedim kısık sesle ve konuyu değiştirmek için Melek'e baktım. Ancak Dougal'ın sesi ile bakışlarım yine ona döndü.

"Sana zarar verdi mi?" Beklemediğim yerden gelen soru ile afallamamı kontrol altına alarak yüzüme hafif tebessüm eklemeyi başardım.

"Hayır ama onlar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim" cevabımla ortamdaki gerginlik azalırken bizimkiler de rahatlayarak benden bakışlarını çekmişlerdi. Dougal'ın ise yüzünde gururlu ifade o kadar netti ki.

"Kral senden korkuyor mu?" Emir'in sorusuyla tekrar aynı konuya döndüğümüzü anlayarak onun matarasını alıp birkaç yudum su içtim. Dougal, ben su içene kadar bekledi ve gözleri en son matarada takılı kaldı. Emir'in matarasını onun yanına geri koyduğumda dahi kaşları çatık mataraya bakıyordu.

"Hey, mataramı öldürmeye çalışıyorsan seni uyarıyorum!" Alayla karışık konuşan Emir'e, Melek yine tebessüm etmişti. Sözleri ile bakışları mataradan ayrılan Dougal bu sefer Emir'e, 'ne diyorsun sen?' der gibi bakmıştı. Mataraya bakarken başka bir şey düşündüğü çok belliydi ve bir ân dalıp gitmişti sanki.

"Benden herkes korkar, onunla çıkar ilişkimiz vardı. Bu günden sonra o da kalmadı. Bundan sonra ne olacağını ben de bilmiyorum, umurumda da değil" baya da mütevazi olan Dougal aslında doğruyu söylüyordu. Kendinin farkında bir liderdi ve binlerce kişiyi ardından ilerletebilecek potansiyele sahipti. Kralın ondan korkmaması için hiçbir sebep yoktu. Güç, korkuyu da getirirdi ve kral ne kadar güçlü olsa da tahttaki hakkını karısının sayesinde elde ettiği için asiller arasında hükümdarlığını onaylamaz düşünceler olduğunu biliyordum. İskoçya'yı tamamen elde ederek onlara kendini ispatlamak istiyordu. İskoçya'yı almayı Connor ile hedeflese de Dougal onun tüm planlarını bozmuştu.

"Yanındaki şovalyelerinin hayatlarında gerçek bir savaş görmediklerine eminim" Benimle aynı tespiti yapan Melek ile şaşkınca ona baktım. Aynı şeyi düşündüğümüzü anlamıştı.

"Tuğra, bir günlük yolumuz kaldı. Biraz dinlensen iyi olur" Dougal'ın sesiyle tekrar göz göze geldik. Biraz uyusam gerçekten de fena olmazdı çünkü hareketlerimde bile yavaşlama başlamıştı. Kendimi bitkin hissediyordum. Etrafı inceleyerek uyumak içi uygun bir yer aradım. İleride büyük bir kayalık görünce ayağa kalkarak "Dougal haklı, avdan dönüp yemek piştiğinde beni uyandırırsınız" diyerek kayaya doğru ilerledim. Arkamdan Dougal'ın delici bakışlarını hissetsem de dönüp bakmamayı başardım. Uykusuz da olsam yolculuk sırasında yediğim kuru ekmek ve peynir midemi hiç memnun etmemişti. Yemek için uyanabilirdim ve öyle yapacaktım.

"Tuğra kalk, Nusret'in atasını buldum" uykuyla uyanıklık arasında duyduğum Emir'in sesiyle gözlerimi açtım. Eğlenen bakışlarını bir yere sabitlemiş izliyordu.

"Ne diyorsun yine" homurdanarak oturur pozisyona geldiğimde Emir'in bakışlarını takip ettim. Kamp ateşinin başında büyük bir et pişirmişler, eti dilimleyerek herkese bölüştürüyorlardı.

"Ne eti o?" Gözlerimi ovarak kaslarımı esnettim. Ne eti olduğunu sormuştum ama o kadar açtım ki kokusu şimdiden ağzımı sulandırmıştı.

"Şu taraftaki domuz, Dougal biz yemiyoruz diye gidip geyik avladı. Bizim için olan et şuradaki" gösterdiği ateş alanına baktığımda Dougal'ın kollarını katlamış bir şekilde, pişmiş geyik etini dilimlediğini gördüm. Bıçağı çok güzel kullanıyordu ve keskin olan bıçağı sanki bir kağıdı kesiyormuş gibi kolay hareket ediyordu. Onu gizlice süzmek istememiştim ama gözlerimi hareketlerinden ayıramıyordum. Yaptığı işe odaklanmıştı. Ayırdığı parçaları büyük yaprakların üzerine koyuyor, başka biri onları alıp insanlara dağıtıyordu.

Konsantrasyonunu bozmadan dilimleme işlemine devam eden Dougal, eti keserken dudakları hafifçe kıvrıldı. Gülümsemeye benzer bu ifade ile etleri parçalamaya devam edince neye güldüğünü anlamak için ben de ete baktım ama gülünecek bir durum gözükmüyordu. Tekrar Dougal'a döndüğümde, onun zaten bana baktığını anladım. Gülümsemesi hâlâ yüzündeydi ve eliyle eti işaret etti.

Yine ve yine yakalandık.

"Senin ona baktığının farkında olduğu için gülüyor kızım sazan mısın sen? Ah ah ben olmasam halin nice olur" Emir'in sözleriyle utancımdan kıpkırmızı oldum.

"Ne saçmalıyorsun sen be" çemkirerek ayağa kalkınca Emir'de peşimden ziyafete doğru yürümeye başladı. Başka bir şey konuşmadan Dougal'ın yanına oturana kadar o beni izlemişti. Tam yanına oturduğum ân, derin bir nefes alarak eti kesme işlemine geri dönüp bakışlarını çekebilmişti.

Önündeki eti dilimleyerek kemikli kısmı Emir'e uzattı. Tek eliyle eti tutan Emir, direkt ete yumulup yemeye başladı. Dougal, sanki çok önemli bir iş yapıyormuş gibi etin en butlu olan kısmını ince ve düzgün şeritler halinde keserek, Emir'inkine kıyasla daha büyük bir parçayı genişçe bir yaprağın üzerine koydu. Yaprak kısmından tutarak hafaya kaldırdığında dahi bakışlarını yaptığı işten ayırmayan Dougal sinirimi bozmaya başlamıştı artık. Zaten yolculuk yorucuydu, yoğun bakışları ile kalbimi de oldukça yoruyordu.

Taa ki yaprağın kenarına minik, mor bir çiçek koyana kadar, sinir olduğumu düşünüyordum.

Şaşkınca minik çiçeğe bakakaldım.

Çiçek öyle küçüktü ki yaprağın arasında kimse dikkat etmezdi ama kalbimin uğultusu yüzünden sanki herkes fark edecekmiş gibi hissederek kısaca etrafa göz gezdirdim. Emir'i kontrol ettiğimde yağlı ağzıyla etinden kocaman bir ısırık aldığını görüp tekrar çiçeğe baktım. İşaret parmağımı çiçeğin üzerinde gezdirip bakışlarımı yavaşça Dougal'a çevirdim. Sanki çiçekten haberi yokmuş gibi büyük etten rastgele kopardığı bir parçayı ısırarak yemeye başlamıştı ama yüzündeki muzip gülümseme yerli yerindeydi.

Bu adam sahi neydi?

Korku salan, acımasız, merhametsiz, şefkatli, merhametli, iyi dinleyici, düşünceli, romantik?

"Teşekkür ederim" diye fısıldadım çiçeği alıp cebime koyarken. Kimse görmeden saklamam gerek diye düşündüm. Çiçeği aldığımı gören Dougal sanki beni öpecek gibi bakıyordu bu defa. Ona daha fazla bakmaya dayanamayarak, yemeğe gömülüp yemem lazımdı ancak bir utanma gelmişti bana. Nazikçe yiyesim geliyordu.

"Zambak bulamadım" duyduğum sesle  kibarca ısırdığım minik lokma boğazıma kaçarak öksürmeye başladım. Bana daha öncede çiçek vermişti aslında ama hep maket haldeydiler. Bu verdiği ilk gerçek çiçekti.

Ya zambak? Niye özelikle zambağı belirtmişti?

"Böyle özel bir bilgiyi Alana kimseye söylemez sanıyordum ama aslında zambağın benim için bir önemi yoktu. Görev sırasında zorla yapılan bir şeydi. Seçmem istenince aklıma gelen ilk çiçek zambak olduğu için öyle yapıldı. Bana bu yüzden zambak vermek zorunda değilsin" cümlemin ortasında Emir'in yanımızdan kalktığını farketmiştim. Cümlemi bitirdiğim an ise Dougal'ın yüzünde saf şaşkınlığı görüp duraksadım.

"Neden bahsediyorsun Tuğra" hafif aksanlı sesi her Tuğra dediğinde, ismim kulağıma daha hoş geliyordu sanki. Kafamı iki yana sallayarak gözlerine odaklandım. Meraklı bir parıltı vardı bakışlarında.

"Dövme?" diyerek tek kaşımı karnımın olduğu kısmıma işaret edince Dougal'ın da bakışları birkaç saniye oraya kaymıştı. Şimdi yüzünde daha da fazla meraklı bir ifade vardı. Anlamamıştı!

Bilmiyordu!

"Alana, benimle ilgili 'zambaklı dövme' sözcüğü içeren bir şey anlatmadı değil mi?" Yaşadığım aydınlanma ile kırdığım pota içimden küfür ederken utançtan oturduğum yerde küçülmüştüm sanki.

"Alana iyi sır tutar. Benim sırlarımı kimseye anlatmadığı gibi senin sırrını da bana anlatmaz" Alana'nın sır tuttuğunu tabii ki bilip pat diye lafa atlamamam lazımdı. Ben git gide Emir'e mi benziyordum acaba?

"Tabii ki" utanarak elimdeki eti kenara koydum. "Sen nokta atışı yapınca belki geldiğim ilk zamanlar bahsetmiş olabilir diye düşündüm"

"Beni aydınlatmak ister misin leydim?" Bu bir sorudan ziyade, kurtuluşun yok anlat demekti.

"Dövme gördün mü hiç?" Konuya girebilecek en güzel şekilde girerek üstünkörü anlatmaya karar verdim.

"Daha önce bir adamın, sivri uçlu bir kemikle derisini delerek içini boyadığını daha sonra o delikleri ipek ipliği ile dikerek küçülttüğünü görmüştüm, sorduğun buysa?" Buruşan yüzüme keyifle bakan Dougal, kenara koyduğum etten bir parça kopararak ağzıma doğru uzatmıştı. Onun elinden yemek laf getirebileceği için uzanıp elindeki lokmayı alıp ağzıma atmıştım. Yüz ifadesi aynı duran Dougal, tüm bu süre boyunca bakışlarını gözlerimden ayırmamıştı. Çok samimi olan bu hareket ile rahatsızca yerimde kıpırdandım.

"Evet o dediğin gibi ancak bizim zamanımızda daha kaliteli aletlerle yapılıyor. Kemikten daha az acı verici olduğuna eminim. Tüm dünyada yaygın bir kültürdür."

"Ve konumuzla alakası?" Hiç beklemeden cevap verdi.

"Bende de bir tane var."

"Sende bir zambak dövmesi mi var?" Konuları birleştiren Dougal'a kafamı salladığımda şaşkın ifadesi tekrar geri gelmişti.

"Görmek isterim, iznin olursa" söylediği son sözle bir anda ayağa fırlayarak büyüttüğüm gözlerimi Dougal'dan kaçırdım. Sözlerinin kötü bir anlama geldiğini düşünen Dougal'da benim gibi ayağa kalkarak bakışlarını üzerimde tuttu.

"Üzgünüm leydim sizin zamanınızı bilmediğim için dövmeyi görmenin kötü bir durum olduğunu kestiremedim. Size saygısızlık yapmak gibi bir niyetim yoktu" tamamen yanlış anlamıştı ve doğrusunu nasıl anlatacağımı bilemiyordum. En iyisi doğrudan söyleyip kaçmak diye düşündüm çünkü bu konuyu albay ile konuşursa, dövme göstermenin ayıp bir durum olmadığını anlar ve beni yalancı sanabilirdi.

"Hayır yanlış anladın. Dövme göstermek ayıp değil, ki insanlar bunu göstermek için yapar zaten. Sıkıntı olan kısım bendeki dövmenin vücudumda olan konumu. O, uygun bir bölgede değil" Hızlı hızlı ağzımdan çıkan sözler ile bir insan ne kadar utanabilirse çarpı on utandığımı hissettim. Dougal, tokat yemiş gibi irkilerek gözlerini gözlerimden çekmeden kafasını bir kere salladı ve tekrar yerine oturdu. Daha fazla yüzüne bakamayacaktım.

"Yemek için teşekkürler lordum" diyerek yerde bıraktığım yemeği hızlıca alarak önüme bile bakmadan uzaklaştım. Heyecanlandığım için kendimi daha sonra dövecektim.

.

🌿

Kaleye vardığımız zaman bizi Alana ile Ewan kapıda karşılamışlardı. Alana, gözyaşlarıyla ıslanmış yanakları ve kırmızı bir burunla bana sarılarak kendi dilinde dualar etmişti. Ewan'ın bile yüzünde mutlu bir ifade vardı. Bu insanların kısa sürede bize bağlanması hiç ama hiç iyi değildi. Böyle konuşuyordum ama ben de onları gerçekten özlemiştim.

Dougal kaleye geldiğimiz andan beri yanımdan ayrılmamış utanmasa odama bile benimle girecek kadar peşimde dolaşmıştı. Nöbetçilere sertçe talimatlar vererek güvenliği daha da sıklaştırdığı ise dikkatimden kaçmamıştı. Hemen atıştırmalıklar istetmiş ve bana zorla yedirmeye çalışmıştı. Onun bu tavırlarını ben dahil herkes şaşkınlıkla izlemiş, kimse sesini çıkarıp bir şey soramamıştı.

Odama bile neredeyse zorla çıkmıştım çünkü Dougal yalnız kalmamam için elinden geleni ardına koymamaya yemin etmiş gibiydi.

Emir, bu davranışların beni deli edip sonunda onu bir güzel döveceğim diye Ewan'la bahise girmiş, dövmeyip hoşuma gittiğini anladığında ise sırf iddiayı kazanmak için beni gaza getirmeye çalışmıştı. En son bıraktığımda Ewan onunla dalga geçiyordu.

Nihayet odamda yalnız kaldığımda, kapım çalınıp içeri gelen çalışan kızlar ile Fiona'ya gülümsedim. Yanlarında getirdikleri tahta küvetle ise neredeyse sevinç çığlığı atacaktım. "Leydim, sapasağlam döndüğünüz için Tanrılara şükürler olsun" ayağa kalkıp Fiona'nın elini tuttum ama tüm kaslarım fena ağrıyordu.

"Bana bir şey olmaz merak etme" gülümsediğinde gözlerinin kenarındaki kaz ayakları yüzüne çok daha samimi bir ifade veriyordu. Biz Fiona'yla konuşurken kızlar da küvete sıcak su dolduruyorlardı.

"Siz yokken lord Quany'in nişanlısı leydi Kylie kalemize misafir olarak geldiler. İstirahatte oldukları için sizi karşılayamadılar" hemen bilgi vermeye başlamıştı Fiona.

"Benim için çok mu endişelenmiş de gelmiş" Gülerek sorduğum soruyla Fiona'da gülümsedi.

"Siz Quany'in kızısınız. Yakında sizin anneniz olacak bu yüzden endişelenmesi çok normal" Fiona kendi kurduğu cümleye inanmıyormuş gibi bir yüz ifadesi takındığında kahkahama engel olamadım.

"Öyleyse banyodan sonra ziyafet edip endişesini bir gidereyim" gözlerimden kalpler çıkarak küvetteki suya baktım ve elbisemi çıkarmaya başladım. Kızlar çoktan dışarıya çıkmışlardı ve Fiano ile yalnızdık. Kendimi suyun içine bırakınca sanki coss diye bir ses çıktı. Bütün kemiklerim, eklemlerim, kaslarım tutulmuştu ve çok yorgundum. Burada biraz uyumayı düşünüyordun.

"Yerinde olsam o kadınla açık açık düşmanlık yapmazdım Tuğra" Fiano ismimi kullandığına göre oldukça ciddiydi. Kafamı yan döndürerek Fiano'ya baktığımda yüz ifadesinden bunu doğruladım.

"Bana bir şey yapamaz Fi." Çünkü yakında, onlara göre ölü olacaktım. Bu düşünceyle içim burkuldu. Buraya çok alışmıştım. Yine de gitmem gerekiyordu.

"Hep bunu söylüyorsun ama sen bir insansın. Üstelik bir kadınsın. Bu dünyada en çok kadınlara bir şey olur leydim unutmayın" Benim iyiliğimi istediği için sözlerine alınmadım. "Beni koruyan bir ilahım var. Kendimi önce ona sonra yine kendime emanet ederek en zorlu savaşlardan sağ çıktım. En soylu diyebileceğin insanların bile arasından çıkabildim ben Fiona. Annem beni yetiştirirken, Kylie gibi kadınlara karşı nasıl duracağımı da öğretti. Bu yüzden gerçekten merak etme, bana bir şey olmaz" son cümlemi gülümseyerek söylediğimde Fiano'nun yüz hatları da yumuşadı.

"Bir ihtiyacınız olursa, ne olursa, yerimi biliyorsunuz leydi Tuğra" sözlerinden sonra arkasını dönüp kapıya yürüdüğünde, kafamı da kuvvetin kenarına yaslayarak gözlerimi kapatmıştım. "Ayrıca sakın orada uyumayın" sözlerini duyunca dişlerimi göstererek gülümsedim. Kapı kapanmadan hemen önce "Seni yaşlı kurt" dediğimi kesin duymuştu.

.
***

.
Gerçekten küvette uyumuştum!

Gözlerimi açtığımda boynum tutulmuş, parmaklarım buruşmuş bir şekilde ayağa kalkınca, aynı anda gelen titremeyle gördüğüm ilk havluya sarılıp ısınmaya çalıştım. Lakin öyle bir uyumuşum ki en rahat yatakta bile böyle deliksiz uyuyamazdım kesin. Aynanın karşısına geçince soğuktan mor renge dönmüş dudaklarımı birbirine bastırarak üst üste birkaç defa hapşırdım. Anlaşılan sifayı kapmış ve yanmıştım. Emir başıma bela olacaktı.

Havluyu üzerimden çekmeden ısınmaya çalışmaya devam ettim çünkü açtığım an titreme geliyordu. Kırgınlık da tüm vücudumu sarmıştı, kolumu kaldıracak halim yoktu sanki. Bir anda bu kadar kötü nasıl olabildim, sırası mıydı şimdi?

Havluyla yatağımın üzerine oturup elbiseyi nasıl giyeceğimi kara kara düşünürken gelen gülme isteğiyle tekrar hapşırdım. Şu an uzanıp basit bir elbiseyi alıp kafamdan geçirmekten acizdim. Her şeyin başı sağlık diyen amcayı buradan sevgiyle anarak havluyla açılan bacaklarımı örtmeye çalıştım ama nafileydi. Olduğu gibi bırakıp derince nefes aldım ve gözlerimin kapanmasına izin verdim. Bir anda nasıl bu kadar kötü olabilmiştim ki?

3 aydır bu zamanda sıkışıp kalmıştım ve vücudumun bir yerde tepki göstereceğini biliyordum. Son yaşadığım olaylar da zaten cabasıydı. Yatakta oturur vaziyette kapalı gözlerimle kısacık havlunun ucunu tutmuş yaşadıklarımı düşünüyordum. Yatağa uzansam kalkamayacaktım ama kalkmam gerekiyordu.

Kapımın tıklatılmasını duyunca açtığım gözlerimi kapıya çevirdim. Emir ve Alana olsa direkt içeri dalardı. Kullanılmış küveti almak için kızlar gelmiş olmalıydı. En azından bana elbisemi uzatabilirlerdi ve derin bir uykuyla sabaha kadar kendime gelirdim.

Kapı tekrar tıklatılınca konuşmam gerektiğini hatırlayıp "gel" dedim pürüzlü çıkan sesimle.

Kapı ardına kadar açıldığı an karşımda Dougal'ı görmek en son beklediğim şeydi.

Bir bana bir üzerimdeki yok denecek kadar kısa havluya bakarak hızla içeri adım attı ve arkasındaki koridoru kontrol ederek kapıyı kapattı. Odaya girdiği an ise yan dönerek bana bakmamaya çalışmıştı ama öne arkaya hareket ederek ne yapacağını şaşırmış gibi duruyordu. Şu an açıkçası hiçbir şey umurumda değildi. Sadece çok üşüyordum.

"Neden öyle oturuyorsun?" Şaşkın çıkan ses tonunu seçebilmiş ancak cevap verememiştim. Tek yapabildiğim tek elimle havlunun etek kısmını baldırımdan aşağıya çekmeye çalışmak olmuştu.

Bir süre odaya sessizlik hakim sürerken Dougal cevabımı bekliyordu. Sonunda dayanamayıp bana döndüğünde bakışlarını tekrar hızlı bir şekilde benden kaçırarak tavana bakmaya başladı. Şu an kendimde olsam bu hareketi tatlı gelip gülebilirdim ama hiç halim yoktu.

"Çok soğuk" fısıldayan sesimle "elbisem" diyerek sandalyenin yaslanma kısmında olan elbiseye baktım. Bir terslik olduğunu anlayan Dougal kaşlarını çatarak birkaç adımla sandalyenin yanına ilerledi ve elbiseyi ucundan tutarak bana bakmadan yanıma geldi. Ben kolay kolay hasta olmazdım ama hasta olduğumda da komalık olurdum. Her hastalığımda mutlaka hastanede birkaç gece kalmak zorunda kalırdım ki bu başıma çok az gelmişti. Yine öyle bir durumun kıyısında gözüküyordum ki burada hastane yoktu. Serum ve iğneler olmadan nasıl kendime gelecektim bilmiyordum.

Elimi güçlükle kaldırıp elbiseyi tuttum. Dougal, bakmadan bacaklarımın üzerine elbiseyi bırakıp bana sonunda dönebildi.

"Yaran mı vardı? Neden söylemedin, nerede?" Peşi sıra sorduğu sorular ve ses tonu yüzümü buruşturmamı sağladı.

"Emir," dedim zor bela çıkardığım sesimle. Benim bu hâlimden en iyi o anlardı.

Dougal, utangaçlığı ve centilmenliği sonunda bırakarak yatakta yanıma gelip oturarak gövdesini bana doğru çevirdi. Gözleriyle vücudumu taramaya başladı. Elbiseyi kaldırıp bacaklarıma dahi bakınca elimde olmadan gülmeye başladım.

"Yaram yok sadece üşüttüm" diyebildiğimde bakışları hâlâ bacaklarımdaydı. "Dougal," sesimi tekrar duyduğu ân hızla gözlerini yukarıya çıkararak gözlerimle buluştu ve derin bir nefes verdi. "Çok üşüdüm" kenara koyduğu elbiseyi tutarak bana yaklaştırdı. Kafamdan elbisenin boyun kısmını geçirirken soğuk parmakları tenime değdi. Bu adam buz gibiydi.

Titrememe engel olamadan kıyafeti giydirmesini bekledim. Elimden nazikçe tutup kolumu kaldırdığında kendimi tamamen bebek gibi hissetmiştim ancak Dougal hayatındaki en önemli iş buymuş gibi nazikçe elbiseyi kolumdan geçiriyordu.

Diğer kolumu da geçirince etek kısımlarından tutarak dar olan elbiseyi yavaşça aşağıya indirmeye başladı. Ayağa kalkmam gerekiyordu ama bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. Ayrıca o havluyu da çıkarmam lazımdı.

"Şimdi seni ayağa kaldıracağım" çok yavaş ve nazikçe çıkan sesiyle kafamı hafifçe salladım. Dougal, tek eliyle belimden tutarak beni yataktan havalandırdı. Şaşkınlığımdan tepki bile veremeyecek halde gözlerimi ona dikmiştim. Beni resmen tek eliyle kaldırmıştı ve diğer eliyle de elbisenin etek kısmını aşağıya indiryordu.

Göz göze geldiğimizde eli oldukça yavaşlamaya başladı. Elbisenin etek ucunu tutuyor ve sanki kımıldamıyor gibi yavaştı. Belimden sarılır şekilde tuttuğu için ve havada olduğum için yüzümüz eşit boydaydı. Aramızda birkaç santim vardı. Eli buz gibi olsa da teninden gelen sıcaklık bende ona daha da yaklaşma isteği uyandırıyordu.

"Tuğra" sessizce fısıldadığında aramızdaki mesafenin çok kısa olmasıyla nefesi burnuma ve dudaklarıma çarpmıştı. Derin nefes alma isteğine karşı koyamadım ve aldığım nefesle Dougal'ın bakışları dudaklarıma kaydı. Yeşil gözleri öyle parlıyordu ki içindeki sarı hareleri alev almış gibiydi.

Beni öpmesini istiyordum. Beni öpecek ve bunu yarın unutacaktım.

"Dougal" onun gibi fısıldadığımda isteğimi anlamış olmasını umdum ve gözlerimi kapattım. Kendimi ona şu an teslim etmek istiyordum. Hiçbir şey umurumda değildi; zaman, mantık, yıllar...

Dougal'ın belimdeki kolu sıkılaştığında kendiyle bir kavgaya girdiğini anladım. Düşünmesin istiyordum. Sadece beni öpsün.

Yarın belki de deli gibi pişman olacaktım.

Dudaklarıma değen sıcak nefesinin yoğunluğu yavaşça artınca gözlerimi araladım. Kısık gözlerini, gözlerim ve dudaklarım arasında gezdirerek yavaş yavaş daha da yaklaşıyordu. Gözlerimi açık tutarak her ânı görmek istedim.

İlk önce ılık nefesini, ardından kalın alt dudağını üst dudağıma değdirdi. Hafif nemli olan dudağını birkaç saniye kımıldatmadı. Tereddüt ediyordu ve bu hoşuma gitmemişti. Dudaklarımı kımıldattığım an boşta kalan elini enseme getirerek nazikçe saç köklerimden tuttu. Kendi dilinde birkaç kelime fısıldadığında duyduğum sözlerin ne olduğunu bu sefer anlamadım ama söyleyiş tarzı bu zamana kadar duyduğum bütün aksanlardan çok daha romantik gelmişti.

Dudaklarını aşağıya kaydırarak alt dudağıma küçük ve nazik bir öpücük kondurdu. Her an kalkıp odadan kaçacakmış gibi kaskatı olmuş ve kendi içinde girdiği savaş devam ediyormuş gibi bir hâli vardı. Bir anda vücuduma gelen güçle tek elimi boynuna sararak vücudumu ona bastırdım ve yatağa düşmesini sağladım. Elbisenin etek kısmı göğüsümde kalmıştı ve havlu hâlâ yerli yerindeydi. Çıplak bacaklarımı ayırıp karnına oturarak beklemediği bir şekilde dudaklarına tutundum. Onun gibi küçük değil, derince öpmeye başlamıştım. İlk birkaç saniye şaşkınlıktan iki eli havada kalan Dougal, tuhaf bir hırıltıya benzer ses çıkartarak öpücüğüme karşılık vermeye başladı. Ellerini belime koyarak yatakta beni yana devirdi ve üzerime gelerek derince beni öpmeye devam etti. Ağzımın her yerini talan ediyor, hafifçe dudaklarımı ısırıyor ardından ısırdığı yerleri diliyle geziyordu. 

"Seni o kalede sağlıklı gördüğümden beri bunu yapmak istedim" fısıltısını duyunca onu kendime daha çok bastırarak dudağını ısırdım. Isırmamla yanaklarımı iki eliyle tutarak kafasını yan yatırıp öpüşümüzü derinleştirdiģinde inlememe engel olamamıştım.

Ondan bu gece tek istediğim buydu. Öpüşümüz artık kontrolden çıktığında Dougal'ın ıslak dili ağzımda adeta dans ediyordu.

Bir anda kendini geri çektiğinde, nefes nefese kalmış, kendime tamamen gelmiş bir şekilde ona bakıyordum. Şu an hastalığım konusunda daha iyi hissediyordum ki sebebi bence adrenalindi.

"Tuğra biz.." boğuk çıkan sesiyle benim gibi o da nefes nefeseydi. Gözleri öyle derin bakıyordu ki beni kara delik gibi içine çekiyordu. İşaret parmağımı kaldırıp dudağının üzerine koyarak onu susturmaya çalıştım. Parmağıma öpücük kondurarak eliyle tutup kenara çekti.

"Hastasın şu an sağlıklı düşünemiyorsun. Pişman olmanı istemiyorum"

"İyi hissediyorum Dougal, bunu istiyorum" tekrar öpmek için kafamı hafif havaya kaldırdım ama ona ulaşamadım. Çok uğraşmama gerek kalmadan Dougal tekrar üzerime kapanıp bu sefer daha vahşi bir şekilde beni öpmeye başladı. Eliyle boynumdaki elbiseyi tek hamlede yırtınca, sadece havluyla kaldım. Elleri şimdi her yerdeydi. Sadece özel bölgelerime değmekten kaçınıyordu. Dudaklarımdan ayrılıp yanağıma, çeneme ardından tekrar boynumu öpmeye başlarken fısıldadı.

"O zambağı görmek istiyorum, nerede?" Bunu söylerken sağ elimdeki parmaklarımı okşuyordu ve boynuma küçük küçük öpücükler bırakıyordu. Elini tutarak yavaşça göbeğime ardından kasıklarıma doğru havlunun üzerinden yavaşça indirdim. Tam dövmenin üzerinde durduğumda işaret parmağını tutarak zambağın büyüklüğünü ölçer şekilde daire çizdim. Vücudunun daha da kasıldığını hissetmemle, zaten ıslak olan dudaklarımı ıslatma ihtiyacı hissettim.

Dougal, boynumda derin bir nefes alarak öpmeye ve yukarı doğru çıkmaya başladı. Boynumdan yanağıma, oradan kulağıma kadar öptüğünde kulak mememi hafif ısırıp fısıldadı.

"Onu birgün göreceğim ama bu gece değil" Bunu bir söz verir gibi söylemişti. İleriye gitmeyeceğini de teyit etmiş oldu. Dougal gerçekten de onurlu bir adamdı çünkü şu an kendimi altın tepsiyle ona sunuyordum.

"Öp beni" cevabımla dudakları hızla yine dudaklarımı buldu ve bu defa daha nazikçe öpmeye başladı. Öperken arada çekiliyor ve dudaklarımı koklayıp tekrar öpüyordu. İki elimde boynundaydı ve onu olabildiğince kendime yapıştırmaya çalışıyordum.

"Tuggra yemek saati geldi bir şeyler yemeden uyudum deme sakın" koridorun dışından duyduğum sesle gözlerimi sonuna kadar açarak Dougal'ı üzerimden ittirdim. Sıkı bir küfür eden Dougal, üzerimden kalkmıştı ama bakışları hâlâ dudaklarımdaydı. Vücuduma bakmamak için özel bir çaba harcıyor gibi dursa da gözü sık sık bacaklarıma kayıp geri yukarı çıkıyordu. Odanın kapısı -tabii ki tıklatılmadan- açılıp Alana kapıda gözüktü.

Şaşkınca bize bakmaya başladığında, bir üzerimdeki havluya, bir abisine, bir de yatağa bakıyordu.

Az önce yaşananların etkisiyle konuşamayacağımı anlayıp nefeslerimin düzene girmesini bekliyordum. Bir yandan Alana'ya ne diyeceğimiz düşünüyordum. Dougal'ın ise umurunda olmayan bakışları hâlâ üzerimdeydi.

"Burada neler oluyor?"








***

❤️

Continue Reading

You'll Also Like

50.2K 3.7K 57
[Tamamlandı][Angst] "Tanrı beni bir hastalıkla cezalandırırken nasıl huzurlu bir şekilde aşk hayatı yaşayabilirdim ki."
7.4M 335K 64
Fantastik #1 Siz hiç bir ruha aşık oldunuz mu? Gülüşünden bihaberken ya da öfkelendiginde nasıl baktığı bilemeden sonsuz bir melankoninin içine düştü...
69K 3.8K 44
KOD ADI AZRAİL. Ailesi küçük yaşta öldürülen Efsar, kardeşiyle birlikte ailesinin katilinin yanında esirdir. Küçük yaştan itibaren suikastçi olarak y...