TUĞRA [İNVERNESS 1]

Від EANGEL12

261K 23K 8.9K

Astsubay Kıdemli Başcavuş Tuğra Duman, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin seçkin bir birimi olan Pençe timinin yardı... Більше

1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
Duyuru
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21. Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
29. Bölüm
30. Bölüm
31. Bölüm
32. BÖLÜM
33. Bölüm
34. Bölüm
35. Bölüm
36. Bölüm
37. Bölüm
38. Bölüm
39. Bölüm
40. Bölüm
41. Bölüm
42. Bölüm

5. Bölüm

8.4K 696 229
Від EANGEL12

Odadan çıktığımda, Melek ve Emir'de koridordaydı.

"Neler oluyor?" Diye soran Melek'e kısa bir an baktım.

"Hemen kamuflajlarınızı giyinin, ateşli silah almayın ve mutfaktan yedek bıçak alıp bahçeye inin. Baskın var" dediğimde ikisi de hızla odalarına geri dönmüştü. Koridorda hızla ilerleyip Alana'nın odasına resmen daldım. Alana, çoktan yatmış uyuyordu.

"Alana uyan canım hemen" diye seslendim. Gözlerini açan Alana, karşısında karanlıkta beni görüp bir an çığlık attı.

"Benim Tuğra korkma. Hemen kalk kaleye baskın yapıldı" dediğimde Alana çoktan ayağa firlamıştı bile.

"Ne, baskın mı?"

"Kalede ne kadar kadın çocuk varsa hepsini güvenli bir yere koymamız gerekli beni anlıyorsun değil mi? Elimizi çabuk tutmalıyız vaktimiz yok" dediğimde kenardaki şallardan birini aldım ve omuzuna sarıp kapıya itekledim. Odanın kapısını açıp koridora göz attım ve baskın yapan kişilerin henüz ana kalenin içine girmediklerini fark ettim. Buraya gelmeleri birkaç dakika sürerdi.

Alana'yla birlikte alt kata inince gördüğümüz her kadın ve çocuğu peşimize taktık. Mutfağa girdiğimizde burada korkuyla bekleyen kızları görüp onları da yanımıza aldık. Kaşıkların ve bıçakların olduğu çekmece açılmış ve dağılmıştı. Sanırım Emir ve Melek çoktan buraya uğramışlardı bile. Geride kalan 4 tane küçük bıçağı alıp hızla belime koydum ve hep birlikte mutfaktan çıktık. Ben en önde temkinli adımlarla, kadınlar, çocuklar ve Alana'da hemen arkamda ilerliyordu. Ana kapının açılmasıyla içeriye dalan iki siyahlı adamla, kadınlar büyük bir çığlık attı. Hızla bıçaklarımdan birini savurdum ve sağdaki adamı tam boğazından vurdum. Diğeri de elinde büyük kılıçla bana hamle yapınca, kılıç darbesinden kaçarak ayağına bastım ve suratına zıplayıp dizimi geçirdim. Hafif eğilen adamın arkasına geçerek kafasını tuttum ve boynunu kırarak yere bıraktım. Bana korku dolu bakan kadınları Alana sakinleştirince, Alana'nın tarif ettiği odaya doğru ilerledik. Soğukkanlı dursa da Alana'da oldukça korkmuş gözüküyordu.

Alana'nın tarif ettiği odaya girince, Alana ilerideki saman yığınlarını çekmeye başladı. Ona yardım edince samanların arkasında bir kapı ortaya çıktı. Kapıyı açıp kadın ve çocukların hızla içeriye girmesini bekledim. En son Alana'da girdiğinde arkamı kontrol ederek ona baktım tekrar.

"Abinler birazdan gelir. Korkmayın ve sakın ses çıkartmayın. Kale ele geçirilse  bile ses çıkarmazsınız sizi burada bulamazlar ve abinler gelene kadar zaman kazanırsınız beni anlıyor musun?" Dedim.

"Tuğra sen de buraya gel lütfen çok tehlikeli dışarısı"

"Beni merak etme, dediklerimi yapın Alana vaktimiz yok kapıyı kilitliyorum. Bizden birinin sesini duymadan sakın açmayın" diyerek kapıyı suratına kapattım ve saman yığınlarını tekrar kapının önüne yığdım. İşim bitince hızla odadan çıktığımda, yemek yenilen ana salondan çıkan yine siyahlar giymiş bir adamla yüz yüze geldim. Adam beni görüp sarı dişleriyle sırıtınca, yüzümü buruşturarak adama uçan tekme attım. Afallayan adamın kendini toparlamasına fırsat vermeden bıçağı 3 kere karnına sapladım ve kanlı bıçağı üstünde temizleyip elimde tutmaya devam ettim. Ana binanın dış kapısına geldiğimde, az önce bıçak fırlattığım ve boynunu kırdığım adam yerde yatıyordu. Bıçağı adamın boğazından çıkartıp onu da diğer elime alarak kendimi bahçeye attım.

Burası mahşer yeri gibiydi. Yerde kanlar içinde Mclenan savaşçıları vardı ve onların yarısı kadar da baskın yapan adamların cesetleri. Üstünlük bu adamlardaydı. Hayatta olup mücadele eden sadece 50'ye yakın savaşçı ve ileride gördüğüm Ewan vardı. Bizimkiler ise yeşil kilti olmayan her adama saldırıyordu. Kısa bir an onları inceledim. Keyifleri yerinde gözüküyordu ve kılıç karşısında çok zorlanmıyor, ustaca alt edebiliyorlardı. Ewan, karşısındaki adamla mücadele ederken, ona arkadan yaklaşan düşmanı görüp bıçağımı arkadan yaklaşan adama fırlattım. Ewan karşısındaki rakibini yenerek arkasındaki sese döndü ve önce yere düşen adama, ardından bana baktı. Göz göze geldiğimizde bana kafasını sallayıp kendince teşekkür etti ve başka birine daha saldırdı.

Önüme gelene eğilip kalkıyor, vuruyor ve kılıçtan kaçıyordum. Yorduğum her rakibe ummadıkları anda bir elimde sabit tuttuğum komando bıçağımla yaralıyor, ardından öldürüyordum. Mutfaktan aldığım ekmek bıçakları yaralama konusunda pek iyi olmadığı için komando bıçağıma geçmiştim. Üstüm, başım, suratım, her yerim kan içindeydi. Biriyle dövüşürken bile yanımdaki savaşçıları ve bizimkileri kontrol ediyor, zor durumda olan biri varsa işimi bitirip hızla onun yanına koşup destek çıkıyordum. Emir, omuzundan yaralanmıştı sanırım çünkü duruşu bozulmuştu. Tek ümidim derin bir kesik olmaması yönündeydi.

Adamları öldürdükçe azalmak yerine sayıları artıyordu sanki. Ana binanın içine girmeye çalışan her adamı blokluyor ve girmelerini engelliyordum. Halkın yaşadığı evler kalenin arka tarafında kaldığı için oralara henüz ulaşamamışlardı. Bu da iyi haber demekti. Zaten amaçları da bence direkt ana kaleye girmekti. Ben kaleye geçmelerini, Melek ve Emir ise köyün olduğu bölgeye geçmelerini engelliyorduk ama yanımızda savaşan Mclenan savaşçıları bir bir düşüyordu. Bazen iki adamla aynı anda mücadele vermek zorunda kalıyordum.

Yine karşımda iki adam kılıçlarıyla üzerime koştuğunda, yerde takla atarak sağdaki adamın arkasına geçtim ve arkasından kolunu tutarak bilek kısmında gücünü azaltan damarından sıkmaya başladım. Adamın kılıç tutan eli birazcık gevşediği an, komando bıçağımı ters tutarak adamın göğüsüne soktum ve aynı anda diğer adama da, tuttuğum kılıçlı elini uzatıp kılıcı sapladım. Elini bıraktığım an yere düşen adam henüz ölmemişti. Elinden kılıcı alarak onu öldürmedim çünkü birkaç yaralı da bırakmak istiyordum. Elimde tuttuğum kılıç gerçekten çok ağırdı ama kullanmak ne kadar zor olabilirdi ki? Ewan'ın yanına ilerleyip yine birisiyle mücadeleye girdim. Kılıçla sadece blok yapıyor ve darbe almamı engelliyordum. Asıl hamlemi bir uzvum gibi kullandığım bıçağımla yapıyordum.

"Tuğra sıkıntı var mı? Eline kılıç almışsın?" Diye bağıran Emir'e bakmadan karşımdakinin eğilip bacak tendonlarına hızlı bir kesik atarak kendimi yuvarladım. Hamlamışım resmen!

"Hoşuma gitti de bir deneyeyim dedim" diye cevap verdim Emir'e. Ewan, her yeri kan ter içinde inanamaz bir bakışla bize baktı ve karşısındaki adama kılıcını soktu. Ağır yeniliyorduk ve neredeyse dördümüz dışında pek savaşçı kalmamıştı bizim tarafımızda.

"Babanda mı kılıç ustasıydı yavrum" diyen Emir'e sırıtıp acemice tuttuğum kılıcı yere attım. Oh bee kolum ağrımıştı, bıçağım bana yeterdi.

"Komutanım taramalımı istiyorum ben" diyen Melek ile Ewan daha fazla dayanamamış olacak ki, karşısındaki adama bir tekme savurup bana baktı.

"Gerçekten mi? Birazdan öleceğiz ve siz sohbet mi ediyorsunuz? Tanrım, benden daha deli insanlarla tanıştığıma inanamıyorum!" Dedi kısa bir an gökyüzüne bakarak ama büyük bir hata yapmıştı çünkü karşısına gelen bir adam kılıcı ona doğru savurmuştu. O esnada Melek hızla Ewan'ı biraz iterek, kılıcın karnını delmesine engel oldu ancak kılıç üst bacağına girmişti. Kılıç savuran adamı, Melek saniyesinde indirip Ewan'ı tuttu ve dikkatle yere bırakırken, ben ve Emir onları korumaya almıştık. Ewan, yaralanmasından çok Melek'in hareketlerine şokla bakıyordu

"Sadece üçümüz kaldık" diyen Emir'le, etrafımızı saran adamlara baktım.

"Ewan, ölmemeye çalış ve yaralı bölgeye şunu bastır" diyerek beremi yarasına koyup ayağa kalktım. Bir şekilde halledecektik bunları. Ewan dediğimi yaparak yaralı bölgeye beremi bastırdı ama ayağa kalkmaya çalışınca, Melek onu omuzundan tutarak durdurdu.

"Hazır mısınız?" Diye sorduğumda, Emir ve Melek ses vermedi çünkü adamları inceliyorlardı. Adamlar, etrafımızda yuvarlak oluşturmuşlardı.

"Aynı anda" diyen Emir, bizden önce iki kişinin arasına dalmıştı bile. Hey, aynı anda demenin anlamı ne o zaman?Hemen peşinden göz devirip Melek ile ben de harekete geçtik ve tüm kalan gücümüzle mücadele vermeye başladık. Arada göz ucuyla Ewan'ı kontrol ediyordum ancak acil müdahale edilmesi gerek gibi duruyordu. Biraz daha onunla ilgilenilmezse, hayatını kaybedebilirdi.

O esnada surların giriş kapısından duyduğum sesle, karşımdaki adamı yere serip baktığımda, Dougal'ların geldiğini görüp derin bir oh çektim. Dougal, önce yerde yatan kendi adamlarına baktı, ardından bakışları yerdeki Ewan'ı buldu ve bakışları daha da karardı. Göz göze geldiğimizde, elimdeki bıçağa şaşkınlıkla bakarak arkadaşlarımı süzmeye başladı ve koskoca meydanda sadece üçümüzün mücadele verdiğini anlayıp surat ifadesi anlayamadığım bir şekilde değişti. Dougal'ın savaşçılarının kaleye girmesiyle, savaşın yönü anında değişerek bize artı puan getirmişti bile.

Dougal çektiği kılıcıyla atından bir adamın üzerine atlayarak inmişti. Üzerine atladığı adam bir daha yerden kalkamadı. Her vurduğunu indiriyor, gözlerinde kanlı bir pus varmış gibi mücadele veriyordu.

"Alana?" Diye bağırdığında, bana seslendiğini anlayıp karnıma yediğim yumrukla sendeledim ama hemen kendimi toparlayarak karnıma yumruk atan adamın çenesini kırarak, dikiş tutmaz bıçağımla boydan boya karnını yardım.

"Güvendeler" dedim. Dougal'ın yüzünden geçen rahatlama ifadesi çok belli olmuştu ama bu defa bakışları Ewan'daydı. Ewan, kesik kesik nefes alıyor ve durumu çok kötü gözüküyordu. Baya kan kaybetmişti. Etrafa baktığımda üstünlüğün artık bizde olduğunu anlayıp Melek'e seslendim.

"Onu buradan hemen çıkartmalıyız Melek bana yardıma gel" dediğimde Melek bana göz devirip karşısındaki adamla mücadele vermeye devam ediyordu.

"Geleceğim ama gelemiyorum"

Ewan'ın yanına gidip yarasına bir göz attım ama kesik derin gözüküyor ve kanaması da yoğun duruyordu. Kiltinin altından oluk oluk kan bacaklarına doğru akıyordu.

"Melek elini çabuk tut!" Diye bağırdığımda, Emir'de yakınımda beni ve Ewan'ı koruyordu. Dougal'da adamın birini kılıçtan geçirip yanımıza geldi.

"Yaşıyor mu?" Diye sorduğunda kafamı kaldırıp etrafıma baktım. Baskın yapanların hemen hemen hepsi ölmüştü ve yerde Ewan gibi yaralı olan Mclenan savaşçıları vardı. Ancak büyük çoğunda yaşam belirtisi yoktu.

"Evet yaşıyor, onu içeriye taşımalıyız ve acil müdahale etmeliyiz" dediğimde, Dougal'da benim gibi çevresine bakarak buranın temizlendiğine kanaat getirmiş olacak ki yanıma gelerek eğildi ve Ewan'ı kucağına alarak kaleye taşıdı. Onlar önde ben peşlerinde merdivenden çıkıp bir odaya geldiğimizde, buranın Ewan'ın odası olduğunu anlayıp peşinden ben de içeriye girdim.

"Hemen şifacıyı çağıracağım. Ben gelene kadar yarasına bastırır mısın?" Diyen Dougal'a baktım. Ewan'ı gerçekten çok seviyor olmalıydı çünkü şu an perişan gözüküyordu.

"Melek, bir şifacıdır. İzin ver yardım etsin" dediğimde Dougal ile göz göze geldik. Kafasıyla beni onayladığında, zaten peşimden çağırdığım Melek elinde küçük bir kutuyla odaya girdi. Sanırım önce kendi odasına gidip çantasında taşıdığı ilk yardım kutusunu almıştı.

"O da nedir?" Dedi Melek'in elindeki kutuya bakarak. Dougal'ın yanına geçerek Melek'e yer açtım. Elimi Dougal'ın koluna koyduğumda, bakışları elime düştü.

"Ne yaptığını biliyor, izin ver" dediğimde yine kafa salladı.

"Alana ve herkes nerede?" Diyerek bir adım geri çekilerek tutuşumdan kurtuldu. Odada volta atmaya başladı. O esnada koridorda duyduğum adım sesleriyle kapıyı açarak dışarıyı kontrol ettim. Koridorda koşturma vardı.

"Alt kattaki bir odada saklanıyorlar, biz onların yanına gidelim Melek'te rahat rahat işini yapsın"

Dougal nedense bugün itaatkardı ve yine son kez Ewan'a bakarak bana olumlu anlamda kafasını salladı. Birlikte odadan çıkıp Alana'ları sakladığım odaya ilerlerken, Emir'i birkaç yaralı savaşçıya pansuman yaparken gördüm. Dougal'da Emir'e bakıyordu.

"O da mı şifacı?" Dedi Dougal, Emir'i işaret ederek. Neden bilmiyorum ama Emir'e takmıştı.

"O bir asker" dediğimde meraklı bakışları hâlâ Emir'deydi. Sanki çözmeye çalıştığı bir bulmaca gibi bakıyordu.

Odaya girip saman yığınlarını çektim ve kapıyı açtığımda, ağlamaktan yüzü gözü şişmiş, korkuyla bakan kadınları gördüm. Çocuklar daha kötü durumdaydı.

"Alana güzelim iyi misin?" Diye seslendi Dougal ve Alana'ya doğru bir adım attı. Bizi gören herkes derin bir nefes alarak tebessüm etmeye başladı.

"Abi gelmişsin, iyiyim" diyerek ağlamaya başladı ve direkt abisine sarıldı. Ben de diğer kadınların yanına gittim ve birkaç çocuğa sarılarak sakinleşmelerini sağladım.

"Artık güvendesiniz" dediğimde, mutfakta gördüğüm kadın bana ağlayarak tebessüm etti ve anlamadığım dillerinde bir şeyler mırıldandı. Anlamaz bakışlarla Alana ve Dougal'a döndüğümde, Alana abisinden ayrılıp benim boynuma sarıldı.

"Senin için tanrılara dua ediyor ve uzun ömür diliyor" diye tercüme etti.

"Onları koruduğun için teşekkür ederim Tuğra. Bu yaptığının benim için önemini bilemezsin" diyen Dougal'a, onun gibi ben de kafamı salladım.

"Ben yaralılara bakayım" diyerek yanlarından ayrıldım. Arkamda delici bakışlarla Dougal'ın baktığını biliyordum ama dönüp bakmadım bile.

Emir ortalıkta yoktu ve bahçede yaralılara ilgilenen diğer savaşçılar vardı. Bazıları da hayatta kalan düşman savaşçıları sorgulamakla meşguldü. Melek'in yardıma ihtiyacı vardır diye düşünüp tekrar Ewan'ın odasına çıktım.

Kapıyı açtığımda panik halinde kapıya bakan ve yanakları kıpkırmızı olmuş Melek'i gördüm. Tek kaşımı kaldırıp ona baktığımda, bakışlarında nedense utanç gördüm. Ewan'a baktığımda, altındaki kiltin yerde olduğunu ve üzerine yatağın çarşafını örttüğünü gördüm.

"Durumu nasıl?" Dediğimde Melek ağrı kesici iğneyi çıkarttı ve hızla hazırlayacağı zaman yanına gidip kolunu tutup durdurdum.

"Bu ilaçtan kaç tane var?"

"5 tane komutanım?"

"Durumu çok mu kötü?"

"Kanamayı durdurdum ve yarayı diktim. Yara kasığına denk gelmiş, yani hayati bir organı zarar görmemiş, yaşayacak. 10 santim daha sola kaysaydı erkekliğinden olurdu" dediğinde rahatladım.

"Tamam, iğneyi daha hayati yaralar için saklayacağız. Ewan bence idare eder" dediğimde Melek kafasını sallayıp iğneyi geri koydu.

"Sen neden böyle kırmızısın?" Diye sordum gülerek ve yerdeki Ewan'ın kiltine bakarak.

"Komutanım ben bir doktorum ve bu benim işim elbette. Ancak o bu zamana kadar gördüğüm..." dediğinde öksürerek sözünü kestim ve gülmemi öksürüğümle bastırdım.

"Anlaşıldı Melek, işin bittiyse Dougal'a haber vereyim sen şimdilik burada kal. Aşağıda da yardımına ihtiyacım olabilir o yüzden seni çağırabilirim." dediğimde yine kafasını sallayıp gözlerini kaçırdı Melek. Odadan çıktığımda Melek'in şaşkın suratını düşünüp hâlâ gülüyordum.

Alt kata indiğimde, yaralıların yemek salonuna taşındığını ve Emir başta olmak üzere herkesin yardım ettiğini gördüm. Alana'da Emir'in yanında yüzünü buruşturarak Emir'in attığı dikişi izliyordu. Dougal ise sinirle yürüyor ve yaralıları kontrol ederek durumu ağırları görüp kendi sakallarını sıvazlıyordu.

Şifacı olarak kalede bulunan kadına baktığımda, elinde otlarla bir şeyler karıştırdığını gördüm. Yaptığı karışım kötü kokuyordu ve etraftaki kan kokusunu bile bastırıyordu. Yaralı adamlara sırayla o ottan yedirince, Alana'nın yanına yürüdüm.

"O verdiği ot da ne?" Diye sorduğumda, Alana baktığım yöne baktı.

"Afyon karışımı o, ağrılarının azalması için veriyor"

Ot verdiği adam gerçekten çok kötü gözüküyordu ve açık yarası vardı. Sinirle Emir'in yanındaki iğne iplik ve alkol şişesini aldım.

"Melek'i buraya çağır Alana ve sen Ewan'ın yanında bekle" dediğimde, Alana koşarak üst kata çıkmıştı. Akademi yıllarında anatomi eğitimini bir doktor kadar olmasa da almıştık ve başımızın çaresine bakacak kadar bilgiliydik elbette. Ancak Melek'in mutlaka görmesi gereken yaralar vardı. Yaralı adamın yanına yaklaştığımda, şifacı kadın bana ve elimdeki alkol şişesine ters ters baktı ve Gaelce bir şeyler mırıldandı. Yaraya sardıkları bezi kaldırıp baktığımda, adamın bağırsaklarının gözüktüğünü görüp derin bir nefes aldım. Bunu ben yapamazdım. Yanımdaki kadın nefes bile almıyormuş gibi konuşup bir şeyler söylüyordu bana ama anlamıyordum. Dougal yanımıza geldiğinde, o da kadına bir şeyler söyledi ve bana döndü.

"Bu savaşçı için yapılacak bir şey kalmamış. Hafif yaralı olanlarla ilgileneceğini ve bu adamın ruhunun huzur bulması için elindeki iğneyi çekmeni söyledi" diyerek kadının söylediklerini tercüme ettiğinde kaşlarımı çatarak kadına baktım. Ne demek yapılacak bir şey kalmamıştı? Adam hâlâ hayattaydı!

Koşarak odaya elinde ilk yardım kutusuyla giren Melek'i gördüm ve Dougal'a baktım.

"Arkadaşım bu adamı kurtarabilir. Denemesini istiyorum!" Dediğimde Dougal bir bana bir yanımıza gelen Melek'e baktı. Kadın yine bir şeyler söylemeye başlamıştı. Dougal bu sefer ters ters kadına baktı ve bir şeyler söyleyip kadını yanımızdan gönderdi. Melek'e dönerek gözleriyle onayladığında, Melek içinde ilaç şişeleri, metal küçük ameliyat aletleri ve ilk yardım ekipmanı bulunan kutusunu açtı ve bir beze sarılı ameliyat setini çıkarttı.

"Az önce kadın bu adama afyon verdi. Ağrı kesiciyi vurmaya gerek yok" dediğimde Melek beni onayladı ve ellerine dezenfektan sıkıp eldiven giydi. Dougal hayretle eldivene baktığında tekrar göz göze geldik. Ona susması için işaret verdiğimde, yine uydu ve tek söz etmeden Melek işini yaparken başımızda bekledi. Melek, yarayı kontrol ederek bana döndü.

"Ameliyat edilmesi gerek, profesyonel aletler lazım yanımdakilerle olmaz"

"Elinden geleni yap Melek, sana yardım edeceğim" dediğimde sıkıntılı bir nefes vererek omuzunu kaldırıp yüzünü kaşıdı ve bismillah diyerek ameliyat aletine benzer, küçük maşa türü bir şeyle yarayı kontrol etti. Arkasında ayna bulunan aletle iyice inceleyip bir sıvıyı aldı ve beze döktü.

"Bu bezle temizle, diyerek bezi elime verdi ve iğneyi iplikten geçirerek hasarlı organı dikmeye başladı. Kız şu an resmen açık ameliyat yapıyordu. Dougal, şokla bir Melek'e, bir yaraya bakıp duruyordu. Organı dikme işi bittikten sonra elimi ben de dezenfekte edip diğer bezi alarak gözüken organı temizledim ve Melek'e asistanlık yaptım. Melek, o aleti tekrar yaranın içine sokarak organın sağına soluna her yerine üzerindeki ayna ile inceledi ve emin olunca yarayı kapatma işlemine geçerek açık yarayı dikti. En son bez ile sarıp hastanın boynundan ateşine baktı ve o an Melek'le göz göze geldik.

"Antibiyotik elimde yeterince var. Bu adama vermemiz gerek" dediğinde onayladım ve şırıngaya antibiyotik almasını izledim.

"O nedir?" Diye sordu Dougal hayretle şırıngaya bakarak.

"Bu adamın yaşaması için uğraşıyoruz ve bize güven Dougal" dediğimde yine ses çıkarmadı. Melek etrafı kontrol ederek şırıngayı adama enjekte ederek üzerine pamuk koydu ve şırıngayı anında kutusuna koydu.

"İyi olacak" dediğinde büyük bir nefes verdim. Melek eşyaları toparlayıp başka bir hastanın yanına gittiğinde, Emir ile göz göze geldik. Ona, Melek'i işaret edip yanına git dediğimde, Emir Melek'in yanına gitti.

"Siz tam olarak kimsiniz? Şöyle sorsam daha doğru olur, siz tam olarak nesiniz? Çelimsiz bir adam ve küçük iki kızın benim savaşçılarımdan bile çok daha iyi dövüşebilmesi nasıl olabilir? Kılıç bile tutamıyorsunuz?" Dougal o kadar içten bir şekilde sormuştu ki bir an doğruyu söylemek istedim ama albayla konuşmadan bunu yapamazdım. Söylersem albayı da tehlikeye atabilirdim. Cevap vermeden sadece gözlerine baktım. Dougal, saçlarımdaki ve yüzümdeki kanlara bir süre baktı ve devam etti.

"Üzerindeki kanın hiçbiri sana ait değil. Saçının rengi dünyada görülmüş şey değil, aksanın ve karakterin de öyle, arkadaşın en iyi şifacımdan bile daha iyi ve savaşçılarımdan bile daha iyi dövüşüyor. Sen kalede savaşmadan önce tüm kadın ve çocukları korudun buna kız kardeşim de dahil. Dövüşteki yeteneğini söylemiyorum bile. Sevgilin, burada onunla alay edenler için canla başla yardıma koşuyor ve çoğunun hayatını kurtarıyor. Hemde o cılız kollarıyla 300 kiloluk adamları devirdi. Söyle bana Tuğra, siz nereden geldiniz?" Tüm konuşmada takıldığım tek yerin 'sevgilin' olması kısmı normal miydi? Belkide böyle bilmesi daha güvenlidir diye düşünüp onu bozmadım ve cevap vermeden yanından uzaklaşıp başka bir yaralıya yardıma başladım.

🌿

"Benimle gel" diyerek kolumdan tutan Dougal tarafından merdivenlere çekiştirildim. İstesem buna engel olurdum elbette ancak demekki söyleyecekleri henüz bitmemişti. Merdivenlerden çıkarken itiraz etmedim ve ona ayak uydurdum. Bakalım ne yumurtlayacaktı yine.

Çalışma odasının önüne geldiğimizde, kapıyı açarak içeriye benimle birlikte girdi ve kolumu bırakıp kapıyı arkasından kapattı. İleride masanın üzerinde duran mumu yaktığında oda biraz da olsa aydınlanmıştı. Masasına ilerleyerek çekmecesini açtı ve içinden bir şey aldı. Bakışlarımı Dougal'dan çekerek elindekine baktığımda el fenerimi gördüm.

"Bu ne?" Diye sordu feneri elinde sallayarak. Yanına yaklaşarak elimi uzattım ama o feneri vermek yerine havaya kaldırdı. Tek kaşını sorgular gibi kaldırınca, ben de tek kaşımı kaldırıp ona baktım.

"Ne işe yarıyor bu? Eşyaların arasında en ilginci bu? Bir de arkadaşlarının elinde çakmaklı tüfeklere benzer tuhaf metaller de vardı?"

Henüz mataramı, resmimizi ve Emir'in getirdiği çantamdaki navigasyon aletleri ile taramalı silahımı görmemişti ama Emir'in keskin nişancısı ile Melek'in hafif makineli silahı, tahmin ettiğim gibi ilgisini çekmişti. Ateşli silah kullanımı hangi yılda başlandığını bilmiyordum ama çakmaklı tüfek dediğine göre yavaş yavaş üretilmeye başlanmış olmalıydı. Yine de savaşlarda şu an kılıç tercih ediliyordu.

Saatim de oldukça dikkatini çekmişti aslında ama el feneri onun için bir sırdı silahlar gibi. Halbuki altındaki deliğinin kapağını açıp açma tuşunu bulsa hayatının şokunu yaşardı. Çünkü bu zamanda elektrik ile aydınlanma da kullanılmıyordu! Ben de ise pille çalışan bir el feneri vardı.

"Onu alabilir miyim?"

"Denemeni görmek isterim" kımıldamadan elimi uzatıp beklemeye devam ettim.

"Farkında mısın bilmiyorum ama az önce kalene bir saldırı oldu ve savaşçıların öldü. Geri kalanlarda ise ağır yaralılar var ve sen gelmiş bana eşyamı soruyorsun?"

"O saldırıyı yapanı biliyorum ve yarın intikamımı alacağım zaten. Ben savaştan korkmam küçük kız, bilinmezlik beni korkutur." Vay, bana kendiyle ilgili bilgi mi veriyordu.

"Ben küçük bir kız değilim. Bunu az önce bahçede görmüş olman gerekir. Ayrıca kendi özel eşyam hakkında kimseye açıklama yapmam. Şimdi o el fenerini bana veriyor musun yoksa zorla mı alayım?" Yüzündeki alaycı gülümseme ile istemsiz dudaklarına baktım ama bakışlarımı hemen gözlerine geri çevirdim.

"El feneri mi?" Diyerek kahkaha attığında bu sefer sinirle bakmaya başladım. Demek kahkaha da atabiliyordunuz bay hulk.

"Sahile gidip gemilere bu elindekini mi sallıyorsun? Bu feneri kocaman bir kuş bile fark edemez" deniz feneri mi sanmıştı el fenerimi. Şimdi gülme sırası bendeydi.

"Bu öyle bir alet değil" dedim ve havada ısrarla uzattığım elimi salladım.

"Seninle bir anlaşma yapalım Tuğra. Sen bana bu aletin ne işe yaradığını söyle. Ben de istediğin bir şeyi yerine getireyim, ne olursa?" Elimi indirip tek kaşımı kaldırdım. Ciddi görünüyordu. Alt tarafı ne olabilirdi ki? Dougal'ın istediğim bir şeyi yapması demek bu zamanda benim için çok büyük bir avantaj olabilirdi."

"Ne olursa?" Dedim emin olmak ister gibi.

"Evet, ne istersen ve yapabildiğim bir şeyse yapacağım. Ben sözlerimi tutarım Tuğra ve bu aletin ne olduğunu gerçekten çok merak ediyorum" Peki öyleyse benden günah gitti!

"Tamam kabul" dedim gülümseyerek. Bence benim için kârlı bir antlaşmaydı zaten az daha kurcalasa fenerin açma tuşunu bile bulabilirdi. Neden bunu avantaja çevirmeyeyim?

"Tamam ne istiyorsun söyle ve aleti göster"

Düşünüyormuş gibi yaparak elimi çeneme koydum ama şu an isteyebileceğim bir şey yoktu. Ancak bu zamanı gelince istemeyeceğim anlamına gelmezdi.

"Bu hakkımı daha sonra kullanmak istiyorum. Şu an aklıma bir şey gelmiyor" dediğimde Dougal hafif tebessüm etti.

"Gerçekten farklısın değil mi?" Dedi fenerimi masanın üzerine bırakıp. Ona soru işaretleriyle bakınca devam etti.

"Mücevherler, elbiseler gibi şeyler istemek yerine bunların aklına bile gelmediğine eminim. Neyse sorun değil başka zaman dileğini söylersin şimdi göster bakalım" anlaştığımıza göre masada duran el fenerimi elime aldım. Muma yaklaştırıp hasar kontrolü yaptım çünkü en son düşürmüştüm. Sorun olmadığına karar verip altındaki yuvayı açtım ve tuşuna bastım. Bastığım gibi çıkan ışıkla, Dougal irkilip iki adım geri gitti ve ağzı bir karış açık el fenerine bakmaya başladı. Fenerin ışığını gülerek etrafa tuttum ve Dougal'ın yutkunma sesini duyup gülümsedim ve ışığı kapattım.

"Gördün işte, ışık sağlıyor. Gemiler beni fark eder miymiş lordum? Dedim alayla ama Dougal sanki donmuş gibi öylece duruyordu.

"Hey!" Dedim elimi gözünün önünde sallayarak. Dougal kendine gelip yüz kızartıcı birkaç küfür savurdu ve kocaman gözlerle bana bakmaya başladı.

"O neydi öyle?"

"Ateşin başka bir versiyonu diyelim" şimdi ne bok yiyecektim bilmiyorum. Adamdan bir dilek hakkı uğruna asırlık icadı göstermiştim. Elektrik 1800 lü yıllarda icat edildiğine göre el feneri de 1900lerde icat edilmiştir diye düşünüyorum tahmini. Adama resmen 200 yıl sonrasının teknolojisini göstermiştim.

"Onu nerden aldın? Yine amcan mı icat etti?" Olmayan amcam, elektriği bulan Edison bile olsa şu an bunu icat edemezdi.

"Aldım işte bir yerden. Gösterdim mi gösterdim daha fazla soru sormayın lordum"

"Bana dürüst olamayıp nereden geldiğinizi açıklayamadığın sınırlarda, bu ışıklı metalde mi var?" Işıklı metal mi? El fenerime hakaret mi ediyordu şimdide?

"Fenerimi aldığıma göre gidiyorum lordum. Günü geldiğinde lütfen antlaşmanıza uyun." Diyerek el fenerimi de alıp kapıya yöneldim. Dougal bir anda beni durdurup el fenerimi elimden aldı. İşte bunu beklemiyordum!

"Dilek hakkını söylediğinde antlaşma biter. O zamana kadar bu bende kalacak. Ayrıca bakıyorum da yine kibar oldun. O cihaz büyülü mü?" dedi. Bu adam bana fazla mı yakındı? Bakışlarım üst gövdesinde olunca, Dougal'da bu yakınlığı fark edip hızla geri çekilmişti. Sanki rahatsız olmuş gibi bir anda uzaklaşınca, her yerimin kan olup leş gibi kan korktuğumu fark ettim. Sanırım koku onu rahatsız etmişti haklı olarak.

"Büyülü mü?" Diyerek dalga geçercesine gülümsedim. Bu konuşmanın sonunda kendimi cadı ilan edilmiş olarak bulursam eğer önüme geleni taramalımla tararım vallahi.

"Bu bilim" diyerek konuyu uzatmadan kapıyı açtım. Tam odadan çıkarken Dougal'ın sesini duydum.

"Bugün yaptıklarınız için özellikle Ewan ve Alana için çok teşekkür ederim Tuğra" dediğinde kısa bir an durup sözü bittiği an odadan çıkıp kapıyı arkamdan kapattım.

El feneri konusunun burada kapanmayacağını tahmin ediyordum. Bir sene bizi idare etsin zaten gidecektik.

Aşağıya inerken, merdivende koşturarak çıkan Alana'yı gördüm. Aşağıdan yaralıların inleme sesleri geliyordu.

"Ahh Tuğra ben de seni arıyordum. Aşağıda yardımına ihtiyacımız var" kafamı sallayıp onunla birlikte merdivenlerden hızla inmeye başladım.

"Emir çok sinirliydi" dedi Alana aşağıya inerken.

"Neden ne oldu?" Diye sorduğumda, ana salona da gelmiş sayılırdık.

"Ben bilmiyorum, ne yapsam bana kızıyor ve hiçbir şeyi beğenmiyor. İğneyi alkolle yıkadım ona bile kızdı. Bunun nesini yanlış yapabilirim anlamadım" Emir'in Alana'dan genel olarak hoşlanmadığını fark etmiştim ama Emir genelde kızları severdi ve çok flörtöz bir çocuktu. Daha önce bir kıza kaba davrandığını hiç görmemiştim. Sanırım psikolojik olarak buraya adapte olamamıştı ve bunda da çok haklıydı.

"Emir iyi biridir Alana, sadece bilirsin işte tüm bu olanlar ağır geldi. Lütfen ona anlayış göster" dediğimde Alana gülümsedi.

"Sorun değil Tuğra ben baş edebilirim. Bu hayatta ilk öğrendiğim şey sinirli bir erkekle baş etmek olmuştu. Abim sağ olsun" dedi gülerek. Ana salona girdiğimizde, benim gibi kurumuş kandan yüzü gözü kaplanmış Emir'i görerek yanına gittim. Alana ise yönünü başka bir yaralıya çevirmişti ve pansumanı çoktan yapılan yarasını inceliyordu.

"Neredesin sen bir saattir. Benim banyo yapmam lazım, banyo yaparken maç dinlemem lazım, banyodan çıkıp çekirdek kola yapmam lazım ama ben burada az önce elimle kırılan bir kemiği yerine oturttum" Emir'in anlaşılan bayağı sinirleri bozulmuştu. Bugün hiç bitecek miydi acaba?

🌿

Odama çıktığımda kendime küvet hazırlamış ve üzerimdeki kan lekelerinden sonunda kurtulmuştum. Yatağa nasıl girip uyuduğumu hatırlamıyordum bile çünkü gerçekten çok yorgundum.

Sabah işe gözlerimi yüksek sesler ile açtım. Yatakta hızla doğrulup pencereye yaklaştığımda, surların kapısından gelen kırmızı kilt gitmiş savaşçıları gördüm. Bu albayın klanının rengiydi. Üzerimi hızla giyinip gece ördüğüm saçlarımı açmadan odadan adeta fırladım ve aşağıya indim.

Bahçede albay ve Dougal sinirli bir şekilde konuşuyorlardı ve bingo, yanlarında Cora denilen kız da vardı. Sanırım geceki baskın hakkında konuşuyorlardı. Beni fark eden albayın yüz ifadesi anında yumuşayıncaya ben de tebessüm ettim ve yanlarına doğru yürüdüm. Dougal'ın, dikkatli ve ilgiyle olan bakışlarını üzerime çekmiştim.

"Quany, hoş geldin" diyerek ona sıkıca sarıldım.

"Hoş bulduk güzel kızım. Cora, müstakbel eşimin yeğeni olur ve klanımda misafirimizdi. Buraya geleceğimi duyunca benimle gelmek istedi, o yüzden birlikte geldik. Arkadaşlarını görmek için yola çıktım aslında ama çok kötü haberler ile karşılaştım. Klan için verdiğiniz mücadeleyi de duydum kızım, sizinle gurur duyuyorum" diyerek Dougal'a imalı bir bakış attı.

"Arkadaşlarım seni görmek için sabırsızlanıyor Quany" dedim neşeyle. Onu görmek buradaki psikolojime iyi geliyordu. Dougal'a kafamı dahi çevirmeden sadece albaya baktım ama Dougal'ın bakışlarını üzerimde hissediyordum. Aynı zamanda Cora denilen kızın da bakışları üzerimdeydi.

"Oğlum, bize biraz izin ver. Çalışma odasında görüşürüz" diyerek elini omuzuma atan albayla birlikte kaleye girdik. Göz ucuyla Cora'nın gülerek Dougal'ın yanına daha da yaklaştığını fark etmiştim.

"Dikkat çekiyorsunuz Tuğra" dediğinde albay uyarırcasına.

"Komutanım saldırı sırasında pek adam yoktu kalede. Kadınlar ve çocuklar vardı. Müdahale etmeden duramazdım."

"Anlıyorum kızım Dougal beni sürekli sıkıştırıp kim olduğunuzu soruyor. Bunun için de bir çözümüm var odada konuşuruz bunu. Arkadaşların kim peki?"

"Pençe timimden arkadaşım Emir Yonca ve beni aramakla görevli ekipteki JÖH personeli Melek Türkmen" albay beni ilk gördüğündeki gibi heyecanlı duruyordu. Birlikte odalarımızın olduğu kata çıktığımızda, önce Emir'in kapısını tıklattım. Ses gelmeyince kapıyı açarak içeriye girdim. Emir, yatakta uyuyordu ama daha çok kavga eder gibiydi. Oda darmadağınıktı. Emir'e bir baba şefkatiyle gülümseyerek bakan albayla, 'Emir' diye seslendim.

"Off Tuğra git başımdan yeni uyudum zaten" diye mırıldandı.

"Asker kalk" diye bağırdığım an, Emir telaşla yataktan fırladı ve karşısında albayla beni görüp şaşkınlıkla hazır ola geçti.

"Üstçavuş Emir Yonca, Sakarya emredin komutanım" gözleri sonuna kadar açıktı. Karşısındaki adamı ne kadar kayıp olarak da bilsek de, onun için her sene anma töreni düzenlenirdi. Şehit olarak anılmıyordu ancak medyada başımız sağ olsun yazan yazılara çok denk gelmiştim.

"Rahat asker" diyen albay iki büyük adımla Emir'in yanına adımlayıp kocaman sarıldı. Emir tanımadığı ancak tanıyormuş kadar resmini gördüğü albaya karşılık verdiği an, odanın kapısı bir anda açıldı. Melek, kapıda şaşkınlıkla sarılmış ikiliye bakıyordu.

"Ben sesinizi duydum, komutanım gerçekten de sizsiniz!" Diyerek dolan gözlerini saklamadı bile. Albay Emir'den ayrılıp Melek'e baktı.

"Çavuş Melek Türkmen, Jandarma Özel Harekat, emir ve görüşlerine hazırım komutanım" albay, Emir'e söylediği gibi ona da 'rahat' diyerek Melek'e de sarıldı. Emir, kanlı canlı karşısında albayı görmenin şaşkınlığını hâlâ atamamış gibi gözlerini ayırmadan izliyordu.

"Burada olduğunuz için hem mutlu hem üzgünüm çocuklar. Türk'ler kimseyi arkada bırakmaz sözünü kanıtlayıp, komutanınızın arkasından buraya geldiniz ve aynı şekilde geri dönmeniz için elimden geleni yapacağım"

"Komutanım sizi görmek bir onurdur" Emir'in bağırarak konuşmasıyla yanına gidip koluna girdim.

"Daha sonra hasret giderip bol bol sohbet ederiz. Önce konuşmamız gereken önemli konular var. Oturun çocuklar" diyen albayla, hepimiz Emir'in karman çorman olmuş yatağına oturduk. Albay sandalyeyi tam karşımıza çekerek oturdu.

"Tuğra burası hakkında çoğu şeyi öğrendi. Size de biraz bahsetmiştir. Alışmanız için biraz daha süre gerekli ancak burada işler karıştı. Bu klanın yani Mclenan'ın bir çok düşmanı var. Dougal, güçlü bir savaşçı olduğu için ülkeye korku salıyor. Sadece İskoçya değil İngiltere'de bile namı duyuldu. Bu korku beraberinde düşmanlık da getiriyor tabii ki. Diğer düşmanlarını bir şekilde atlatabilir ancak Connor diye bir klan lideriyle kişisel bir düşmanlığı var. Connor, her fırsatta Dougal'ın canını yakıyor ve bunu pis bir şekilde yapmaya çalışıyor. Öğrendiğim kadarıyla dünkü saldırı tamamen Alana içinmiş. Connor, Alana'ya leke sürerek düşmanlıkları daha da perçinlemek istemiş ama sayenizde Alana'ya bir zarar gelmeden engellendi. Ewan'ın da hayatını kurtardığın için teşekkür ederim Melek kızım. Birazdan o keratanın da yanına uğrayacağım"

"Ne demek komutanım, kim olsa aynı şeyi yapardı" dedi Melek. Ben ise başka bir noktaya takılmıştım.

"Dougal, benim hep Connor'un adamı olduğumdan şüpheleniyordu. Demek aralarındaki kişisel mesele yüzünden böyle düşünüyordu. Ne gibi bir sorun var komutanım aralarında?"

"Bu Dougal'ın özeli kızım ben anlatamam ancak çok derin ve pis bir düşmanlık olduğunu bilin. Sonu kanla ve büyük acılarla bitmesine rağmen Connor'un nefreti ve kibri hiç geçmedi. Dougal, daha adil düşmanlık yaptı bu zamana kadar ancak dünkü Alana'ya yönelik saldırı yüzünden bugün onu tutamayacağım gibi duruyor"

"Alana'ya zarar vermeye kalkan herkes karşısında beni de bulur" dedim net bir sesle.

"Şimdi size söylemem gereken bir şey daha var. Buradaki casuslarımdan öğrendiğim kadarıyla bütün klanda oldukça merak konususunuz. Bazı köylülerden; cadılar, şeytanlar, melekler, tanrının askerleri gibi farklı kelimeleri de duyum aldım. Her kafadan bir ses çıkıyor ve sizi çözmeye çalışıyorlar. Bu işin sonu kötü bitmeden önlemimizi almalıyız."

"Ne gibi bir önlem komutanım?" Diye lafa atladı Emir.

"Ben Kurt klanının lideriyim ve şu an bir varisim yok. Öldüğümde yerimi güvendiğim savaşçılardan birine bırakacaktım. Ancak Tuğra'yı herkesin gözünde meşru kızım ilan edersem, gelecekteki varisim olarak herkesin çenesi kapanacaktır." Bulduğu çözüm bu muydu yani?

"Komutanım klanlarda kızlar liderlik yapabiliyor mu?" Diye sordu Emir.

"Hayır ama liderin oğlu yoksa ve kızı varsa, kızının eşi lider olarak görülür. Bu yüzden evlenene kadar vekillik yapabilirsin ve saygı duyulursun. Siz dönünce de sizin için sahte bir ölüm raporu düzenlerim ve yine savasçılarımdan birini liderliğe getiririm. Siz de dönene kadar bu sayede güvende kalmış olursunuz"

"Bence çok mantıklı komutanım" dedi Melek.

"Bence de" dedi Emir'de.

"Komutanım bu daha çok dikkat çekmemizi sağlamaz mı?" Diye sordum.

"Zaten dikkat çektiniz kızım, bir liderin meşru çocuğu olarak bilinirsen kimse hakkınızda konuşmaya cesaret edemez. Böylesi daha mantıklı. Şimdi, ben Ewan'ı görmeye gideyim yemekte görüşürüz" diyerek yaşından beklenmedik bir çeviklikle ayağa kalkıp kapıya yürüdü ve odadan çıktı.

Bir süre üçümüz de kapıya bakarak sessiz kaldık.

"Buradan kurtulacağız" Emir'in sesini duydum.

"Buna ben de inanıyorum" dedi Melek kapıya bakmaya devam ederek.

"İnşallah" diyerek ayağa kalktım.

"Kahvaltıda görüşürüz" dedim. Cevap sessizlikti çünkü ikisi de olanları sindirmekle mesguldu. Odadan çıkıp kendi odama yürüdüm.

🌿

Kahvaltı oldukça sessizdi çünkü pek kimse yoktu. Dougal, albay, Alana, birkaç asker ve biz vardık sadece. Neredeyse dolu olan yemek salonunda sandalyeler boştu. Baskında ölen 20 savaşçı, hala yaralı olan Ewan dahil 16 savaşçı vardı. Geri kalanlar da, ya ailesinin yanında ya da yaralılarla ilgileniyordu. Buradaki halkın birbirine bu kadar düşkün olması beni şaşırmıştı açıkçası.

"Hadi amca odama geçelim" diyerek ayağa kalkan Dougal ile ona bakmadan yemeğime devam ettim.

"Tuğra, siz de gelin" diyen albayla, kaşığımı bırakıp bakışlarımı albaya çevirdim.

"Klanı korumakla ne kadar iyi olduklarını gördün oğlum. Hem sana onlarla ilgili açıklamak istediğim bir konu var" dediğinde şu evlat konusunu açacağını anladım. Dougal ise sanki bizim hakkımızda bir bilgiye sahip olacağını öğrenmenin mutluluğunu yaşar gibi tebessüm etmişti. Amma da taktı kafayı bize ya!

"Peki, gidelim o halde" diyerek kibirli kibirli önden yürümeye başladı. Arkasından taklidini yapmamak için kendimi zor tuttum ama Emir tutamamış gibi ağız hareketinin taklidini yapınca elimle ağzımı kapattım gülmemek için. Neyse ki başka kimse fark etmemişti. Hep birlikte çalışma odasına doğru yürümeye başladık.

İçeriye girdiğimizde, Dougal hemen kendi sandalyesine rahatça kurularak oturmuştu. Albay, ben, Melek ve Emir'de oturduğunda, Dougal bakışlarını sırayla bizde gezdirdi.

"Saldırı konusundan önce söylemek istediğim bir şey var" diye söze girdi albay.

"Neymiş o?"

Albay derin bir nefes alarak bana döndü.

"Tuğra'nın meşru çocuğum olduğuna dair belgeyi hazırladım" haberini daha yeni vermişti ancak belgeyi çoktan hazırlamıştı bile. Önceden düşünüp planlanmıştı bunu demekki.

Dougal, şaşkın bakışlarla bir bana bir albaya bakıyordu.

"Quany sen ne dediğinin farkında mısın?" Sertçe konuşmasından albay hiç etkilenmiş gibi değildi. Ayrıca ona amca yerine ilk defa adıyla seslenmişti.

"Gayet farkındayım oğlum. Tuğra, öz kızım olarak kayıtlara geçecek" ağzımızı bile açmadan dinliyorduk. Emir, Dougal'ın tepkisine dayanamayıp alaycı bir gülüş göndermişti. Melek ve ben ifadesizdik.

"Peki bu doğru mu? Kylie'nin bundan haberi var mı?"

"Kylie kim?" Diye araya girdi Emir. Dougal, direkt Emir'e dönmüştü.

"Daha evleneceğin kadını tanımıyorlar bile. Söylesene amca bu gerçekten doğru mu? Tuğra senin kızın mı?"

"Hayır doğru değil" diyen albaya şaşkınlıkla baktım. Ne yani Dougal'a da yalan söylemeyecek miydi?

"Bu sayede güvende olabilecekler" diye devam etti albay. Dougal ise sinirle ayağa kalktı ve ileri geri yürümeye başladı. Adam gerçekten çok yakışıklı da olsa şu giydikleri kiltler hâlâ bana tuhaf geliyordu ve sinirle yürüdüğünde aslında sevimli ve komik duruyordu. Bu adam mı bütün Britanya'ya korku salıyordu yani? Huysuzun tekiydi.

"Neden bu insanları koruyorsun amca. Kim onlar, hangi ülkeden geldiler? Türk olduklarını söylüyorlar ancak Osmanlı'dan değiller. İlk geldiklerinde üçünün de kıyafetinde kırmızı beyaz renkte ay yıldızlı sembolleri vardı. Böyle bir ülke sembolü görmedim. Onlar bir şey söylemiyor sen söyle. Her şeyi anlatın artık yoksa beni karşınızda bulacaksınız" gerçeği neden bu kadar merak ediyordu anlamıyorum. Bu kadar kontrol manyağı olmasına gerek yoktu.

"Zamanı gelince her şeyi anlatacağım. Şimdi sadece bana güven oğlum"

"Hayır amca, hemen şimdi her şeyi, saklamadan bana anlatacaksınız. Kimlere yardım ettiğimi, evimde misafir ettiğimi bilmeye hakkım var!"

"Biz masumlara zarar vermeyiz. Bizden korkacağın bir durum yok" Ah Emir adam zaten sinirli böyle mi söze girilir. Emir'in bu cümlesiyle albay uyarır gibi Emir'e baktı ama artık çok geçti. Çünkü Dougal tüm öfkesiyle Emir'e dönmüştü.

"Sizden korkmuyorum. Ben hiçbir şeyden korkmam. Evimde kimi barındırdığımı bilmek istiyorum sadece" O kadar öfkesine rağmen gayet mantıklı cevap vermişti Dougal. Ayrıca hiçbir şeyden korkmam diyordu ama bilinmezlikten korktuğunu söylemişti bana.

"Şu Connor işini halledelim bu konuyu konuşacağız" diyen albaya baktım. Gerçekten her şeyi anlatacak mıydı yoksa oyalamak için mi böyle söylüyordu?

"O iş halloldu bile" diyen Dougal'a şaşkınca baktım. Ne demek halloldu? Albay da benim gibi ağzı açık Dougal'a bakıyordu ki benim içimden verdiğim tepkiyi verdi.

"Halloldu da ne demek?"

"Kuzey'de ki dostlarımız bana en yetenekli 10 savaşçısını gönderdi. Kendi 15 savaşçımla birleştirip Connor'un su kaynağını yok etmek için yolladım gece. Biliyorsun kalesi su konusunda sıkıntı yaşıyor ve tek bir kaynağa bağımlılar. Uzun süre askerleri su problemi çekecek. Bu planlarımın ilkiydi" Dougal'ın sözlerinden sonra onu kafamda bir daha tarttım. Onum yerinde başkası olsa, Connor'un yaptığı gibi kaleye baskın yaparak intikamını alırdı ama bu yol çok kanlı olurdu. Kendi adamlarından da kaybedebilirdi üstelik. Ama Dougal, zekice adım atıyordu. Bu da sadece güç ile büyük bir lider olamayacağını herkese kanıtlıyordu zaten. Adam, zekasını gücüyle birleştirip bu konuma gelmiş olmalıydı. Acaba Connor denilen adamla kişisel meseleleri neydi?

"Demek o yüzden böyle rahatsın sen, anlamalıydım" diyen albay, tedirgince bakışlarını bize cevirdi ve sırayla hepimize baktı. Ben de bakışları biraz fazla oyalandı ve tekrar Dougal'a baktı. Hadi artık ne olacaksa olsun! Bakışmaktan sıkıldım

"Evet, o işi düşünmene gerek yok amca. Şimdi gelelim asıl meselemize. Her şeyi anlatın" her şeyi anlatın kısmını bastıra bastıra söylemişti.

"Önce onlarla konuşmalıyım izninle" dedi albay. Dougal'ın yüzünde mimik dahi oynamamıştı ama sinirden çenesindeki damarın hareket ettiğini yakalamıştım.

"Ona söylemek zorundayız" albay bize bakarak Türkçe konuştu. Dougal sinirden gülmeye başladı.

"Komutanım bizi yakarlar cadı diye. Böyle bir şeyi söyleyemeyiz" Emir bu ara her şeye muhalefetti çünkü burada kapana kısılmış hissediyordu. Onu çok iyi anlıyordum.

"Emir komutanım başka çaremiz yok adamı duydun" Ben sadece onları dinliyor, arada Dougal'la göz göze geliyordum. Nedense biz kendi aramızda konuşurken Dougal sadece bana bakıyordu ama ben sohbete bile katılmıyordum ki. Adam bana taktı derken haklıydım işte!

"Böyle sinirli olduğuna bakmayın çok mantıklı bir adamdır Dougal. Bizi yarı yolda bırakmaz. Hem babası benim yakın dostumdu ve sırrımı biliyordu."

"Komutanım mantıklı bir adamsa bu mantık dışı olaya nasıl inanabilir?" Emir'in bu sözü mantıklıydı.

"Bence söyleyelim komutanım" dedi Melek.

"Bence asla söylemeyelim ve kendimizi bir sene izole edip yaşayalım. Zamanı gelince mağaraya gelip kendi zamanımıza döneriz" Emir bu sözü söyleyip benim fikrimi sorar gibi bana bakınca, albay ve Melek'te bana döndü.

"Hiç bana bakmayın ne yaparsanız yapın ben Alana'ya anlattım bile" diyerek Dougal'a baktım. Söylediklerim içinde Alana kelimesini seçtiğinde yüzünde meraklı bir ifade belirdi.

"Özel küçük toplantınız bittiyse anlatın artık" diyerek söze girdi. Babasından gizli bir şey yapmış da yakalamış küçük çocuklar gibi öylece ona bakıyorduk. Her şeyi geçtim albay bile resmen bize uymuştu ve kalede herkesin korktuğu adam, ezik büzük duruyordu. Dougal'ın ise artık sabrı kalmamıştı.

"Tamam anlatacağız" diyerek söze başladı albay. Artık zurnanın zırt dediği yerdeydik.

"Bu söylediklerimiz sana deli saçması gelebilir ama sözümü kesmeden dinleyeceksin. İnanıp inanmamak sana kalmış" diye devam ettiğinde, gözümü kırpmadan Dougal'ın tepkilerini inceliyordum. Emir, ayağının birini diğerinin üstüne atarak kolunu omuzuma attı ve beni kendine çekti. Sanki bu olanlar umurunda değilmiş gibiydi. Dougal, anlık bakışlarını albaydan çekip Emir'in omzumdaki koluna ve aramızdaki yakınlığa baktı ama hemen bakışlarını albaya çevirdi.

"İnanmayacağım ne olabilir ki? Bu hayatta güvendiğim 3 insandan biri sensin amca" dedi Dougal.

Albay, derin bir nefes aldı. Çalışma odası tamamen sessizdi.

"Biz gelecekten geliyoruz oğlum!"

Sessizlik devam ediyordu...

Dougal, hiçbir tepki vermeden devam etmesini bekler gibi bakmaya başladı.

"Ben, 1971 yılında İstanbul adı verilen bir şehirde dünyaya geldim. Soyum Türk. Meslek olarak askerliği seçtim ve albay rütbesine kadar geldim. Bir gün bir operasyon sırasında bir mağaraya girdim ve mağaradan çıktığımda kendimi burada, bu zamanda buldum. Baban, sırrımı biliyordu ve geri dönüş için benimle birlikte araştırmalar yaptı" dediğinde, Dougal ilk tepkisini vermişti ve değişik bir ifadeyle gülmüştü. Hadi lan oradan der gibi.

"Siz de mi gelecekten geldiniz?" Diyerek bana döndü. Gözlerinde alay vardı.

"2026 yılından geldik" dedim net bir sesle. Emir kolunu omzundan çekerek arkasına yaslanmıştı.

"Siz kafayı mı yediniz. Hadi bunlar deli, normal hareketleri yok ama amca sana ne oluyor?" Diye en sonunda beklediğim tepkiyi verdi Dougal.

"İnanması güç oğlum ama gerçek bu" dedi albay. Dougal'ın yerinde ben olsam ben de inanmazdım böyle bir saçmalığa elbette.

"İspat edebiliriz. Bir sürü kanıtımız var" dediğim an Dougal yine bana baktı.

"O ışıklı metal gibi mi kanıtlar Tuğra?" El fenerinden bahsediyordu.

"Evet el feneri gibi, hatta ondan da iyi kanıtlarım var"

"Gösterin o halde?" Dedi sandalyesinde arkaya yaslanarak.

Ayağa kalkarak albaya baktım izin istercesine. Gözlerini kapatıp açtığında, odadan çıkıp kendi odama yürüdüm ve çantamı alarak geri çıktım. Tekrar çalışma odasına döndüğümde, Dougal elimdeki çantaya bakışlarını sabitlemişti. Yanına kadar giderek masanın üzerine çantamı bıraktım ve fermuarını açmaya başladım. Dougal, hayretle fermuara bakıyordu. Fermuarı açınca, silahları es geçerek alttaki kağıtlardan önce timimle olan resmimizi çıkardım ve masanın üzerine bıraktım.

Dougal, önce bana sonra masadaki resme bakarak elini uzattı ve resmi eline aldı. Bir adım geri çekilip sindirmesi için ona zaman tanıdım. Odada herkes sessizdi.

"Bu ne böyle?" Diyerek ilk tepkiyi verdi.

"Böyle detaylı ve kusursuz resmi kim çizebildi. Ayrıca neden çıplaksın?" diye devam etti. Emir sinirlenmişti ve Melek anında elini Emir'in elinin üzerine koyarak onu durdurdu.

"Onun ismi fotoğraf. Bizim zamanımızda ânı ölümsüzleştirmek için kullanılan bir araç. Resim gibi düşünebilirsin ama çizilerek yapılmıyor" dedi albay.

"Bu kıyafetler, bu yer!" Diyerek düşüncelerini dile getiren Dougal ile çantamdaki sinema biletini çıkartıp masaya koydum ve tarihi işaret ettim. Ardından mataramı çıkarttım ve üzerindeki 'Tuğra Duman, Pençe, 2025' yazan yazıyı gösterdim.

"Pençe, bizim timimizin adı." Diye eklediğimde, Dougal resmi bırakıp gösterdiklerime sırayla bakıyordu. Künyemi boynumdan çıkartıp onu da masaya bıraktım.

"Tuğra Duman, A Rh +, 15.05.2002" yazıyordu.

Uzun süre odada sessizlik olmuştu. Biz Dougal'a, Dougal ise eşyalara bakıyordu. En sonunda rahatsız edici sessizliği bozdu.

"Bana biraz zaman verin" albay bunu bekliyormuş gibi anında ayağa kalkıp elini omzuma koydu ve hafif sıktı.

"Biz çıkalım çocuklar" dediğinde, silahları göstermeden masaya koyduğum eşyaları çantaya geri koymaya başladım. Künyemi de alıp boynuma astığımda Dougal'ın bakışları boynuma düştü.

Emir ve Melek direkt kapıya yönelmişti bile. En son ben de kapıya ilerledim ve Dougal'a son bir bakış attım. Şaşkınca boş masaya bakıyordu. Kapıyı arkamdan kapatıp çıktım.

Odaya döndüğümüzde Emir'in sinirli sesini duydum. Albay Ewan'ın yanına gitmişti.

"Size söylemiştim bunu yapmayacaktık. O adama hiç güvenmiyorum"

"Albay onu tanıyor. Bunu bunca yıldır saklayıp şimdi söylediğine göre vardır bir bildiği Emir. Bence akışına bırakmalıyız."

Emir ve Melek kendi aralarında tartışırlırken, yatağıma oturmuştum bile.

"Göktürk komutan, Yusuf ve Kadir abi kesin kafayı yemiştir. Lanet olsun burada adamı inandırmaya çalışıyoruz."

"Tamam artık olan oldu yapacak bir şey yok. Melek'in de söylediği gibi albayın vardır bir bildiği, sonuçta 10 sene burada yaşayan o" diyerek konuşmaya nokta koydum.

"Ben bir Ewan'ı kontrol edeceğim, görüşürüz" diyen Melek'in arkasından baktım. Üzerindeki kahve tonlarındaki elbiseyle sanki buralı gibi duruyordu. Uyum sağlaması Emir'den daha iyiydi.

"Ne düşünüyorsun?" Diyen Emir'e döndüm.

"Çay var mutfakta inip yapalım mı?" Dediğimde Emir, bana kafayı sonunda kırmışım gibi bakıyordu.

"Ne? Yapacak başka bir planın var mı? İstersen bowlinge, sinemaya falan gidelim. Emir, kabul etmek istemesen de bir süre burada yaşayacağız ve eve dönene kadar bunu değiştiremeyiz. En azından biraz daha sakin olsan?"

"Çabaladığımı inkar edemezsin!" Emir'e alayla bakıp devam ettim.

"Hadi geliyor musun mutfağa? Malzemeleri bulursam belki sana tiramisu da yaparım?" Emir'in işte şimdi keyfi yerine gelmişti. Sevinçle ayağa kalkıp yanıma geldi ve elini omuzuma attı.

"Buyurun leydim" dediğinde kahkahama engel olamamıştım. Kapıya doğru yürüdüğümüzde, kapı biz açmadan açıldı.

Kapıdan giren Dougal'a şaşkınlıkla baktım. O da aynı şaşkınlıkla Emir ve bana bakıyordu. Sanki kabahat işlemişiz gibi hissedip Emir'den ayrıldım.

"Lordum?"

"Yalnızsındır sanıyordum. Biraz konuşabilir miyiz diyecektim" dedi. Bizi gördüğü an bakışlarını bizden çekerek odayı incelemişti.

"Ee tabi konuşabiliriz elbette" diyerek Emir'e baktım. Mesajı almış gibi kapıya yürüdü.

"Beni nerede bulacağını biliyorsun" diyerek Dougal'ın yanından geçti ve odadan çıktı.

Dougal, yavaş adımlarla odaya girdi ve aramıza mesafe koymayı da ihmal etmedi.

"İznin var mı?" Diye sorduğunda neden bahsettiğini anlamadan bakmaya başladım.

"Odaya girmeme iznin var mı?" Adam kapının girişinde bekliyordu hâlâ.

"Elbette buyur" diyerek pencerenin kenarındaki sandalyeyi işaret ettim. Benim odam bu kadar küçük müydü ya? Ya da Dougal'ın heybetli görüntüsü yüzünden mi bana küçük gelmişti şimdi?

Dougal sandalyeye oturduğunda, az önce Emir'in oturduğu sandalyeyi tuttum ve tam karşına çekerek ben de oturdum. Dougal pencereden dışarıya bakarak kendi topraklarını inceliyordu.

"Sizin zamanınızda nasıl bilmiyorum ama burada sevgilin dahi olsa aynı odada bulunmanız hoş karşılanmaz."

"Alana söylemişti ama bizim zamanımızda durum farklı olduğu için çoğu şeye alışmamız zaman alacak" dedim.

"Alana'ya anlatmıştın değil mi?" Dougal, sandalyeye oturduğundan beri bana bir kere bile bakmamıştı. Sanki ilk defa gördüğü bir bahçeye bakıyor gibiydi. Halbuki kendi bahçesine bakıyordu alt tarafı ne olabilirdi ki? Onun gibi ben de bakışlarımı pencereden dışarıya çevirdim. Karşıda inek sürüsü geçiyordu. Demek inekler benden daha çok ilgisini çekiyor.

"Evet Alana biliyor" dedim onun gibi ineklere bakmaya devam ederek. Heh harika, bir inek tuvaletini yapıyor.

"O mağaraya geri dönmek için gitmiştin değil mi?" Dediğinde kafamı salladım ama adam bana bakmadığı için anlamadı ve sesli olarak 'evet' dedim.

"Geri dönüş yolu senede bir kez açılıyormuş albayın söylediğine göre. O geri dönmek istemediği için 10 senedir burada. Bizi misafir etmeni bu yüzden istemişti" Dougal bir süre sessiz kaldı ve kafasını bana çevirip saçlarımda oyalandı.

"O fotoğrafta saç renginde böyle sarı tutamlar yoktu. Bir tür boya mı bu?"

"Evet" diyebildim çünkü Dougal hâlâ saçlarımı inceliyordu. Rahatsızca bakışlarımı tekrar pencereden dışarıya çevirdim. Üzerimde oyalanan gözleri sonunda benim gibi pencereye dönünce, çaktırmadan ona baktım. Düşünceli görünüyordu.

"Evinize dönene kadar misafirimsiniz. Sağ salim dönmeniz için elimden geleni yapacağım. Bana yapılan iyiliği de kötülüğü de unutmam ben. Albayınızın dediği gibi meşru çocuğu olmanda desteğim sizinle olacak. Benim kabul etmemle, seni, bütün klan liderleri ve kral kabul etmek zorunda kalırlar. Gidene kadar dedikodulara karşı güvende olursunuz." Cevap vermeden yine kafamı salladım ama bu sefer sesli dile getirmek istemedim.

Bir süre daha sessizlik odaya hakim oldu.  Dougal'ın ne düşündüğünü merak ediyordum ama hiç açık vermiyordu. En sonunda aramızdaki sessizlik bozuldu.

"326 yıl sonrası... Her şey oldukça değişmiştir" dedi ve ben yine kafamı salladım.

"Oldukça fazla değişik" dedim. Ona yanlış bir bilgi vermemeliydim. Dünya tarihine olan özel ilgim sayesinde, diğerlerinden daha fazla şey biliyordum ve yanlış bir bilginin, ülkem için dezavantaj bir durum oluşturmasını istemiyordum. Kelebek etkisi oluşmasına izin vermezdim.

"Kadınların asker olması, özellikle senin gibi komutan olarak erkeklere üstün gelmesi zaten en büyük değişiklik olmalı. Kraliçe bile burada yönetimde erkekler tarafından maşa olarak kullanılır" tarihte hep tartışmaları yapılan konuya değinmişti. Maalesef kadınların söz hakkı bu zamanda yoktu. Kraliçe bile olsan...

"Kadınların hakları çok daha fazla."

"Buraya, gidiş tarihinize kadar güvenle misafirim olabilirsiniz demek için gelmiştim. Vakit ayırdığın için teşekkürler Tuğra" diyerek ayağa kalktığında, ben de sandalyemden kalktım. Kapıya yürüyen Dougal bir ara kıyafetlerimi incedi. Sanki aklında bir şey varmış ama soramıyormuş gibi bakıyordu. Zaten başka hiçbir şey söylemeden de odadan çıktı.

❤️



Продовжити читання

Вам також сподобається

DUDAKLARIN KARARACAK Від *

Історичні романи

7.7K 930 46
Ben bu hayattan kaçmıştım, yaşamak istemiştim. Ancak bu kaçışın bütün hayatımın yalanlarıyla ödeneceğini bilemedim. Özgürlük kaçıştı, kaçış ise zorlu...
23.6M 1.4M 78
Doğum gününden sonra, kardeşiyle eğlenmek için konsere giden bir genç kız... Fırtına yüzünden iptal olan konserden eve dönmeye çalışırken, kendini bi...
161K 7K 15
"MARDİN'DE AŞK" Birbirlerine olan aşklarını ifade etmek için konuşmaya gerek yok . Belki de sessizlik, kalplerinin birbirine daha da yakınlaşmasına...
3.6M 301K 82
Ölüm uşaklarını peşime salmıştı. Soluğum korkunun soluğuna karışmıştı. Koşuyordum. Sivri dalların berelediği bacaklarım hiç durmadan hareket ediyor...