Düşmüş Melekler Senfonisi

By profeysinil

2.1M 158K 263K

Watty's Gizem&Gerilim Kazananı 🏆 🏆 MysteryTR Ödülleri - Yıla Damga Vuran Gizem&Gerilim Hikayesi -*- "Norma... More

Bölüm 1 - Sonun Başlangıcı
Bölüm 2 - Kış Esintisi
Bölüm 3 - Bir Hayaletle Yürümek
Bölüm 4 - Görünenin Arkası
Bölüm 5 - Kan Çiçekleri
Bölüm 6 - Anılar ve Yarasalar
Bölüm 7 - Minerva'nın Baykuşu
Bölüm 8 - Şüphe Mavisi
Bölüm 9 - Gordion Düğümü
Bölüm 10 - Yoldan Çıkmak
Bölüm 11 - Cehennem
Bölüm 12 - Gemileri Yakmak
Bölüm 13 - Zâhir
Bölüm 14 - Gerçeklik Yanılgısı
Bölüm 15 - Epiktetos'un Asası
Bölüm 16/1 - Madımak
Bölüm 16/2 - Ölüm Meleği
Bölüm 17 - Tinúviel
Bölüm 18 - Çatışma
Bölüm 19 - Korkunun Bıraktığı Yerdeki Kız
Bölüm 20 - Kayıp Ruhların Şafağında
Bölüm 21/1 - Öpücük
Bölüm 21/2 - Kör Kütüphaneci
Bölüm 22 - Kaybolan Fırtına
Bölüm 23 - Efraim'in Panteri
Bölüm 24 - Fırtınanın Kanatları
Bölüm 25 - Mahşerin Dört Atlısı
Bölüm 26 - Karlı Kayın Ormanı
Bölüm 27 - İşgalci
Bölüm 28 - Karanlık
Bölüm 29 - Ölülerin Hükmü
Bölüm 30 - Part Vuruşu
Bölüm 31/1 - Babil
Bölüm 31/2 - Babil
Bölüm 32 - Kralların Zehri
Bölüm 33 - Yalıçapkını
Bölüm 34 - Adsız
Bölüm 35/1 - Sanatçı
Bölüm 35/2 - Sanatçı
Bölüm 36 - Sihirbaz
Bölüm 37 - Çoklu Evrenler Kuramı
Bölüm 38 - Hükümdâr
Bölüm 39 - Yıkım
Bölüm 40 - Gelin
Kaan Kayaban'la TeknoNerd
Bölüm 41/1 - Otuz Kuş
Bölüm 41/2 - Kaf Dağı
Bölüm 42 - Uçurum
Bölüm 43 - Entropi
Bölüm 44 - Alef
Bölüm 45 - Quesalid
Bölüm 46 - Yılbaşı
Bölüm 47/1 - Truvalı Cassandra
Bölüm 47/2 - Zorlu Yollardan Yıldızlara
Bölüm 48 - Kara Kral
Bölüm 49 - Yıldız Hırsızı
Bölüm 50 - Gerçekliğin Ötesi
Bölüm 51 - Ateş Tapınağı
Bölüm 52 - Gölgedeki Adam
Bölüm 53 - Yıldızların Altında
Bölüm 54 - Lanetli Şarkılar
Bölüm 55 - RSA
Bölüm 56 - Zugzwang
Bölüm 57 - Fildişi Kule
Bölüm 58 - Doppelgänger
Bölüm 59 - Devrilen Taşlar
DMS ANSİKLOPEDİSİ
Bölüm 60 - Lilith
Bölüm 61 - Trompe L'oeil
Özel Bölüm - Antebellum
Bölüm 62 - Kehkeşân
Özel Bölüm - Alahçın
Bölüm 63 - İkinci Kuşağın İzleri
Bölüm 65 - Dorseyler
Bölüm 66 - Stigma

Bölüm 64 - Tekinsiz Vadi

10.8K 888 2.1K
By profeysinil

Hoşgeldiniz!

Bölüm notu yazarak daha fazla bekletmek istemiyorum ama yorumlarınızı merakla beklediğimi bilmenizi isterim. Çokça seviliyorsunuz!

Bu bölümü DMS'yi canı gönülden benimseyen, hikaye için yaptıklarına ve samimiyetine hayran kaldığım okuyucularımdan birine, sevgili istifcibiri 'ne ithaf etmek istiyorum. ✨

✵ ────── • ⋅ ༽ ༼༽ ༼   ⋅ • ────── ✵

“Tarihte mutlu sonlar yoktur. Birbiri ardına krizler vardır.”

— Isaac Asimov

✵ ────── • ⋅ ༽ ༼༽ ༼   ⋅ • ────── ✵

Sene 1989

Laboratuvarın karanlık köşesinde çıt çıkmıyordu. Feza sırtını duvara yaslamış, kucağında asistan kızla yerde otururken düşünme yetisini yitirmiş gibiydi.

1989 yılının son günleri yoğun bir kar yağışını beraberinde getirmişti. Şehri sarmalayan karanlık İstanbul Teknik Üniversitesi’nin ıssız yerleşkesinde kol geziyordu. Kütüphane binasından yükselen ışıklar kampüsün yegane aydınlık kaynağı gibiydi fakat hayli uzakta kalmıştı. Mühendislik fakültesinden bakıldığında yakamoz ışıkları gibi görünüyordu.

Feza Dorsey fakültenin bodrum katında, gecenin tüm güzelliklerinden mahrum kalmış haldeydi. Başka bir güzellik vardı onun kollarında. Düşünme yetisini felce uğratan bir güzellik... Laboratuvarın karanlık köşesinde sırtını duvara yaslamış otururken kucağında uyuyan kızdan başka bir şey düşünemiyordu.

‘Bir şey yapmalı.’ diye geçirdi içinden. ‘Onu hastaneye götürmem lazım.’

Kendi arabası yanında yoktu, kampüs girişinden fakülteye kadar olan uzun yolu yürüyerek gelmişti. Kızın arabasının da yanında olmadığını biliyordu. Öğlen ona erken çıkmasını söylediğinde kendisi itiraf etmişti. Kampüs girişine kadar yürürse belki bir taksi bulurdu ama kızı hasta haliyle burada yalnız bırakamazdı. Yanına da alamazdı ki… Kahretsin, dışarıda lapa lapa yağan kar vardı!

“Arzu Hanım.” dedi onu hafifçe sarsarak. “Uyanmanız gerek. Siz bu haldeyken taksi bulmaya gidemem.”

Kız belli belirsiz bir şeyler mırıldanarak ona sokuldu. “Gitme…”

Onun kendinde olmadığını anlayınca çaresizce laboratuvara göz gezdirdi. Burada kızı yatırabileceği bir yer yoktu. Sadece sandalyeler ve masalar vardı.

“Sabaha kadar burada kalamayız. Hiç değilse bir yerlere uzanıp istirahat etmelisiniz.”

“Rahatım ben…”

‘Eh, çünkü kucağımdasın.’ diye geçirdi aklından. Öyle başını göğsüne yaslamak falan değil; kız hakikaten kucağında oturuyordu. Kollarını göğsüne, bacaklarını karnına çekip tortop olmuştu. Yüksek ateşin etkisiyle belli belirsiz bir şeyler sayıklıyordu. Bir ara başını oynatınca dengesini kaybeder gibi oldu fakat Feza bu kez onun düşüşüne seyirci kalamadı. Bir kolunu kızın beline sarıp vücudunu gövdesine bastırdı.

Sonra ne yaptığını idrak etti birden. Ateşe değmiş gibi telaşla onu kendinden uzaklaştırmaya çalışırken “Arzu Hanım, burada bu şekilde kalamayız.” dedi yüksek sesle. “Yani, rahat edemezsiniz demek istiyorum. Laboratuvarda sizi yatırabileceğim herhangi bir yer de yok.” Sanki kız onu dinliyormuş gibi sıkıntıyla iç çekti. “Şu an için en makul seçenek odamdaki kanepe gibi görünüyor. Dinlenebilmeniz için tabi… Sizi oraya götürmemde bir sakınca var mı?”

Bu saçma monolog elbette cevapsız kaldı. Feza kırdığı potlara rağmen kızın yarın sabah onun söylediklerini hatırlamasını umut ediyordu. Tek çekincesi kendi etik değerleri değildi çünkü… İçinde bulundukları durumun kızı rahatsız etmesinden de çekiniyordu. Öyle ya, onun yerinde fakültenin ihtiyar profesörlerinden biri olsaydı ve bir öğrenciyi bu şekilde kucağına oturtsaydı niyeti taciz etmek olmasa bile hayli rahatsız edici olurdu.

Oturmaya devam ettikçe rahatsız edici durumu sürdürdüğünü fark edince düşünceleri bir kenara bıraktı. Öteki kolunu kızın bacaklarının arkasına sarıp iç çekerek öne itti kendini. Kucağında uyuyan bir insanla, üstelik elleriyle yerden destek almadan ayağa kalkmak pek kolay değildi ama neyse ki kız ufak tefekti.

Bir şekilde önce dizlerinin üstünde doğruldu, ardından vücudunu yukarı iterek ayağa kalktı. Bu esnada asistanı sarsmış olacak ki huysuz bir homurdanma çalındı kulaklarına. Başını eğip yüzüne baktığında çatık kaşlarının görüntüsüyle karşılaştı.

Bastıramadığı bir tebessüm dudaklarına yayılırken “Bence halinize şükredin.” diye söylendi. “Romatizmalı profesörlerden birine denk gelseydiniz hala yerde yatıyor olurdunuz.”

Laboratuvardan çıkıp birlikte koridorları geçtiler. İkinci kattaki odasına çıkarken yaşadığı şok yavaş yavaş geçmeye başlamıştı. Asistanın gecenin bu vaktine dek laboratuvarda ne aradığını anlamaya çalışıyordu. Erdal denen herifle görüşmeyecek miydi bugün? Neden buluşmaya gitmek yerine okulda kalmıştı ki?

“Desene boşuna içtik onca rakıyı…” diye homurdandı. Sonra ne söylediğini fark edip dudağını ısırdı. Bu yüzden içmemişti elbette. Bu yüzden reddetmemişti Çiğdem’in eve geçme teklifini… Sadece şu sıralar keyfi yoktu, hepsi bu…

Kucağında kızla birlikte odasına girdikten sonra kapıyı arkasından kilitledi. Işıkları açmak istememişti. Etraf karanlık olursa içine düştüğü durumla yüzleşmekten kaçabilirmiş gibi geliyordu. 

Pencereden içeri yansıyan sokak ışıklarının loşluğunda odayı geçip kanepeye ulaştı. Kızı bırakmak üzere eğilirken yüzüne bakmamak için olağanüstü bir çaba harcaması gerekmişti. O nedenle boynuna dolanan kollara hazırlıksız yakalandı.

Nahif bir hareketti. Kızın kolları hastalık etkisiyle iyice güçten düşmüştü ve Tanrı biliyor ya, istese karşı koyabilirdi. Fakat bu kez de kendi düşüşüne seyirci kaldı ve hemen ardından kızın üstüne kapaklandı.

Yüzünün her bir köşesi güzelliğine hayran kaldığı kızıl buklelerle çevrelendi. Kızın boynunun sıcaklığıyla yıkandı yeni çıkmaya başlayan sakalları. Derin bir nefes alıp kokusunu içine çekti. Bir anlığına. İki geyiğin havada sıçrayıp öpüşmesi kadar kısa bir an… Sınırları geri dönülmez bir şekilde aşmasına yetecek kadar uzun bir an.

Böyle olacağını tahmin etmişti. Bu nedenle ısrarla uzak durmuştu ondan. Asistanı laboratuvardan gönderemeyince laboratuvarın en uç köşesine gönderip korkuluklu bir masanın ardına gizlemişti. Başını çevirip bakmamıştı, diyalog kurmamıştı, kızı tutma imkanı varken düşüşüne bile seyirci kalmıştı. Aralarında farklı bir çekim olduğunu biliyordu çünkü… Ufacık bir fiziksel temasın bile bastırdığı hisleri açığa çıkarmaya yeteceğini biliyordu.

Başını kızın boynundan kaldırıp sessizce geri çekildi. Kendine geldiğinde olanların ne kadarını hatırlayacağını bilmiyordu fakat bir önemi yoktu. Bu saatten sonra aynı laboratuvarda çalışmaları olanaksızdı.

-*-

"bazen bir insanla bir şey olur
kısa süren bir şey
iki geyiğin sıçrayıp havada öpüşmesi gibi."

- Lale Müldür

11 Gün Sonra

“Hastalık bu ya!” dedi Arzu dondurmasından bir kaşık alırken. “İnsan hiç değilse nezaketen sorar! Nihat Hoca bile koskoca profesör haliyle geçmiş olsun dileklerini iletmiş, o kim oluyor da tenezzül etmiyor acaba? Kıçımın yardımcı doçenti!”

Gülnihal kızın öfke nöbeti karşısında gülmemek için kendini zor tuttu. Yalının üst katındaki odasında, pencerede takırdayan yağmur eşliğinde pijama partisi yapıyorlardı. Canları tatlı bir şeyler isteyince Arzu şişmiş bademciklere iyi geleceğini bahane ederek dondurma yemeyi teklif etmişti. Hasta olduğu günden beri yalıda kalıyordu zaten. Evlerinde onunla ilgilenecek kimse olmadığı için hastaneden çıkınca Gülnihal kızı buraya getirmişti.

Geldiği günden bu yana Saral yalısındaki tek gündem, Feza Dorsey’di.

“Sormasına fırsat vermedim ki.” diye sırıttı Gülnihal. “Adam daha ağzını açmadan senin sağlık durumunla ilgili tüm gelişmeleri sıraladım.”

“O ne cevap verdi peki?”

Gülnihal tereddüt etti. “Ne desin canım, sevindiğini söyledi işte.”

“Hayır canım, öyle söylemedi. Sen konuşmayı bitirince birkaç saniye dik dik suratına baktı, aptallığının kokusunu alıyormuş gibi hafifçe yüzünü ekşitti ve ardından söylediklerini hiç duymamış gibi konuyu değiştirdi.”

Gülnihal şaşkınlıkla bakakaldı. Tam olarak böyle olmuştu çünkü… O esnada Arzu’nun hasta yatağında iki seksen yattığını bilmese kapının köşesinden gizlice onları izlediğini düşünürdü.

“Yanımızda Nihat Hoca vardı Arzu…” diye mırıldandı. “Feza abi bana anlatmaz tabi ama bence bir şeyler olmuş. Çünkü hocanın yanında senden bahsettiğimde bayağı gerildi.”

“Nasıl yani? Niye gerilsin ki benim adım geçince?”

“Nihat Hoca o gece Feza abinin seni bulup hastaneye götürdüğünü biliyor. Bence hocanın durumu yanlış yorumlamasından çekindi. Hani sanki seni tesadüfen bulmamış da, siz birlikte kalmışsınız gibi-“

“Bir dakika, sen az önce gece mi dedin?” diyerek kızın lafını kesti Arzu. “Gece falan değildi Gül. Sabah okula geldiğinde buldu beni.”

“Nasıl ya?”

“Takside hastaneye giderken kendime gelmiştim. O ön koltukta oturuyordu. Çok uyanık kalamadım ama dışarıda gündüz olduğuna eminim.”

“Bize öyle söylemedi.” dedi genç kız şaşkınlıkla. “Daha doğrusu ben Nihat Hoca’yla konuşmalarına kulak misafiri oldum. Çiğdem Hoca da vardı yanlarında, o gün iki meslektaş yemeğe gittiklerini, geç saate kadar restoranda olduklarını söylüyordu. Feza abi Çiğdem Hoca’yı evine bıraktıktan sonra laboratuvarda sabahlayacağını söyleyip okula gitmiş. Laboratuvarda da seni bulup apar topar hastaneye götürmüş.”

Arzu dişlerini gıcırdattı. Mevzuyu çözmüştü elbette.

“Nasıl götürmüş beni hastaneye?”

“Yani Nihat Hoca onu sormadı ama ben senin arabanla götürmüştür diye düşünmüştüm. Feza abinin arabası tamirdeydi çünkü, gece vakti taksi bulmak için de ana kapıya kadar yürümesi gerekirdi.”

“O gün arabayla gelmemiştim okula.” diye itiraz etti sakince. “Erdal’la buluşacağımız için eve taksiyle dönerim diye düşünüyordum. Anlayacağın, Feza Hoca beni kendi arabamla hastaneye götürmüş olamaz. Kaldı ki zaten taksiyle gittik, hava da aydınlıktı.”

“Feza abi yalan söylüyor öyleyse…”

“Ha şunu bileydin!” diye homurdandı Arzu. “Anlamadın mı Gülnihal? O gece Çiğdem Hoca’nın evinde kalmış beyimiz… Gece gece niye okula gelsin ki zaten? Kesin ikisinin ilişkisi var. Nihat Hoca onun Çiğdem Hoca’nın yanında kaldığını çakmasın diye gecenin köründe okula gelip beni hastaneye götürdüğünü söylüyor. Utanmaz herif!”

“Ya tam tersiyse?” diye mırıldandı Gülnihal. “Ya Feza abi o gece senin yanında kaldığını gizlemek için yalan söylediyse?”

Arzu birkaç saniye boş bakışlarla ona baktı. “Nasıl yani… Neden tüm gece benimle birlikte kalsın ki?”

“Nereye gidecekti? Az önce kendin söyledin Arzu, o gün araban yanında yokmuş. Onun arabası zaten tamirdeydi. Gece vakti kar fırtınasında taksi aramaya da gidemezdi. Üstelik hastaneye sabah gittiğinizi söylüyorsun. Demek ki gece senin yanında kaldı.”

“İyi de gece Çiğdem Hoca’nın yanında kalması da durumu açıklıyor. Üstelik onun yanında kalması benimle birlikte kalmasından daha olası. Kadın bildiğin yürüyor Feza’ya!” Duraksadı, sonra eliyle ufak bir piske patlattı ağzına. “Feza Hoca diyeceksin aptal, alış şuna artık!”

Gülnihal başını eğerek sırıtışını gizlemeye çalıştı. Neyse ki Arzu’nun gözü onu görmüyordu. Belli ki Feza Hoca’nın geceyi onun yanında geçirmiş olabileceğine de ihtimal vermiyordu. Bir süre Feza’nın akademik etik yoksunluğunu, iş arkadaşlarıyla kırıştıracak kadar ahlaksız olduğunu, koskoca profesöre yalan söylemekten hiç gocunmadığını öne sürerek adama sayıp sövdü. Sakinleşir gibi olduğunda Gülnihal yeniden şansını denemeye çalıştı.

“Şu an resmen yargısız infaz yapıyorsun. Bence o gece senin yanında kaldı.”

“Üf saçmalama Gül!” diye cırladı genç kız. “O megaloman herif benim selamımı bile almıyor, tüm gece başımda nöbet mi tutacak bir de? Bekleyecek olsa hastanede zahmet edip beklerdi dimi? Resmen beni oraya atıp kaçmış!”

“Ne kaçması ya? Seni hastaneye bıraktıktan sonra bana haber vermek için ankesörlü telefon bulmaya gitmişti.”

“Sen hastaneye geldiğinde yanımda mıydı peki?” Kızın cevap veremediğini görünce al işte der gibi gülümsedi. “Elbette değildi. Çünkü sana haber verdikten sonra geri dönmedi. Bu adam mı sabaha kadar benim başımda bekleyecek? Hah!”

“Parçaları birleştirince ortaya çıkan bu.” diye diretti Gülnihal. “Feza abi o gece Çiğdem Hoca’nın yanında kalsaydı kadını okula gece geldiğine şahit göstermek için Nihat Hoca’nın karşısına çıkarmazdı herhalde. Azıcık mantıklı düşün Arzu. Basbayağı geceyi seninle birlikte geçirmiş, yanlış anlaşılır diye de saklamaya çalışıyor!”

Arzu birkaç cılız itiraz daha öne sürdü fakat en sonunda öfkesini bir kenara bırakmak zorunda kaldı. Gülnihal’in söyledikleri kulağa mantıklı geliyordu. Öte yandan saçma sapan hayallere kapılmayı da istemiyordu. O gece sahiden de ikisi birlikte kalmış olabilir miydi? O kadar ağır hastalanmıştı ki, rahatsızlığının ilk birkaç gününe dair tüm anıları ve rüyaları iç içe geçmiş durumdaydı. Feza’ya dair görüntülere gelince… Gerçek olması olanaksız şeylerdi hepsi. Biraz da bu yüzden adamın geceyi onunla birlikte geçirmiş olabileceğine ihtimal vermiyordu.

“Bilmiyorum.” dedi en sonunda iç çekerek. “Hatırlayamıyorum o geceyi…”

“O zaman bir an evvel iyileşip okula dönmeye bak. Gerçeği ancak öyle öğrenebilirsin.”

“Gidip ona soracağımı düşünmüyorsun herhalde?”

“Senin sormana gerek yok ki.” diyerek gülümsedi kız. “Feza abi senin hiçbir şey hatırlamadığını bilmiyor. Dolayısıyla söylediği yalanı zaten bildiğini düşünüyordur. Okula döndüğünde illaki seninle bu konuda konuşmak isteyecektir. Hatırlamadığını çaktırmazsan ondan gerçekleri öğrenebilirsin.”

Arzu vay be dercesine dudak büktü. “Sen var ya… Umarım ileride aptal herifin tekiyle evlenirsin Gül. Şu zehir gibi kafanla bir de zeki bir koca bulursan doğacak çocuk muhtemelen Şeytan’ın kendisi olur.”

Gülnihal ufak bir kahkaha attı. “Merak etme canım, o dediğin imkansız. Zira ben yetmiş yaşına dek bekar kalmayı planlıyorum.”

Bunları söylerken kendinden son derece emin görünüyordu. Müstakbel kocasıyla çoktan tanıştığını, iki yıl sonra nikah masasına oturacağını ve asla yaşlanmayacağını elbette bilemezdi.

✵ ────── • ⋅ ༽ ༼༽ ༼   ⋅ • ────── ✵

ARAS
Sergi gecesinden bir gün sonra

Engizisyon’un yanılgısı uçağın minik dikdörtgen penceresinin ardında uzanıyordu. Orada, dağların zirvesine çöreklenmiş kümülüslerin bitim noktasında yeryüzünün eğimini gözlerimle görebiliyordum. Ufuk çizgisi açık mavi gökyüzünü koyu renkli bir halka gibi sarmalamıştı. Halkanın kendisi ise bir ışık huzmesiyle çevrelenerek keskin sınırları eritmiş, bitişi belirsiz bir gradyan haline getirmişti.

Bakışlarımı yerkürenin ürkütücü güzelliğinden ayırıp önüme döndüm. Karşımdaki koltukta Kütüphaneci dingin bir sessizlik içerisinde oturuyordu. Gözleri kapalıydı fakat uyumadığını biliyordum. Bir şeyler düşünüyor olmalıydı... Belli ki saatlerce can sıkıntısı çekmeden oturabilmesini sağlayacak kadar enteresan bir şeyler... İnsanın kendi zihninin içindeki şeylere bu kadar uzun süre boyunca kesintisiz ilgi duyabilmesi bana tuhaf geliyordu.

“Ne düşünüyorsun?” diye sordum kendimi tutamayıp.

Gözlerini açmadan konuştu. “Bir şeyler yazıyorum.”

“Düşünüyorum diyecektin herhalde.”

“Hayır yazıyorum.” diye yineledi. “Noktası virgülüne.”

“Yazdıklarını bana da okusana.”

Kabul ediyorum, niyetim onu denemekti. Fakat bunu anladıysa bile pek aldırış etmedi. İç çekerek hakikaten de bir şeyler okumaya başladı.

“Termodinamik küresinin dışında kalan uzamsız bir noktada, yalnızca kürenin dışına çıkınca mantıklı gelebilecek ve kürenin içindeyken anlamını yitirecek bir gerçeklik yaşanıyordu. Gerçek adları ve var olmak için lisani bir ada muhtaç olup olmadıkları belirsiz bilinçlerden biri zamanın belirli bir noktasında uykusundan uyandı. “Mira.” dedi öykücü ona. “Bu isme ihtiyacın var. Çünkü bir kuyrukluyıldız gibi kayarak kürenin içine düşeceksin.”

Mira kehaneti o anda duymadı. Onun gerçekliğinde zamanın ileri ve geri hareketi sıradan bir durum olmakla birlikte genelde geriye doğru hareket tercih ediliyordu. Zamanın yana hareketi ise algılanabilen fakat olanaksız kabul edilen bir olguydu. Dolayısıyla adının Mira olduğunu biliyordu, fakat bunun sebebini öğreneceği geçmişe henüz ulaşmamıştı.

Öykücünün gerçekliğinin yaşandığı termodinamik küresinin içinde ise daha primitif, daha gizemli ve yalnızca dört boyuttan oluşan bir evren vardı. Mira’nın gerçekliğinin yaşandığı yüksek boyuttaki bilinçlerin asla idrak edemeyeceği bir var oluştu bu; onların daha düşük boyutlara ait bir cismin gerçekliğini algılamaları bile olanaksızdı. Dolayısıyla dört boyutlu uzayzaman düzlemine ait cisimleri de sanal varlıklar olarak kabul ediyorlardı. Tıpkı termodinamik küresinin içindeki varlıkların boyutsuz olan noktaya bir varlık atfetmemeleri gibi…

Mira uykusunda gri uzamlara süzüldü, zamanın yönünü tersine çevirdi, gelecekte yaşadığı bazı anların sebeplerini yaratacağını düşündüğü başka anlar yaşadı, fakat hangisinin gerçek sebep olduğunu asla bilemedi. Zamana tersten bakarken mevcut anın sonsuz farklı potansiyel geçmişten kaynaklanma ihtimali vardı. Rüyalarında algıladığı pek çok şey gibi, bu bilgiyi de uyandığında unutacaktı.

Sonra zamanın yana doğru uzanarak genişleyen diğer yönlerini idrak etti. Zamansal bir düzlemdi bu, tek bir anın sonsuz farklı gerçeklikte yaşanan sonsuz farklı versiyonundan meydana geliyordu. Birçoğunda kendi varlığını göremedi, bazılarında gördükleri tüylerini ürpertti, kimilerine gıpta etti, elbette hiçbiriyle doğrudan iletişime geçemedi.

Unutuluş üflenmeden önce ve sonra tüm diğer gerçekliklere eğildi. Sırtında, onu rüyalar alemine sarkıtan gümüşi iplikler vardı, hepsi az sonra kopacaktı, aslında çoktan kopmuştu ve aniden, Mira kehaneti duydu.”

Kütüphaneci sustuğunda boş boş yüzüne baktım. “Ee?”

“Ne demek ee?”

“Kehanetin ne olduğunu söylemeyecek misin?”

“Öykünün başında zaten söyledim.” dedi. İç çekerek tekrarladı. “Öykücü ona “Mira.” diyor. “Bu isme ihtiyacın var. Çünkü bir kuyrukluyıldız gibi kayarak kürenin içine düşeceksin.” Kehanet bu.”

“İyi de zaten Öykücü bunu söyledikten sonra Mira bir kehanet duyuyor.”

“Eh, çünkü Mira’nın gerçekliğinde zamanın ileri ve geri hareketi sıradan bir durum olmakla birlikte genelde geriye doğru hareket tercih ediliyor. Yana hareketi ise algılanabilen fakat olanaksız kabul edilen bir olgu. Yani karakter adının Mira olduğunu biliyordu, fakat bunun sebebini öğreneceği geçmişe henüz ulaşmamıştı. Bunları öykünün içinde de kelimesi kelimesine söyledim.”

Sabırla iç çektim. “Kütüphaneci. Yazdığın karakter kehaneti duydu mu, duymadı mı?”

“Zamanı nasıl algıladığına göre değişir.”

“Peki şuna cevap ver; karakterin kehaneti duyduğu anla, Öykücü’nün kehaneti söylediği an eşzamanlı mı?”

Ufak bir baş hareketiyle onayladı.

“O zaman yazdığın şey döngüye girer.” dedim arkama yaslanarak. “Öykücü’nün kehaneti söylemesiyle hikaye başlıyor ve karakterin kehaneti duymasıyla hikaye sona eriyor. Kısacası başlangıç ve final aynı noktada, bu da ancak bir dairede mümkün olabilir.”

“Hikayede tek bir gerçeklik olsaydı dediğin gibi bu döngüsel bir zaman yaratırdı fakat hikayede iki farklı gerçeklik var. Kehanetin söylendiği an Öykücü için hikayenin sonu demek, karakter içinse hikayenin başlangıcı. Koordinat çizgisini düşün. Sonsuzluğa uzanan pozitif sayılar sıfır noktasından başlar ama sonsuzluktan gelen negatif sayılar sıfır noktasında biter. Tek bir nokta hem başlangıç hem de bitiştir ama bu bir dairede olmak zorunda değil.”

“Vaov, nasıl da derin, ilginç ve farklı düşüncelerin var öyle.” diyerek ıslık çaldım. Sonra ciddileştim yeniden. “Oldu mu? Kitabı yazma amacını elde ettin işte, şimdi konuyu değiştirebilir miyiz?”

Kafama bir şey fırlatmasını bekledim ama elbette yapmadı. Hiçbir zorbalıkla tahrik edemiyordum bu adamı. Sözlerime alınmak bir yana, kendini açıklama zahmetine bile girmemişti.

“Eh, yazmaya biraz ara verebilirim aslında.” dedi basitçe. “Ne konuşmak istiyorsun?”

“Mesela beni apar topar nereye götürdüğünü anlatabilirsin. Bu seferlik itiraz etmedim ama haberin olsun, her canın istediğinde işi gücü bırakıp peşine takılamam senin. Benim de bir hayatım var. Dün akşam son derece mühim bir işi senin yüzünden yarım bıraktım.”

“Seni ortasından çekip aldığım şu romantik dramadan mı bahsediyorsun? Evet, Elfida bir kısmını anlattı.”

“O cadaloz beni sana mı şikayet ediyor?” Güldüm. “Elbette öyle yapıyor. Çevremde düzgün adam yok ki amına koyayım… Siz bir ara toplaşıp Aras’la Mücadele Derneği falan kursanıza, organize olursanız arkamdan daha rahat iş çevirirsiniz.”

Kütüphaneci bana öyle bir baktı ki, kör olmasaydı gözlerini devirirdi. “Mağdur rolü yapmayı bırak, çocuk. Senin çevirdiğin oyunlara bazen ben bile yetişemiyorum.”

“Yirmi yıldır holdingi hortumlayan sensin kahrolası!” diye patladım kendimi tutamayıp. “Ulan normal dolandırıcılar küçük çaplı işletmeleri paravan şirket olarak kullanırlar. Dağ başında bir benzinlik, sanat tabloları, ne bileyim oto galeri falan… Sen ülkenin en büyük sanayi kuruluşunu, üstelik devlet kurumlarıyla kol kola üretim yapan bir savunma sanayii kuruluşunu paravan şirket yapmışsın!”

“Ve buradan da, ne kadar büyük bir şeyle karşılaşmak üzere olduğunu anlayabilirsin.”

Öfkeyle homurdandım. Herif galaktik çapta bir dolandırıcılık yapmıştı ve bundan utanmıyordu bile.

“Ben de aptal gibi senin için tedavi yöntemleri araştırıyordum.” dedim hafifçe gülerek. “Gerçekten benim gibi bir yeğeni hak etmiyorsun. Özer görgüsüzü gibi dedemin mirasını devralır devralmaz seni babanın evinden kovup emekli maaşına falan bağlatmalıydım.”

Kahkaha attı. Dibine kadar hakkıydı da… Özer salağı dayımı yalıdan atıp ailesiyle birlikte dedemin mirasına çöktüğünü sanarken bizim galaktik dolandırıcı herife paravan şirket itelemişti. Birden hayıflandım. Keşke Özer hayatta olsaydı da kör ve yaşlı bir kütüphaneci tarafından nasıl dolandırıldığını öğrenip kahrından ölseydi.

“Derdin beni tedavi ettirmek falan değildi, çocuk.” dedi gülmeye devam ederek. “Kör olup olmadığımdan emin olmak için tedavi yöntemi bulduğunu söyledin.”

“Belki de gerçekten bulmuşumdur. Neden sana içi boş bir umut vereceğimi düşündün ki?”

“Çünkü gerçekten araştırmış olsan zaten yaygın bir tedavi yöntemi olduğunu bilirdin. Deneysel bir mucize bulduğunu söyleyerek gelmezdin yanıma.”

“Bir dakika- Senin körlüğün tedavi edilebiliyor mu?”

“Evet.”

“Öyleyse neden tedavi olmuyorsun?”

“İhtiyacım yok.”

“Ne yani, kör değil misin?”

“Körüm.” dedi bezgin bir iç çekişle. “Ve halimden memnunum.”

Birkaç saniye boş boş yüzüne baktım. Yalan söylemiyordu, hakikaten kör olmaktan memnundu. Bir insan neden dünyayı görmemeyi tercih ederdi ki?

“Hiç merak etmiyor musun?”

“Neyi?”

“Beni mesela.” dedim. “Son on dört yıldır sinir krizleri geçirttiğin yeğeninin neye benzediğini merak etmiyor musun?”

“Neye benzediğini biliyorum, Aras. Babanın senin yaşlarındaki halini gördüm.”

“Ben ondan daha yakışıklıyım.”

Güldü. “Saral katkısı.”

“Demek akraba olduğumuzu hatırladın ha?” diye güldüm. “Neyse… Kör numarası yapmaya devam etmek istiyorsan, keyfin bilir. Zaten deneysel tedavi yöntemi bulduğumu söylerken yalan söylediğimi anlayacağını biliyordum.”

Muhtemelen bana inanmadı. Ben de o an gerçekten bunu düşünüp düşünmediğimi hatırlamıyordum. Kaldı ki bir önemi de yoktu. Karşımdaki adam sadece genetik açıdan akrabamdı. Aramızda bir dayı yeğen ilişkisi olmadığını ikimiz de biliyorduk.

“Birazdan havalimanına inmiş oluruz.” dediğini duydum dayımın. “Orada hızlı hareket etmeye çalış, olur mu? Tüm fedailer peşimize düşmüştür.”

Evet, dayımla birlikte ortadan kayboluşum fedailer için kıyamet senaryosu gibi bir şey olmalıydı. Çünkü fedailerin görevi, düzenin piyonlarını denetlemekti. Saral düzenindeki tüm oyuncuların çevresine konumlandıklarını, bizleri gözlemlediklerini, işler olması gerektiği şekilde yürüdüğü müddetçe kimliklerini ifşa etmediklerini biliyordum. İşler ters giderse, daha doğrusu işler düzenin işleyişiyle ters düşerse, fedai duruma müdahale ederdi ve bu esnada illaki ifşalanırdı. Afişe olan fedai saf dışı kalacağı için yerine yenisini yollamaları gerekiyordu ama çekirge sürüsü gibi olduklarından adam bulma sıkıntısı çekeceklerini pek sanmıyordum. Maddi sıkıntıları ise, zaten yoktu.

Fakat kurguların aksine gerçek hayatın lojistik denen bir gerçeği vardı. İfşalanan adamın yerine anında birini koyamazlardı, görev değişimi sırasında gözetleme kulübesinin boş kaldığı bir zaman dilimi olmak zorundaydı. Bu da gözetlemeleri gereken kişi için bir kaçış fırsatıydı.

Geçmişte bu örüntüyü çözmek hayatımı epey kolaylaştırmıştı. Fedailerden kurtulmam gerektiğinde kaçış fırsatlarından faydalanıyordum. Mekanize olmuş it sürüsünün zayıf noktası buydu çünkü, sırra kadem basmalar karşısında paniğe kapılıp sürü halinde hareket ediyorlardı. Seneler içerisinde iz kaybettirme konusunda ustalaştıkça peşime takılan sürü giderek genişlemiş, adeta bir fedai ordusu haline gelmişti.

Kütüphaneci ise, fedailerin neredeyse hepsini peşine takacak kalibrede bir oyuncuydu. İkimizin aynı anda ortadan kaybolması, şehri adeta fedailerden arındırmış olmalıydı. Hepsi peşimizdeydi çünkü…

“Beni götürdüğün yer Saral düzeninin bir parçası değil mi?”

“Saral düzeninin beyni desek daha doğru olur.”

Evet. İşte şimdi gerçekten heyecanlanmıştım. Kütüphaneci’nin beni böyle önemli bir yere götürmesi beklentilerimin epey üzerinde bir olaydı. Bu da bir oyunun içine çekilmeye fazlasıyla müsait olduğum anlamına geliyordu. Neticede insanları kandırmanın en kolay olduğu an, beklentilerinin zirveye ulaştığı andı.

“Öyleyse neden fedaileri atlatmamız gerekiyor?” diye sordum bu kez. “Fedailer Saral düzeninin bekçileri değil mi?”

“Düzenin kilit noktasını çoktan anlamış olman gerekir, Aras.” dedi kadehinden bir yudum alırken. “İzolasyon. Veri kümelerini birbirinden izole etmezsen düzenin gizliliğini devam ettiremezsin. Fedailer Saral düzeninin bekçileri olabilir ama bu durum, düzen hakkında bilgi sahibi oldukları anlamına gelmiyor. Buraya gelirken onları atlatmasaydık, geldiğimiz yerin Saral düzeniyle bağlantılı olduğunu ilan etmiş olurduk. Üstelik sadece fedailere değil; fedailerin varlığını bilen tüm insanlara vereceğimiz bir bilgi olurdu bu. Gerek var mı?”

“Bu yüzden fedailer senin kontrolün altında değil, öyle mi?” diye sordum kuşkuyla. “Sen başlı başına bir veri kümesi meydana getiriyorsun zaten. Düzenin geri kalanından izole olman gerekiyor.”

“Elbette tek sebep bu değil ama sebeplerden biri de bu.” diye onayladı. “Umarım bu çıkarımın senin için de geçerli olduğunu anlıyorsundur.”

“Ha, bu yüzden bana hiçbir şey anlatmıyorsun yani? Sistemin geri kalanından izole olmam gerektiği için?”

Başını sallayarak onayladı.

“Biliyor musun, çok değil, şöyle bir parça daha aptal olsaydım bu sikindirik açıklamayı yerdim.” Başımı iki yana sallayarak esefle iç çektim. “Mantıklı ve geçerli bir açıklama çünkü… Fakat herhangi bir olayın yüzlerce mantıklı ve akla yatkın açıklaması yapılabilir. Bu da senin iyi bir kurgucu olduğunu gösterir; doğruyu söylediğini değil.”

Dayım da iç çekti. “Gördüğüm en kuşkucu insanlardan biri olabilirsin. Nasıl bir hayat yaşadığını düşününce elbette bu takdir edilesi bir tutum fakat en kötü ihtimalin doğru olduğunu varsayarak karşılık vermek her zaman avantaj getirmez. Bazen en kötü ihtimalin doğru olduğunu varsaymak, bir şeyleri gözden çıkarmayı gerektirebilir. Eğer kuşkularında haklı çıkmazsan gözden çıkardığın şeyi bir hiç uğruna yitirmiş olursun.”

“Teşekkürler, ama ben kuşkularımla mutluyum.” dedim dayıma. “Babam ve Ozan gibi üç maymunu oynamaktansa bir şeylerin farkında olmayı yeğlerim.”

“Babandan ne bekliyorsun ki?” diye sordu şaşırarak. “Ebeveyn bağını gereksiz biçimde kutsallaştırdığını biliyorum ama küçük bir çocuk olmadığının farkındasın, değil mi? Küçük çocuklara özgü sorunlarla da uğraşmıyorsun. Babanın sana yardım edebileceği eşiği çoktan geçtin, Aras. Yaşadıklarının farkına varsa bile gelip seni kurtaramaz artık.”

“Muhtemelen o da içten içe bunu bildiği için at gözlüğünü çıkarmıyor.” diyerek güldüm. “Nazmi itiyle ara sıra tavla oynuyorlar, biliyor musun? Eskiden babamın enayi olduğunu sanırdım ama bana kalırsa, Nazmi’nin Sanatçı olduğunu da içten içe biliyor. Sadece bunu görmezden gelecek kadar ödlek.”

“Pekala, madem dayı yeğen sohbeti yapmaya başladık; sana birkaç dayı nasihati vereyim. Bir; babanla Ozan’ı aynı kefeye koyarak babana haksızlık ediyorsun. Ozan yanlış bir veliaht, sıradan bir hayatın içine doğması gerekirken Dündar Bayraktar’ın torunu olarak doğmuş genetik bir talihsizlik. Baban, öteki dedenin evlatları arasında onun veliahtı olmaya en uygun kişiydi. Orada farklı bir hikaye yatıyor. İki; Hakkı’nın pek çok hatası olabilir, kız kardeşimle evlenmek gibi, ama ödleklik bunlardan biri değil. Üç; bir erkek ya bir babanın evladıdır, ya da babasından daha güçlü bir adamdır. İkisi birden olamazsın.”

Mantıklı konuştuğunu inkar edemezdim. Niyetim onu konuşturmaktı zaten. İtiraz ederek buna teşvik etmeye çalışıyordum.

“Ayrıca…” diye ekledi dayım. “Babanın yerinde olsan sen de Nazmi’nin Sanatçı olduğunu anlamazdın.”

“En azından şüphe duyardım.”

“Bence duymazdın.” dedi kendinden emin bir tavırla. “Sanatçı bir Golem, Aras. Ona hükmettiğin için ne kadar kabiliyetli olabileceğini görmüyorsun.”

Ters bir bakış attım yüzüne. “Golem tabirinin bir metafor olduğunu varsayıyorum.”

“Onun özgür iradesi ve bencil istekleri olmadığını anladığın müddetçe fark etmez.”

“Ama Nazmi Yılmaz’ın özgür iradesi var. Kendine ait bir hayatı var.”

“O öyle olduğunu sanıyor.” dedi hafif bir tebessümle. “Fakat sen gerçeği biliyorsun, çocuk. Hatırla. İstanbul’a ilk geldiğin gün sana o adamın gerçek adının yazılı olduğu mühürlü bir belge teslim etmiştim. Nazmi Yılmaz’ın da üretilmiş bir kişilik olduğunu biliyordun. Gerçek adını benim bile bilmediğim o adamın henüz bebekken ailesinden koparıldığını, zihninde gerçek kimliğine dair kalan tek şeyin annesiyle ilgili bölük pörçük hatıralar olduğunu ve o anıların da Sanatçı’da muhafaza edildiğini biliyordun. Sanatçı’yı yok ettiğinde o adamın gerçek kimliğiyle olan bilinçsiz bağlantısını da kopardın. Geriye kalan tek bağlantı ise mühürlü zarftaki adı okuduğun anda senin zihnine kazındı. Söylesene Aras, varoluşu senin iki dudağının arasında olan bir varlığın özgür iradesi var mıdır?”

Midemdeki safranın ağzıma kadar geldiğini hissettim. Nazmi’nin özgür iradesi yoksa, bu ona her şeyi yaptırabileceğim anlamına gelirdi. Kainattaki var olan tüm kötülükleri, en iğrenç, en rezil, en karanlık eylemleri benim isteğimle yerine getirirdi. Ağzımdan çıkacak bir emirle kendi ailesini bile yok ederdi. Kütüphaneci bana bunu söylüyordu. Kütüphaneci geçmişte ufacık bir çocuğu ailesinden koparıp bir Golem’e dönüştürdüklerini itiraf ediyordu.

“Ah hayır, onu ailesinden koparan biz değildik.” dedi aklımdan geçenleri okumuş gibi. “Saçmalama Aras. Senin deden kendi kanından olmayana haksızlık yapmaz. Nazmi’yi yaratan Babil’di. Öteki deden onu ele geçirdi ve Sanatçı’ya can verdi. Biz yalnızca bu Golemleri zihninde taşıyan adamın gerçek kimliğini bulduk ve bunu bilen herkesi yok ettik.”

“Gerçek adını bilince ona hükmetmiş mi oluyorsunuz?” diye hayretle güldüm. “Kusura bakma ama bazen cidden fantastik bir evrende yaşıyormuş gibi konuşuyorsun Kütüphaneci. Haberin olsun, burası gerçek evren.”

“Gerçeklik değiştirilebilir ve manipüle edilebilir.” diye kestirip attı. “Cebindeki telefon birkaç yüz yıl önce fantastik bir nesne olarak görülürdü.”

“Demagoji yapıyorsun ama her neyse... Sizin bu gerçek adı kullanarak Golem yaratma olayınız bana mantıklı gelmiyor.”

“İşin içinde kimyasallar da olmalı, muhakkak.” diyerek nihayet gizem kasmayı bir kenara bıraktı. “Bunu yapan biz değiliz, sana söyledim. Babil’in militan yetiştirirken kullandığı sayısız yöntemden biri bu. Öteki deden gerçek adın neden önemli olduğunu benden daha iyi biliyordur.”

“Öteki dedemi görürsem mutlaka sorarım.”

“Hatta belki baban da biliyordur...” dedi kendi kendine mırıldanır gibi. “Bilemiyorum, asılsız bir komplo teorisi olabilir ama sana Nazmi’nin vefat eden oğlunun adını vermesini ve bunu mümkün mertebe insanlara duyurmasını hep enteresan bulmuşumdur. İnsan neden ilk evladına başka birinin ölmüş oğlunun adını verir ki? Belki de yalnızca onun bildiği ve senin kulağına fısıldadığı gerçek bir adın vardır.”

“Zannetmiyorum.” dedim alayla gülerek. “Öyle bir şey olsaydı eminim sen bunu bilirdin.”

“Bilmeyebilirdim.” diyerek ciddiyetle yanıtladı. “Örneğin Nazmi Yılmaz’ın gerçek adını bilmiyorum.”

“Çok merak ediyorsan söyleyebilirim Kütüphaneci. Bazıları gibi her bilgiyi kendine saklayan bir yavşak değilim.”

“Ah, söylemeyeceğine eminim.” dedi gülerek. “Feci halde skeptiksin çocuk. Burada akşama kadar benimle söylediklerimin saçmalık olduğunu, fantastik şeylerden bahsettiğimi ve tekine bile inanmadığını söyleyerek dalga geçersin ama içinde bir yerlerde “ya gerçekse?” dediğini biliyorum.”

Omuz silktim. “Sıfıra yakınsayan ihtimalleri gözardı etmiyor olmam, sıfıra yakınsayan ihtimalleri gerçek sandığımı göstermez.”

“Bunu sana göstermek benim görevim.” dedi vakur bir tavırla. Yerinde hafifçe kıpırdandı. “Şimdi, konuşmak istediğin başka bir şey yoksa kitabımı yazmaya dönmek istiyorum.”

“Hayır, başlatma kitabına şimdi. Bana hesap vermen gereken bir milyar tane konu var yahu. Kitap yazmanın sırası mı şimdi?!”

“Bana rahat vermeyeceksin, değil mi?” Bezgin bir iç çekişle arkasına yaslandı. “Evet, seni dinliyorum. Başka ne konuşmak istiyorsun?”

“Şu seçimlere girme mevzusunu anlatabilirsin mesela… Gerçekten yeni bir siyasi parti kurmayı mı planlıyorsunuz?”

“Elbette hayır.”

“Öyleyse planınız ne?”

“Dedenin planlarını öğrenmek için harcadığın çabayı, onunla empati kurmak için harcasaydın bana bu soruları soruyor olmazdın.” diyerek alakasız bir cevap verdi. “Hedef odaklı düşünmeyi bırakıp birkaç adım geriye çekil, Aras. Bunu yaparsan cümlelerinde şifre aradığın mektupların, anahtarın kendisi olduğunu göreceksin.”

Kütüphaneci’yle yeterince zaman geçirdiğinizde ona “Bunun sorduğum şeyle ne alakası var?!” diye bağırmanın faydasız olacağını bilirsiniz. Geçmişte bunu pek çok kez yaptığımdan biliyordum. Alakasız cevaplar vermek onun iletişim tarzının temel öğelerinden biriydi. Kimi zaman bu alakasız cevapları finalde sorulan sorunun cevabına dönüşecek bir metaforun başlangıcı olurdu. Fakat kimi zaman da sadece alakasız bir cevap verip bambaşka bir konuya geçerdi. Böylelikle sohbetin kontrolünün kimde olduğunu bir kez daha anlardınız.

Kütüphaneci’yle iletişim kurmanın temel şartı buydu işte; onun otoritesine biat etmek. Aksi taktirde basitçe sizi muhatap almazdı.

“Dedemle empati kurayım öyleyse…” diye mırıldandım. “Ben olsam yeni bir siyasi parti kurmazdım. Bir iş adamı olarak doğrudan siyasete girmem riskli olurdu. Onun yerine yeni kurulmuş, desteğe ihtiyaç duyan bir siyasi partiye yatırım yaparak onu hegemonyam altına alırdım.”

“Ve bunu siyasi partinin genel başkanına bile açıkça söylemezdin.” diyerek ekledi. “İki tarafın da bildiği, fakat açıkça dile getirilmemiş bir ast üst ilişkisi oluşurdu. Böylelikle siyasi partinin başı belaya girerse—“

“Veya halktan beklediği desteği alamazsa kaybedeceğim tek şey maddi yatırımım olurdu.”

“Hayır, o konuda yanılıyorsun. Siyasi partiye verdiğin desteği halktan gizleyebilirsin ama diğer siyasi partilerden gizleyemezsin. İktidardan da.”

“O zaman bu açıkça taraf tutmak olacak.” dedim homurdanarak. “Bak babam bu dediklerimi duysa beni öldürür ama bence bu bizim meselemiz değil. Bırak halk kendi sorunlarını kendisi çözsün, neticede bu sorunu yaratanlar da onlardı. İktidarın varlığı bizim için riske girmeyi gerektirecek bir problem oluşturmuyor, aksine dolar kuru yükseldikçe ihracat gelirlerimiz artıyor.”

“İktidarın değişmesi gerek, Aras.” diye diretti. “Giderek yaklaşan tehlikeyi görmüyor musun? Baştakiler bunu kontrol edemez, hiç bilmedikleri bir düşman olacak karşılarında. Babil’in motivasyonunu bile anlayamazlar, bizim de iktidara dünyanın gerçek düzenini öğretecek vaktimiz yok.”

“Ha, mesele bu yani…” diye mırıldandım. “Bilemiyorum açıkçası. Yani mantıksız değil ama yine de… Çok büyük risk. Bir toplumu kontrol etmenin imkansız olduğunu biliyorsun, değil mi? Neler olacağını asla öngöremezsin.”

Toplumlar, ekonomi piyasaları ve hava durumu; üçünün de ortak noktası öngörülemez olmalarıydı. Büyük veri yığınlarının değişkenleri oluşturduğu sistemlerin geleceği kaotik denklemlerle belirlenirdi. Olayların birden fazla sebebi olması demekti bu, ve çok alakasız gelişmelerin büyük sonuçlar yaratabilmesiydi. Pasifikte kanat çırpan bir kelebek atlantikte fırtınaya sebep olabilirdi. Karısıyla tatile çıkan aptal bir veliaht prens, birinci dünya savaşının başlamasına sebep olabilirdi. Gizli örgütlerin veya dünyayı yönettiği sanılan güçlü ailelerin masa başında hesaplayabileceği şeyler değildi bunlar. Gelecek öngörülemezdi.

Bunları söylediğimde Kütüphaneci hafifçe tebessüm etmekle yetindi. “Fizikte bir şeye imkansız diyebilmen için onun pratikte imkansız olması yeterli değildir. Teorikte de imkansız olmalıdır.”

“Bu ne demek şimdi?”

“Toplumlar kaotik bir denklemle hareket etse de, yine de deterministiktir. Elbette kuantum düzeyinde meydana gelen gerçek öngörülemezlikler makro sistemi de etkileyebilir, bu nedenle toplumu yüzde yüz öngörmek mümkün değil diyebiliriz. Fakat yeterli teknolojik imkanlarla hata payını gözardı edilebilecek kadar azaltabilirsin.”

“Kütüphaneci, şu an geleceği öngörmekten bahsettiğinin farkında mısın?”

“Ah hayır, geleceği öngörmekten bahsetmiyorum.” diyerek gülümsedi. “Ben geleceği değiştirmekten bahsediyorum.”

Ansızın bir ürpertiye kapıldım. “Nasıl yani?”

“Acele etme, çocuk.” dedi keyifle arkasına yaslanırken. “Birazdan kendi gözlerinle göreceksin.”

-*-

Uçaktan indiğimizde havalimanından ayrılmadık, özel bir araçla pistleri geçerek doğrudan helikoptere geçtik. Yaz mevsiminde havanın kapalı oluşundan ve havalimanındaki personellerin dış görünümünden kuzey avrupa ülkelerinden birinde olduğumuzu anlamıştım. Helikopterin arka koltuğuna geçerken “İsviçre falan mı burası?” diye sordum ihtiyar düzenbaza. Omuz silkti.

“Bir önemi var mı?”

“Elbette bir önemi var, kahrolası. Yirmi yıldır holdingin cirosunun büyük bölümünü İsviçre bankalarında saklayıp saklamadığınızı anlamaya çalışıyorum.”

“Parayı neden saklayalım Aras?” diye sordu bıkkınlıkla. “Neden biriktirelim? Para bir araçtır. Onu kullanmazsan kağıt parçalarını saklamış olursun.”

Diyecek bir şey bulamadım. Her ne kadar halktan insanları tanısam da halktan biri olmadığımı biliyordum, sokaktaki insanlarla benzer hayat kaygılarına sahip değildim. Fakat dayım, tepeden tırnağa zengindi. Sadece maddi açıdan değil, hayata bakış açısı da öyleydi.

“Gerçekten merak ediyorum, yediğin haltı yirmi yıldır gizli tutmayı nasıl başardın?”

“Paranın kullanıldığı işi, paranın kaynağından izole ederek.” dedi umursamazca. “Gideceğimiz yerdeki insanlar Saral Holding tarafından finanse edildiklerini bilmiyorlar. Saral Holding çalışanları da böyle bir şeyi finanse ettiğimizi bilmiyorlar.”

“Ha, yani bir şeyleri finanse ediyoruz? Dürüst ol, atom bombası falan yaptırdın değil mi?”

“O bu kadar pahalıya gelmezdi.”

Kahretsin… Her ne halt yediyse gerçekten büyük, çok çok büyük bir şeyler olmalıydı. Ayrı bir şirket kurdurmuş olabilir miydi? Bunu yaptıysa bile o şirketin bir ürün satışı yaptığını sanmıyordum. Aksi taktirde zamanla kendi kendini finanse edebilecek karlılığa ulaşıp, Saral Holding’le mali bağlarını koparırdı. Bu şey her neyse, maddi bir getiri üretmediği kesindi. Hangi iş adamı maddi getirisi olmayan bir işe yirmi yıl boyunca milyarlarca dolar yatırım yapardı ki?

Düşüncelerle dolu bir saatlik yolculuğun ardından kenti ve binaları ardımızda bırakıp kırsal bölgelerde uçmaya başladık. Bir noktadan sonra kasabalar ve köyler de gözden kayboldu, balta girmemiş ormanların yemyeşil düzlükleri serildi altımıza. Başımı pencereye dayamış manzaranın tekdüze sıkıcılığını izlerken ufukta belirecek şeyin ne olduğuna dair tahminler yürütüyordum.

O nedenle helikopterin alçalmaya başlaması benim için bir sürpriz oldu. Manzarada hiçbir şey değişmemişti, hala yemyeşil bir ormanın üzerindeydik. Neler olduğunu anlamak için yerimden kalkıp ön koltuktaki pilotu dürtmeye çalıştım.

“Are we gonna land in the woods?”

Gürültüden ötürü beni duymadı elbette. Zaten tekrar sormama fırsat kalmadan Kütüphaneci koluma yapıştı, ondan beklemediğim bir güçle beni çekip yerime oturttu. Eliyle işaret yaptığını görünce homurdanarak kulaklıkları taktım.

“Pilotla derdinin ne olduğunu sorabilir miyim?”

“Bizi tuzağa çekip çekmediğini öğrenmeye çalışıyordum.” diye söylendim. “Kör olduğun için farkında değilsin ama herif bizi ormana indiriyor.”

“Biliyorum çocuk. Gözlerim görmese de çam ağaçlarının kokusunu alabiliyorum.”

Onun kendinden emin tavrı karşısında uzatmadım. Helikopter ormanlık araziye iniş yapana dek sessizce oturmaya devam ettim. Zaten dışarıda bizi bir jeep bekliyordu, anlaşılan gizlilik sebebiyle alakasız bir yere iniş yapıyorduk. Yine de helikopterden inerken pilotun yüzünü görebilmek için iyi uçuşlar dilemeye falan çalıştım elbette. Herifi aklıma kazıyıp ilk fırsatta peşine düşmeyi planlıyordum, böylelikle dayımın seyahat çizelgesi hakkında bilgi sahibi olabilirdim. Fakat pilot arkasına dönüp bakmadı bile.

“Kaba herif.” dedim homurdanarak. “İnsan bir cevap verir…”

“Tanrı aşkına, personellerimin yakasından düş artık.” diye söylendi galaktik dolandırıcı. “Hiçbiri sana beni ispiyonlamaz, bilhassa da seyahat personellerim.”

“Ne bok yemeye sözlü uyarıda bulunuyorsun ki?” diye sordum. “İkimiz de benim lafıma güvenmeyip biz buradan ayrılır ayrılmaz pilotu bulamayacağım bir yere göndereceğini biliyoruz.”

Bastonunu tıkırdattı. “Nasihat vermek dayı yeğen ilişkimizi geliştiriyor.”

“Nasihat vermen sadece benim küfür dağarcığımı geliştiriyor.”

Ufak bir kahkaha attı. “Hazırcevaplılık konusunda Gül’le yarışabilecek kimse yok sanırdım.”

“Gül kim—“ Duraksadım. “Anneme Gül mü diyordun?”

Adının Nihal olarak kısaltılmasına o kadar alışmıştım ki, Gül isminin de ona ait olabileceği aklıma gelmemişti.

“Eskiden annene herkes Gül derdi.” diye cevap verdi dayım. “Nihal kısaltmasını babandan önce kimse kullanmamıştı. Daha doğrusu, halihazırda kısaltması yapılmış bir ada farklı bir kısaltma getirmeye kimse gerek duymamıştı.”

Hafifçe tebessüm ettim. “İnsan aşık olmadığı birine neden yeni adlar versin ki?”

“Doğru bir tespit.” diyerek başını salladı. “Ben de bu yüzden babanın annene Nihal dediğini duyunca ilişkilerini onaylamıştım. Aşkım böceğim gibi sevgi sözcükleriyle yetinmek yerine onun şahsına özel bir ad vermesi beni ikna etmişti.”

Tinuviel’i düşününce dayıma bir kez daha hak verdim. Bazen bir kadını sevgi sözcükleriyle anmak, adının sonuna iyelik eki takmak yetmiyordu insana. Yeni bir ad vermek istiyordunuz. Diğer insanların bilmediği, görmediği, sadece size ait olabilecek bir kimlikle yeniden tanımlamaktı bu. Babamın da aynı şeyi annem için yaptığını öğrenmek hoş bir tesadüf olmuştu.

Araziye indiğimizde önce ben çıktım dışarı. Ardından kör ve yaşlı pezevengin helikopterden inmesine yardım ettim. Aslında bayırdan aşağı yuvarlanmasını izlemek epey keyifli olurdu ama finalde peşinden koşturması gereken yine ben olacaktım.

Yürümeye başladığımızda “Bizi bekleyen araçta navigasyon yok.” dediğini duydum. Helikopter yeniden gökyüzüne yükselmişti fakat gürültüden ötürü hala bağırarak konuşuyorduk. “Sana yolu ben tarif edeceğim. Lütfen kafana göre kestirmeden gitmeye kalkışma, olur mu? Kaybolursak kimse bizi aramaya gelmeyecek.”

“Merak etme, kaybolacağımızı pek sanmam.” dedim. “Şoför araçta bizi bekliyor.”

Duraksadı. “Araçta şoför mü var?”

Siktir. Bir şeyler ters gidiyordu. Normal hayatta Kütüphaneci’nin bilgisi dahilinde gerçekleşmemiş olaylara pek rastlanmazdı. Bunca yıldır onu tanıyordum ama şaşkınlık yaşadığına neredeyse hiç şahit olmamıştım.

“Paniğe kapılma.” dedim sakince. “Biri bizi burada öldürmek isteseydi bunu çoktan yapardı. Araçtaki adam ya zararsız biri, ya da bizi bir yere götürmeye çalışacak. Araca bindikten sonra her halükarda niyetini anlarız.”

Keyifsizce söylendi. “Ateş etmek için yakına gitmemizi bekliyor olabilir.”

“Uzaktaki bir hedefi vuramayacak kadar kötü bir nişancıysa endişelenecek bir şey yok demektir. Silahını gördüğüm an kafasına sıkarım.”

Huzursuzca kıpırdandı. “Kendini gereksiz riske atma.”

O esnada araçtaki şoför hareket ettiği için dayıma cevap veremedim. Adam silahına falan davranmamıştı, dışarı çıkmak üzere kapıya uzanmıştı. Araçtan indiğinde alacakaranlıkta yüzünü pek seçemedim. Uzun boylu, pejmürde giyimli, üzerinde Cary Grant’in meşhur pardösüsüne benzer bir kaban taşıyan bir adamdı. Bize doğru yürümeye başladığındaysa kelli felli bir adam değil, genç bir oğlan olduğunu gördüm. Yüzü hiç de yabancı gelmiyordu.

Sikeyim… Çünkü bu iti daha önce görmüştüm.

“Tahmin et bakalım Kütüphaneci, bizi karşılamaya gelen kimmiş?”

“Benim haberim olmadığına göre adamlarımdan biri değildir.”

Hafifçe tebessüm ettim. “İşte bunu duymak enteresan oldu.”

Genç oğlan yanımıza geldiğinde dayımın duraksadığını fark ettim. Gözlerinin yokluğuyla seneler içinde büsbütün keskinleşmiş duyularından biri ona gerçeği fısıldamış olmalıydı. Gelen kişiyi kokusundan tanımış olması da, sık görüştükleri gerçeğini benim kulaklarıma fısıldadı.

İstifimi hiç bozmadım, sakin bir tavırla elimi genç oğlana uzattım. “Sizi burada görmeyi hiç beklemiyordum.” dedim keyifle. “Kerem Gökovalı’ydı, öyle değil mi?”

“Evet efendim, geleceğinizi duyunca sizi karşılamak istedim.” diye cevap verdi oğlan. Ardından eliyle ardımızda uzanan karanlığı işaret etti. “Tekinsiz Vadi'ye hoş geldiniz.”

Kütüphaneci’nin yüzünde gördüğüm huzursuzluk, bütün yolculuğa değerdi.

✵ ────── • ⋅ ༽ ༼༽ ༼   ⋅ • ────── ✵

ARAS
Günümüz

"Aras Bey, nişanlınızın hamilelik şüphesi var mıydı?"

Birkaç saniye doktorun yüzüne boş boş baktıktan sonra konuşabildim.

“Yoktu.”

“Emin misiniz?”

“Neyden emin miyim?”

Dişlerinin arasından sabır dolu bir nefes verdi. “Bakın kabullenmekte zorlanmanızı anlıyorum ama buna net bir cevap almam gerekiyor.”

“Neye?”

“Nişanlınızın hamilelik şüphesi olup olmadığına.” dedi üstüne bastıra bastıra. “Ultrasonda görünmeyecek kadar yeni, iki üç haftalık bir gebelikten bahsediyorum. Böyle bir ihtimal var mı Aras Bey?”

Bilmiyordum. Bilemezdim. Bilmem gerekirdi ama nereden bilecektim ki? İlk sevişmemiz dışında hep kondom kullanmıştık, ilk sevişmemizin sabahında da Melek ertesi gün hapı içmişti fakat bunlar kesinlikle hamile kalmayacağını anlamına gelmiyordu. Neredeyse kesinlikle hamile kalmayacağı anlamına geliyordu. İkisi arasında fark vardı.

Babamın hafifçe öksürdüğünü duyunca kendime geldim. Aniden doktorun sorduğu şeyin saçmalığını idrak etmiştim. Hangi doktor bunu hasta yakınına sorardı ki?

“Kan testleri yaptığınızı kendiniz söylediniz.” dedim kendimden emin bir şekilde. “Sizce de bu ihtimali bana sormanız saçma değil mi? Hamile olsaydı kan testinde hormonal bir farklılık görünürdü.”

“Görünüyor zaten.” diye cevap verdi. “Fakat kendisi hastaneye getirildiğinden bu yana çok fazla ilaca maruz kaldı. Üstelik testlerdeki dengesizlik başka bir ilaçtan da kaynaklanıyor olabilir. Neyden kaynaklandığını ve neden düzeldiğini anlamaya çalışıyorum.”

“Öyleyse test yapmaya devam edin.”

“Mümkün değil. Söylediğim gibi, testlerdeki dengesizlik birkaç saat önce düzeldi. Eğer dengesizliğin sebebi hastaneye getirildiğinde verilen bir sürü ilaçtan herhangi biriyse, hangisi olduğunu anlayıp o ilacı tekrar vermemem gerekir. Eğer sebep hamilelikse buna gerek kalmaz. Anlamaya çalıştığım şey buydu ama görüyorum ki siz de emin değilsiniz.”

“İyi de çok saçma bu söylediğiniz!” diye isyan ettim sonunda. “Dengesizlik hamilelikten kaynaklanıyor olsaydı birkaç saat önce düzelmiş olmazdı herhalde. Bildiğim kadarıyla o süreç dokuz ay falan sürüyor.”

Neyle karşı karşıya olduğumu dile getirirken fark ettim. Siktir… Melek hamile olabilirdi. Bebeğimiz olabilirdi bizim… Olabilir miydi? Olmasını isterdim. Olmasını her şeyden çok isterdim. Fakat ondan böyle bir şey bekleyebilir miydim? Henüz okulu bile bitmemişti, üstelik yirmi yaşındaydı. Daha da önemlisi şu an komadaydı.

Çaresizce doktora baktığımda kadının şaşkın bakışlarıyla karşılaştım. Ne diyeceğini bilemiyormuş gibi görünüyordu. Ardından kelimeleri dikkatle seçerek “Aras Bey, nişanlınızın şu an hamile olması mümkün değil.” dedi. “Böyle bir şey vardıysa bile ilk kardiyak arrestte düşük başlamış olmalı. Birkaç saat önce hormonal değerlerinin normale döndüğünü söylerken kastettiğim şey buydu. Anlatabiliyor muyum?”

Gülmeye başladım. Elbette anlıyordum. İbrahim Saral’ın bana kurduğu bir tuzaktı bu. Bugüne dek sayısız kez geldiğim bir oyunun içine yeniden çekiliyordum. Aras’a önce güzel bir şey ver, sonra da onu elinden al. Böylelikle bir şeyleri yitirmeye alışmış olsun.

“Eminim öyle olmuştur.” dedim gülmeye devam ederken. “Bayağı inandırıcı geliyor kulağa. Şahsen ben ikna oldum.”

“Sizi herhangi bir şeye ikna etmeye çalışmıyorum.” diye zırvalamaya devam etti. “Burada yalnızca ihtimallerden söz ediyoruz.”

Sözlerinin devamını dinlemedim bile. Fedailere öfke duymayı uzun süre evvel bırakmıştım. İnsan olarak görmüyordum onları, gözümde zehirli bir böcek sürüsü gibiydiler. Fırsat buldukları zaman insanı sokmaktan geri durmazlardı ama nihayetinde varoluş amaçları buydu. Bu yüzden bir fedaiye öfkelenmek yerine gördüğüm yerde üstüne basıp ezmeyi tercih ediyordum. Bu doktor da onlardan biri olduğuna göre…

“Doktor Hanım, lütfen cehaletime verin ama ben de bunu nasıl bilemiyor olabileceğinizi anlamadım.” diye lafa karıştı babam. “Yani… Eğer bir düşük durumu olsaydı gözle görülür bir etkisi olmaz mıydı?”

İşte bu. Babam oyundaki çelişkiyi şak diye çözmüştü. Doktor görünümlü fedai Melek’in hastanedeyken düşük yapmış olabileceğini falan söylüyordu ama kanama detayını es geçmişti. Sırf daha ne kadar saçmalayabileceğini görmek için müdahale etmedim. Yüzüme sakin bir tebessüm kondurup kem küm etmesini beklemeye başladım.

“Yeni gebeliklerde sessiz düşük görülebilir.” dedi sahte olduğunu bildiğim bir mahcubiyetle. “Yani kanama meydana gelmeden de düşük gerçekleşebilir, eğer kastettiğiniz etki buysa… Böyle durumlarda anne adayı düşüğün gerçekleştiğini hamilelik belirtilerinin kaybolmasıyla anlar. Tabi, bu koşullarda emin olmak için muayene etmekten başka seçenek görünmüyor. Eğer hastanın yasal vekili yazılı onay verirse genital muayene ile düşük olup olmadığını—“

“Hop hop, unut onu.” diyerek kestim sözünü. “Derdiniz ne, ne tür bir oyun oynuyorsunuz bilmiyorum ama bu kadar mizansen yeter. Melek’e dokunmanıza asla izin vermem.”

“Ne oyunu, ne mizanseni? Bakın eğer muayene istemiyorsanız yapmayız olur biter. Şu an bizim için önemli olan şey, hastanın kan değerlerinin normale dönmüş olması. Açıkçası ben de bilinci kapalı bir hastayı muayene etmeyi doğru bulmuyorum. Düşük gerçekleştiyse bile—“

“Yeter!” diye patladım en sonunda. “Yemiyorum artık bu numaraları, anladınız mı beni? O Kethüda denen dallamaya da söyle, bu mevzuyu kişiselleştirmesin. Beni Melek’le sınamaya kalkışırsa tüm fedailerin kökünü kazırım!“

Kadın boş boş baktı yüzüme.

“Beyefendi siz iyi misiniz?”

Çıldırmış gibi bir kahkaha attım. Bir sonraki hamlem kadını saçından tutup fedai olduğunu itiraf edene dek koridorda sürüklemek olacaktı. Fakat adım atmaya bile fırsat bulamadan babamın önüme geçtiğini hissettim. “Doktor Hanım, lütfen kusurumuza bakmayın.” dedi derin bir mahcubiyetle. “Oğlumun şokta olduğunu anlamışsınızdır. Biz bi’ dışarı çıkıp hava alalım, ben daha sonra detaylı bilgi almak için yanınıza uğrarım. Her şey için teşekkürler.”

Ardından bir cevap beklemeden bileğimden tutup çıkışa doğru çekiştirdi beni. Karşı koyamadım. Zihnimin içinde derin bir hesaplaşma hüküm sürüyordu. İhtimaller denizinde nafile kulaçlar atmakla, duyduğum zırvalıkların birer yalan olduğuna dair ispatlar aramakla meşguldüm. Babam beni kolumdan tutup çekiştirirken en son altı yaşındayken yaptığım gibi yalpalayan adımlarla peşinden sürüklendim.

Ters giden bir şeyler vardı… Melek hamile falan olamazdı, bunu biliyordum artık. Doktor kesinlikle bir fedaiydi. Öte yandan, şu an bana böyle bir oyun kurmaları pek mantıklı gelmiyordu. Dayımın gidişiyle birlikte fedailerin ortadan kaybolduğunu biliyordum. Muhakkak geride üç beş nöbetçi bırakmış olmalıydılar fakat büyük bölümü sırra kadem basmıştı.

Başlarında böyle bir bela varken benimle oyun oynamaya vakit ayıracaklarını sanmıyordum. Bu da içerideki kadının düzeni korumak için burada olmadığını gösteriyordu. Muhtemelen onu buraya bizzat Kethüda, yani Barbaros Abas yollamıştı ve amacı başına ördüğüm çorapların intikamını almaktı. Ben de karşılığında boynuna bir ilmek geçirip ipini çekmeye çalışacaktım.

Zihnimde envai çeşit suikast planıyla birlikte babamın peşi sıra sürüklenmeye devam ettim. Hastanenin bazı koridorları boştu ama ana kapıya ulaşana dek durmadık. Açık havaya çıktığımızda soğuk hava bir kırbaç gibi yüzüme çarptı. Kar fırtınası nihayet dinmişti fakat şimdi de gök gürlüyordu. Her gök gürültüsünde olduğu gibi ansızın bulutların ötesindeki fırtınanın bana ulaşmaya çalıştığı hissine kapıldım. Öfkeli şimşek sürüleriyle çatırdayıp parçalanan gökyüzü, hiç bilmediğim bir lisanda konuşuyor gibiydi.

“Oğlum sen kafayı mı yedin?! İçeride  doktora neler saçmaladın öyle?!”

Hah, buyur… Şimdi bir de babamla uğraşmam gerekecekti. Muhtemelen beni sorguya çekmeye falan çalışacaktı. Aslında buna izin vermek mantıklı olabilirdi. Önce babama kısaca fedailer hakkında bildiklerimi anlatırdım. Ardından yanlışlıkla Kethüda’nın Barbaros Abas olduğu bilgisini ağzımdan kaçırırdım.

Eğer babam Silivri’deki koğuş arkadaşı ve o yıllardan beri biricik kankası olan adamın, aslında İbrahim Saral’ın fedailerini yönettiğini öğrenirse… Eh, işte o zaman Abas’ın ipini bizzat kendisi çekerdi. Onu nasıl ikna edeceğimi bilmiyordum ama içimden bir ses babamla suç ortağı olmanın, baba oğul olmaktan daha kolay olacağını söylüyordu.

“Doktor değil o kadın.” diye söylendim. “Bilmediğin şeyler var tamam mı? Dedemin fedailer isimli bir—“

“Ooo Aras bey fedailerle de tanışmış!” diyerek öfkeli bir kahkaha attı. Şaşkınlıkla yüzüne baktım ve nedense bu tavrım karşısında daha da öfkelendi. “Gerçi niye şaşırıyorsam… Korktuğum her şey teker teker gerçekleşiyor işte!”

“Bir dakika— Sen fedaileri nereden biliyorsun?”

“Lan oğlum.” dedi öfkeden bıyıkları titrerken. “Ülkede binlerce üyesi bulunan bir örgütten bahsediyorsun. Sen daha dünyada yokken bu itlerin dosyası benim masama gelmişti!”

Kısa bir an için beni neden bu konuda uyarmadığını merak ettim. Daha da kısa bir an boyunca beni dedemin karanlık işleri ve tekinsiz avanesi hakkında sayısız kez ikaz ettiğini anımsayıp konuyu erteledim. Her halükarda, şimdi babamla hesaplaşmanın zamanı değildi. Abas’ı babama infaz ettirme planını şimdilik beklemeye aldım.

“Bu kadın da onlardan biri işte!” dedim. “İçeride tiyatro çevirdi resmen, fark etmedin mi? Kim bilir neyin peşindeydi!”

Bu kez gerçekten sakinleşti. Hatta sakinleşmekle kalmayıp çaresizlik içerisindeymiş gibi iç çekti. Sanki tüm tavrımın sebebini birden idrak etmişti de nasıl tepki vereceğini çözmeye çalışıyordu. Bazen annemin bu zeka yoksunu herifte ne bulduğunu gerçekten merak ediyordum.

“Evladım sen bu kadının fedai olduğu sonucuna nereden vardın?”

“Söylediklerinden elbette! Neymiş efendim Melek hamileymiş de, modern tıbbın bunu tespit etmesi olanaksızmış da, bana sormaktan başka çaresi kalmamış falan… Bir de böyle bir ihtimal varsa bile şu an hamile olması olanaksız diye belirtiyor karı. Dram dizisi sanki amına koyayım!"

“Aras—“

“Neden biliyor musun?” diye devam ettim gülerek. “Çünkü sevdiğim kızın benim yüzümden ölümün eşiğine gelmesi yetmiyor. Benim yüzümden varlığını bile bilmediğim bebeğimizin de ölmesi gerekir!”

Fakat öyle bir şey yoktu elbette. Fedaiydi içerideki kadın. Kaldelilerden biri bile olabilirdi. Şu an, evrendeki her ihtimal Melek’in hamile olmasından daha mantıklıydı.

“Oğlum yapma böyle.” dedi babam. “Doktor hanım her şeyi izah etti, gerekirse asistanlarından da bilgi alırız. Sakin ol sadece.”

“Yahu neyin bilgisini alacaksın? Yalan söylüyorlar işte! Azıcık mantıklı düşün, sence kadının söylediği şey gerçek olabilir mi?”

Durdu, dikkatle yüzüme baktı. “Olamaz mı?”

Soru son derece basitti. Cevabı da öyle. Bütün bu basitlik dakikalardır çıldırmış gibi davrandığımı fark etmemi sağladı. Çaresiz bir kabullenişle “Olmasın.” diyebildim. “Böyle bir şeyi telafi edemem.”

“Belki de ortada telafi edilecek bir durum yoktur.” dedi babam. “Doktoru duydun, kan değerlerindeki dengesizlik başka bir şeyden kaynaklanıyor olabilirmiş. Tedbirsiz davranmadıysan neredeyse sıfıra yakın bir ihtimalden söz ediyoruz demektir.”

Bunları üstüne basa basa söylemişti. Açıkça korunup korunmadığımı soracağı yaşı çoktan geçmiştim. Fakat bu konuda içim rahattı, zira ilk sevişmemizin üzerinden üç ay geçmişti ve onun dışında kondom kullanmadan hiç—

Duraksadım. Ona restoranda yeniden evlenme teklifi ettiğim gece ikimiz de çakırkeyiftik. Eve varınca odaya gitmeyi bekleyemeyip halının üstüne serilmiştik. O sevişmeyi kondomsuz yapmış olabilir miydik? Öyle olmadığına inanmak istiyordum ama kondom taktığım anı bir türlü hatırlayamıyordum.

“Melek hamile olamaz.” dedim babamın beni dikkatle izlediğini fark edince. “Sen de bu konuyu unutursan sevinirim. Hatta Melek’le ilişkimize dair her şeyi unut. Aşırı çekiniyor senden, sen görme diye okula giderken yüzüğünü bile çıkarıyordu.”

“Biliyorum, gördüm birkaç kez.” dedi bıyık altından tebessüm ederek. “Birkaç hafta önce Lavinia’yla kütüphanede çalışırken gördüm ikisini, seninki beni fark edince masanın altına saklandı.”

Normalde buna gülerdim ama aklım hala Araf’taki sevişmemizde olduğu için gergin bir tebessümden öteye geçemedim. Neyse ki babam mevzuyu daha fazla deşmedi. Kesin konuşmam onu rahatlatmış gibi görünüyordu.

“Neyse, ben içeri dönüyorum. Doktor hanıma çok ayıp oldu, odasına uğrayıp gönlünü almaya çalışacağım. Sen de gel, özür dilersin en azından.”

“Benim biraz kafamı toplamam lazım. Kadının yanına daha sonra uğrayıp özür dilerim.”

Bir an için bana sarılacağını sandım ama şükürler olsun ki böyle bir şey yapmadı. Belki de bunun ondan nefret etmemle sonuçlanacağını biliyordu. Tam şu anda hakikaten zayıftım çünkü. Hakkı Karadağ istese kolaylıkla kol kanat gerebilirdi bana. Babalık yapabilirdi. Yapmadı.

Babam yeniden hastaneye dönerken ben de hastane bahçesinin yolunu tuttum. Hakikaten biraz kafamı toplamaya ihtiyacım vardı. Ailem yanımdayken elim kolum bağlanmış gibi hissediyordum. Melek’i buradan alıp götürmenin bir yolunu bulmalıydım. Doktor kadın fedai olmayabilirdi ama devlet hastanesinde tedavi imkanları kısıtlıydı. Hele ki Melek’in yasal izinleri Efsun cadısı tarafından veriliyorken…

“Aras Bey!”

Korumalardan birinin koşarak bana doğru geldiğini görünce iç çektim. Görünüşe bakılırsa kafamı toplama şansım olmayacaktı.

“Efendim Selim?”

“Haberleri basına servis eden kişiyi bulduk!” dedi telaşla. “Çocuklar buraya getiriyorlar!”

İşte bu güzel haberdi. Korumayla birlikte alelacele hastanenin ön tarafına doğru giderken Kütüphaneci’ye ulaşabileceğim bir iz bulduğumun farkındaydım. Haberleri yaptıran kişinin dayım olduğuna emindim, fakat bunu bizzat yapmazdı. İllaki bir maşa kullanmış olmalıydı.

Ön tarafa geçtiğimizde korumalar araçtan yaka paça birini indiriyorlardı. Kar fırtınası yüzünden suratını tam seçemiyordum ama giyim kuşamı dikkatimi çekmişti. Koyu renk bir takım elbise giymiş uzun boylu bir erkekti bu. Üzerinde Cary Grant’in meşhur uzun pardesüsünü andıran, daha önce gördüğüme emin olduğum bir kaban vardı. Korumaların sürüklemesiyle biraz daha yakına geldiğinde ihtiyar bir adam olmadığını gördüm. Aksine benden bile gençti ve karşımda görmeyi hiç ummadığım biriydi.

“Aras Bey haberleri basına bu beyefendi bizzat teslim etmiş!” diye telaşla öne atıldı korumalardan biri. “Yalnız kendisi ismini söylemeyi reddediyor.”

“Gerek yok, ben adını biliyorum.” dedim genç adamı dikkatle süzerken. “Kerem Gökovalı’ydı, öyle değil mi?”

Aradığım fırsat nihayet ayağıma gelmişti.

-*-

Birkaç saat sonra hastaneye döndüğümde babam kafeteryaya inmişti. Lavinia ve Nazenin koridordaki sandalyelerde oturuyordu, Nazenin yine ağlama nöbetine girmişti anlaşılan. Laviş’in kızı başarıyla teselli ettiğini görünce yanlarına hiç uğramadım. Zaten önce doktorun yanına gitmem gerekiyordu. Kadının bahsettiği hamilelik ihtimaline hala inanmıyordum ama doktorun bana oyun oynayan bir fedai olduğu şeklindeki sanrılardan kurtulmuştum. Yine de tamamen emin olamazdım elbette, çevremdeki her insan gibi doktorun da bir fedai olma ihtimali vardı. O ihtimal, her zaman var olacaktı.

Doktorun odası hastanenin en üst katında olduğu için epey yol katetmem gerekti. Labirenti andıran koridorları geçip asansörle yedinci kata ulaştım. Saat epey geçti ama doktorun hastaneyi bir yaşam alanı olarak benimsediğini fark etmiştim. Özel hayatındaki problemlerden kaçmak için burayı bir sığınak olarak kullanıyor gibiydi.

Tahminlerim doğru çıktı. Koridorun en ucundaki odaya ulaştığımda kapısının altından ışık süzülüyordu. Kapıyı çalıp içeri girdiğimde kadını devasa pencerelerin önünde dikilirken buldum. Ufak tefek bir şey olduğu için büyük camların önünde hepten küçük kalmıştı. Dalgın bakışlarla gökyüzünü izlerken bir şeylerin anlamını sorguladığını hissettim.

“Affedersiniz, müsait miydiniz? Kapıyı çalmıştım ama—“

İrkilerek bana döndü. “Pardon— Duymadım sizi… Bir şeyler düşünüyordum da.”

“Fark ettim.” dedim masasının önündeki koltuklardan birine otururken. “Dilerseniz daha sonra gelebilirim.”

Bunu oturduktan sonra söylemem dikkatinden kaçmadı. Yaptığım kabalıkların ve zorbalıkların kadını pek öfkelendirmediğini fark etmiştim. Ara sıra azar çektiği oluyordu ama genelde iflah olmaz bir oğlan çocuğunun yaramazlıklarından bezmiş gibi iç çekmekle yetiniyordu.

İç çekti. “Yo, müsaitim. Zaten ben de sizinle konuşmak istiyordum.”

“Bir sorun mu var?”

“Yarın sabah hastayı uyandırmayı deneyeceğiz. Bilinci açılırsa, ki açılacağını düşünüyorum, kendisini görebileceksiniz.”

Derin bir nefes aldım. “Şükürler olsun.”

O ana dek günlerdir gördüğüm her şeyin gri olduğunu fark etmemiştim. Fakat Melek’i göreceğimi duyunca bulunduğum noktadan başlayan bir renk cümbüşü dalga dalga etrafıma yayılmaya başladı. Nesneler anlam kazanıyordu birer birer, gri tonlarca evrilmiş renkler göz alıcı bir canlılığa bürünüyordu sanki. Bu yalnızca özlemekle alakalı bir şey değildi, geçmişte de pek çok kez Melek’in özleminden yanıp tutuşmuştum ve hasret dinmesinin neye benzediğini biliyordum. Daha sancılı bir histi, adrenalin ve alabildiğine heyecan yüklü, ansızın midemde burulan bir yoksunluk gibi ve ona sımsıkı sarılana dek kollarımı terk etmeyen bir sızı gibiydi.

Az önce olan şey hasret dinmesi değildi, zaten henüz Melek’in yüzünü görmemiştim. Daha farklı bir durumdu, sanki —

“Artık yapayalnız değilmişsin gibi.” diye tamamladı pencerenin önünde dikilen bir kız. “Eskiden Melek’in varlığı sana bunu hissettirmiyordu çünkü onu sadece seviyordun. Hayatının bir parçası değildi. Fakat artık onu tanıyorsun, fiziksel ve manevi açıdan pek çok mahremi paylaştınız ve bu bir aidiyet hissi yarattı. Hislerini algılamakta bu kadar başarısız olmasaydın bu büyüleyici hissin neden etrafındaki tüm renkleri daha parlak, daha canlı, daha göz alıcı hale getirdiğini de anlardın.”

Sonra yitip gitti. Kızın kayboluşuyla birlikte orada durduğunu da, bana anlattıklarını da unutmuştum.

“Aras Bey?”

“Ha?” diye irkilerek doktora döndüm yeniden. “Affedersiniz, dalmışım. Ben… Gerçekten çok sevindim de söylediklerinize…”

“Bence sevinmek için bu kadar acele etmemelisiniz.” dedi özür diler gibi bir tavırla. “Henüz hastada beyin hasarı gelişip gelişmediğini biz de bilmiyoruz. Bulgular iyiye gidiyor ama bilinci açılmadan durumdan emin olamayız.”

“Evet, bahsetmiştiniz.” diye iç çektim. “Felç kalabilir, şiddetli hafıza problemleri yaşayabilir, organ yetmezliği gelişebilir… Bunların hepsini biliyorum zaten. İyileşmesi için tüm imkanlarımı seferber edeceğimden emin olabilirsiniz.”

Doktor kaygısız tavrım karşısında bir anlığına ne diyeceğini bilemiyormuş gibi göründü. “Şiddetli bir anoksik beyin hasarının neye benzediğinden haberiniz var mı?”

“Bakın hissettiğim endişeyi sizin beklediğiniz şekilde dışa vurmuyor olabilirim ama emin olun, her ihtimale karşı hazırlıklıyım.”

“Emin misiniz?”

“Bu sizi ikna eder mi bilmem ama kız kardeşim kalp nakli olmuştu, hastalık sürecinde yanındaydım. Şiddetli sağlık problemlerinin nasıl görünebileceğini biliyorum.”

“Bu iki durumun ortaya çıkardığı tablo birbirinden epey farklı görünür yalnız.”

“Görebileceğim en kötü tabloları gördüm, doktor hanım.” dedim sakince. “Gerçekten nasıl göründüğü benim için önemli değil, ona olan hislerimi de etkilemez.”

Hafifçe tebessüm etti. “Bu sözü kaç farklı hasta yakınından işittiğimi tahmin edemezsiniz.”

“Hiçbirinin en yakın arkadaşının sülfürik asit kazanına düşmediğine eminim.” diyerek gülümsedim ben de. “Benim en yakın arkadaşım bunu yaşadı, üstelik birkaç hafta boyunca hayatta kaldı. Ve tüm süreçte yanında ben vardım. Muhtemelen bir arkadaşlık ilişkisinde sorun olmayan şeylerin romantik ilişkilerde sorun olabileceğini falan düşünüyorsunuz ama o da benim problemim.”

“Açıkçası sülfürik asit kazanına düşmüş ve hemen ölmemiş bir insanı duyduktan sonra pek bir şey düşünemedim.” dedi nazikçe. “Gerçekten çok üzüldüm, başınız sağ olsun.”

Böylelikle bir zaafını daha ortaya serdi; empati kabiliyeti yüksekti, üstelik hislerini etkilemesine engel olamıyordu. Kadının bam telini yakalamıştım.

Cevap vermediğimi görünce “Fakat benim kastettiğim böyle bir şey değildi.” diye devam etti konuşmaya. “Nişanlınız şiddetli beyin hasarı geçirdiyse karşınıza kötü bir durumda çıkmayacak Aras Bey. Çünkü kendisi orada olmayacak. Hasta yatağında bilinçsizce inleyip sızlayan, ağzından salyalar akan bir genç kız göreceksiniz en fazla. Ancak sizi tanımayacak, sevemeyecek, hatta söylediklerinizi bile anlamayacak. Onu iyileştirmekten bahsediyorsunuz ama bir hastalığın tedavi edilebilmesi için ortada bir hasta olması gerektiğini anlamıyorsunuz.”

Anlattıklarını tahayyül etmemek için epey çaba sarf etmem gerekti. Neyse ki doktorun bu konuda aşırı hassas olabileceğini biliyordum. Fedai olup olmadığını anlamak için özel hayatını araştırınca bir başka zaafını daha öğrenmiştim.

“Elbette bunu sizin kadar iyi anlamam mümkün değil.” dedim kelimeleri dikkatle seçerek. “Oğlunuzun durumundan haberdarım, hassasiyetinizin sebebini de anlıyorum. Fakat sözlerimin arkasındayım. Arkadaşım asit kazanına düştükten sonra sadece göz kapaklarını hareket ettirebiliyordu. Altı yıl önceki teknolojik koşullarda dış dünyayla iletişim kurma şansı pek yoktu. Şimdiyse birinin göz hareketlerini algılayıp sözcüklere dönüştüren bir makine yapmak çok da zor değil. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz? İmkansız dediğiniz her şey mümkün hale gelebilir. Bu yüzden, sizin kişisel durumunuza saygı duymakla birlikte nişanlım tedavisi imkansız bir durumda olsa bile benzer yaklaşımı benimsemeyi düşünmüyorum. Beyin alanındaki bilimsel çalışmalar fazlasıyla hızlı ilerliyor.”

Uzatmadı. “Öyle diyorsanız…”

“Hayır, yanlış anladınız. Sizinle inatlaşmaya çalışmıyorum. Buraya nişanlımın yaşayabileceği sağlık problemleri hakkında bilgi almak için geldim. Eğer yanıldığımı düşünüyorsanız bunu benimle paylaşın lütfen. Tabi, vaktiniz varsa…”

Elindeki kalemi masaya bırakıp iç çekti. “Eh, normal şartlarda hasta yakınlarıyla sohbet edecek zamanım olmazdı ama madem ki sizin rektör beyden ricanız sebebiyle yıllık iznimi hastanede geçiriyorum, o zaman daha detaylı konuşabiliriz.” Birkaç saniye mahcubiyet duymamı bekleyerek bana baktı, aradığını bulamayınca bezgin bir tavırla iç çekti.  “Öncelikle şunu sorayım. Şiddetli bir beyin hasarını neden tedavi edemediğimizi biliyor musunuz?”

“Sinir hücreleri kendini yenilemediği için mi?”

Kısaca duraksadı. Bazen karşınızdaki insan uzman olduğunuz alanla ilgili öyle bir iddiada bulunur ki, yanlışını yüzüne vuramazsınız. Bunu yapabilmek için bile bir ton akademik bilgi vererek önce onu eğitmeniz gerekir. Doktorun yaşadığı duraksama da buna benzer bir şeydi, böyle bir efor sarf etmeme gerek var mı kararsızlığı… En sonunda gereksiz olduğunu anlamış olacak ki, geçiştirir gibi bir tavırla başını salladı.

“Bu da sebeplerden biri fakat en büyük problem, beynin içini göremiyor oluşumuz.” Yüzüne boş boş bakarken aklımdan geçenleri anladı sanırım, sabırla derin bir nefes alıp ekledi. “Kafatası açık ameliyatlarda beynin içini değil, dokusunu görürsünüz. Beynin içi derken işlevlerinden bahsediyorum. Nöronlar arasında kurulan bağlantılardan, düşüncelerin yaratıldığı lokasyonlardan ve bu yaradılış sürecine sebep olan metabolik reaksiyonlardan bahsediyorum.”

“Eminim siz daha iyi biliyorsunuzdur ama EEG ölçümlerinde hastalar bir şey yaparken veya düşünürken beynin hangi bölgesinin aktif olduğu görülebiliyor sanıyordum.”

“Aslında o dediğinizi MR, daha doğrusu fMRI ile yapıyoruz. fMRI cihazı beynin farklı bölgelerinde gerçekleşen kan akışındaki değişiklikleri ölçerek beyin aktivitesini haritalar. Çünkü beynin bir bölgesindeki kan akışının artması o bölgedeki aktivitenin arttığı anlamına geliyor. Anlayacağınız MR beynin içini görüntülemez, dolaylı yoldan ölçüm yapar. Sizin bahsettiğiniz EEG cihazı ise beyindeki elektriksel aktiviteyi ölçüyor ama bu – nasıl desem – genel bir ölçümdür. Kafatası ve yüz elektrik dalgalarının önünde bir bariyer oluşturur, beynin birkaç santimden ötesine giremezsiniz. Tabi günümüzde daha gelişmiş ölçüm teknolojileri mevcut ama onlar hastanemizde bulunmuyor. Bazıları ülkede bile yok.”

“Tahmin edebiliyorum. Ben bu yüzden ilk fırsatta Melek’i yurtdışındaki bir hastaneye naklettirmeye çalışacağım.”

“Evet, bu şekilde görüntüleme sorununu kısmen çözebilirsiniz ama tedavi konusunda en büyük probleminiz öngörülemezlik olacak.”

“Nasıl yani?”

“Beyin hasarının tam olarak neye, nerede ve nasıl sebep olduğunu bilseniz bile bu hasarın bireyin beyin fonksiyonları üzerindeki spesifik etkilerini öngöremezsiniz. En etkili tedavi yöntemini seçmek için bu öngörülere sahip olmamız gerekiyor. Bunları bilseydik de hangi nöronların veya bağlantıların onarılması gerektiğini, ya da hangi ilaçların veya tedavilerin ne şekilde, ne zaman, ne düzeyde uygulanması gerektiğini öngörmemiz gerekecekti. Potansiyel yan etkileri ve komplikasyonları saymıyorum bile. Hava durumunu kesin bir şekilde bilebilmek veya ekonomiyi öngörmek neden imkansızsa, bunları öngörmek de bu yüzden imkansız. Umarım yeterince açıklayıcı olmuştur.”

Başımı sallamakla yetindim. Boğazım kurumuştu. Hayatımda ilk kez en kötü ihtimali varsaymamak için çaba harcıyordum.

“Elbette tüm bunlar hastanın şiddetli beyin hasarı geçirmesi durumunda söz konusu olacak şeyler.” diye ekledi doktor. “Söylediğim gibi, bulgular iyi yönde. Nişanlınızın böyle zorluklarla baş etmek zorunda kalmayacağını umuyorum.”

Ben de öyle umuyordum. Aksi taktirde korkunç şeyler yapmam gerekecekti.

-*-

Gecenin geri kalanı yoğun bir telefon trafiğiyle ve koşuşturmaca içerisinde geçti. Sabahın erken saatlerinde hastaneye döndüğümde babam ortalarda görünmüyordu. Korumalar onun Melek’in durumu hakkında konuşmak için doktorun yanına gittiğini söylediler. Lavinia ise koridordaki sandalyelerde uyukluyordu. Sessizce yanına gidip oturduğumda irkilir gibi başını kaldırdı, yüzünde uyku mahmuru bir ifadeyle bana bakındı.

“Abi?”

“Uyu sen, yok bir şey.”

“Hayır hayır, uykum yok zaten benim. Konuşalım biraz.”

Hevesle doğrulup kendine çekidüzen verdiğini görünce itiraz etmedim. Hala benimle barışmaya çalışıyordu. Halbuki onu çoktan affetmiştim.

“Melek’in durumuyla ilgili bir gelişme var mı?”

“Bugün onu uyandırmayı deneyeceklerini biliyorsun.” dedim bakışlarımı camlı bölmeden ayırmadan. “Şimdilik başka bir gelişme yok.”

“Sen iyi misin peki?”

“İyiyim.”

İnanmamış olacak ki kafasını yana eğip gözlerini kısarak yüzüme baktı. Başımı diğer tarafa çevirdim ama geç kalmıştım. Bilerek.

“ABİ DUDAĞINA NE OLDU?!”

“Bağırma geri zekalı, hastanedeyiz.”

“Ya dudağın patlamış!” diye cırladı. “Tanrı aşkına kimle kavga ettin ya?!”

“Ne bileyim... Dallamanın tekiyle işte. Acildeki doktoru dövecekti, benden dayak yedi.”

“Niye hastane polisine haber vermedin?”

“Zaten birini dövecektim Lavinia, oldu mu?” diye söylendim öfkeyle. “O kişi babam olmasın istedim.”

“Ne saçmalıyorsun sen ya?” diyerek yükseldi birden. “Ne oldu, kavga mı ettiniz babamla?”

Huysuz bir tavırla omuz silktim. “Yok bir şey...”

“Abi yapma böyle.” diyerek boynunu büktü. “Kardeşinim ben senin. İzin ver destek olayım.”

Alaycı bir tebessümle yetindim.

“Seni çok kırdığımı biliyorum.” dedi bunu görünce. “Ama zaten sebebi buydu işte. Benimle hiçbir şey paylaşmıyorsun, sürekli ortadan kayboluyorsun, resmen çocuk muamelesi yapıyorsun bana!”

Farkındaydım. Benimle denk olmak istiyordu Lavinia. Benim ona destek olduğum gibi bana destek olabilmek, sorunlarımı bilmek, hayatımda bir yer edinebilmek istiyordu. Eğer dibine kadar karanlığa gömülmüş olmasaydım belki ona izin verirdim fakat bu koşullar altında imkansızdı.

“Yapabileceğin bir şey yok.” dedim isteksiz görünmeye çalışarak. “Korumalara söyledim, babamı buradan götürecekler.”

“NE YAPTIN NE YAPTIN?!” diyerek ayağa fırladı. “Kafayı mı yedin sen? Babamız o bizim!”

Bunun da farkındaydım. Zaten ben de asla böyle bir saygısızlık yapmazdım babama.

“Yahu deli ediyor beni!” diye çıkıştım. “Dün akşam bir ton laf saydı! Melek bu haldeyken bir de babamın suçlamalarını çekemem, anlıyor musun beni? Güya destek olmak için yanımda ama aksine dibe çekiyor Lavinia!”

“Ben gider konuşurum onunla. Sen sadece sakin ol tamam mı? Korumaları da ara hemen, sakın bir saçmalık yapmasınlar. B-ben babamla konuşup sana bulaşmamasını sağlarım.”

“Gitmesi lazım.” dedim dişlerimi sıkarak. “Ya onu buradan gitmeye ikna et, ya da karışma işime.”

Duraksadı. Bir işler karıştıracağımı anlamış olmalıydı. “Abi ne oluyor?”

Hemen yelkenleri suya indirmedim. Bir süre oflayıp pufladım, onun fark edebileceği yalanlar söyleyerek başımdan savmaya çalıştım. En sonunda istemeye istemeye “Melek’i kaçıracağım.” dedim. “Annesi onu buradan götürmeme izin vermiyor ama bu hastanenin imkanları kısıtlı Lavinia. Ben de izin almadan kaçıracağım onu.”

Umduğum gibi teatral tepkiler vermedi. Hatta böyle bir şey yapmamı zaten bekliyormuş gibi sıkıntıyla iç çekti.

“Sana tek bir şartla yardım ederim. Beni de götüreceksin.”

“Lavinia ben Melek’i yurtdışına götüreceğim.”

“Ben de geleceğim işte.” diye söylendi. “Nasılsa sömestr tatili yeni başladı.”

Fuar patlamasından sonra okullar tatil edildiği için final sınavları ileriye sarkmıştı. Bu da çoğu üniversitede sömestr tatilini mart ayının başına ötelemişti.

“Ne yapacaksın ki orada?”

“Arkadaşımın yanında olacağım.” dedi ciddiyetle. “Melek benim tek arkadaşım abi. Benim dengesizliklerime, bencilliklerime, ucube hallerime tahammül edebilen tek insan o. Neyi yitirmek üzere olduğumun farkında mısın?”

Niyetim onunla dertleşmek değildi ama söylediklerine karşı kayıtsız kalamadım. “Tek arkadaşım Melek derken? Özgür dallaması ne oldu?”

“Onunla artık konuşmuyorum.” demekle yetindi. “Meğer benimle günah çıkarmak için arkadaşlık yapıyormuş. Sevdiği kızı mı kaybetmiş bilmem ne... O da benimle ilgilenerek hatasını telafi etmeye çalışıyormuş. Neyse ne... Şu an konumuz bunlar değil, tamam mı? Sadece beni de götüreceğine dair söz vermeni istiyorum.”

“Lavinia—“

“Ve hayır, şu an Özgür meselesini daha fazla konuşmak istemiyorum.” diye kestirip attı. “Sadece söz ver. Ben de gidip babamı eve postalayayım.”

Bezgin bir tavırla iç çektim. “Öyle olsun, fare. Söz veriyorum seni de götüreceğim.”

Hevesli bir tavırla ayaklandı yeniden. Birkaç adım ilerledikten sonra duraksadı, topuklarının üstünde dönerek tekrar karşıma dikildi.

“Bu arada, Mert ortalığı ayağa kaldırmak üzere.”

“Pardon?”

“Gazetedeki haberleri olayların ertesi günü görmüş, Efsun hanımın olay çıkaracağını tahmin edip Melek’e ulaşmaya çalışmış. Sonra evlerine gitmiş ama orada da kimseyi bulamamış. İki gün önce Nazenin mesaj atıp bir sorun olmadığını söylemişti ama Mert’i biliyorsun işte... Panik canavarına dönüşmesine ramak kaldı. Bence artık olan biteni insanlara söylemeliyiz, en azından Mert bilmeli.”

“Lavinia, sana basit bir soru soracağım.”

“Sor abi.”

“Mert buraya gelirse neler olacağını tahmin edebiliyor musun?” Birkaç saniye bekledikten sonra devam ettim. “Elbette edemiyorsun. Çünkü o salağın ne bok yiyeceği belli olmuyor.”

Gözlerini devirdi. “İyi, ben ona hiçbir şey söylemem. Ama Nazenin gelince onu da uyarmayı unutma. Mert’le aralarında bir çeşit arkadaşlık var sanırım.”

Son cümleyi dişlerini sıkarak söylemesi gözümden kaçmamıştı. Anlayışlı bir abi gibi davranarak üstelemedim ama kuşkularında yanıldığına emindim zaten. Mert denen salağa benim salak kardeşimden başkası bakmazdı.

“Tamam, Nazenin’e de söylerim ben.”

Lavinia koşar adımlarla uzaklaşırken birkaç saniye sessizce bekledim. Kardeşim gözden kaybolduktan sonra telefonumu çıkarıp korumalardan birini aradım.

“Buyurun efendim.”

“Lavinia babamla konuşmaya gidiyor. Bir şekilde babamı hastaneden uzaklaştıracak. Babam gittikten sonra geri gelmeye çalışırsa içeri girmesine izin vermeyeceksiniz.”

Babamı yaka paça hastaneden gönderemezdim ama hastaneye girişini engelleyebilirdim. Zaten birkaç saatliğine uzak kalması yeterli olacaktı.

“Nasıl isterseniz Aras Bey.”

“Bu arada, babam gider gitmez Lavinia’yı da eve gönderip kapıya adam dikin. Biz ülkeden çıkış yapana dek evden dışarı adım atmasın.”

“Emredersiniz efendim.”

Telefonu kapatıp cebime attım. Doktor birazdan Melek’i uyandırmak için burada olurdu. Eğer Melek uyanırsa onu benimle yurtdışına gelmeye ikna edecektim. Eğer Melek uyanmazsa, o zaman gerçekten her şeyi göze alıp onu kaçırmam gerekecekti.

Bu süreçte Efsun’u kontrol altında tutmak kolaydı. En kötü ihtimalle evine kapatıp onun başına da birkaç koruma dikerdim. Fakat Nazenin’i karşıma almak şu süreçte iyi sonuçlanmayabilirdi. Onu herhangi bir teknolojik cihazın bulunmadığı bir yere kapatsam bile serbest kalır kalmaz takım arkadaşlarıyla birlikte Interpol’ü falan peşime takabilirlerdi. O nedenle kızı şimdilik müttefikim olarak yanımda tutmak zorundaydım.

“Aras Bey?”

Başımı çevirdiğimde doktor hanımı gördüm.

“Asistanlarım hastayı uyandırıyorlar.” dedi sakince. “Önce beyin hasarı gelişip gelişmediğini görmek için muayene etmemiz gerekecek. Sonrasında kendisini görebilirsiniz.”

Derin bir nefes alıp doktorun peşine takıldım. İşin asıl zor kısmı şimdi başlıyordu.

✵ ────── • ⋅ ༽ ༼༽ ༼   ⋅ • ────── ✵

"bahsetmediğim çok şey var daha
yaz çiçekleri, cam çiçekleri ölüyor
akşamın altını, gümüşe dönüyor
bunlar da önemli elbette
en az,
bana ihaneti öğrettiğiniz
bana kanatlarımı bıraktırdığınız kadar."

Birhan Keskin

-*-

"Beyin hasarı yok."

Doktordan duyduğum ilk cümle bu olmuştu. Ve dün akşamdan beri nasıl korkunç bir endişeyi sırtlandığımı bu cümleyi duyduktan sonra idrak edebilmiştim.

Cehennem gibi sıcakta kilometrelerce koştuktan sonra durmak gibiydi. Endişe, tüm gözeneklerimden fışkırmaya başlamıştı adeta. İlk birkaç dakikayı sandalyede oturup derin derin nefesler alarak geçirmiştim. Eğer Melek’in içeride beni beklediğini bilmiyor olsam muhtemelen günün geri kalanında oradan kalkmayı başaramazdım.

Doktorla kısaca konuşup gerekli ayarlamaları yapmak on dakikalık bir gecikmeye daha sebep oldu. Dakikalar ilerlerken endişenin boğucu ellerinin giderek gevşediğini, yeniden nefes almaya başladığımı hissettim. Fakat bu gevşeyiş endişe hissini yiyip bitirdikten sonra da devam etti. Nihayet yoğun bakım koridoruna ulaştığımda tüm hislerim puslu bir perdenin ardında kaybolmuştu. Bütünüyle afallamış haldeydim.

Odaya girdiğimde karşılaştığım manzara seneler öncesine ait anıları yüzüme tokat gibi çarptı. Suzan’ın odasına çok benziyordu burası. O oda daha büyük bir dikdörtgendi, burası küçüktü. Oradaki kapı dikdörtgenin uzun kenarının ortasına denk geliyordu, burada köşeye yakındı. Orada yatak kapının biraz solunda kalıyordu, burada tam karşımdaydı. Orada ziyaretçiler için konmuş ikili, mavi renkli bir koltuk vardı. Burası bir yoğun bakım odasıydı, bu defaya mahsus ziyaretçi izni verildiği için yatağın yanında köhne bir iskemle duruyordu.

Tüm eşyaların metalden yapıldığı bir hastanede eski püskü tahta bir iskemlenin ne aradığını merak ettim ama galiba mantıklı bir sebebi yoktu. Tıpkı, hiçbir ortak noktaları olmadığı halde bu odanın Suzan’ın odasıyla neredeyse aynı görünmesi gibi. Gerçeği gözlerimle görüyordum ama zihnim tam aksini algılıyordu.

Adsız ise yoksundu bu çelişkiden. Duyular hala benimdi, zihnimin geri kalanı içinse algı tek gerçeklikti. Duyuların itirazından yoksun algının, onu yıktığını hissettim. Benzerlik karşısında dizlerinin üzerine çöktü, mağaranın dibinde yaralı bir hayvan gibi acıyla kıvranmaya başladı. Yalnızca Suzan’ı yok etmenin acısı değildi bu; Adsız kendi var oluş anını bilmenin acısını da çekiyordu. Anlayabilmek için, ana rahminde büyümeye devam ederken, tam olarak hangi anda bilincimin var olduğunu bilmem ve bu bilgiyi hatırlayabilmem gerekirdi. Unutuluşla kutsanmıştım.

Odanın kapısını kapadığımda içine saklandığım tüm felsefi sualler geride kaldı. Hasta yatağında hareketsizce yatan kızı gördüm. Zihnimin derinliklerinde bir yerde, bunun geri dönüşü olmayan bir yıkım olduğunu anladım. Gelecek sonsuz ihtimal barındırıyordu fakat bazen, sadece bilirsiniz. Bir mucize gerçekleşmeyeceğini, yolun nereye gideceğini ve hikayenin sonla kötü biteceğini bilirsiniz. O andan itibaren bilinçaltım asla yapmamam gereken tek şeyin, yapabileceğim tek şey olduğunu da kavramıştı fakat bu kavrayış vakti geldiğinde bilinç düzeyine çıkmak üzere saklandı.

Sessiz adımlarla odayı geçip yatağın yanındaki sandalyeye oturdum. Melek uyanıktı, parmaklarının cansız bir hareketle kıpırdandığını görebiliyordum. Fakat yüzüne bakamamıştım. Onu görmekten korktuğum için değil; onun beni görmesinden korktuğum için. Tam şu anda, Adsız dizlerinin üzerine çökmüş acıyla haykırırken ve bilincimdeki tüm gölgeler sessizliğe bürünmüşken maskelerin ardına saklanamıyordum. Melek’in sevdiği, seviştiği, birlikte aile kurup çocuk sahibi olabileceğine inandığı adama dönüşemiyordum.

Melek’in parmakları yatağın kenarında duran elime çarpınca şaşkınlıkla irkildim. Zihnim 19 Temmuz 2014’te olduğuna öylesine inanmıştı ki, yataktaki kızın hareket edebilmesi algılarıma büyük bir darbe gibi inmişti. Kapıldığım sanrının hızla zayıfladığını, Adsız’ın acısının hafiflediğini ve zihnimdeki gölgelerin saklandığı yerlerden çıktığını hissettim. Yüzümde cılız, yarı saydam bir maskeyle kaldırdım başımı.

Melek’in bakışları yalındı, ve içinde tek bir duygu vardı. Bunun anlamı öylesine açıktı ki, göz göze geldiğimiz anda şiddetli bir sızının damarlarımdan geçip göğüs kafesimi sıkıştırdığını hissettim. Suzan gibi şefkatle bakmıyordu bana, Lavinia’nın ölüme yaklaştığı günlerdeki korkusu yoktu, Erzurum’da öldürdüğüm adamın kana susamışlığı, Caner’in sebebini asla bilemeyeceğim isyanı, Neslihan’ın intikamla karışık zaferi, Sanatçı’nın yarattığı eser karşısındaki hayranlığı, Arzu’nun kibirli son tebessümü, mezbahada kafasına sıktığım kumarbaz herifin bakışlarında ölmeden hemen önce gördüğüm tutkulu merak yoktu. Öfke yoktu, serzeniş yoktu, keşkeler, belkiler, kırgınlıklar ve kızgınlıklar yoktu. Hepsini tüketmiş, ona hissettirebileceğim tüm duyguların ötesine geçmişti. Gözlerinde kalan tek şey, benim istencime bağlı olmayan duyguydu.

Aşk.

“Melek...” diyebildim sadece. “Ben geldim.”

Bakışlarındaki yalın ifade değişmedi. Bir şeyler söylemek istediğini anlamıştım fakat konuşamıyordu. Akciğerleri iflasın eşiğinde olduğu için onu solunum cihazına bağlamışlardı. Ağzındaki maskeyi çıkarırsam nefessiz kalacağını biliyordum.

Neyse ki bu kez hazırlıklı gelmiştim. Yanımda getirdiğim çantayı açıp içinden ufak bir tablet çıkardım. Melek’in boyundan aşağısı felç değildi, üstelik 2014’ten bu yana dokunmatik ekran teknolojisi hayli ilerlemişti. Mors alfabesine gerek kalmadan da anlaşabilirdik.

“Tablet aracılığıyla konuşacağız.” dedim çantadaki tripodu çıkarıp açarken. “Bu tableti tripodla birlikte şuraya koyacağım. Sonra da kolunu tutup havaya kaldıracağım. Parmağını klavyede kaydırarak yazacaksın. Bu şekilde. Anlaştık mı?”

Sessizce başını salladı.

Melek’in sessizliği nedense Suzan’ın sessizliğinden daha ağır geldi. Zira Suzan sağlıklıyken dünyanın en geveze insanıydı. Onun sesinin yokluğunu hissettiğim hiç olmamıştı.

Oysa Melek, yanımda olduğu zamanlarda bile sesini özlediğim tek insandı. Minik bir bebekken de sessizdi, astım krizleri dışında hiç ağlamadığını hatırlıyordum. Seneler sonra bir kayın ağacının altında yollarımız kesiştiği gün de sessizdi, son dört yıldır kendimi sık sık onun sesini özlerken buluyordum. Son sevişmemizin ardından kollarımda uyumasını izlerken bile onun sessizliği üzerine kafa yormuştum.

Şimdiyse bir hastane odasında tüm sessizliğiyle yatıyordu ve ben iki hafta önce, kollarımda yatarken sessizliğinin sebebini merak etmek yerine onu uyandırıp konuşturmadığım için pişmanlıktan geberiyordum.

Bu düşünceyle birlikte içimde bir şeylerin paramparça olduğunu hissettim. Melek’in sessizliğine anlayış göstermekle hata etmiştim. Çünkü mizacı böyleydi onun. Sevgili olduktan sonra uzun cümleler kurduğuna şahit olmuştum ama konuşmaya mecbur bırakılmadığı zamanlarda hep sessizliği tercih ederdi. Sanki içinde bir yerlerde alabileceği nefeslerin sayılı olduğunu biliyor; ve onları boşa harcamaktan imtina ediyor gibiydi.

Küçük bir çocukken yaptığım gibi, ona kendi nefesimi verebilmeyi diledim.

Tableti tripoda kurduktan sonra not defterini ve dokunmatik klavyeyi açtım. Melek’in kolunu uzun uzadıya havada tutabilecek gücü olmadığını biliyordum. O nedenle bir elimle bileğinden, diğer elimle dirseğinden tutarak ona destek olacaktım. Kurulumu tamamladıktan sonra sandalyeden kalkıp yatağın baş kısmını yukarı kaldırdım, böylelikle Melek de yarı yarıya doğrulmuş pozisyona geçti. Ardından yatağın kenarına, onun hemen yanına oturup bileğinden tutarak kolunu kaldırdım.

Bunun iyi bir fikir olmadığını anlamam uzun sürmedi. Benim yüzümden solunum cihazına bağlı olduğunu ve kolunu bile kaldıramadığını düşünürsek muhtemelen dünyanın en bencilce isteğiydi fakat kontrolüm altında değildi. Vücudunun sıcaklığını hissetmek, kokusunu duyabilecek kadar yakınında olmak, bedeninin herhangi bir noktasına temas ermek ona dokunma isteğimi tetikliyordu. Cinsel bir istek değildi bu, fakat yine de bencilceydi.

“Böyle yüzünü göremiyorum.” diye geveleyerek yanından kalkıp tekrar sandalyeye oturdum. “Bir saniye— Tamamdır. Böyle oturalım.”

Karşısına geçip yeniden bileğini tuttuğumu görünce kaşları çatılır gibi oldu ama hepsi bu. Ekrana bir şey yazma gereği duymadan umursamaz bir tavırla gözlerini yumdu. İç çektim. Elbette kendi kendine konuşma ihtiyacı duymayacaktı.

“Melek...” diye mırıldandım. “Bana söyleyecek hiçbir şeyin yok mu?”

Gözleri yeniden aralandı, kaygısız bir tavırla yüzümde dolaştı. Ardından bakışlarını ekrana çevirip bir şeyler yazmaya başladığını gördüm. Hareketleri yavaştı fakat halsizlikten kaynaklanan bir yavaşlık değildi bu, klavyedeki harflerin yerini karıştırıyor gibiydi. Bir iki dakika uğraştıktan sonra nihayet mesajını yazabildi.

“KLAVYEY DEĞİŞTİR. TÜRKÇE KLAVYE AÇ”

Şaşkınlıkla ona baktım. “Türkçe klavye bu zaten.”

“F KLAVYE DİYORM. BUNA ALIŞIK DEĞLİM”

Donakaldım. Zihnimin içinde bir şeyler uğuldamaya başlarken tabletin ayarlarına girip sessizce dediğini yaptım. İstediği klavye düzenine geçtikten sonra sakin kalmaya çalışarak sordum.

“Neden Q klavyede yazamıyorsun?”

Bu kez çok daha akıcı bir şekilde parmakları tuşlarda gezinmeye başladı.

“NAZENİN’İ GÖRMEK İSTİYORUM.”

“Melek soruma cevap ver.” dedim dişlerimi sıkarak. “Neden Q klavyede yazamıyorsun?”

Yüzüme ne saçmaladığımı anlamaya çalışır gibi bir bakış attıktan sonra yeniden yazmaya koyuldu.

“YAZABİLİYORUM AMA YAVAŞ YAZIYORUM. CAFE MUCKREMIN’DE F KLAVYE KULLANIRDIK. HOLDINGE GEÇİNCE DE HIZIMI YAVAŞLATMASIN DİYE KLAVYEMİ DEĞİŞTİRMİŞTİM. NAZENİN’İ —“

Bileğini yatağa bırakıp başımı ellerimin arasına aldım.

Bunu nasıl düşünememiştim?

Melek’in bir fedai olduğundan şüphelenmemin sebebi buydu. Dağ evinde benim bilgisayarımdan maillerime cevap yazarken klavyede ne kadar yavaş olduğunu biliyordum. Sinem’in gönderdiği, rektörlük yangını zamanından kalma videoda ise çok hızlı klavye kullanabildiğini görmüştüm. Aklıma gelen ilk şey, Melek’in benden gizlediği bir yüzü olabileceğiydi.

Halbuki gerçek çok daha basitti. Rektörlük yangınında çok hızlı klavye kullanıyordu çünkü okuldaki bilgisayarlarda F tipi klavye olurdu. Benim bilgisayarımdaki klavye ise Q tipiydi. Kısacası Melek’in iki farklı hayatı yoktu, ortada iki farklı klavye çeşidi vardı. Bir hiç uğruna onu hayatımdan çıkarmıştım.

Bir hiç uğruna bu yatakta yatıyordu.

“Melek özür dilerim.” dedim elini tutup bileklerini öperken. “Allah kahretsin. Ben seni asla suçlamamalıydım. Yalvarırım affet beni!”

Boş bakışlarla yüzüme baktı. Ardından diğer eliyle yüzündeki maskeyi çıkarmaya çalıştığını gördüm.

“Hayır, çıkaramazsın onu.” diyerek müdahale ettim hemen. “Nefes almakta zorlanıyorsun. Maskeye ihtiyacın var.”

İnatçı bir tavırla bileğini çekti. Söylemek istediği şey her neyse bunu konuşarak ifade etmek istediğini anlamıştım. O nedenle engel olmadım ona. Zaten nefes alamayacak gibi olursa maskeyi hemen geri takacaktım.

Titreyen elleriyle oksijen maskesini tutup çenesine indirdi. Zar zor topladığı nefesiyle “Ne oldu?” dediğini duydum. “Neden buradasın?”

“Elbette senin için buradayım!” dedim. “Bak, b-ben çok büyük hatalar yaptım. Beni affetmeyeceğini de biliyorum ama ne kadar pişman olduğumu—“

“Pişman değilsin.” diyerek sözlerimi kesti. “Sana pişmanlığı yaşatabilmeyi dilerdim.”

Bunu nafile bir hayalden bahseder gibi söylemişti. Elbette inanmıyordu bana. Kim inanırdı ki?

“Pişmanım.” dedim dürüstçe. “Melek, ben—“

“Başıma bunlar geldiği için buradasın.” diyerek tamamladı cümlemi. “Beni yarı yolda bıraktığın için değil.”

Pişmandım. Bugüne dek masum olduğum hiçbir konuda bana inanmadığı gibi bu konuda da inanmayacağını biliyordum ama iliklerime kadar pişmandım. Geçmişe dönme şansım olsaydı onu terk etmezdim. Bir aile kuramayacaktık, çocuklarımız olmayacaktı, çok uzun süre mutlu olmayı bile başaramazdık ama bir sonumuz olurdu. Bir sonumuz olmasını isterdim.

“Seni yarı yolda bırakmamıştım.” diyebildim sadece. “Cuma günü döndüğümde geçen seferki gibi Selanik’e kaçırmayı planlıyordum.”

“Peki ne için?” dedi zihnimi okur gibi. “Dürüst ol, Aras.”

Cevabı zaten bildiğini anlayınca yalan söylemeye çalışmadım. Şu an bana güvenmesine ihtiyacım vardı. Gözlerine baka baka yalan söyleyerek onu benimle yurtdışına gelmeye ikna edemeyeceğimi biliyordum.

“Gerçeği itiraf etmeni sağlamak için. Senin bana ihanet ettiğini düşünüyordum.”

Bakışlarından alaycı bir ifade geçti. “Artık düşünmüyor musun?”

“Artık önemsemiyorum.”

“Aras.” dedi gücünün son kırıntılarıyla konuşur gibi. “Allah aşkına, neden sana ihanet ettiğimi düşünüyorsun?”

Bir an için, şüphelerimin ve güvensizliğimin sebebini izah edersem beni affedeceğine inandım. Anlatabileceğim pek fazla şey yoktu. Bir katil olduğumdan bahsedemezdim ona, Erzurum’da geçen çocukluğumu anlatamazdım ve bütün bunlar olmadan Saral düzeniyle aramdaki bağı anlaması olanaksızdı. Düzenin dışına çıkmak gibi bir seçeneğim olduğunu ve bu oyunun parçası olmayı bile isteye seçtiğimi düşünecekti. Saral düzeni bendim. Şirketteki işler ve sahip olduğum maddi güç bir dedenin torununa bıraktığı mirastan fazlasıydı. Saral düzenini devam ettirirken kullanabileyim diye vardı o maddi güç. Devlet içindeki bağlantılarım düzeni sürdürürken işleyeceğim suçlara karşı dokunulmazlık sağlamak, beni ve düzeni ülkedeki bürokrasinin ve yargı sisteminin barikatlarından muaf tutabilmek için vardı. Koskoca Saral Holding ve ona bağlı tüm kurumlar esasında dünya tarihinin en büyük paravan şirketinden ötesi değildi. Zihnim, düzeni sürdürebileyim diye eğitilmiş ve parçalanmıştı. Adsız, düzen için yaratılmıştı.

Ona bunları doğrudan anlatamazdım, ama bir şeyler anlattım. Fedailerden bahsettim, üniversite yıllarındayken ifşa olan birkaç fedaiyi, askerde karşıma çıkan fedaiyi, fabrikada çalıştığım dönemde karşılaştıklarımı anlattım. Necip Usta’yı diğer fedaileri anlatırken bir figüran gibi laf arasında anlatmıştım, adamın fedai olduğu bilgisini bu gerçek onu şaşırtsın diye en sona sakladım. Böylelikle en ummadığım insanın bile fedai çıkabileceğini söylerken neyi kastettiğimi anlayacaktı.

Anlatmayı bitirdiğimde şaşırmaktan çok keyfi kaçmış gibi görünüyordu.

“Adamın fedai çıkacağını tahmin etmiştim ama yine de üzüldüm.” dedi en sonunda.

“Nasıl tahmin etmiştin?”

“Çünkü hep aynı— yönünle sınamışlar seni.” diye mırıldandı. “Ya da o yönünü yok etmeye çalışmışlar. Fedailerin hepsi seni sevmiş, koruyup kollamış, güvenini kazanmış insanlar… Ama bunu senin hayatına sızabilmek için yapmamışlar.”

Bunu biliyordum. Fakat açıkçası şu an fedailerin amaçları pek umurumda değildi. Tek derdim Melek’e kendimi affettirip onu benimle gelmeye ikna edebilmekti.

“Yalnızlaşman için yapmışlar...” diye devam etti konuşmaya. Kendi kendiyle dertleşir gibiydi. “Her seferinde ifşa olmalarının başka sebebi olamaz. Birinin seni sevdiğine, korumak istediğine inanmanın ve— insanlara güvenmenin sana zarar vereceğine anlamanı istemişler. Ama sen gönderdikleri her fedaiye güvenmeye devam etmişsin.” durdu, yeniden maskeyi yüzüne kapatıp derin bir nefes aldı. “Sevmeye ve sevilmeye olan inancını yok edememişler. Edebilseler yeni fedailer göndermezlerdi.”

“Melek bunların şu an bir önemi yok. Sen—“

“Bir fedai değilim.” dedi güçlükle nefes alarak. “Keşke olsaydım, ama değilim Aras. Ben seni gerçekten sevmiştim…” Maskeden yeni bir nefes daha aldı. “Ama sayemde artık insanlardan şüphe etmene gerek yok.” diye ekledi. “Bundan sonra sana fedai göndereceklerini sanmıyorum. Sınavı benimle geçtin.”

Onu nasıl ikna edecektim? Beni duymuyordu bile. Öfkesine, nefretine, kırgınlığına, verebileceği tüm olası tepkilerine hazırlanmıştım ama benimle muhatap olmayabileceği aklıma bile gelmemişti. Biletini almış, kapıya taksiyi çağırmış, sakince valizini hazırlayan bir insanı dinliyor gibiydim. Aniden, derin bir korkuya kapıldım.

“Melek benimle kal.” diye yalvardım yeniden ellerini tutup. “Yalvarırım Tinuviel. Tek istediğim bir gelecek ihtimaliydi.”

“Biliyorum.” dedi maskeden bir nefes daha alırken. “Fedailer, ihanet, videoda gördüğün şüpheli detay... Bunların bahane olduğunu göremiyor musun? Dört yıl boyunca her adımımı izlerken mantıksız davranışlarımdan anlam çıkarmak aklına bile gelmemişti. Neden şimdi benden şüphelenmeye karar verdiğini anlamıyor musun?”

Hiçbir şey söylemedim. Söylesem de dinlemeyecekti zaten. Bakışları büyük bir özlemle yüzümde gezinirken haklı olduğunu anladım. Az evvel hissettiklerim gerçek pişmanlık değildi. Çünkü tam şu anda, gerçek pişmanlığın pençeleri göğüs kafesimi parçalıyordu. Melek de bunu hissetmiş olmalı ki hafifçe tebessüm etti. Gözünden düşen bir damla yaşın yanağına süzülüşünü izledim.

“Senin tek istediğin bir gelecek ihtimaliydi, Aras.” diye yineledi. Dudaklarından dökülen sözcüklerle birlikte sonsuzluğa düştüğümü hissettim. “Bense sana bir gelecek vermek istemiştim. Bu yüzden benden şüphelendin, bu yüzden beni terk ettin. Çünkü bir ihtimalken daha güzeldim.

Continue Reading

You'll Also Like

641K 22K 23
Sevgiden nefrete dönüşen imkansız bir aşkın hikayesi. "Onlar cehennemi yaşayacak, Aşk cennetin dilinden onlara kalan tek an olarak kalacak, bu aşkın...
NÜVE By The Cel

Teen Fiction

26.3K 2.8K 19
"Her şeyi sıfırdan silmek ,onu bırakmak yeniden bulmama değer miydi?" Kalbimde hiç durmayan yenilgi ,kendime mi ihanetti aldığım bir darbeden sonra o...
ROMA (IV) By I-XI-MMI

Mystery / Thriller

495 99 14
Birazdan okuyacaklarınız, bundan sonra okuyacağınız her satırda bir şüphe yaratacak kalbinizde... Gerçeği görmemek değildir bazen hata, gerçeğin hiç...
LODOS VURGUNU By Aycan

General Fiction

9.7K 1K 14
Niran, ilk açık deniz stajına, babasının kaptanlığını yaptığı yük gemisinde başlar. Haftalar süren yolculuğun ardından evine döndüğünde, kafasını en...