TUĞRA [İNVERNESS 1]

By EANGEL12

261K 23K 8.9K

Astsubay Kıdemli Başcavuş Tuğra Duman, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin seçkin bir birimi olan Pençe timinin yardı... More

1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
Duyuru
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21. Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
29. Bölüm
30. Bölüm
31. Bölüm
32. BÖLÜM
33. Bölüm
34. Bölüm
35. Bölüm
36. Bölüm
37. Bölüm
38. Bölüm
39. Bölüm
40. Bölüm
41. Bölüm
42. Bölüm

4. Bölüm

9.4K 715 204
By EANGEL12

Sabah gözlerimi açtığımda, dünün aksine kale ve bahçe çok sessizdi. Akşamki eğlenceden sonra insanlar hâlâ uykuda olmalıydı. Bir saat süren sporumu odada yaparak saçma elbiselerden birini giydim ve mutfağa indim. Kahvaltı saatini kaçırmıştım çünkü terimin soğumasını istememiştim.

Mutfakta çalışan kızlar ve başlarında onlara emirler yağdıran orta yaşların sonunda bir kadın vardı. Benim içeriye girmemle sessizlik oluştu. Hiçbiri İngilizce bilmediği için sadece gülümseyerek yiyeceklerin olduğu bölüme gidip bir somon ekmeği aldım. İçine tuhaf görünümlü peyniri koyarak tabureye oturup yemeğe başladım. Kızlar şaşkınlığını atmış olacaklar ki içlerinden adının Lili olduğunu duyduğum pembe elbiseli diye aklımda kalan kız, bakır bir bardağa çay doldurarak bana uzattı. Oldum olası bitki çaylarını hiç sevmezdim. Burada da siyah çay tüketmiyorlardı. Resmen çaysızlık krizim tutmuştu. Türk kahvesi de doğal olarak yoktur diye düşünüp mecbur bitki çayını aldım ve içmeye başladım. Yüzümü buruşturarak içmeye devam edince, yaşı büyük olan kadın bana çay getiren kıza kızmaya başladı. Şimdi ben derdimi nasıl anlatabilirdim diye düşünürken Ewan'ın mutfağın kapısında sesini duydum. Hemen yerimden kalkıp mutfaktan çıktım ve Ewan'ın kolundan tutarak mutfağa çekiştirdim. Şaşkınca mutfağa gören Ewan ile kadınlar oldukça gerilmişti.

"Şimdi söylediklerimi çevir. Siyah çay veya kahve çekirdeği var mıymış?" Ewan şaşkınca bakmaya son vererek bir tepki gösterdi ve kahkaha atmaya başladı. Mutfaktaki diken üstünde olan kızlar, onun kahkahasıyla biraz gevşemişlerdi.

"Gerçekten bir leydi değilsin değil mi?" Diye sorduğunda ben de gülümsedim. Sonunda anlamıştı.

"Türk'üm ben. Başka bir şey değil" dedim.

"Seni tanıdıkça diğer Türk'leri oldukça merak ediyorum."

"Hadi çevirsene" dedim sabırsızca.

"Tamam çeviririm ama bana bir iyilik borçlu olursun" dediğinde kafa salladım.

"Eğer istediklerim varsa o zaman iyilik borçlu olurum" Şu an bir bardak çay için her şeyi yapardım. Ewan dediklerimi çevirdiğinde, kızlar telaşla kileri karıştırmaya başladı. Uzun uğraşlar sonucu bir kavanoz siyah çayı eline aldığında, resmen zıplayarak kıza yaklaşıp elinden kavanozu çektim. Kapağını açıp kokladığımda gülümseyerek kıza baktım ve tencerelerin olduğu kısıma ilerledim. Bu zamanda cam veya porselen kullanılmıyordu. Belki başka ülkelerde kullanılıyordu ama bu kalede, bakır bardaklar ve tabaklar vardı. Tencereleri karıştırıp çaydanlığa en benzeyen iki tane kabı aldım ve birine su doldurup yanan ocağın üzerine koydum. Diğerine çaydan ekleyip mutlulukla tabureye oturdum.

"Söyle rahatsız olmasınlar işlerine devam etsinler. Sen de gidebilirsin" Ewan söylediklerimle gitmek yerine yan tabureye oturup benim gibi beklemeye başladı.

"O kadar heyecanla yaptığın şeyi içmeden gideceğimi düşünmedin herhalde" diyerek kollarını bağlayıp oturmaya devam etti. Onun varlığında mutfaktaki tüm kızların sakarlığı tutmuştu. Su kaynayınca gidip çayı demledim ve tabureye geri dönüp oturmaya devam ettim.

"Ee daha ne kadar bekleyeceğiz?" Kolumdaki saatime bakıp cevap verdim.

"15 dakika yeterli" Ewan'da saatime bakıyordu.

"O kolundaki bir saat mi?" Şaşkınca sorduğu soruyla göz devirdim. Alışkanlık gereği sürekli saate bakıyordum.

"Evet son teknoloji dünyada sadece bir tane var" dediğimde Ewan'ın az önceki tatlı gülümsemesi sönmüştü. Cevap vermesini beklemeden ayağa kalkıp bardakları hazırladım. Bir bardakta albaya götürecektim. Çay demlenince bardaklara koyarken Ewan'a seslendim.

"Sorsana siyah çayları var neden hiç yapmıyorlar?" Ewan mutfaktaki yaşı büyük kadına cümlemi çevirip cevabını aldı.

"Bir tüccardan almışlar ama onlar senin gibi pişirmemiş. Beyimiz beğenmediği için bir daha yapmamışlar" bardağın birini Ewan'a uzatıp kendi bardağımı da alarak içmeye başladım. Yanii biraz acıydı ama gideri vardı. Birazcık şeker atarak içmeye devam ettim sonuçta bir Karadeniz çayı değildi. Resmen mest olmuştum içerken. Ewan'da benim gibi şeker atarak içmeye başladı. Beğendiği surat ifadesinden belliydi.

"Tadı acı ama garip bir şekilde kendini içiriyor" diyen Ewan'ı mutfakta bırakıp albaya da çay doldurup odasına yürüdüm. Arkamdan Ewan'ın kahkahasını  duymuştum yine.   Merdivenleri çıkarak odasının önüne geldim ve kapısını tıklattım. Ses gelmeyince, koridordan geçen bir nöbetçiye albayın yerini sordum. Dougal uyuzunun çalışma odasında olduğunu söylediğinde huzursuzca adımlarımı oraya çevirdim.

Çalışma odasının kapısına geldiğimde içeriden sesler geliyordu. Kalabalık olduğunu anlayarak girmesem mi diye tereddüte düştüm. O esnada açılan kapı  ile içeridekilerle göz göze geldim. Mor kilti olan ve dünkü müsabakalarda gördüğüm bir savaşçı odadan çıkıyordu. Bana gülümseyerek kafasını eğen adam 'merhaba leydim' dedi. Kazananlardan biri olduğunu hatırlayıp ben de ona selam verip kafamı çevirdim ve Dougal gıcığıyla göz göze geldik.

"Tuğra kızım" diye seslenen albaya bakarak gülümsedim ve odaya girerek elimdeki bardağı ona uzattım. Onur albay bardaktakinin çay olduğunu anlayıp kocaman gülümsedi. Odadaki herkes albayın gülümsemesiyle oldukça şaşkın duruyordu.

"Bunu nereden buldun?"

"Üzümünü ye bağını sorma" diyerek gülümsedim. Dougal'ın bir baş hareketiyle odadaki herkes dışarıya çıkmıştı.

"Oğlum bundan sen de denemelisin çok güzeldir" diyerek çayını içmeye başladı. İçmek istiyorsa kendi gidip mutfaktan alabilirdi.

"Görüşürüz kom, Quany" diyerek kapıya yürüdüğümde Dougal'ın sert sesini duydum. Emir vermeye o kadar alışmıştı ki adam resmen cümle kuramıyordu.

"Dur!" Arkamı dönüp sinirli bir şekilde ona baktım. Masasının çekmecesini açarak, yanımda getirdiğim bir paket çikolatamı çıkartıp masanın üzerine sertçe bıraktı. Sahi benim bir çikolatam vardı.

"Bunu bana açıklayın!" Sesinde adeta öfke vardı. Kısa bir an albayla göz göze geldik.

"Eşyalarımı sorgulama ve karıştırma hakkın yok!" Diyerek birkaç adımla masaya yöneldim ve uzun paketli çikolatayı almaya yeltendim. Ancak Dougal, hızla çikolatayı eline alarak üzerini incelemeye başladı.

"İngilizce, Osmanlı'ca ve Latin alfabesiyle başka bir dil daha yazıyor. İçinde gıda maddeleri var. Bu bir tür yiyecek mi?" Osmanlıca sandığı şey aslında Arapça, Latin alfabesiyle olan dil ise Türkçe'ydi. Bildiğin milka çikolataya adam uzaylı muamelesi yapıyordu.

"Evet bir yiyecek o, alabilir miyim?" Diyerek elimi uzattım. Dougal, kararmış bakışlarıyla bana bakmaya başladı.

"Bu nasıl bir yiyecek merak ettim doğrusu. Ayrıca o üzerindeki sayılar ne?" Son kullanma tarihinden bahsediyordu. Kıvırmak için yapacağım tek şeyi yaparak hızla uzanıp elindeki paketi çektim ve paketini açtım. İçinden çıkan çikolataya uydurabileceğim tek kılıfı uydurmaya başladım paketi açarken.

"Birçok ülke gezdim. Onlardan birinden almıştım, buyur. El fenerimi de geri istiyorum" diyerek bir dilim çikolatayı uyuz Dougal'a uzattım el mecbur. Bir dilimde komutana uzatıp bir dilimi elime aldım. Gözlerimi kapatıp minik minik çikolatayı yemeye başladım. Paketini de elime aldım, yakacaktım.

"O uzun metal şeyden bahsediyorsan o ben de kalacak. Ayrıca bu bir çikolata türü mü? İçinde fındık var" diyerek tek lokmada midesine indirdiği çikolatanın arkasından konuşuyordu. Öyle löp diye yenir mi son çikolatam! Albay da çay, çikolata oh sayemde keyfi yerindeydi valla. Dougal'ın jelatininde olan geri kalan çikolataya baktığını görüp elimle kendime iyice yaklaştırdım. Ona daha yoktu. Alana için de ayırıp gerisini mideme gönderecektim.

"Evet" dedim kısaca ve minik minik yemeye devam ettim. Ağzımdan tadı hiç gitmesin istiyordum. El feneri konusunda daha sonra konuşurdum.

"Behlül kaçar komutanım" dedim Türkçe, Dougal'ı umursamadan.

"Tuğra" diyerek albay beni durdurdu. Tekrar arkamı dönerek onlara baktım. Şu odadan bir çıkamamıştım.

"Dün akşamki olayda çok dikkat çektin. Bütün savaşçılar seni tanımak istedi ve yanımdakine seni sordu. Dikkat çekmek istemiyorsan kimseyle dövüşme!" Türkçe konuşan albayla gülümseyip Dougal'a baktım. Ne konuştuğumuzu anlamıyordu ya uyuz oluyordu.

"Emredersiniz komutanım" diyerek odadan çıktım. Arkamdan Dougal albayı istediği kadar sıkıştırıp ne konuştuğumuzu sorabilirdi. Uyuz olması çok hoşuma gidiyordu. Kendini beğenmiş kibirli lord bozuntusu!!

🌿

Müsabakaların başlamasıyla herkes yerlerini almıştı. Bugünkü düellolar, düne göre daha sert  geçiyordu. Düellolar hızla bittiğinde, bugün çalışma odasına girerken denk geldiğim mor kiltli savaşçı ile kızıl saçlı bir savaşçı kalmıştı. Yarın ikisi final maçına çıkacaktı. Evan ise maç sırasında mağlup olmamış ama kolunu incittigi için 2. Maçına çıkamamıştı. Cora denilen kız ise maç boyu Dougal'ın yanından yine hiç ayrılmamış, Alana'yı resmen delirtmişti. Herkes dağılırken ben albayın yanında kaleye yürüyordum. Onun klanından biri telaşla yanımıza gelip kendi dillerinde bir şeyler söyledi. Albayında yüzünde telaş oluşmuştu.

"Komutanım sorun ne?"

"Kızım acil klanıma dönmem gerekli"

"Ama daha müsabakalar bitmedi!"

Tuğra" diyerek durdu albay ve Türkçe konuşmaya başladı.

"Ben uzun yıllardır buradayım biliyorsun. Türkiye'de bekar bir adamdım. Burada geçen yıllarda, Kylie adında bir kadınla tanıştım. Yakında klanımın hanımı olacak yani biz evleneceğiz." Oldukça şaşırmıştım. Aslında şaşırmam doğru değildi çünkü 10 yıldır burada yaşıyordu.

"Anladım komutanım. Gitmeniz o sebeple mi?"

"Buraya gelirken Kylie'i de getirecektim ancak rahatsızdı. Durumu kötüleşmiş diye haber aldım hemen dönmeliyim. Yine görüşeceğiz Tuğra o zamana kadar kendine dikkat et." Diyerek yanımdan hızlı adımlarla ayrıldı.

🌿

Albayın gitmesinin üzerinden bir saat kadar geçmişti. Bahçede bir çınar ağacının altında Alana'yı bekliyordum. Mor kilti olan ve yarınki finale kalan savaşçının yanıma doğru yaklaştığını fark ettim. Dünkü müsabakalarda bu adam dikkatimi çekmişti ayrıca sabah çalışma odasının önünde karşılaşmıştık. Bence içlerinde Evan'dan sonra en iyi dövüşen bu adamdı. Dougal'ın yanında da birkaç sefer görmüştüm. İyi anlaştıkları belli oluyordu ve yakışıklı da bir yüzü vardı.

"Merhaba leydim, ben Royce Boyd, rahatsız etmiyorum değil mi?" Diye sordu yanıma geldiğinde.

"Tuğra ben. Rahatsız edip etmemeniz sözlerinize göre değişir lordum buyurun?" Adam kibar konuştuğu için direkt terslememiştim. Başımda ayakta dikilmekten vazgeçip yere karşıma oturdu.

"Geçen akşamki üzücü olaya şahit oldum leydim. Maxwell yani size saldıran öyle bir sopayı gerçekten hak ediyordu. Affınıza sığınarak size hayran kaldığımı belirtmek istiyorum" Bu adamın konuşması tarihi aşk romanlarındaki lordlar gibiydi. Gülme isteğimi bastırıp kafamı salladım.

"Bir kadının kendini korumayı bilmesi gerekli lordum" dediğimde izlenildiğimi hissedip etrafa baktım. Dougal, hızlı adımlarla bize doğru geliyordu.

"Sizinle antreman yapma şansına sahip olmayı çok isterim leydim. Bunun için bana kızmazsanız umarım. Bir kadının böyle dövüşebilmesi sıradaşı bir özellik" dediğinde gülümseyerek Royce'a baktım. Çok samimi görünüyordu. Dougal, Royce'in son cümlesini duymuş, sinirli ifadeyle ona bakıyordu.

"Bir leydinin antreman yapması uygun kaçmaz Royce" diye sohbete dahil olduğunda sinirlendiğimi hissettim. Bu adamın varlığı bile beni uyuz ediyordu. Teklifi zaten reddedecektim ama Dougal benim adıma konuşunca zıt gitme isteğimi bastıramadım.

"Lordum, eğer müsabakaları kazanırsanız sizinle seve seve antreman yaparım" dediğimde Royce gülümseyerek bana baktı. Dougal ise öldürecek gibi...

"Sizinle antreman yapma onuruna erişebilmek için elimden geleni yapacağım leydim" diyerek ayağa kalktı ve gülümseyerek Dougal'a kafasını eğerek uzaklaştı.

"Tuğra..." diyerek çenesini ovuşturan Dougal'a ne var dercesine baktım. Gözleri kara delik gibiydi. Duygularını da çok güzel gizliyordu. Bazen öyle bir konuşuyordu ki bağırsa daha az korkuturdu insanları. Yani sert ve otorite akıyordu adamdan. Göktürk komutanımın son sürümü gibiydi.

"Boyundan büyük işlere kalkışıyorsun. Seni Royce konusunda uyarmalıyım" dediğinde gülmeye başladım.

"Dün akşam altımda terler dökerken de beni uyarmak mıydı niyetiniz beyim?" Haddini bildirmek çok hoşuma gidiyordu niyeyse. Beni küçümsediğini hissettiğimde öfke doluyordum. Ohh iyi laf çakmıştım diye düşünürken beklediğim tepkiyi Dougal'dan alamadım. Gözlerine baktığımda irislerinin oldukça küçülmüş  ve yüzünde eğlenen bir ifade olduğunu görüp daha da sinirlendim. Ben ne biçim laf çıkmıştım böyle hay ağzıma.

"Hani ağzını burnunu dağıtıyordum ya!..." Diyerek lafın yanlışa çekilmesini engellemeye çalıştım. Türkçe düşünüp İngilizce konuşmanın en büyük hatası. Daha önce görmediğim şekilde Dougal'ın hafif gülümsediğini görüp cümleme devam edemedim. Ayrıca o yanağındaki bir gamze mi? Neyse dik dik bakmayayım diyerek kafamı çevirdim. Hava kararmaya başlamıştı.

Kalenin dışındaki askerlerin çaldığı boru sesleriyle Dougal anında sert moduna geçti ve kaşlarını çattı. Kale bahçesindeki tüm sesler kesilmiş, insanlar çıkan boru sesiyle dağılmaya başlamıştı. Savaşçılar kılıçları çekmiş ve Dougal'ın emrini bekler konuma girmişlerdi. Bahçede oynayan çocuklar dağılıp anne ve babalarının yanına koşmuş, herkes panik haline girmişti. Kötü bir şeyler oluyordu ve bu durum hiç iyi değildi.

"Hemen kaleye dön ve odana çık" diye bana emir veren Dougal hızla ahırlara yönelip siyan buyul atına bindi ve savaşçılarıyla birlikte kalenin dış ana kapısına ilerlediler. Dışarı çıktıklarında kaleye geri dönere hızla odama çıktım ve camdan dışarıyı izlemeye başladım. Bıçağımı ve silahımı da elime çoktan almış hazır bir şekilde bekliyordum. 1 sene burada yaşayacaksam, kılıç kullanmayı öğrenmem gerekiyordu. Eğer bir savaş çıkmışsa bir şekilde hayatta kalırdım ama bu kaledeki insanların ölmesini istemiyordum.

Dougal'ın ve en yakınında hep gördüğüm savaşçılarının dışarıya çıkmasının ardından yaklaşık 10 dakika geçmişti. Royce ve onun klanından birkaç asker ile diğer 3 farklı klan liderleri (Clyde dahil) ana kapıya yakın bekliyorlardı. Odamın penceresinin görüş açısının çok iyi olmaması sebebiyle hızla odadan çıkarak tekrar bahçeye indim. Clyde'in kızı Cora görünürde yoktu. Daha doğrusu benim dışımda bahçede hiç kadın yoktu. Beni gören  Royce hızlı adımlarla yanıma geldi.

"Leydim lütfen kaleye gidin ve güvende olun"

"Beni düşündüğünüz için teşekkürler ama ben burada iyiyim" diyerek bakışlarımı kapıya yöneltip merakla beklemeye başladım. Eğer bir saldırıya uğramış olsaydık şimdiye çoktan kılıç ve bağırış sesleri duyulmaz mıydı? Kalenin surlarının tepesinde, gözcü kulübesinde bekleyen askerin bağırışı, sessizliğe bürünmüş bahçede bomba etkisi yarattı ve adamın söyledikleriyle hızla kapı açılmaya başlandı. Kapı açılırken, tüm savaşçılar savaşa hazır bir halde duruyorlardı ancak gelenler sadece Dougal ve yanındaki savaşçılarıydı. Ne yani yanlış alarm mıydı?

Merakla bakmaya devam ederken, Dougal'ın atının arkasındaki başka bir at dikkatimi çekti. Hayır dikkatimi çeken at değildi!

Atın üzerindeki siyah, büyük gözlüklü, bereli bir JÖH ile yanında yine yüzü belli olmayan bir özel harekatçı bize doğru geliyordu.

ATIN ÜZERİNDE, birinin elinde hafif makinalı silah, diğerinde keskin nişancı Bora 12 silahını önündeki kılıfa asmış, iki Türk askeri ve İskoçya'lılar birlikte klana giriyordu...

🌿

Sınır Ötesi, 2026

Göktürk komutanımızın gölgesinde, dağın zirvesine konuşlanmıştık. Tuğra’nın son görüldüğü mağaraya sadece 500 metre kala, etrafı kapsayan bir sessizlik içindeydik. Dürbünlerimizle etrafı tarıyor, her bir hareketi, her bir sinyali arıyorduk. Gözlerimiz ufuk çizgisini süzüyor, Tuğra’nın izini sürmeye çalışıyorduk.

Son çatışmamızın izleri hâlâ tazeydi; kampın enkazları, savaşın acımasız yüzünü gözler önüne seriyordu. Dört bir yana savrulmuş çadırlar, yıkılmış siperler vardı. Burada, bizim dışımızda hayatta kalan kimsecikler kalmamıştı; sadece rüzgarın sesi ve kartalların gökyüzündeki gölgeleri vardı.

Komutanımız, sakin ama kararlı bir sesle emirler veriyordu. Her birimiz, görevimizin bilinciyle hareket ediyorduk. Tuğra’yı bulmak, onu güvenliğe ulaştırmak tek amacımızdı. Dağın zirvesinden, mağaranın gizemine doğru bakarken, her birimiz kendi içimizde bir umut taşıyorduk. Belki de Tuğra, mağaranın derinliklerinde, bizleri bekliyordu.

JÖH timindeki askerler bizden daha geride, Göktürk komutanımın talimatlarını bekliyorlardı. Normalde kafa çocuklara benziyorlardı ama olan durumda ve tabii Göktürk komutanımdan çekindikleri için buraya geldiğimizden beri ağızlarını bıçak açmıyordu.

"Emir, sıkıntılı bir durum?" Diye sordu Göktürk komutanım. Keskin nişancı silahımla bizimkilerden ayrı bir yerde konuşlanmıştım. Ben mağaraya daha yakındım.

"Temiz komutanım" dedim.

"Murat, Halil, Kadir, Ahmet burada kalıp etrafı kontrol altına alın. Emir, Melek, Yusuf ve ben mağaraya giriyoruz" dedi. Aslında ben keskin nişancıydım ve dışarıda kalmam gerekirdi ama Tuğra eğer bir iz bıraktıysa, bunu benim bulacağımı komutanım biliyordu. Biz Tuğra ile ikiz kardeş gibiydik. O yüzden JÖH timinin keskin nişancısı Halil'i dışarıda bırakıp beni de mağaraya yönlendirdi. Komutanımın emriyle herkes görevine odaklandı ve mağaraya giden grup birlikte hareket ettik. Ben mağaranın girişine geldiğimde, ekibin gelmesini beklemiştim. Onları mağaranın dışında beklerken, kafamı gökyüzüne kaldırarak baktım. Ay, dolunay evresindeydi ve hava tuhaftı. Göreve çıkmadan önce haberlerde bu gece ay tutulması olacağına kulak kabartmıştım. Sanırım 10-15 dakika sonra tutulma gerçekleşeceğe benziyordu çünkü ayda hafif kırmızılık vardı. Ekibimin gelmesiyle bakışlarımı aydan çekerek komutanıma baktım ve emriyle mağaraya daldık.

Hepimiz el ve kafa fenerlerimizi yakarak içeriye girdik. Giriş kısmı genişti ama koridor şeklinde uzun dar bir yolu vardı. Tek sıra halinde en önde ben, arkamda JÖH'ten çavuş majör Melek, ardında Yusuf abi, en arkada ise Göktürk komutanım geliyordu. Koridor darlaştıkça geçmekte zorlanıyorduk ama timdeki en zayıf ben olduğum için Melek ve ben sıkıntı yaşamıyorduk. Göktürk komutanım ve Yusuf abi dar koridorda resmen bedenlerini sürte sürte ilerliyorlardı. Bir 10 dakika daha ilerlediğimizde, kokunun değişip rutubetin daha da arttığını fark ettim. Tuğra'nın ilk kaybolduğu gün onu aramak için mağaraya girdiğimizde de böyle ağır kokuyordu ama o gün geldiğimizde görmediğimiz bir yol daha vardı.

"Komutanım burada önceki geldiğimizde tek yol vardı ve yarasa yuvasına çıkıyordu" diyerek elimdeki feneri dar açıklıktan içeriye uzattım. İçeride sarımsı bir ışık kaynağı vardı.

"Ne yolu Emir?" Diye tepki veren komutanım ve Yusuf abi, bedenlerini oynatıp en öne bakmaya çalışıyorlardı ama görmeleri mümkün değildi. Ben en öndeydim ve oda direkt benim önümdeydi. Melek tam arkamda odayı görebiliyordu ama hepimiz eğilerek ve yanımızdaki duvarlara neredeyse yapışık durumdaydık. Bu odaya da ben zorla girebilirdim. Komutanım asla giremezdi çünkü bir tuvalet penceresinden az daha büyük bir girişi vardı.

"Komutanım önümde 2 oda var önceki geldiğimizde burası yoktu çok eminim. Emriniz nedir?" dedim.

"İçeriye gir!" Dediğinde zaten çoktan girmeye hazırdım. Zorla, sıkışa sıkışa kendimi sarı ışık olan odaya attım. Arkamdan Melek çavuş, benden daha kolay girmişti.

"Bu ne böyle anas...." diye bir küfür savurdu Yusuf abi. Ben de şoktaydım, elim ayağım titremeye başlamıştı. Yusuf abi kendini odaya sokmaya çalışıyor, Göktürk komutanım arkasından mağaranın duvarına vurarak kırıp genişletmeye çalışıyordu.

"Kadir duvar kırabilecek bir alet ile hemen mağaraya gir, koşarak gel" diye kulaklıktan emir verdi Göktürk komutanım. Ben de şaşkın bir şekilde etrafı inceliyordum. Göktürk komutanım odanın giriş yerinden kafasını uzatmış o da hayretle odaya bakıyordu. Gövdesi çok geniş olduğu için geçmesi mümkün değildi.

"Böyle bir oda yoktu bu nasıl iş lan? İyice bak etrafa Emir bir çıkış yolu, Tuğra'ya dair bir iz var mı?" Dediğinde şaşkınlığımı atıp gözlerimi ateş böceklerinden çektim. Çavuş Melek'in sesiyle, hızla ve umutla ona döndüm.

"Tuğra komutan buradaymış" koşarak yanına gittiğimde ortada duran kare şeklinde havuzun diğer ucunda yerde Tuğra'nın çantası ve taramalı silahı vardı.

Çantasını hızla alarak içini karıştırdım. Bir not veya bir iz aradım.

"Komutanım yerde kurumuş lan lekesi var" diyen Melek'e bakıp kaşlarımı çattım. Tuğra yaralanmış veya daha kötüsü olabilirdi.

Sonunda bir iz bulmuştuk.

Çantayı komutanıma doğru götürerek gösterdim. Göktürk komutanın bakışları kararmıştı. Kadir abi de gelmiş duvarı kırıp girişi genişletmeye çalışıyorlardı.

"Çıkış yolu var mı?" Diye sordu komutan.

"Etrafta heykeller, tavanda ateş böcekleri, ortada bir havuz var ama çıkış yok komutanım" dedim. Çavuş Melek havuzu ve kan izlerini inceliyordu.

Göktürk komutan, kısa bir an Melek'e bakıp tekrar bana döndü.

"Havuza dal Emir, her yeri iyice incele. Lanet olsun Kadir kırın şu duvarı!" Diye bağırdığı anda, mağarada ufak bir sallantı oldu.

"Deprem mi oluyor?" Diyen Kadir abinin sesini duydum. Sallantı durdu ama bir anda yeniden şiddetle başladı. Deprem oluyordu ama ne heykeller düşüyordu, ne bir yer yıkılıyordu. Dökülen taşlar sadece Göktürk komutanım ile bizi ayıran girişe oluyordu.

"Geri çekilin komutanım" diye bağırdığımda, Göktürk komutan tam vaktinde geri çekildi çünkü mağaranın odasının girişi bir anda kapandı. Bağırıp komutanıma sesleniyordum ama sesim diğer tarafa geçmiyordu. Hemen kulaklığımı açarak sinyali yakaladım.

"Emir iyi misiniz? Sizi orada çıkaracağım dayanın" diye telaşla konuşuyordu Göktürk komutan kulaklıktan.

"İyiyiz komutanım merak etmeyin bekliyoruz" dedim. Melek panik olduğunu iyi saklıyordu. Benden daha soğukkanlıydı. Tuğra'nın çantasını yanıma alarak havuzun kenarına oturdum ve etrafa bakmaya başladım. Melek, bir anda kafasını havuza sokup bir süre bekledi. Geri çekildiğinde kaşlarını çattığını gördüm.

"Komutanım havuz görünenden daha derin ve geniş. Alttan yol var gibi."

"Dışarıdakiler duvarı kırıp geldiğinde hep birlikte bakarız" dedim ve Tuğra'nın makineli silahını elime alıp inceledim. Onu gerçekten çok özlemiştim. Ya o kan ona aitse. Ya ona bir şey olduysa. Düşünceleri kafamdan uzaklaştırıp onun iyi olduğunu diledim ve komutanımın işlerini bitirmesini bekledim.

"Emir duvar kırılmıyor. Lanet olası duvarın farklı bir taştan olduğunu düşünüyoruz. Başka bir çıkış yolu var mı?" Kadir abinin sesiyle etrafı incelemeyi bırakıp cevap verdim.

"Komutanım havuzun altından yol olduğunu düşünüyoruz. Tuğra'nın da oradan çıktığı belli çünkü havuzun kenarında kan var"

"Tamam Emir havuza girin ve çıkış bulmaya çalışın. Karargahla görüşüp duvarı kırmak için bir şeyler isteyeceğiz. Ne kadar sürer bilmiyorum siz oradan çıkış yapabilecek her şeyi deneyin. Dikkatli olun"

"Emredersiniz komutanım" diyerek çantayı sırtıma taktım. Tuğra'nın çantasını da kendi çantama bağladım ve beremle gözlüğümü takıp Melek'e işaret verdim. O da hazır olduğunda önce ben suya daldım.

Kafa lambamı yakarak havuzda ilerlemeye başladım. Çantam ağırlık yaptığı için istediğim gibi dalamıyordum ama ilerideki küçük açıklığa kadar inebilirdim. Havuzun duvarlarına tutunarak kendimi küçük açıklığa ittirdim ve oradan geçip yüzeye çıktım. Az önceki odanın aynısı bir odaya çıkmıştım. 2 saniye sonra çavuş Melek'te yüzeye çıkıp gözlüğünü kafasına kaldırdı. Masmavi gözleri sarı ışıkta parlıyordu ve şaşkındı, benim gibi. Havuzdan çıkıp kulaklığı kılıfından çıkartıp kulağıma geri taktım ama cızırdama sesinden başka bir şey yoktu. Sinyal çekmiyordu, çok güzel.

Buradaki çıkış kapısının açık olduğunu görüp kocaman gülümsedim. Melek'e çıkışı işaret ettiğimde o da gülümseyerek önden ilerledi ve açıklıktan dışarı çıktı. Geldiğimiz yolun aynısıydı. Dar koridorda ilerlerken, geldiğimizde görmediğim duvardaki çizimi fark ettim. Kare ve dikdörtgen şekilleri çizilmişti. Yolun sonuna geldiğimizde, ilerideki iskeleti ve çürümüş kıyafet parçalarını görerek kaşlarımı çattım. Bu bir insan iskeletiydi ve ne zamandır burada olduğunu düşünmek bile istemiyordum. Bir kimlik veya herhangi bir eşya var mı diye iskeletin çevresini inceledim ancak hiçbir şey yoktu.

"Komutanım gün doğmaya başlamış bu nasıl olur?" Diye soran Melek'le, iskeletin başından kalkıp Melek'in yanına ilerledim. Mağaranın çıkışı vardı ve gün ağarıyordu. Buraya geldiğimizde saat sabah 02.00 sularıydı ve bu imkansızdı. O kadar saat mağarada kalmamıştık ki...

Birlikte mağaradan çıktığımızda, yemyeşil ağaçlarla şoka girdik. Melek okkalı bir küfür savurup etrafa bakmaya başladı. Ben ise şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuş gibiydim. Kulaklıktan hâlâ sinyal yoktu.

"Sinyal alamıyorum komutanım. Burası de neresi Allah aşkına?"

"Bilmiyorum çavuş ama ben de sinyal alamıyorum" diyerek yerdeki ayak izleri dikkatimi çekti. Az ileride de at pislikleri vardı. Tuğra'ya dair bir iz aradım ama yoktu. İçimden bir ses onun burada olduğunu söylüyordu.

Tekrar gökyüzüne kısa bir an baktığımda; güneşin doğduğunu değil battığını fark ettim...

"Komutanım ayrılıp bizimkileri aramayı öneriyorum" çavuş Melek'in sözleriyle başımı olumsuz anlamda salladım. Hangi cehennemdeyiz bilmiyorum ama timimin buralarda olduğunu düşünmüyordum.

"Ayrılmadan ilerliyoruz çavuş. Gözünü dört aç" diyerek ayak ve at izlerine doğru yürümeye başladım. İzleri takip ederek ilerlemeye başladık. Hiç durmadan, dinlenmeden ilerledik. Islak kıyafetlerimizi bile önemsemeden yürümeye devam ettik. Uzun bir süre izleri takip ettiğimizde, ileride görüş açımıza büyük surlar girdi. İçinde gözüken devasa kale çok iyi korunuyordu. Kıyafetleri ve kılıçlarıyla kendimi yesilçam filmine girmiş gibi hissetmiştim. Bir şeyler yanlıştı, çok yanlış...

"Komutanım burası neresi böyle?" Melek'e cevap vermeden içeri nasıl girecegimizi düşünmeye başladım. O sırada kalede bazı adamlar arasında nöbet değişimi yapılıyordu ve içeride büyük alkış ve kahkaha sesleri geliyordu. Kapının açılıp üzerinde kurt sembolü olan bir bayrakla 10-15 tane adamın, atlarıyla dışarı çıktığını gördüm. Adamların hepsinde kırmızı renkte İskoçların giydiği eteklerden vardı. Adamlar uzaklaştığında, kale kapısı kapanmadan birkaç köylü kıyafetinde adamlar ellerinde varillerle dışarıya çıkıp ormana yöneldiler. Melek'e, adamları işaret edip peşlerine düştük.

Ormanın derinliklerine girdiklerinde, varildeki çöpü ormanda kazılan bir çukura döktüler. Kendi aralarında farklı bir dilde konuşuyorlardı. Adamlardan biri tam arkasını döndüğünde, karşısına çıktım ve büyük bir çığlık attı.

Diğer iki adam da beni görüp oldukça korktu çünkü maskeden yüzüm gözükmüyordu. Diğer yöne koşmaya çalıştıklarında ise Melek yolu tutmuştu.

"Dilimi anlıyor musunuz?" Diye sordum. Adamlar anlamadığım şekilde konuşmaya devam ediyordu. Aynı soruyu Arapça sordum ve yine anlamadılar. Melek'e baktığımda, İngilizce konuşmaya başladı. İçlerinden biri cevap verdi.

"Tanrı'nın gazabı üzerine olsun bırakın bizi şeytanlar" dedi ve dua okuyup istavroz çıkardı.

"Biz birini arıyoruz size zarar vermeyeceğiz" dedim İngilizce.

"Büyük Dougal sizi sağ bırakmaz bırak bizi kafir şeytan" adamlar harbi harbi bizi şeytan sanıyordu.

"Bir kadını arıyorum. Bizim gibi giyinmiş bir kadın gördün mü? Söylersen sizi bırakırız."

"Günahkar bir kadın olmaz bizim klanımızda" diyerek beni öldürecek gibi bakıyordu ama korkusu da had safhadaydı.

"Tuğra diye birini tanıyor musun?" Diye sordu Melek. Adamın bir anda gözleri kocaman açıldı. İşte sonunda onu bulmuştum.

"Onu alın ve gidin kalede şu an. Buradaki insanlar tanrıya hizmet eder. Bir daha gelmeyin buraya!" Diyen adam tekrar istavroz çıkardı.

"Kalenizden yetkili biriyle görüşmemiz gerek. Ayrıca biz insanız hey Allah'ım" dedim ve maskemi sıyırıp yüzümü gösterdim.

"Beyimize söylerim ama sizinle görüşür mü bilmem" adam yüzümü görünce biraz daha rahatlamıştı. Diğer adamlar yere çökmüş korkudan bize bakmıyordu bile. Yerdekilerden birini işaret ettim.

"Şu adam gidip haber versin ve yetkili biri buraya gelsin" adam söylediklerimi yerdekine çevirince, adam koşa koşa kaleye gitti. Bir süre beklediğimizde, kalede büyük bir ses duydum. Borazan gibi bir şey öttürmüşlerdi. Gözcü klübesinde bekleyen adamlar da kılıçları ve okları çekmiş, etrafa bakıyorlardı. Bir süre sonra kalenin büyük kapısı açıldı ve birkaç atlı ile gönderdiğim adam bize doğru gelmeye başladı. En başta siyah bir atta gelen adam; örgülü saçları, yeşil eteği ve keten gömleğiyle devasa duruyordu. Göktürk komutanımın bile iki katıydı.

Görüş açımıza girdikleri an, uzakta atını durdurup arkasındaki adamlarına bir şeyler söyledi. Onun sözleriyle adamlar kılıçları indirdi ama hepsi temkinli duruyordu. İri adam, gözlerini kısarak attan indi ve Melek ile kıyafetlerimizi uzun uzun süzdü.

"Topraklarımda ne arıyorsunuz yabancı?" Diye sordu İngilizce. Neden direkt İngilizce konuşmuştu ki. Sanırım giden adam ona İngilizce konuştuğumuzu söylemiş olmalıydı.

"Buraya nasıl geldiğimizi bilmiyoruz, kaybolduk. Bir arkadaşımızı ararken kendimizi burada bulduk" dedim. Hiçbirinde ateşli silah yoktu. Bizimse elimizde benim keskin nişancım. Tuğra'nın çantası ve içinde onun taramalı silahı ile Melek'in taramalısı. Yettiğince mühimmat ve beylik tabancalarımızın yani sıra bıçaklarımız vardı. 2 kişi dahi olsak üstünlük bizdeydi.

"Nerelisiniz?" Diye sordu arkadaki sarışın adam.

"Türk'üz!" Dediğimde, iri adam sarışın adamla bakıştı.

"Quany'in dostları mısınız?" Diye sordu iri adam.

"Hayır biz bir kadını arıyoruz!" Dediğimde sarışınla tekrar bakıştılar.

"Bakın, niyetimiz kimseye zarar vermek değil. Arkadaşımızı bulup geri döneceğiz. İsmi Tuğra Duman, onu tanıyor musunuz?" İri adamın bakışları kararmıştı.

"Tuğra diye bir kadın tanıyoruz. Duman ismini bize söylemedi" diye cevap verdi. Duman zaten soyismiydi!

"Benimle gelin, aradığınız kadın bizimle." diyerek arkadaki adama bir işaret verdi. Adam atından inerek atını bize yaklaştırıp binmemizi işaret etti. Öne Melek arkasına ben binerek iri adamın peşine takılıp kaleye doğru ilerledik...

🌿

Birlikte kaleye yolculuk çok gergin geçiyordu çünkü tüm bakışlar üstümüzdeydi. Surlarda bekleyen askerler savaşa hazır gibi duruyorlardı. Melek'in de benim de berelerimiz ve gözlüklerimiz yüzümüzdeydi. Bu adamlar neden böyle bir örnek giyiniyorlardı ki?

"Emriniz nedir komutanım?"

"Tuğra içeride yoksa hepsini öldürüp çıkacağız. Konuşma işini bana bırak" dedim sessizce. Melek, belli belirsiz kafasını salladı ve kapıdan içeriye girdik.

İçeride kırmızı renkte etek giymiş adamlar da vardı ama çoğunluğun rengi yeşildi. Surların ilerisinde küçük, tek katlı ahşaptan evler ve büyük bir kale vardı. Kalenin en tepesinde yine yeşil renkte bir bayrak tarzı bir bez asılmıştı. Bahçe oldukça güzel ve genişti. Az ileride tribün tarzı bir yapı vardı. Bahçedeki insanların hepsi erkekti.

İri adam hızla kalenin kapısının önüne gelerek atından indi. Diğerleri de onu takip edip indiğinde biz de attan indik. İri adam, eliyle kalenin içini işaret ettiğinde, adamlardan birine seslendi. Anlamadığım kelimeler içinde 'Tuğra' kelimesini seçmiştim. Adam eliyle bahçede bir yeri işaret ettiginde, iri adam ona tekrar bir şey söyleyip kalenin içine girdi. Melek ile birlikte içeriye girdiğimizde merdivenlere yönelen adamı takip ettik. Arkamızdan sarışın olan adamda geliyordu. Bu kale çok yeniydi ayrıca çok eski. Model olarak eşyalar eski modeldi ama eşyalar çok yeni duruyordu.

2. Kata çıktığımızda bir odaya giren örgülü iri adamın peşinden girip sandalyelere oturduk. Sarışın adamda içeri girip kapıyı ardından kapattı ve tam karşımızda ayakta beklemeye başladı. İki adamın da gözleri sürekli silahlarımızdaydı. Sarışın adam belindeki bıçağının kabzasını kavramış bekliyordu.

"Tuğra'ya haber gönderdim birazdan gelecek. Siz hangi ülkeden geliyorsunuz?"

"Türkiye" dediğimde yine iki adam bakıştı. İri olan kaşlarını çatarak bize baktı. O esnada gözlüğümü çıkartıp kafamın üzerine taktım ve beremi boynuma kadar sıyırıp yüzümü açığa çıkardım. Melek, yüzünü açmamıştı ki onun açmasını şu an istemiyordum.

"Türkiye?" Diyen iri adam parmaklarını masaya vurmaya başladı. Gözleri kıyafetlerimizde geziniyor ve oldukça düşünceli gözüküyordu.

"Biz Türk askeriyiz, Tuğra komutanımı zorla mı alıkoyuyorsunuz?" Melek dayanamamış olacak ki sert bir üslupla konuştu. Söyledikleriyle iri adamın dudağının kenarı kırıldı.

"Komutanın?" Diye sordu ve parmakları daha hızlı bir tempoyla masaya vurmaya başladı. Tüm parmaklarını sırayla vurup duruyor ve beni kızdırıyordu. Tuğra'nın gelmediği her an alnının ortasına mermiyi yiyebilirdi.

Koridordan gelen koşma sesleri ve aynı anda kapının hızla açılmasıyla, kafamı kapıya çevirdim.

Tuğra, iğrenç bir elbise ve topuz yaptığı saçlarıyla karşımda duruyor, şokla bize bakıyordu. Önce üniformamıza, en son yüzüme baktığında bir damla gözyaşı akıttığını gördüm.

"TUĞRA!" Diyerek ayağa firlamamla üstüne atlayıp sarılmam aynı anda oldu. Tuğra'dan aynı karşılığı gördüğümde daha sıkı sarıldım. Ondan ayrıldığımda, ağlamamak için kendimi çok zor tutuyordum.

"Burada ne işiniz var Emir, neden geldin peşimden" Diye sorduğunda kaşlarımı çatıp ellerini tuttum.

"Unuttun mu! Ölüme birlikte, yaşama birlikte Tuğra. Sen nereye ben oraya, ben nereye sen oraya. Hadi buradan gidelim" diyerek çavuş Melek'e baktım. O da bakışımla ayaklanıp beresini çıkartıp siyah saçlarını açığa çıkardı. İki adam da hâlâ aynı pozisyonda durmuş bizi izliyorlardı.

"Çavuş-major Melek Türkmen, emir ve görüşlerinize hazırız komutanım" diye Tuğra'ya tekmil veren Melek ile ben de tekmil için elimi alnıma koydum. Tuğra, benden daha üst rütbe bir subaydı.

"Astsubay kıdemli çavuş Emir Yonca, emir ve görüşlerinize hazırız komutanım. Görev başarı ile tamamlanmıştır" Tuğra'nın karşısında tekmil verdiğimizde onun tavrı kafamı karıştırmıştı. Tuğra oldukça tedirgin bakıyordu ve bakışları sürekli iri adama kayıyordu.

"Rahat" dedi bizim gibi Türkçe konuşarak ve İngilizce devam etti.

"Lordum, bunlar benim arkadaşlarım. İzninizle bu kalede bizimle kalabilirler mi?" Tuğra o iri adama neden lordum diyordu ve neden kibar konuşuyordu?

"Quany'in de onları görünce oldukça sevineceğini düşünüyorum. Onlar benim misafirim!" Diye devam etti. İri adam konuşmadan kısık gözlerle Tuğra'ya bakıyordu.

"Sen onların komutanı mısın? Asker misin?" Diye sordu.

"Bunları daha sonra cevaplamak istiyorum. Uzun bir yoldan geldiler ve onlarla şimdi vakit geçirebilir miyim?" İri adam bir şey söylemeden çenesindeki sakalları kaşıdı ve kafasını olumlu anlamda salladı. Tuğra tedirgindi! Bana bakarak kapıyı işaret edince birlikte odadan çıktık.

"Neler oluyor Tuğra hadi eve gidelim" dedim ama beni duymadan etrafa bakarak hızlı hızlı yürüyordu. Bir odanın önüne gelip kapıyı açtı ve içeriye girince hızla kapattı.

Tuğra bana tekrar sarıldı. Benden ayrılıp Melek'e de sarılıp geri çekildi.

"Nerede olduğunuz hakkında bir fikriniz yok değil mi? O mağaraya hiç girmemeliydin Emir" diyerek odada volta atmaya başladı.

"Neredeyiz? Merak etme Göktürk komutanım nerede olduğumuzu biliyor. Mağaranın girişinden onlar sığmadığı için geçemediler ama duvarı şimdiye kırmışlardır"

"Ne duvarı kırması!" Diye yüksek sesle bağırınca ona geliş maceramızın kısa bir özetini geçtim. Melek ise pencereye ilerlemiş dışarıyı izliyordu.

"Anlamıyorsun, o duvarı kırarlarsa bir daha geri dönemeyiz! Emir biz İskoçya'dayız!" Diye sesini yükselttiginde bir kahkaha attım. Buradaki adamlar iskoçlar gibi giyinse de İskoçya'da olmamızın mümkünatı yoktu.

"Ne o bir çeşit tiyatro oyunu mu sergiliyorlar? Ne İskoçya'sı Tuğra sıyırdın mı kafayı?"

Sonra, Tuğra'nın ağzından 1 sene boyunca aklımdan asla çıkmayacak o cümle döküldü...

"Emir, 1700 yılında İskoçya'da bir klandayız. Zamanda yolculuk yaptınız, benim gibi...."

***

Emir öyle bir kahkaha attı ki, gülmekten ayakta duramayıp yere düştü ve orada da gülmeye devam etti. Karnını tuta tuta gülüyordu. JÖH'ten Melek ise gözleri ve ağzı kocaman açılmış bir şekilde bir bana, bir Emir'e, bir de camdan dışarıya bakıyordu.

"Emirrr!" Dedim. O gülerken ben son derece ciddi duruyordum.

"Tuğra'cım, bitaneciğim bir şey mi kullanmaya başladın he söyle balım" diyerek gülmesi biraz daha azalan Emir'e ciddi bir suratla bakmaya devam ettim. Onu o kadar özlemiştim ki benim yüzümden o da burada hapsolduğu için kızamıyordum bile aslında. Sadece endişeliydim.

"Emir, şu camdan bir bak. Lanet olası hem farklı bir zamanda hem farklı bir ülkedeyiz, ben bu duruma hâlâ alışamadım" dediğimde Emir ciddi olduğumu sonunda anlayıp gülmeyi kesti ve hızla pencereye ilerledi. Aşağıda, yarın ki final müsabakaları için hazırlıklar vardı. Ayrıca insanlar günlük işlerini de yapıyorlardı.

"Bu nasıl olur?" Diyen Melek'e üzgün bir ifadeyle baktım. Melek, donmuş gibi duruyordu. En azından bir tepki verebilmişti.

"Benim için arama görevinde miydiniz?" Dedim onlar gibi camdan dışarıya bakarak. İkisi de cevap vermeden kafasını sallayarak beni onayladı.

"Maalesef bir sene beklememiz gerekiyor. Geçit senede bir açılıyor sizin nasıl geldiğinizi anlayamıyorum" dedim ve Emir'e döndüm.

"Böyle bir saçmalık nasıl olabilir!" Emir'in sesi yüksek çıkınca kapıyı kontrol ederek şiii dedim.

"Yani gerçekten de biz 1700 yılında mıyız şu an?" Soru Melek'ten gelmişti.

"O mağaraya Abdi'nin peşinden girdim biliyorsunuz. O havuza dalınca peşinden ben de girdim ve onu yakalayıp öldürdüm, komutanımın emrettiği gibi. Sonra mağarada bir çıkış olduğunu görünce, oradan çıktım ama beni orman karşıladı. Geri de dönmeyi daha sonra denedim ama havuzlu odanın yolu kapalıydı. Sonra burada kayıp albay Onur Işık'la karşılaştım. O burada bir klanın lideri ve buradaki ismi de Quany. Benim hayatımı kurtardı o kısımlar uzun hikaye. Bana dedi ki geçit senede bir defa açılıyor ama sizin nasıl geldiğinizi anlayamıyorum. Geldiğiniz günle ilgili dikkatinizi çeken bir durum var mıydı?" Diye sordum yatağa oturarak. Emir ve Melek, camdan bakmayı kesip odaya göz atmaya başladılar. Emir, her tedirgin olduğunda yaptığı gibi burnunun kemerini sıkıyordu. Kenardaki sandalyeyi çekerek sağlamlığını kontrol ederek oturdu. Melek'te yatakta yanıma oturmuştu. Söylediklerimle ikisi de şoka girmişti haklı olarak.

"Neeee Onur Işık mı?" Diye bağıran Melek'e kaş göz yapıp tekrar kapıyı kontrol ettim. Emir'in düşünceli hali gözümden de kaçmamıştı. Her ne kadar Türkçe konuşsak da, sesimizi duymalarını istemiyordum.

"Senin kaybolduğun bölgeyi araştırırken, albayın da o bölgede kaybolduğu bilgisini almıştık. Ayrıca görevden önce haberlerde ay tutulması olduğunu duymuştum. Onunla alakalı olabilir mi?" Dedi emin olmayan bir sesle Emir.

"Olabilir, albay buraya geldiğinde konuşuruz bunu. Keşke peşimden gelmeseydiniz. İnşallah diğerleri geçiti yıkmazlar Emir." dedim kısık çıkan sesimle. Aynı zamanda Emir'in kenara bıraktığı kendi çantamı görerek ayağa kalktım ve çantamı alıp tekrar oturup karıştırmaya başladım.

"Eminim Göktürk komutanım oraya ordu yığmıştır. Ne diyeceğiz buradaki insanlara?"

"Belki de yanlış biliyorsundur, bir sene beklememize gerek yoktur. Gidip deneyelim" dedi Melek. O esnada Emir sanki yeni fark etmiş gibi elbiseme bakıyordu.

"Tavus kuşuna benzemişsin ayrıca" diyerek Melek'in söylediği mantıklı gelmiş olacak ki ona bakarak "Mantıklı hadi gidelim" dedi.

"Kıyafet eleştirisi mi yapacaksın şimdi? Ayrıca öylece gidemeyiz. Burada Alana ve albay dışında 2026 yılından geldiğimizi kimse bilmiyor. Albay gelene kadar daha fazla dikkat çekmemeliyiz. Zaten kamuflajla herkesin dikkatini oldukça çektik." Emir, sandalyenin sağlamlığını tekrar test edip kalkıp sandalyeye tekrar oturdu. Böyle huyları vardı.

"Bilmiyorum Tuğra kafam çorba oldu. Alana kim, ayrıca şimdi ne yapacağız peki?" Diyerek ellerini dizlerine yaslayan Emir'e bilmiyorum işareti yaptım. Onu varya acayip özlemiştim.

"Merak etme buradan gideceğiz ama beklememiz gerek. Normalde geldiğimiz tarihten bir sene sonra yolun açılması gerekli. Belki arada da böyle açılıyordur bilemiyorum. Geçitle alakalı bilgi pek yok. Dedigin gibi ay tutulmasının bir etkisi olabilir. Alana'da liderin kız kardeşi"

"Hay ben o Abdi'nin" Diyen Melek'e döndüm. Emir'de ona bakıyordu. Benim gidip Dougal'a güzel bir açıklama yapmam gerekiyordu.

"Hadi şimdi dinlenin ben de çakma hulkla bir görüşeyim. Zaten bana kafayı takmış her hareketimden şüpheleniyor" diyerek ayağa kalktım.

"Ben gelene kadar odadan çıkmayın. Birazdan geleceğim" diye devam ederek kapıya yöneldim.

"Dikkatli ol" diyen Emir'in yanından geçerken ona dayanamayıp sarıldım. Melek'i ilk defa görüyordum ama o da sonuçta bir Türk askeri olarak bizimle aynı talihsizliği yaşıyordu. Hem de benim yüzümden. Emir'den ayrılıp Melek'e gülümsedim ve odadan çıktım.

Dougal'ın çalışma odasına ilerlerken ne diyeceğimi düşünüyordum. Koridorda bir ileri bir geri volta atarak kafamda kelimeleri tasarlıyordum ama Dougal çok zeki bir adamdı. Bu zamanın şartlarına göre oldukça zeki. Yalan söylersem anlamazdı, bu konuda işim gereği profesyoneldim çünkü beden dilimi kullanmayı çok iyi biliyordum. Ancak öyle bir şey söylemeliydim ki Dougal'ın aklında hiç şüphe olmamalıydı. En sonunda kelimeleri seçip odasının kapısını tıklattım. Gel sesiyle kapıyı açarak bekledim.

"Gel Tuğra, ben de seni çağıracaktım" diyerek karşısındaki sandalyeyi işaret etti. Üzerinde her zaman giydiği keten tarzı gömlek vardı ve ön kısımları hasır ipliğiyle bağlanmıştı. Üstten neredeyse göğüsüne kadar ipleri çözmüştü. Göğüsünde birçok kılıç yarası izi vardı. Sırtında bir tane çok derin bir yara görmüştüm.

"Tuğra Duman" diyerek ismimi söyleyince şaşırdım. Emir'ler sanırım soy adımı kullanmıştı. Sandalyeye oturup ona bakmaya başladım.

"Osmanlı'da soy isim yok diye biliyorum!" Diye devam etti. İşte şimdi caferi çağırabilirdim. Kafamdaki tüm planlar çöp olmuştu.

"Dougal" diyerek söze başladım.

"Sen iyi bir lidersin seni taktir ediyorum" diye devam ettiğimde, Dougal'ın kaşları alayla çatıldı. Boğazımı temizleyip devam ettim.

"Sana yalan söylemek istemiyorum. Burada, bana klanının kapılarını açıp misafir ediyorsun. Dürüst olmamı hak ediyorsun" dediğimde kaşlarını bu sefer sert bir hale getirmişti.

"Seni tanıdığımdan beri ilk defa bana iltifat ediyorsun ve kibarsın. Bunun altından bir 'ama' gelecek değil mi?" Dediğinde kafamı salladım.

"Ama, sana dürüst olamam. Yalan da söylemek istemiyorum. O yüzden susmak istiyorum. Merak etme klanına da size de zarar vermeyiz. Zamanı gelince evimize gideceğiz"

"Neden şimdi gitmiyorsunuz? Burada ne amaçla kalıyorsunuz? En önemlisi amcam neden sizi koruyor?" Çok mantıklı soru soruyordu.

"Bunları da söyleyemem" dediğimde yumruğunu sıktığını fark ettim.

"Bana bazı cevaplar vermen gerekiyor Tuğra Duman! O zaman tek tek gidelim. Osmanlı'dan mısınız?"

"Hem evet hem hayır" dediğimde iyice sinirlenmeye başlıyordu.

"Asker misiniz? Sana komutanım dedi"

"Evet, üçümüz de askeriz"

"Amcamla bağınız ne?" Biraz durup düşündüm. İkimiz de Türk'üz diyemezdim.

"Birbirimiz için canımızı veririz. Vefa ile ilgili" dedim.

"Tuğra" diyerek ayağa kalktı Dougal. Ona bakmak için kafamı baya yukarıya kaldırmam gerekmişti şimdi.

"Anladığım kadarıyla birileri senin ve arkadaşlarının peşinde. Kaçarken birbirinizden ayrıldınız ama onlar seni buldu. Amcam kimden kaçtığınızı bildiği için sizi burada saklıyor. Onun çok geleni gideni olduğu için görülmenizi engellemeye çalışıyor ve burada kalmanızı istiyor. Buraya kadar doğru anlamış mıyım?" Aslında hayır, söylediği her şey yanlıştı. Ancak onun yerinde olup düşününce tek mantıklı açıklama buymuş gibi duruyordu. Gerçekten ona yalan söylemek istemiyordum çünkü burada bizi bir karşılık olmadan misafir ediyordu. Ne kadar gıcıkta olsa...

"Biz Türk askerleri kimseden kaçmayız, korkmayız, saklanmayız. Varsayımın tamamen yanlış. Burada birilerinden saklanmıyoruz" dedim.

"O zaman amacınız ne?" Diye sesini yükseltti. Haklıydı adam şimdi.

"Sana söz veriyorum burada bizim yüzümüzden kimse zarar görmeyecek. Bu konuda endişen olmasın. Amcan ne zaman gelecek?"

"Az önce mektup yolladım arkadaşların geldiği için. Mektup ulaşır ulaşmaz yola çıkar" dedi. Derin bir nefes vererek sakallarını kaşıdı ve tekrar sandalyesine oturdu.

"Connor'la bir ilgin var mı?" Diye sordu bu seferde. Kaşlarımı çattım çünkü bu ismi daha önce de duymuştum.

"Öyle birini tanımıyorum"

"Tamam Tuğra. Amcam gelene kadar misafirimizsiniz, onunla konuştuktan sonra ne yapacağımıza bakacağız. Arkadaşların için oda ayarlarım."

"Çok teşekkür ederim lordum" diyerek ayağa kalktım. Sonra aklıma gelenle kapıya yürürken durdum.

"Aslında onlarla aynı odada kalabiliriz. Rahatsızlık vermek istemiyorum" dediğimde Dougal'ın nedense çok sinirlendiğini fark ettim.

"O adamla aynı odada mı kalmak istiyorsun?" Diye sorduğunda kafamı salladım. Ben Emir'le birlikte bile uyumuştum kaç kere. Dediğim gibi ikiz gibiydik biz.

"Anlaşıldı Tuğra ne yaparsanız yapın. Ancak dediğin gibi buradan birinin kılına zarar gelsin o zaman sert yüzümü görürsünüz" dediğinde kafamı sallayıp odadan çıktım.

Ohh be atlatmıştım albay gelene kadar.

Koridorda odama yürürken, telaşla bizim odaya doğru koşup odamdan içeriye giren Alana'yı görünce, adımlarımı hızlandırdım. Peşinden ben de odaya girdiğimde, Alana'yı merakla bizimkilere bakarken buldum.

"Tuggra, arkadaşlarının geldiğini duydum o yüzden yanına gelmiştim ve bir anda odaya dalmış bulundum üzgünüm"

"Sorun değil Alana, ben sizi tanıştırayım" diyerek boğazını temizledim ve Emir'le Melek'e baktım. İkisi de bıraktığım gibi odada duruyorlardı.

"Tim arkadaşım Emir ve Jandarma Özel Harekat uzmanı Melek. Bu da size bahsettiğim Alana, sırrımızı biliyor" Alana hâlâ merakla Emir ve Melek'e bakıyordu. Melek düz bir ifadeyle, Emir ise yüzünü buruşturarak Alana'ya bakıyordu. Muhtemelen üzerindeki kat kat kırmızı elbiseden dolayı.

"Klanımıza hoş geldiniz. Ben seni görmüştüm" diyerek Emir'e baktı. Emir kaşlarını çatıp bana baktığında müdahale etmek için söze girdim.

"Bizimkilerle olan resmimiz yanımda onu göstermiştim" Emir anlıyorum anlamında kafasını sallayınca, tekrar Alana'ya döndüm.

"Alana, arkadaşlarıma kıyafet ayarlayabilir misin? Kamuflajla klanda dolaşamazlar"

"Asla kamuflajımı çıkartmam!" Diyen Emir'e ters ters baktım.

"Bu zamana ayak uydurmamız gerek. Özellikle kadınların pantolon tarzı giymesi hoş karşılanmıyor" diyerek Melek'e baktım. Emir ise kahkaha attı.

"Burada erkeklerin de pantolon giymesi hoş değil anlaşılan. O eteklerden hayatta giymem, HAYATTA!"

"Kilt giymenin nesi yanlış ki? Sizin zamanınızda kilt giyilmiyor mu?" Diye bana merakla soran Alana'ya baktım bu seferde.

"Bizim zamanımızda giyim hakkında sana anlattıklarımı hatırlıyor musun? Herkes istediğini giymekte özgür. İskoçya'da hâlâ kilt giyen insanlar olduğunu biliyorum. Atalarından yani sizlerden gelen geleneklerini devam ettiriyorlar tabii ki ama onun dışında erkekler tercih etmezler" dedim ve yine Emir'e ters ters baktım.

"Ona pantolon bulabilir misin?"

"Elbette Tuggra. Bir de sizin için oda hazırlattım ikisi de bu koridorda" diyerek bizimkilere seslendi ve kıyafet bulmak için odadan çıktı.

"Bu olanlara inanamıyorum lanet olsun" diyen Melek'in yanına gittim ve elimi sırtına koydum.

"Geride ailen seni merak edecekler benim yüzümden ama buradan kurtulacağız söz veriyorum" dedim. Melek kafasını sallayıp beni onayladı.

"Ben yokken neler yaptınız?"

"Seni arayıp durduk, deli olduk hepimiz Tuğra. Asıl sen burada tek başına neler yaptın her şeyi anlat" dedi Emir.

"Başımı belaya sokup sormadığımı soruyorsan gördüğün gibi iyiyim. Dönüş yolu olan mağara bu klanın topraklarına ait ve albay sayesinde buranın lideri misafir olmamı kabul etti. Başka bir durum yok"

"Demek Onur Işık'ta burada. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmez. O nasıl biri?" Soru Melek'ten gelmişti.

"10 yıldır burada yaşıyormuş. Dougal'ın babasıyla yakın arkadaş olduğu için Dougal ona saygı duyuyor. Albay beni koruması altına aldı. " Dediğimde yine sessizlik oluştu.

"Bu klanın çok düşmanı var ancak Dougal, İskoçya'da büyük savaşçılardan biri. Lakabı da zaten Büyük Dougal. Bildiğim kadarıyla İngiltere kralı şu an 3. William. Aslında Britanya kralı desem daha doğru olur çünkü şu an İskoçya, İngiltere ve İrlanda birbirine bağlı. Tarihten benim hatırladığım ise William'dan önceki kral 3. James'in oğullarından Edwards'ı, İskoçya'da ki bazı klanlar tahta geçirmek için isyan çıkartıyorlar. Ancak tahta büyük kızı Mary geçiyor ve kocasıyla yönetiyor. Kocası ve kendisi ölünce ise Mary'nin kız kardeşi Anne tahta geçiyor ve olaylar orada kopuyor. Anne, 1700 lü yılların başında tahta geçiyordu yani birkaç yıl sonra şu an ki kral ölmüş olacak" dediğimde Melek şokla, Emir ise üzgün bir ifadeyle bana bakmaya başladı.

"Hep böyle alengerli şeylere merakın var diye dalga geçtiğim her gün için özür Tuğra" dediğinde büyük bir kahkaha attım. Annem sayesinde tarihe ilgim hep vardı. Küçükken sanat tarihi ve dünya tarihi için kaç tane özel hoca tutmuştu sayısını unuttum bile.

"Ne işimize yarayacak sanki Emir, bir seneye çoktan gitmiş olacağız" dedim.

"İnşallah. Bu arada bahsettiklerin şu Tudors dizisindeki kraliçe mi?" diyen Melek'ti.

"Hayır onlar çok daha eski 1500'lü yıllarda. Bu bahsettiğim kraliçe Anne farklı" dediğimde ikisi de sessizleşmişti.

"Alana kıyafetlerinizi getirsin siz de dinlenin. Şu an burada birçok klandan savaşçılar var çünkü bahar festivali düzenleniyor. Yarın da final gösterisi olacak ve dikkat çekmememiz gerekli" dediğimde, Alana'da kapıyı tıklayıp odaya gelmişti.

"Ben bunları buldum ama uyar mı emin değilim" diyerek biri toprak tonlarında iki elbise ve Emir için pantolon ve gömleğe benzer bir üstü yatağın üzerine bıraktı. Emir sanki düşmana bakar gibi kıyafetlere bakarak bakışlarını tavana çıkardı ve sabır diler gibi hareket yaptı. Ayağa kalkıp elbiseye ve Melek'e baktım. Uyar gibi duruyordu. Aynı şekilde gömleğe ve pantolona da baktım ama büyüklerdi. Ufak bir tadilatla halledilirdi. Emir'in öyle çok kasları ve cüssesi yoktu.

"Teşekkür ederim Alana ama bu gömlek ve pantolona tadilat yapmamız lazım"

"Ben de bunu düşünüp dikiş seti getirdim. Elimden biraz gelir böyle şeyler. Şey, arkadaşın üzerine denerse hemen ölçüsünü alıp tadilat yaparım" dediğinde şüpheci bakışlarla Alana'ya baktım.

"Dikiş bildiğine emin misin?"

"Terzi kadar olmasa da biraz anlarım" dediğinde kıyafetleri Emir'e uzattım ve kolundan tutarak paravana çekiştirdim.

Emir isteksizce ama sözümü ikiletmeden paravanın arkasında giyindiginde gerçekten kıyafetlerin oldukça bol geldiğini görüp sırıttım. Alana, titreyen ve çekinen bir ifadeyle Emir'e yaklaştı ve kabaca bir ölçü alıp tamamdır dedi. Emir aynı şekilde paravana geri dönüp kıyafetlerini tekrar değiştirip umursamaz bir ifadeyle yatağın üzerine bıraktı.

"Ben sizin için oda hazırlattım hemen iki yan oda müsait" dedi Alana.

"Alana, üçümüz birlikte burada kalırız" dedim Alana kıyafetleri dikmeye başladığında. Benim sözümle elindeki işi bırakıp bana baktı.

"Bu uygun kaçmaz Tuggra. Evli olmadığın bir erkekle aynı odada kalırsan evlenmek zorunda kalırsınız" dediğinde Emir büyük bir kahkaha attı. Normalde aşırı geveze olan Emir'in ağzını bıçak açmıyordu ve olayları hâlâ sindirmekle uğraşıyordu.

"Tamam o zaman öyle olsun" diyerek Alana'nın teklifini kabul ettim.

"Ben hemen yan odaya geçiyorum o zaman. Size iyi geceler" diyerek yataktaki elbiseleri alan Melek'e, "iyi geceler" dedim ve odadan çıkmasını izledim. Alana'da kıyafetle işini bitirince Emir'de odadan çıkmıştı ve Alana'yla yalnız kalmıştık. Hızla kalkıp yanıma geldi ve elimi tuttu.

"Beni ararlarken buraya gelmişler Alana. Her şey benim yüzümden kendimi suçlu hissediyorum"

"Sen suçlu değilsin Tuggra. Bu olanlar zaten akıl dışı bilemezlerdi ki böyle olmasını" diye yumuşacık bir sesle konuşan Alana'ya baktım.

"Sırrımızı sakladığın için sana minnettarım"

"Asıl ben seni tanıdığım için minnettarım Tuggra. Bu koskoca klanda ve kalede abimin gücü için benimle arkadaşlık kurmayan tek kişi sensin. Bunun benim için önemini bilemezsin" dediğinde Alana'nın da kendince hislerini az biraz anlamaya başlamıştım.

"Ben artık gideyim sen de dinlen. Yarın büyük final olacak ve yoğun geçecek. İyi geceler"

"İyi geceler Alana"

🌿

Ertesi gün, sabahın köründe odamın kapısının açıldığını duydum. Gelen adım sesleri o kadar sessizdi ki, ancak ben bu adım seslerini çok iyi biliyordum. Bir anda üzerime atlayıp yatakta beni gıdıklamadan hemen önceki Emir adımı sesiydi bu. Hızla gözlerimi açtığımda, bu kez yüzünde muzip ifade yerine düşünceli bir adam vardı.

"Üzerime atlayıp beni gıdıklamadın?" Dedim yatakta doğrulup alay ederek.

"Keyfim yok" diyerek yatakta yanıma gelip uzandı ve tek kolunu başının arkasına koydu.

"Şu an biri odaya gelse evlenmek zorunda olduğumuza inanabiliyor musun?" Dedim gülerek. Bu lafımla Emir'de gülmeye başlamıştı.

"Seninle evleneceğime kafamı ineğin kıçına sokarım" dediğinde yastığı alarak suratına yapıştırdım ve rutin kavgamız da başlamış oldu.

"Dur tamam" dedi zar zor gülmelerinin arasında.

"Çavuş da bizim yüzümüzden burada sıkışıp kaldı" dediğinde, yastığı bırakıp yataktan kalktım ve dolaptan bir elbise alarak paravanın arkasına geçtim.

"Yakında gideceğiz merak etme. İyi bir kıza benziyor Melek. Ona burada kendini yalnız hissettirmemeliyiz. Ayrıca şu kamuflajlarını çıkart artık"

"Ben acıktım" diyerek karşılık verdi. Üzerimi giyinip paravanın arkasından çıktığımda yanına giderek oturdum.

"Birazdan kahvaltı yaparız. Emir, aşağıda size ne sorulursa sorulsun mümkün olduğu kadar cevap vermemeye çalışın. Mümkünse hiç konuşmayın. Ayrıca ateşleyici tüm silahlarınızı ve bizim zamanımıza ait ne varsa saklamanızı istiyorum. Osmanlı'dan geliyoruz ve burada Quany'in misafiriyiz. Sadece bu kadar bilgi vereceksiniz" dediğimde Emir ayağa kalkıp bana kafa salladı.

"O halde gidiyorum. Melek'e de bir uğrayıp bilgi vereyim"

"Saat tam 7'de kahvaltı için aşağıdaki salona gelirsiniz" dedim kapıyı tam kapatmadan önce.

Kahvaltı umduğumdan daha sakin geçti çünkü Dougal kahvaltı salonunda değildi. Biz üçümüz yanyana, karşımızda sorgulayıcı bakışlarıyla Ewan ve hemen yanında Alana vardı. Salon pek kalabalık değildi çünkü hâlâ final hazırlıkları yapılıyordu. Kahvaltı faslı Ewan'ın ufak tefek birkaç sorusuyla sıkıntısız geçmişti. Kahvaltı sonrası bizimkilere bahçeye çıkalım dediğimde ikisi de aynı anda ayaklandı. Onların bu tavrına Ewan kaşlarını çatsa da bir şey dememişti.

Alana, Emir ve Melek'le, bahçede kalabalıktan uzak bir köşede oturup müsabakaların başlamasını bekledik. Alana bir şeyler sormak istiyor ama çekiniyor gibi duruyordu. Emir ve Melek ise etrafı dikkatle inceleyip yüzlerini buruşturuyorlardı.

"Lanet olsun buradaki her bir insan aslında ölü" dedi Emir Türkçe. Melek'te kafasını sallayıp onu onayladı ve surları incelemeye devam etti.

"Evet ama bu, burada olduğumuz gerçeğini değiştirmiyor" dediğimde Alana daha da huzursuz görünüyordu. Konuştuklarımızı anlamaması onu tedirgin etmişti sanırım.

"Alana, bugünkü dövüş için ekstra bir durum var mı. Bu kadar hazırlık 5 dakikalık bir dövüş için mi yani?" Diye sordum.

"Bu müsabaka bizim geleneklerimizde çok önemlidir. Savaşçının gücünü, azmini, cesaretini gösterir ve o savaşçı tüm klanlar tarafından kutsanır. Her savaşçının çocukluğundan beri hayalidir bu müsabakayı kazanmak" dedi ve devam etti.

"Peki siz, kendi zamanınızda asker olmak dışında başka meziyetleriniz de var mıydı? Mesela bu tarz adetleriniz var mı"

"Biz buna adet demiyoruz ama dünya genelinde farklı spor dallarının karşılaşması olur. Herkes kendi ülkesini temsil eder ve kazanan, o spor dalında dünya şampiyonu olur" dediğimde yüzünde büyük bir şaşkınlık vardı.

"Kaybeden ülkeler bunu gurur yapıp savaş çıkarmazlar mı?" Diye sorduğunda Emir ve Melek aynı anda gülmüştü.

"Hayır bu yüzden savaş çıkmaz" diyerek bizimkilere ters ters baktım ve devam ettim.

"Ben askeriyede haritacıydım. Kısaca bir operasyon öncesinde yurt savunması için gerekli planları yapar ve konumları öğrenirdim. Emir, keskin nişancımız. Bu gelişmiş atesleyici bir silahla, çok uzak bir noktadan hedefi yok etmek anlamına geliyor" diyerek Melek'e baktım. Onu tanımadığım için bilgim yoktu.

"Ben de aslında askeri doktorum" diyerek konuya dahil oldu Melek.

"Yani bir şifacı mısın?"

"Öyle de denebilir"

"Tuggra, geçen sene yapılan cadı avında şifacı olduğu düşünülen iki kadın yakıldı" diyen Alana'ya şokla baktım. Cadı avı bu zamanda var mıydı ya?

"Birisi bir savaşçıya büyü yapmış ve onun tüm gün boyunca erekte olmasına sebep olmuş. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyorum ama adama bunu yaptığı için cadı olduğu düşünülerek öldürüldü. Diğeri ise bir hastanın ateşini bileğine ve boynuna bakarak ölçmüş ve ateş derecesini söylemiş. O da aynı şekilde büyü yaptığı için öldürüldü" dediğinde hepimiz ağzımız bir karış açık Alana'ya bakıyorduk.

"Biri bana o büyüyü yapsa bırak yakmayı o kadına tapardım" diyerek homurdanan Emir'e ters bir bakış atıp Alana'ya döndüm.

"O dediğin kadın erkek ilişkilerinde olan bir durum. Ayrıca Melek, asla kimseye tıbbi müdahalede bulunmayacaksın, senin yaptığın bilim burada hoş karşılanmaz"

"Emredersiniz komutanım" diyen Melek'te korkmuş gibiydi.

"Tahmin edemiyorum ama sizin zamanınızda bilim çok ilerlemiş olmalı"

"Epey çok. Cadı diye kimse yakılmıyor" diye yine homurdandı Emir.

"Mesela sana şöyle anlatayım. Şu an dünyada en küçük hayvan ne?" Diye sordu Melek. Bir süre düşünen Alana, aklına gelmiş gibi gülümsedi.

"Tabii ki bit veya kene yavrusu?"

Melek şefkatli bir ifadeyle Alana'ya olumsuz anlamda kafasını salladı.

"Bit veya kene yavrusundan bile birkaç milyon kat daha küçük hayvanlar var dünyada. Biz onlara genel olarak tek hücreli canlılar diyoruz. Gözle görülemeyecek kadar küçükler ve bazıları salgın hastalıklara sebep oluyor" dediğinde Alana inanamıyormuş gibi bakıyordu. Kıza yine çok yükleme yapmıştık. Müsabakanın başlamasına daha vardı ama bahçede bazı savaşçılar eğlencesine birbiriyle dövüşüyorlardı. Bir yandan da onları izliyordum.

"Bu adamlar yenilenlerden değil mi?" Diye sordum konuyu kapatmak amaçlı. Alana, baktığım yöne bakıp bana olumlu anlamında kafasını salladı.

"Şu soldakini görüyor musun? Kendi klanının tek erkek varisi ve klanı için bir gurur kaynağı. Ancak müsabakada Royce'a karşı hiç şansı yoktu" diye açıklama yaptı Alana.

"Aslında bence hiçbirinin şansı yok" diyen Emir'e baktı kısaca.

"Ne demek bu?"

"Yani şöyle Alana, bir dövüşü kazanmak için güç yetmez. Bu adamlar evet çok güçlü ancak teknik bilgileri hiç yok. Şunun burnuna dikkat et, nasıl da hızlı nefes alıp veriyor görüyor musun? Ayrıca ter içinde kalmış. Doğru teknikle nefes nefese kalmazsın ve gücünü korursun. Şansı yok derken bundan bahsediyor Emir"

"Yani siz buradaki herkesi kolayca yenebilir misiniz? Abimi bile?"

Dougal, albaydan birkaç teknik öğrenmişti ve bunu gücüyle birleştirerek yenilmez bir savaşçı olmuştu İskoçya'da. Ancak tabii ki onu alt etmem kolay olurdu.

"Benim için 5 dakika civarı sürer onu yenmek. Bizim sizden tek eksiğimiz kılıç kullanmayı bilmemek ama bu bile sorun değil"

"Sen ciddi misin? Kılıç kullanmıyor musunuz?" Emir sıkılmış gibi nefesini dışarıya vererek ayağa kalktı ve etrafı izlemeye başladı.

"Hayır artık kılıçlar bizim dünyamızda sadece eğlence amaçlı kullanılıyor, spor gibi. Biz savaş sırasında bende gördüğün silahları kullanıyoruz" dediğimde konu da kapanmıştı.

🌿

Müsabakaların başlamasıyla hepimiz yerlerimizi almıştık. Dougal'ın misafirleri olarak meraklı bakışlar üzerimizdeydi. Daha çok benim ve Melek'in üzerinde. En çok izleyen ise Dougal'dı ama o daha çok Emir'e odaklıydı. Benim kardeşim çelimsiz gibi göründüğü için kimse onu ciddiye bile almamıştı. Burada savaşçı olmayan köylü erkekler bile Emir'in neredeyse iki katı olduğu için ciddiye almadıklarını anlamıştım. Yalnız bilmedikleri şey, görünüş her zaman aldatıcıdır... Dougal ise bunu göz ardı etmeden Emir'e odaklıydı. Onun diğerlerinden daha zeki olduğunun hakkını vermeliydim.

Maç, daha önce tanıştığım Royce denilen savaşçının zaferiyle sonuçlandı. Tribünde kopan büyük alkış sonucu derin bir sessizlik oluştu çünkü herkes Royce'un ne diyeceğini bekliyordu. Şimdi Dougal'ın tüm dikkati Royce'daydı.

"Bu onura sahip olmak benim için çok önemli. Herkesin beklediği gibi Büyük Dougal'a düello teklif edecek kadar henüz aklımı yitirmedim" dediğinde ise gülüşmeler her yanı doldurdu, Royce dahil.

"Zaferimi alıp klanıma geri dönmek istiyorum" diyerek Dougal'ın önünde eğilince, Dougal'da ona kısa bir baş hareketi yaparak zaferini onayladı ve tekrar bir alkış koptu. Bu saçma müsabakalarda bitmiş oldu...

Herkes dağılmaya başladığında, bizde odalara çekilmek üzere kaleye doğru ilerliyorduk. Royce ile daha önceki konuşmamda benimle bir dövüş yapmak istediğini söylemişti. Ben de geçiştirmek için kazanırsan olur demiştim. Şimdi ileride Royce'un bizim tarafa doğru yürüdüğünü görüp yerimde huzursuzca kıpırdandım ve kaçmak için bizimkilere "odada görüşürüz" diyerek o bana yetişemeden kaleye kaçtım. Arkadaşlarım ile zaten yeterince dikkat çekmiştim. Daha fazla dikkat çekmeden şu bir seneyi atlatmalıydım..

🌿

Akşam salonda büyük bir yemek organize edilecekti. Biz de yemek saatinde aşağıya inmek için hazırlanırken, kapım tıklatıldı. Gelen Dougal'ın yanında gördüğüm en sadık 5 adamından biriydi.

"Rahatsız ettim leydim, liderimiz yemekten önce sizi ve arkadaşlarınızı çalışma odasında bekliyor" dedi ancak adam konuşurken yere bakarak konuşmuştu. Kafamı salladım ama bana bakmadığı için görmedi ve sesli olarak "orada olacağız" dediğimde hızla kapıyı arkasından kapatıp çıktı. Bu da neydi be? Hem şimdi bu adam neden bizi çağırıyordu ki? Yemek vaktine az kaldığını bildiğim için odadan çıkıp Melek'in odasına girdim ve "gel" diyerek odadan çıktım. Melek, arkamdan odadan çıktığında, Emir'in odasına birlikte girdik. Emir, gömleğini giymeye çalışıyordu.

"Bir sorun mu var?" Dedi yüz ifademi görüp.

"Bilmiyorum lider bizi çağırıyormuş" dediğimde gömleğini de giymişti.

"En fazla ne diyebilir ki?" Diyen Melek'e 'bilmiyorum' işareti yaptım.

"Gidip öğrenelim" dediğimde, üçümüz de odadan çıkıp çalışma odasına yürüdük. Kapıyı tıklattığımda, Dougal'ın sesiyle içeriye girdik. İçeride sadece Dougal ve Ewan vardı. Ewan, kuşkuyla arkadaşlarımı süzüyordu.

"Bizi çağırmışsınız lordum"

"Evet, amcamdan mektup aldım. Arkadaşların için çok heyecanlı olduğunu ve yakında burada olacağını yazmış. Bilmek istersiniz diye düşündüm" dedi. Adam sandalyede otururken bile neredeyse aynı boydaydık.

"Bu habere çok sevindik teşekkürler" dedim.

"Arkadaşların sohbet etmeyi pek sevmiyorlar galiba?" Diye sordu bu seferde. Yandan bizimkilere baktım. Emir'in yüzünde alaycı bir ifade vardı. Melek ise ifadesizdi.

"Pek konuşkan değillerdir"

"Sizin gibi biz de temkinliyiz diyelim" aynı anda Emir ile konuşmuştuk. Emir'in bu sözüyle, Ewan sırıttı.

"Yanlış anlamışsınız size karşı temkinli olacağımız bir durum yok" diyen Ewan, küçümseyen bakışlarla Emir'i süzmüştü. Korumacı tavrım ile Ewan'ın ağzını burnunu dağıtmak istesem de kendime hakim oldum ama sinirlendiğim belliydi.

"Müsaadenizle lordum" dedim sıktığım dişlerimin arasından. Elimi de Emir'in koluna koydum. Dougal, ilk defa bakışlarını benden ayırıp Emir ile birleşen elime baktı ve tekrar bana döndü.

"Müsaade sizin, bu arada bu gece klandaki bütün savaşçılar geri dönecekler. Her sene final müsabakalarının şerefine ertesi günü, klanımızın en güçlü savaşçılarıyla ava gideriz. Kalede sadece kadınlar, çocuklar ve birkaç bölük savaşçı kalır. Yarın yokluğumuzda huzursuzluk çıkarmayacağınızı düşünüyorum" dedi tek kaşını kaldırıp uyaran bir ifadeyle.

"Bu zamana kadar bir huzursuzluk çıkarmadıysak, yarında çıkartmayız elbette. Endişeniz olmasın" dediğimde Emir sinirle bana baktı. Bu kadar kibar olmam onu da şaşırtmıştı ama bu adam klanın lideriyken ve biz buraya mecburken saygısız bir şekilde konuşamazdım. Gerçi Dougal'ın ağzını dağıtmışlığım da olmuştu ama şansımı daha fazla zorlamak istemiyordum.

Odadan çıkıp yemeğe indiğimizde, herkes Royce'un yanında onu kutluyordu. Cora bile Dougal'a ilgisini yitirip Royce'un tam yanında oturuyor gibi gözüküyordu. Yemeğe kimse başlamamış, herkes Dougal'ı bekliyordu.

"Neyi bekliyorlar?" Diye sordu Melek.

"Dougal başlamadan yemeğe başlanmıyor"

"Ne o bu adam kral mı?" Dedi Emir burnundan nefes vererek.

"Adetleri öyle, geldi zaten" dedim ağzımın içinden. Dougal gelip en başa oturdu ve Royce'a bakarak onu sesli olarak tebrik etti. Dougal gelince, Cora sandalyesinden kalkıp hızla Dougal'ın yanına oturunca, ağzım açık bakakaldım. Dougal bir kere bile dönüp ona bakmadığında, Alana yüzünde haince bir gülümsemeyle Cora'ya bakmıştı.

🌿

Sabah gözlerimi açtığımda, dışarıda at ve insan sesleri ile pencereye yöneldim. Neredeyse klandaki çoğu savaşçı yola çıkmaya hazırlanmıştı. Dougal en önde elini havaya kaldırdığında, arkadaki savaşçılar "Çok yaşa, çok yaşa!" Diye bağırıp arkasından gitmeye hazırdı. Bu gülmeme sebep oldu. Sanki adam hapşurmuş gibi çok yaşa diye bağırıyorlardı ama Alana'dan duyduğum kadarıyla Mclenan klanının sloganıymış bu söz. Sembolleri de ters ağaçtı. Dougal atını ilerletince, bütün savaşçılar ardından gitti ve surlardan dışarıya çıktılar. Klan sanki bomboş kalmış gibiydi. Kalan savaşçıların çoğu surlarda bekliyordu. Bir de geride kalan Ewan vardı. Sanırım Dougal burada lider olarak birini bırakması gerekiyordu.

Kahvaltı ve Alana'yla rutin gezmelerimiz esnasında, Alana resmen merakıyla Emir'i çıldırtma raddesine getirmişti. Melek, son derece sabırla Alana'nın sorduğu soruları cevaplamaya çalışıyordu. Emir ise çevrenin güzelliğiyle daha çok ilgileniyordu. Ancak burada olmaktan nefret ediyordu, benim gibi...

Dougal ve savaşçıların avdan gece döneceğini öğrenmiştim. Akşam yemeğinden sonra herkes odasına çekilmişti. Geldiklerinde ne avladıklarını merak ettiğim için uyumayıp bekleyecektim. Henüz saat yeni 21.00 olmuştu ve ben pencereden dışarıya bakıyordum. Son 4 günün aksine klanda sessizlik hakimdi. Zaten dışarıda bile 30-35 savaşçı dışında kimse yoktu. Bu kale acaba benim zamanımda hâlâ ayakta mıydı diye düşüncelere dalmışken, guguk kuşuna benzer bir kuş sesi duydum. Kafamı camdan daha çok çıkartıp kalenin dışından gelen sesi dinledim. Aynı kuş sesi, 30 derece sağ yönden de gelmişti. Sonra aynı ses hem arka taraftan hem de diğer yandan gelip klanın etrafında bir yuvarlak oluşturmuştu. Bu ses, gerçek kuş sesi değildi! Aklıma gelenle hemen pencereyi kapatıp elbisemi bir çırpıda çıkarttım ve dolabımdaki kamuflajımı son hız giyinip sadece bıçaklarımı yanıma aldım. Çok değil 5 dakika sonra gelen bağırma sesleriyle tekrar pencereye yaklaştım ve bahçede yangın çıktığını ve surların kapısından içeriye elinde kılıçlarla giren yabancı savaşçıları gördüm.

Baskın vardı!

❤️

Continue Reading

You'll Also Like

749K 17.3K 56
"Madem çok ısrar ettiniz, o zaman artık bey diyebilirim." deyip gülümsedim, bandı yapıştırdıktan sonra yutkundu. "Boşver beyi." deyip dudaklarıma yap...
3.6M 301K 82
Ölüm uşaklarını peşime salmıştı. Soluğum korkunun soluğuna karışmıştı. Koşuyordum. Sivri dalların berelediği bacaklarım hiç durmadan hareket ediyor...
8.6K 548 16
**ARA VERİLDİ Ship Serisi 3 |Belki birgün bu yıldız çukurundan kendime bir yıldız bulabilirim. Onca yıldızın arasındakine benim olan tek bir yıldız...
72.8K 7.4K 58
Çalıştığı teşkilata bilgi sızdırmak için ülkenin en büyük çetelerinden birinin ünlü ismiyle evli olan kadından kocası bir gün şüphelenmeye başlar. Bu...