Düşmüş Melekler Senfonisi

By profeysinil

2.1M 158K 263K

Watty's Gizem&Gerilim Kazananı 🏆 🏆 MysteryTR Ödülleri - Yıla Damga Vuran Gizem&Gerilim Hikayesi -*- "Norma... More

Bölüm 1 - Sonun Başlangıcı
Bölüm 2 - Kış Esintisi
Bölüm 3 - Bir Hayaletle Yürümek
Bölüm 4 - Görünenin Arkası
Bölüm 5 - Kan Çiçekleri
Bölüm 6 - Anılar ve Yarasalar
Bölüm 7 - Minerva'nın Baykuşu
Bölüm 8 - Şüphe Mavisi
Bölüm 9 - Gordion Düğümü
Bölüm 10 - Yoldan Çıkmak
Bölüm 11 - Cehennem
Bölüm 12 - Gemileri Yakmak
Bölüm 13 - Zâhir
Bölüm 14 - Gerçeklik Yanılgısı
Bölüm 15 - Epiktetos'un Asası
Bölüm 16/1 - Madımak
Bölüm 16/2 - Ölüm Meleği
Bölüm 17 - Tinúviel
Bölüm 18 - Çatışma
Bölüm 19 - Korkunun Bıraktığı Yerdeki Kız
Bölüm 20 - Kayıp Ruhların Şafağında
Bölüm 21/1 - Öpücük
Bölüm 21/2 - Kör Kütüphaneci
Bölüm 22 - Kaybolan Fırtına
Bölüm 23 - Efraim'in Panteri
Bölüm 24 - Fırtınanın Kanatları
Bölüm 25 - Mahşerin Dört Atlısı
Bölüm 26 - Karlı Kayın Ormanı
Bölüm 27 - İşgalci
Bölüm 28 - Karanlık
Bölüm 29 - Ölülerin Hükmü
Bölüm 30 - Part Vuruşu
Bölüm 31/1 - Babil
Bölüm 31/2 - Babil
Bölüm 32 - Kralların Zehri
Bölüm 33 - Yalıçapkını
Bölüm 34 - Adsız
Bölüm 35/1 - Sanatçı
Bölüm 35/2 - Sanatçı
Bölüm 36 - Sihirbaz
Bölüm 37 - Çoklu Evrenler Kuramı
Bölüm 38 - Hükümdâr
Bölüm 39 - Yıkım
Bölüm 40 - Gelin
Kaan Kayaban'la TeknoNerd
Bölüm 41/1 - Otuz Kuş
Bölüm 41/2 - Kaf Dağı
Bölüm 42 - Uçurum
Bölüm 43 - Entropi
Bölüm 44 - Alef
Bölüm 45 - Quesalid
Bölüm 46 - Yılbaşı
Bölüm 47/1 - Truvalı Cassandra
Bölüm 47/2 - Zorlu Yollardan Yıldızlara
Bölüm 48 - Kara Kral
Bölüm 49 - Yıldız Hırsızı
Bölüm 50 - Gerçekliğin Ötesi
Bölüm 51 - Ateş Tapınağı
Bölüm 52 - Gölgedeki Adam
Bölüm 53 - Yıldızların Altında
Bölüm 54 - Lanetli Şarkılar
Bölüm 55 - RSA
Bölüm 56 - Zugzwang
Bölüm 57 - Fildişi Kule
Bölüm 58 - Doppelgänger
Bölüm 59 - Devrilen Taşlar
DMS ANSİKLOPEDİSİ
Bölüm 60 - Lilith
Bölüm 61 - Trompe L'oeil
Özel Bölüm - Antebellum
Özel Bölüm - Alahçın
Bölüm 63 - İkinci Kuşağın İzleri
Bölüm 64 - Tekinsiz Vadi
Bölüm 65 - Dorseyler
Bölüm 66 - Stigma

Bölüm 62 - Kehkeşân

10.2K 1K 1.5K
By profeysinil

UYARI: Bunu ilk kez yapacağım ama lütfen oy verin arkadaşlar. Hikayenin oy sayısı aşırı düşük, önceki bölümlerde de bu böyle. Rica ediyorum oy verin. 🥹❤️

Bu bölümü DMS için yaptığı çalışmalarla beni kendine hayran bırakan güzide bir okuyucuma, ebrarcher'e ithaf etmek istiyorum. (:

Not: Aşağıda okuyacağınız haber metnini dergi formatında da tasarladım. Bölüm görselinde yer alan dergiyi PDF formatında indirmek isteyenler için hikayenin instagram hesabında story olarak link paylaşacağım. Fakat bilgi kutusu kısmı dergi formatında yer almıyor, orası sonradan yazıldı. O nedenle girişteki haber metnini okuyarak bölüme başlamanızı öneririm.

Ayrıca yakın zamanda TikTok hesabımız da açıldı, içinde çok sayıda editler mevcut. Sizleri oraya da beklerim. (:

Instagram: dusmusmeleklersenfonisi
TikTok: profeysinil

Herkese keyifli okumalar dilerim! 

⋆ ────── • ⋅ ✦ ⋅ • ────── ⋆

2020 yılı üç büyük gündemle başladı:

1. Prens Harry ve Meghan Markle'ın kraliyet ailesinden ayrılması.
2. Wuhan'da 24 kişinin ölümüyle başlayan ve iki ay önce kendiliğinden sona eren virüs salgını.
3. Dark Inc.'in soruşturul(ama)ması.

Birinci gündem, üzerinden iki ay geçmesine rağmen tazeliğini koruyor fakat bu konuyu magazin dergilerine bırakmayı uygun görüyoruz. İkinci gündem, virüs salgınının iki ay önce kendiliğinden sona ermesiyle çoktan kapandı. Fakat dileyenler internetin analiz şelalelerinde çeşitli komplo teorilerine ulaşabilirler. Bizim favorimiz, salgın birkaç gün daha devam etseydi virüsün tüm dünyaya yayılarak küresel bir felakete dönüşeceğini öngören fantastik bir tweet dizisiydi. Twitter'ın popüler bilim önderleri bunun aptalca bir saçmalık olduğunu uzun uzun açıkladılar. Birkaç bilim insanı ise 'gerçekleşme ihtimali neredeyse imkansız' diyerek skeptik yaklaşımını korudu ama sonuç olarak; Wuhan virüsü, Wuhan'ın ötesine asla geçemedi.

Ve gelelim bizleri ilgilendiren asıl gündeme: Dark Inc. üzerinde toplanan soruşturma bulutları.

Dark Incorporation, doksanlı yıllarda bir start-up olarak sektöre giriş yapmış; birçok şirketi çatısı altında toplayarak zamanla bir konglomerat haline gelmişti. Son dönemlerde ise epey zor günlerden geçiyor. Felaketler silsilesi dokuz ay önce, Dark Türkiye koordinatörü Ceyhun Başar Erezli'nin evinde ölü bulunmasıyla başlamıştı. Talihsiz ölüm kamuoyuna intihar olarak açıklandı. Anonim bir hesap tarafından sızdırılan, merhumun el yazısıyla kaleme alınmış intihar mektubu da iddiayı doğrular nitelikteydi. Ancak olayın öncesinde yaşananlar internetin gözünden kaçmadı.

Bilindiği üzere, Erezli vefatından birkaç gün önce TeknoNerd'e konuk olmuştu. Programın eski sunucusu Kaan Kayaban'ın ihmali, bir hacker grubunun yayına sızmasıyla sonuçlanmış; Erezli ve hackerlar arasında bir tartışma yaşanmıştı. Altı ay önce programın İngilizce altyazılı olarak 4chan'de paylaşılması ise, olayı uluslararası gündeme taşıyan faktör olmuştu. Kamuoyunun ilgisi zamanla sönmüş olsa da, geçtiğimiz hafta resmi kurumların Dark Inc. hakkında soruşturma başlatması gündemi yeniden alevlendirdi.

AVRUPA KOMİSYONU DEVREDE — Mİ?

Geçtiğimiz hafta Avrupa Birliği'nin antitröst regülatörleri Dark topluluğunu soruşturma kararı aldıklarını açıkladılar. Birçok ekonomi uzmanı bu soruşturmanın Dark'ın sonunu getirecek bir fitili ateşlediğini iddia ediyordu. Fakat internete sızdırılan İtiraz Beyanı rüzgarı tersine çevirdi. Yayınlanan açıklamada Avrupa Komisyonu'nun Dark'a yönelik bir suçlamada bulunmadığı, şirketten sadece bilgi talep ettiği yazıyordu.

Bu olay, geçmişte ABD Eyalet Başsavcıları tarafından açılan toplu Dark Inc. davalarını akıllara getirdi. Dört yıl önce Washington Başsavcısı Horace K. Reeves ve 36 başsavcıdan oluşan iki partili bir koalisyon, Dark Şirketler Topluluğu'na federal bir antitröst davası açmıştı. King County Yüksek Mahkemesi'ne taşınan dava, taraflar arasında anlaşma sağlanmasıyla ve Dark'ın tüm eyaletlere toplamda bir buçuk milyar dolar ödeme yapmasıyla kapanmıştı.

DARK'IN KARA KUTUSU

Dark'ın kullanıcı verilerini nerede kullandığı tartışması bir yana; asıl kaygı verici nokta, Dark'ın bu verileri nasıl kullandığı yönünde. Şirketin birçok ürünü 'black box' sistemiyle çalışan yapay zeka teknolojilerinden faydalanıyor. Bu sistemlerin karar mekanizmaları gizli katmanlar içerir, – yani 'kutunun içinde ne olduğunu bilmeden' sadece elde ettiği sonuçları görürüz. Dark'ın kullanıcı verilerini diğer ürünlerindeki kara kutu sistemlerinde kullanıp kullanmadığı ise bilinmiyordu.

Bu nedenle, Avrupa Komisyonu'nda geri adım atması mevcut endişelerin katlanarak büyümesine sebep oldu. Reddit'teki bazı kullanıcılar bunun bir tesadüf olamayacağını, Dark Şirketler Topluluğu'nun kesinlikle dünyayı yöneten 13 aile(?) tarafından korunduğunu iddia etti. Bir başka grup, bu iddiaları savunanları aptalca komplo teorileri yaymakla suçladı. Dark cephesi ise her zamanki gibi internet gündeminin dışında kalmayı tercih etti. Şirket şu aralar tüm enerjisini Türkiye'ye yapacağı yatırımlara yoğunlaştırmış durumda.

Tüm bu tartışmaların ötesinde, insanlığın bir paradigma değişimi yaşadığı inkar edilemez. Teknolojik dönüşüm tüm yıkıcı inovasyonlar gibi ona direnenleri ezip geçiyor ve üzerinde durduğumuz zeminin gerçekliği, gün geçtikçe şüpheli hale geliyor. Labirentin perde arkası ise göründüğünden daha karanlık... Dijital rönesansın alacakaranlığında dururken, insan ister istemez merak ediyor:

Dark'ın karanlık senfonisi yolumuzu aydınlatan bir fener mi olacak, yoksa aldatıcı bir serap gibi bizleri yoldan mı çıkaracak?

-*-


ps: belirtmeme gerek var mı bilmiyorum ama bu bir kurgu. teknonerd haberlerinde okuduğunuz tüm isimler kurgusaldır, her bir kelime tarafımca yazılmaktadır ve şahsi fikirlerimi yansıtmamaktadır. ve en önemlisi, zaman zaman gerçek hayata dair kavramlar burada olduğundan daha teatral, daha egzajere bir bakış açısıyla ele alınacaktır. yapay zeka da dahil. (:


⋆ ────── • ⋅ ✦ ⋅ • ────── ⋆

7 Mart 2020 akşamı genç bir kız annesi tarafından evden kovuldu. Başına gelenleri hak etmediği söylenemez. Üzerinde incecik geceliğiyle, çıplak ayaklarla ve lapa lapa yağan karın altında koşarken sığınacak bir yer aramak yerine onu kurtaracak birine ulaşmaya çalıştı. Hayat memat durumlarında kurtuluşunu bir başka insana ihale etmiş birçok kişi gibi ortada kaldı ve birkaç saat sonra karların arasında hipotermiye girerek kendini ölümün kollarına bıraktı.

Kızın ölüp ölmediği bilinmiyor, bu hikâye için bir önemi de yok. Mühim olan, kızın adama ulaşmaya çalışırken otobüs durağında telefonunu ödünç aldığı yaşlı kadındı. Yaşlı kadın, kıza telefonunu verdiği için 21:45 otobüsünü kaçırdı ve 22:00 otobüsüne binmek zorunda kaldı.

Saat 22:34'te, bindiği otobüs kaza yaptı ve yaşlı kadın oracıkta can verdi. Üzücü haber bir saat sonra kadının havalimanında uçak bekleyen oğluna ulaştı. Genç adam çalıştığı firma tarafından yurtdışındaki bir toplantıya gitmek üzere görevlendirilmişti. Ancak haberi alınca uçağa binmek yerine annesinin cenazesini almak üzere hastaneye döndü. Firma adamın yerine daha az kıdemli bir çalışanı, Nihat Bayramcı'yı görevlendirdi.

8 Mart 2020, saat 19:30'da Nihat Bayramcı uçağa bindi ve on saat sonra John F. Kennedy havalimanına iniş yaptı. Saat farkı sebebiyle New York'ta tarih 8 Mart 22:30'du. Jetlag sebebiyle oldukça yorgun olduğu için bir an evvel otele yerleşip uyumaya karar verdi. Bu nedenle havalimanı çıkışında trafik ışıklarına dikkat etmeden karşıya geçmeye çalıştı.

Sarah McLean 8 mart 2020 saat 22:00'da arkadaşlarıyla görüştüğü kafeden ayrılıp aracına bindi. John F. Kennedy Havalimanı'nın önünden geçerken karşıdan karşıya geçmeye çalışan Nihat Bayramcı'yı son anda fark etti ve panikle direksiyonu sağa kırıp otoparktan çıkmakta olan Timothy Trust'ın arabasına çarptı. Çok geçmeden polisler geldi, tutanaklar tutuldu ve Timothy Trust'ın hasarlı arabasını yoldan almak için çekici geldi. Bunun üzerine Timothy yoluna taksiyle devam etti.

Bilgisayarını arabada unuttuğunu eve varınca hatırladı. O akşam göndermesi gereken raporlar olduğu için acilen bir bilgisayara ihtiyacı vardı. Bu sebeple kız arkadaşı Evangeline Gramor'un bilgisayarını ödünç istemek üzere çalışma odasına girdi. Evangeline masa başında uyuyakalmıştı, bilgisayarı ise önünde açıktı. Timothy sevgilisinin bilgisayarına dokunulmasından nefret ettiğini bildiği için kızı uyandırmadan bilgisayarı aldı. Bulut hesabında tuttuğu raporları indirip mail yoluyla gerekli yerlere gönderdi ve raporları bilgisayardan sildi. On beş dakika sonra bilgisayarı, bulut hesabındaki malware virüsünü bulaştırmış şekilde yeniden Evangeline'in masasına koydu.

Ertesi sabah Evangeline bilgisayarıyla birlikte üç yıldır çalıştığı Cerebra Yapay Zeka Laboratuvarı'na giriş yaptı. Yarım saat sonra malware virüsü Cerebra'nın kapalı ağ sunucularına yüklenmişti. Akşama doğru laboratuvarda ağa bağlı bilgisayarlar hata vermeye başlayınca bir terslik olduğunu anladılar ve o günün yedeklerini almadan tüm sistemleri kapattılar.

Böylelikle, dört yıl yedi ay on üç gün sonra insan üstü yapay zekâ düzeyine ulaşacak olan Protai yapay zekâ modeli daha yavaş bir gelişim gösterdi. Beş yıl sonra ABD'de çıkan ekonomik krizle birlikte Cerebra'nın iflas etmesiyle, proje tamamen durduruldu.

7 Mart 2020'de genç bir kızın evden kovulmasıyla, insanüstü yapay zekanın icat edildiği potansiyel geleceklerden biri asla gerçekleşmemiş oldu.

-*-

"Kaldeli kavmi, baktı yıldızlara;
ve pek çok kişinin ölümünü önceden gördü orada,
lakin onlar da kaderlerine teslim oldu sonunda."

Marcus Aurelius - Kendime Düşünceler

ARAS

İçimde tekilliğe uzanan bir boşluk var.

72 dilde yarım kalmış bir laneti uykusundan uyandırdım ve geleceği paramparça edip yeniden yazdım. Şimdi kalemi tutan benim elim, mürekkepten dökülen her günahın müsebbibiyim.

Fakat ben size aşktan bahsedeceğim. Sevdiğini yitirmenin tarifi imkansız acısından, bir adamın bir kadın uğruna işleyebileceği günahlardan, ailesiz kalmanın, dışlanmanın, sevdiklerim için yaptığım fedakarlıkların ve sevgisizliğin beni ittiği karanlıklardan dem vuracak sözlerim. Beni anlamanızı, beni aklamanızı, kendinizi benim yerime koymanızı sağlayacağım.

Lakin tüm bu insani, ehemmiyetsiz, nafile buhranların ötesinde; asla açıkça dile getirmeyeceğim bir hakikât var. Hakikât, sevgilinin güzelliğinde bir zehir gibi parıldar. Fakat unutmayın; onu unutmanızı ve aydınlıkta kör kalmanızı sağlayacak okuduğunuz tüm satırlar. Işıkları kapatıp gökten düşenlere bakın.

Kehkeşânı yaksam böyle ışıldamazdı yıldızlar.

⋆✦⋆✦⋆

Melek ölürken onun için ödeyebileceğim bir bedel olmadığını fark ettim.

Ellerimde harcanmış bir yaşamdan ve yitirilmiş umutlardan başka bir şey yoktu. Sevdiklerim, sevildiklerim, güvendiklerim, gücendiklerim, hayattan beklentilerim, keşkelerim, kişisel ideallerim, aptalca hayallerim; Melek'in hayatıyla takas edebileceğim hiçbir şeyim yoktu. Sahip olduğum zamanın tümünü bana ait olmayan şeylere harcıyordum.

Kalbi durduktan sonra doktorlar onu geri getirmeyi başarmıştı ve itiraf etmeliyim ki, gecenin en karanlık anlarını geride bıraktığımızı sanmıştım. Camın diğer tarafında durup onu izlerken bir yandan da kendimi nasıl affettireceğime dair planlar yapıyordum. İyileştiğinde ona neler söyleyeceğimi, hatamı nasıl telafi edeceğimi, varlığından emin olduğum geleceğimizi tasarlamakla meşguldüm.

Fakat sabaha karşı kalbi tekrar durmuştu. Nazenin tekrar çığlıklarıyla hastaneyi inletmiş, Lavinia hıçkırarak ağlamaya başlamış, doktorlar apar topar içeri dalıp müdahaleye başlamıştı. Melek ikinci kez hayata döndükten sonra sağlık görevlilerinden biri yanımıza gelip bilgi vermişti. Durumun hiç iyi olmadığını söylüyorlardı. Ciğerleri iflas etmenin eşiğindeydi, hayati tehlikeyi atlatsa dahi büyük ihtimalle akciğer nakli olması gerekecekti. Tabi, kalbi tekrar durmazsa... "Üçüncüsünden sağ çıkması çok zor." demişti doktor. "Eğer kalbi tekrar durursa onu geri getirsek bile beyin hasarı gelişecektir."

Ve böylelikle tasarladığım geleceğin asla var olmayabileceğini idrak etmiş; ve planlar yapmayı bırakıp sessizce saniyeleri saymaya başlamıştım.

-*-

- Ertesi Gün -

On dört yaşında bir mağarada babamı kaybettiğimde yaşamak için bir sebebim kalmadığını sanmıştım. İnsan çocukken zihninde çok kolay temize çekebiliyordu meseleleri. Bir şey kazanmanın zorluğunu henüz tecrübe etmediğimiz yaşlarda kaybetmek de epey basit bir eylem gibi görünüyordu. Oysa yaşama umudunu kaybetmek, sivri bir kaya parçasıyla boğazı deşilmiş bir insanın hayatını kaybetmesinden çok, çok daha zordu. Çünkü travmaların parçalanmış atar damarlardan bir farkı vardı.

Travmalar kanıksanırdı.

Camların ardında durup Melek'i izlerken kanıksadığım tüm travmalar mezarından çıkıp karşıma dikilmişti. Yanımdan bir an olsun ayrılmayan babamın varlığı Erzurum'da yitip giden çocukluğumun temsiliydi. Sesi annemin sesinin birebir aynısı olan kız kardeşim ağladıkça, enkazın altında ağlayan annemin sesini duyuyordum. Camlı bölmenin diğer tarafından ritmi bozulmuş bir kalbin monitörde çizdiği zikzakları izlerken Lavinia'nın kalbinin durduğu günü hatırlıyordum.

Dakikalar ilerlerken telefonumu çıkarıp korumaların gönderdiği görüntüleri açtım yeniden. Nazmi'nin lokantasının güvenlik kamerası görüntüleriydi bunlar. Bu sabah elime ulaştıktan sonra sayısız kez izlemiştim. Her izleyişimde yeni bir detay fark ediyordum. Her izleyişimde Melek'i kurtarabileceğim sayısız ihtimalin ellerimin arasından nasıl kayıp gittiğini görüyordum.

"Aras ne yapıyorsun?"

Babamdı. Tepeme dikilmiş telefon ekranında ne gördüğümü anlamaya çalışıyordu. Hiçbir şey söylemeden görüntüleri izlemeye devam ettim.

"Nazmi'nin lokantasının arka bahçesi değil mi burası?"

Gözlerimi ekrandan ayırmadan başımı salladım. Bir süre benden cevap bekledikten sonra vazgeçti. Kendi kendine bir şeyler homurdanarak yanımdaki koltuğa oturdu. Ekranı görebilmek için kafasını uzattığını hissedince bıkkınlıkla iç çektim ama merakı yersiz sayılmazdı. İlk bakışta siyah beyaz, epeyce bulanık ve dışarıdan bakıldığında fotoğraf sanılabilecek kadar hareketsiz görüntülerdi. Sayısız kez izlemedikçe insan ne kadar detay barındırdığını anlayamıyordu.

"Bu o gecenin kayıtları mı?"

Babamın retorik sorusunu işitince tekrar başımı salladım.

"Neden izliyorsun?" dedi bu kez. "Ne bulmayı umuyorsun o görüntülerde oğlum?"

Sözleri kulağa evladı için endişelenen bir babanın serzenişi gibi geliyordu. Fakat oğlum kelimesini çıkarınca bir savcının sorgu esnasında size yönelteceği kilit soruları duyuyordunuz. Amacının ne olduğunu bilmediğim için cevap vermedim, görüntüleri biraz geriye sarıp ekranı ona doğru çevirdim.

Melek'i bulmamdan iki saat yirmi dokuz dakika öncesine ait bir manzaraydı. Görüntüleri izlediğimde onun odun yığınlarının altına nasıl girdiğini anlamıştım. Kendisi girmemişti. Ben onu bulmadan iki saat elli dört dakika önce odunlar devrilip onu aşağı çekmişti. Yığının büyük bir kısmının yere yıkıldığını, üzerindeki naylon örtünün düşen odunlarla birlikte sürüklenip açıldığını, büyükçe bir odun parçasının karnının üzerine diklemesine düştüğünü, Melek'in bunu hissetmediğini, yığının tepesindeki başka bir odunun aşağı yuvarlanıp başına çarptığını ve onun acıyla kasılmaktan başka bir tepki veremediğini görmüştüm.

Sonraki yirmi beş dakika başından akan kanın ve üzerine yağan karın ağır ağır birbirine karışmasıyla geçiyordu. O kadar yavaştı ki izlerken takip edebilmek olanaksızdı. Gökyüzünden dökülen karın üzerinde bir örtüye dönüştüğünü ancak görüntünün başına ve sonuna bakınca fark edebilmiştim.

"Burada kendine geliyor." dedi babam ekrana bakarken. "Yanlış görmüyorum, değil mi?"

"Nasıl fark ettin?"

Görüntüdeki tek hareket yığının en ucunda duran ufak bir odunun daha aşağı devrilmesiydi. Melek yaklaşık kırk saniye sonra hareket edecekti ve ben onu bile ikinci izlemede fark edebilmiştim.

"Odunlar kendi kendine hareket etmez." diyerek hafifçe başını eğdi. "Kuzeyden esen rüzgar da odunu o yöne doğru devirmez. Melek karın altında kolunu ya da bacağını hareket ettirmiş olmalı."

Haklı olduğunu söyleme gereği duymadım. Nitekim çok geçmeden Melek'in hareketsiz yatan bedeni kıpırdandı ve gözle görülür biçimde hareket etmeye başladı. Önce karların arasında başını hafifçe sağa sola çevirerek nerede olduğunu anlamaya çalıştığını gördüm. Bir eliyle cansızca bedenini yokladı, üzerindeki muşambanın nereye gittiğini anlamaya çalışıyordu. Ardından sol dirseğiyle odunlardan destek alarak yattığı yerde doğrulmaya çalıştı ve aynı şeyi defalarca kez izlememe rağmen bir kez daha heyecana kapıldım.

Tam bu noktada kurtulabilirdi. Ayağa kalkacak kadar gücü olduğunu sanmıyordum ama hareket edebilecek haldeydi. Sürünerek odunların arasından çıkıp on metre, sadece on metre ilerleseydi restoranın arka cephesinden çıkıp sokağın görüş hizasına girmiş olurdu. O esnada onlarca koruma tüm mahallede onu arıyordu. Çok değil, bu görüntülerden beş dakika sonra telefonum çalardı ve korumalardan biri Melek'i bulduklarını söylerdi. Apar topar hastaneye gelirdik. Belki yolda astım krizi geçirirdi. Belki hastanede birkaç gün yatması gerekirdi. Şiddetli bir soğuk algınlığı yaşayacağını, hatta belki de zatürre olacağını tahmin edebiliyordum. Benim yüzüme bakmayacağını da... Olanlardan sonra ne ben onu Efsun denen manyağın evine gönderirdim, ne de Melek benimle birlikte kalmayı kabul ederdi. Önümüzdeki birkaç ay, hatta insafsızlığı tutarsa birkaç sene bana kabus gibi günler yaşatırdı.

Fakat bunlar yaşanmayacaktı. Videoyu yüzlerce kez izlemiştim ve az sonra neler olacağını biliyordum.

"Ayağa kalkacak." dediğini duydum babamın. "Baksana, kalkmaya çalışıyor şurada. Yanlış görmüyorum değil mi?"

Başımı salladım. Görüntüleri izleyene dek Melek'in bayılıp düştüğünü, üzeri karla kaplanırken bir daha asla uyanamadığını ve öldüğünün farkına bile varmadığını sanıyordum. Fakat gerçek buydu işte, kendine gelmişti. Başından akan kanın, üzerine yağan karın, oradan kalkmazsa öleceğinin farkındaydı. Ne kadar güçsüz olursa olsun bu farkındalık ona ayağa kalkmaya, hiç değilse sürünerek bahçeden çıkmaya yetecek adrenalini sağlamış olmalıydı. Üstelik bu görüntülerde henüz saat on bile değildi, lokantanın önündeki yoldan hala araçlar geçiyordu, yolun karşısındaki otobüs durağında illa ki birileri olurdu. Tam şu anda bahçeden çıkmış olsaydı döndüğümde onu bir acil serviste, yaralı ve hayli üşümüş halde bulabilirdim.

"Belli ki kalkacak gücü varmış." diye devam etti kendi kendine konuşur gibi. "Neden kalkıp çıkmamış bahçeden?"

"Nereye gidecekti ki?"

"Bir yere gitmesine gerek yoktu. Senin onu bulabileceğin bir yere geçmesi yeterli olurdu."

Yüzümde buruk bir tebessüm belirdi. "Benim onu aradığımı bilseydi muhtemelen öyle yapardı."

"Oğlum bilmesine gerek mi var?" diye sordu babam. Duraksadı, tipik savcılık refleksleriyle akıl yürütmeye devam etti. "Gerçi senin haberinin olmayacağını düşünmüş olabilir. Üzerinde geceliğiyle bulduk kızı, cep telefonunu da evde bırakmış olmalı..."

"Melek'in cep telefonu yoktu."

"Ne demek yoktu?"

"Birkaç ay önce kırılmıştı." Ben kırmıştım. "Sonrasında da yeni telefon alamadı kendine. İşten çıktığı için maddi durumu pek iyi değildi." 

"Neden sen almadın?"

Başımı kaldırıp yüzüne bakamadım ama öfkesi ses tonuna yansımıştı. Aklından geçenleri tahmin edebiliyordum. Sahip olduğum onca imkana rağmen neden sevdiğim kıza bir cep telefonu almamıştım? Neden onun maddi sıkıntı çekmesine izin vermiştim? Neden sokakta kaldığında arayabileceği tek kişi, numarasını ezbere bildiği tek kişi, bendim?

"Melek çok gurur yapıyor." diye mırıldandım. "Hiçbir maddi desteği kabul etmiyor. Ona telefon almama da izin vermedi. Zaten çok görüşemiyorduk, ısrar etmeye çalışsam da bir sonraki görüşmemizde konu dağılmış oluyordu."

"Oğlum sen ne söylediğinin farkında mısın?" dedi babam. "Geçmişte gayrı ciddi münasebetler yaşadığını biliyorum ama Melek'le siz... Bir ilişkiniz yok muydu sizin?"

Ters bir bakış attım yüzüne. "Ne ima ediyorsun sen?"

"Bir şey ima ettiğim yok, ciddi bir ilişkiniz olup olmadığını anlamaya çalışıyorum."

"Bal gibi de biliyorsun ciddi bir ilişkimiz olduğunu." diye söylendim. "Haberleri görmüşsün işte, evleneceğiz biz. Üstelik bu yeni bir olay da değil, o yüzüğü Melek'in parmağına aylar önce taktım."

Bir şey diyecek gibi oldu, fakat sonra vazgeçti. Onun konuşmamak için kendini tuttuğunu anlayınca büsbütün öfkelendim. Aklı sıra anlayış falan gösteriyordu bana, onca yıldan sonra babalık yapası tutmuştu herifin. Melek'e değer verdiğini bildiğim için iki gündür hastanede kalmasına tahammül gösteriyordum ama sabrımın taşmasına ramak kalmıştı.

"Tutma kendini, aklından ne geçiyorsa söyle." dedim homurdanarak. "Belli ki tasvip etmediğin bir şeyler var."

"Berbat halde olduğun için de üstüne gelmek istemiyorum ama ciddi bir ilişki böyle olmaz Aras." diye cevap verdi en sonunda. "Sen Melek'le sadece vakit geçirmişsin ve belli ki o da bunun farkındaymış. Hiç düşündün mü neden senden maddi destek almamak için direttiğini? Hangi konuma düşmekten korktuğunu? Söylerdim ama dilim varmıyor."

Kahkaha attım. Benim Melek'le gönül eğlendirdiğimi ima ediyordu. "Şu an o kadar saçmalıyorsun ki..." dedim gülmeye devam ederek. "Gerçekten diyecek bir şey bulamıyorum. Sadece bizim ilişkimizin senin saçma senaryolarınla alakalı olmadığını bil. Melek aramızdaki ilişkinin ne kadar ciddi olduğunun gayet farkındaydı."

"Evlilik yolunda olduğunuza inansaydı senin ona telefon almandan bile rahatsızlık duymazdı." dedi ısrarla. "Telefonu olsaydı annesi onu evden kovduğunda Nazmi'nin restoranının arka bahçesine sığınmak yerine seni arardı. Melek seni arasaydı bunlar yaşanmazdı, biliyorsun değil mi?"

Yüzleştiğim gerçek o kadar ağır geldi ki, babamdan gizlemek için bir sebep bulamadım. Verebileceği hiçbir tepki bana şu an hissettiğimden daha kötü hissettiremezdi zaten.

"Tüm bunlar yaşanırdı, çünkü Melek beni zaten aradı." dedim basitçe. "Önce otobüs durağındakilerden rica edip iki ayrı telefondan aramış. Sonra mahallenin bakkalına gidip sabit hatlı telefondan ulaşmaya çalışmış."

"Ee?"

"Görüşmek istemedim. Telefonum asistanımdaydı, her seferinde geri çevirdim. Hatta sonuncusunda asistan kız toplantıyı bölüp Melek'in benimle görüşmekte ısrar ettiğini söyledi ama lafı kızın ağzına tıkadım, azarlayıp odadan gönderdim. Muhtemelen Melek de bunları duymuştur."

Babam sessizliğe gömüldü. O kadar korkunç bir hata yapmıştım ki, bunu yüzüme vurmaya bile gerek duymuyordu. İçimde bir şeyler paramparça olurken videoyu yeniden başlattım. Ardından başımla ekranı işaret ettim. "Kalkacak gücü olduğu halde vazgeçmesinin sebebi bu işte. Benim tüm mahallede onu aradığımı bilmiyordu. Benim onu kaderine terk ettiğimi sanıyordu."

Vazgeçiş anını belki bininci kez izledim. Duvara tutunmak için elini havaya kaldırmıştı, sonra başı koluna çevrildi ve üzerinden dökülen karı görünce duraksadı. Kimbilir ne düşünmüştü? Tanıdık, fakat uzun zamandır hissetmediğim bir merakla yanıp kavruldu zihnim. Son dört yılda sayısız kez onu izlerken aklından neler geçtiğini merak etmiştim. Geçmişte bu merakı dindirmenin herhangi bir yolu yoktu. Bu imkana, onunla sevgili olduktan sonra kavuşmuştum. Bazen sorduğum soruya sesli cevap vermeyi unutuyordu, bazen de lafı değiştirmeye çalışıyordu ama hiç değilse onu karşıma oturtup konuşturma şansım vardı.

Şimdiyse içimdeki merakı dindirmenin hiçbir yolu yoktu. Melek'in bilinci yerinde değildi, bu görüntülerde aklından neler geçtiğini istese de bana söyleyemezdi. Soruma cevap almak için onun uyanacağı anı beklemek zorundaydım.

Zihnimin gerilerindeki meşum bir ses, öyle bir anın hiç gelmeyebileceğini fısıldadı. Ruhumu iliklerine kadar titreten bir rüzgar esti kuzeyden. Karanlığın kasveti, kırılmış kanatlardan oluşan bir dağ gibi içimde büyüdü. Kış kadar uzun bir saniyenin ardından, Melek'in bilinçsizce olamayacak kadar yavaş bir şekilde, kendini tekrar karların arasına bıraktığını gördüm.

Ve sonra düştü.

-*-

Ertesi günün gecesi

Bugüne dek birçok kez olduğum kişiyi kaybedip başka bir şeye dönüşme riskiyle yüzleşmiştim. İpleri elimden bırakırsam benliğimi yitirip Adsız'a dönüşebilirdim. Saral düzeninden kendimi korumazsam İbrahim Saral'a dönüşebilirdim. Ufacık bir çocukken yedi yıl boyunca Sanatçı'ya dönüşmemek için direnmiştim ve kontrolü elimden kaybedeceğimi anladığım gün Sanatçı'yı öldürerek tehlikeyi bertaraf etmiştim.

Fedailer beni günün birinde Kör Kütüphaneci'ye de dönüştürebilirdi. Hayatıma giren herkesin bir fedai olabileceğinden şüphe edip insanlardan tamamen uzaklaşabilirdim. Kethüda'ya dönüşebilirdim. Son olayla birlikte onun Barbaros Abas olduğu kesinleşmişti. Yıllar sonra nihayet fedailerin en tepesindeki adamın kim olduğunu biliyordum ve bu bilgi, beni o adama dönüşmekten de koruyabilirdi.

Gerçek şu ki, varoluşumu tehdit eden istilacı gölgelerle doluydu zihnimin içi. Dönüşüm tehlikesi hayatımın olağan bir parçası haline gelmişti. Fakat bugüne dek bir kez olsun babama dönüşmekten korkmamıştım. Çünkü hayatımda beni ona dönüştürmeye çalışan herhangi bir etken yoktu.

Melek'in yokluğu dışında.

Doktorlar gelip gitmeye devam ediyor, nakil listesi lafları kulağıma çalınıp beni yeniden Lavinia'nın ölümle yaşam arasında gidip geldiği lanetli günlere götürüyordu. Yeniden yüzleşmediğim tek bir travma kalmıştı ve galiba beni saatlerdir hareket etmeden oturmaya iten de buydu. Suzan'ı kurtarmaya çalışırken bir an bile hareketsiz kaldığımı hatırlamıyordum. Durmak yorucu geliyordu. Gerçeklerle yüzleşmemek ve şimdiki zamandan kaçmak için geleceğe doğru koşmaya başlamış; fakat en sonunda onu kendi ellerimle öldürmek zorunda kalmıştım.

Şimdiyse sadece duruyordum.

Lavinia en sonunda ağlamayı kesip uyumuştu, Nazenin yarım saattir hastanenin dışında Efsun denen yaratıkla kavga ediyordu, beş dakika önce babam da onların peşinden gidip ortadan kaybolmuştu. Zaman akmaya devam ederken camlı bölmenin tam karşısındaki sandalyelerden birinde oturmuş sessizce gerçekliği hazmetmeye çalışıyordum.

Melek'in eski sağlığına kavuşma şansı neredeyse hiç yoktu. Halihazırda astım hastasıydı, defalarca kez gözlerimin önünde astım krizi geçirmişti ve son zamanlarda solunum problemleri daha da ağırlaşmıştı. Kriz geçirme ihtimalinin olduğu her yere yedek astım spreyleri depolamak yerine onu buradaki veya yurtdışındaki bir hastaneye götürebilirdim, gerekirse yatışı yapılarak tedavi görmesini sağlayabilirdim. Fakat şirketteki işler vardı, başıma durmadan yeni dertler açılıyordu, her şeyi bir kenara bırakıp Melek'in sağlığına odaklanmak istesem bile o buna yanaşmıyordu, annesinin ilişkimizi öğrenmesinden o kadar korkuyordu ki Selanik'ten döndükten sonra doğru düzgün görüşememiştik. Bahaneler, bahaneler...

Şimdiyse bir şeyleri erteleme şansım yoktu. Onu buradan götürme şansım da yoktu. Efsun manyağı Melek'in yasal temsilcisi olduğu için onun iznini almak zorundaydım. Başka zaman olsa kafama eseni yapıp illegal problemleri bağlantılarımı kullanarak çözerdim fakat Milli Parti'ye destek verdikten sonra devlet içindeki hükümet yanlısı bağlantılarımı yitirmiştim. Milli Parti'ye, daha doğrusu Barbaros Abas'a yakın olan bağlantılarım ise yakın zamanda Abas'ın başına ördüğüm çorapla birlikte sessizliğe gömülmüştü.

Bu çıkmazda Kütüphaneci'nin de parmağı olduğundan şüpheleniyordum. Zira kendisi hala ortalarda yoktu. Başıma bir yığın iş açtıktan sonra sırra kadem basıp beni tümüyle çaresiz bırakmıştı. Dayımın yokluğunda hareket alanımın fazlasıyla kısıtlandığını fark etmiştim. Tüm adamlar emrimdeydi ama bu tür düzenbazlıkları nasıl çevireceğimi bilemiyordum.

Ben de mecburen oyunu kuralına göre oynuyordum. Hastaneden ayrılamayacağımız kesinleşince daha az meşgul olan bir doktor ayarlamıştım. Bir yandan da organ nakli işinin gerçekten gerekli olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Telefonda Melek'in durumu hakkında konuştuğum doktorların her biri farklı bir şey söylüyordu.

Her halükarda şu an organ nakil sürecini başlatamazdım. Değil organ nakil süreci, Melek'in herhangi bir ameliyata girmesini bile sağlayamazdım. Geçmişte Suzan'ı hastaneden kaçırıp yurtdışına götürebilmiştim çünkü Suzan yetimhanede büyümüştü, yasal bir vasisi yoktu. Kütüphaneci'nin araya girmesiyle bir iki hukuki katakulli dönmüş, Suzan'ın yasal yükümlülükleri sınırlı bir şekilde de olsa bana geçmişti. Fakat Melek'in yasal vasisi annesiydi. Efsun'un izni olmadan onu hastaneden bile çıkaramazdım.

Neyse ki bunları yapabilecek kişi çok uzakta değildi.

Ani bir hareketle sandalyeden kalkıp hastanenin çıkışına doğru yürümeye başladım. Planım oldukça basitti. Efsun'u bulup Melek'le ilgili tüm yasal haklarını bana devretmesi için ikna edecektim. Cahil, yobaz ve güçsüz bir kadındı. Çok zorda kalırsam kafasına silah falan dayardım. Efsun denen kımıl zararlısını bir şeye zorlamak en fazla ne kadar zor olabilirdi ki?

-*-

Epey.

Yaklaşık kırk dakika sonra hastanenin arka bahçesinde Efsun manyağını sakinleştirmeye çalışırken Sarışın'ın sözleri zihnimde çınlıyordu. "Kadın tam bir baş belası, Aras!" diye haykırmıştı çaresizce. "Zeytinyağı gibi üste çıkıyor, yetmiyor bir de seni suçluyor, yobazlığı zaten almış yürümüş, bir de üstüne şark kurnazı... O kadar aptal ki, zekanı kullanarak başa çıkman imkansız!"

Kırk dakikalık tartışmanın ardından Arzu'nun, bana bile kök söktürmüş psikopatın, neden bu kadınla baş edemediğini anlamıştım. Efsun Aksoy hakikaten bir baş belasıydı. Müthiş bir yaygara koparma yeteneği vardı ve her ne kadar ikisini bağdaştırmak istemesem de Melek'in yaygara koparmayı kimden öğrendiğini görebiliyordum.

Üstelik bu kadının Melek'in sahip olmadığı eşsiz bir silahı daha vardı; katıksız aptallığı. Mesela bir parça zeka parıltısı taşıyan bir insan benden korkması gerektiğini bilirdi. Efsun denen aptal ise kocası olacak Mithat böceğinin emniyetteki eski kankalarıyla falan gözümü korkutmaya çalışıyordu. Kadına Bağcılar Emniyet Şube'deki tüm personelden daha güçlü olduğumu anlatamıyordum.

"Konuş konuş, telefona söyle o dediklerini!" diyerek telefonunu suratıma tuttu. "Hepsi kanıt bunların, kızım hele bir uyansın ben seni mahkemelerde süründürmez miyim!"

İşin kötü yanı, şu an harbiden bunu yapabilirdi. Barbaros Abas'a attığım kazıktan sonra devlet içindeki korumamı kaybetmiş olabilirdim. Abas şu aralar sosyal medyadaki ifşalarla epey meşguldü fakat elbet müsait olacağı bir an gelecekti. O gün geldiğinde dayım olacak pezevenk buralarda olmazsa başımın epey belaya gireceği muhakkaktı.

"Melek'i kurtarmaya çalışıyorum, anlamıyor musunuz bunu?!" diye bağırdım kadına. "Yurtdışında çok daha iyi şekilde tedavi—"

"ŞURADAN ŞURAYA GÖTÜREMEZSİN KIZIMI! ASLA BIRAKMAM!"

Karlı havada Melek'i üstünde geceliğiyle evden kovan kendisiydi fakat bunu hatırlatma gereği duymadım. Efsun'un vicdan muhasebesi ya da hatasının farkına varması sikimde bile değildi. Melek'in umursamayacağını bilsem kadını çoktan gebertmiştim. Böylelikle Melek'i yurtdışına götürmemin önündeki yasal engel de ortadan kalkmış olurdu. Fakat iyileştiği zaman annesi sandığı manyağın ölümünü ona izah edemezdim, benim yaptığımı anlardı.

"Ne oluyor burada?"

Babamın sesini duyunca siktir çektim içimden. Bir bu eksikti...

"HAYSİYETSİZ OĞLUN KIZIMI HASTANEDEN ÇIKARACAKMIŞ!" diye cırladı Efsun. "GÖTÜRÜP ÖLDÜRECEKSİN DEĞİL Mİ? SENELERDİR PEŞİNDEYDİN AMA İŞİN BİTTİ NASILSA—"

"Hanımefendi kendinize gelin!" diyerek gürledi babam. "Anlıyorum, üzgünsünüz ama kimsenin Melek'i öldürmek gibi bir niyeti yok. Kızcağızı gece vakti sokağa atan sizsiniz!"

"SENİN OĞLUN YÜZÜNDEN!" dedi Efsun hışımla. "Kızımın namusunu kirlettiği yetmezmiş gibi gazetelere haber yapıp yedi düvele rüsva etti! Senin de kızın var, Hakkı Bey! Elin iti senin kızını bu hallere düşürse sakin kalabilir miydin?!"

Eeevet. Manipülasyon yapıyordu. Babam gelmeden önce benim Melek'i öldürmek istediğimi haykırarak hastane bahçesindeki insanlardan destek kazanma peşindeydi. Şimdiyse namus ve senin de kızın var moduna geçerek babamı müttefiği haline getirmeye çalışıyordu. Bu kadınla mücadele etmenin en zor yanı buydu sanırım. Tartışma esnasında adeta bir bukalemun gibi şekilden şekile büründüğü için başa çıkamıyordunuz.

Başımı çevirdiğimde babamın bana öfkeli bir bakış attığını gördüm. Efsun'un mağduriyetine inanmadığının farkındaydım, eski mesleği gereği bu tür laf cambazlıklarına karşı dayanıklıydı. Fakat kadının neye öfkelendiğini de anlamıştı ve hayli gergin görünüyordu.

"Haberlerin hiçbirinde Melek'in ismi yazmıyor." dedi en sonunda. "Yüzü de net olarak görünmüyor ve görünseydi bile bu bir rezalet olmazdı. Bir nişan duyurusu olurdu. Zira gazetelerde gördüğünüz üzere, oğlum kızınızla evlenmek niyetindeydi."

Babamın net tavrı karşısında bir mucize gerçekleşti; Efsun'un sesi kesildi. Birkaç saniye boyunca bocalayarak itiraz etmeye çalışmasını izledim. İtiraz etmek için bir argüman bulamamış olacak ki en sonunda pes etti.

"Öyle bir şey asla olmayacak!" diye tısladı tükürür gibi. "Geçen sefer de söyledim, bende size kurban verilecek kız yok. Düşün artık yakamızdan!"

Bunu söyledikten sonra, artık hangi diziden görüp cool bulduysa, babamın ayağının dibine tükürdü ve arkasını dönüp gitti. Evet, Efsun Aksoy hakiki bir manipülatördü. Saçma sapan namus laflarıyla jübilesini yapıp tartışmayı babama ihale etmiş, bu sayede elimden kurtulmayı başarmıştı. Nitekim kadının peşinden gitmeye yeltendiğimde babam kolumdan tutarak durdurdu beni.

Yüzüne baktığımda bocaladığını gördüm. Nasıl tepki vereceğini kestiremiyor gibiydi. Babamın Melek'le olan ilişkimizi yeni öğrenmediğinin farkındaydım. Benim onu sevdiğimi çok uzun zamandır biliyordu. Bir ilişkimiz olduğunu ise muhtemelen liman yangınından sonra, bizi hastanede bastıklarında anlamıştı. Fakat onunla bu konuda hiç konuşmamıştık. Karşıma geçip de evlenmeden önce seviştiğimiz için bana kızacak konumda değildi.

"Aras bu kadının söyledikleri—"

"Seni ilgilendirmiyor." diyerek kestim sözünü. "Ne o, yoksa bana ilişki tavsiyesi falan mı vereceksin?"

"Belki de vermeliyim çünkü belli ki tavsiyelerime ihtiyacın var!"

Dişlerimi sıktım, tek kelime bile etmedim.

"Oysa 'artık değil' demen gerekiyordu." dedi bir ses. Bir gölgenin varlığını hissedince duraksadım. Genç bir kadın köşedeki ulu bir kayın ağacının gövdesine yaslanmış çaresiz bakışlarla bizi izliyordu.

Onu fark ettiğimi görünce yerinden doğruldu, ağır adımlarla bize doğru ilerlerken "Sana söylenmesi gerekenleri nasıl söyletebilirim?" dediğini duydum. "Kırgınlıklarını fark edebilen bir karakter olsaydın kendi içinde düşüncelere dalarak bu kırgınlığı göstermeni sağlardım. Mesela vaktiyle ondan yardım istediğinde babanın seni evlatlıktan reddettiğini düşünürdün. Suzan'ı yurtdışına götürdüğün dönemlerde ne kadar yalnız hissettiğini hatırlardın, onu öldürmek zorunda kaldıktan sonra hiç tanımadığın bir doktora baba diye sarılıp ağladığın anlar gözünün önüne gelirdi. Bu seni daha anlaşılır kılardı."

Benimle konuşup konuşmadığından emin olamamıştım. Doğrudan bana bakıyordu fakat onu tanımadığıma emindim. İlk kez gördüğüm adsız bir yüzdü karşımdaki.

"Adsız olan sensin." dedi iç çekerek. "Bana Gözcü diyebilirsin, istersen tabi. Ya da Öykücü. Ya da Yazar."

Gözcü derken... Gözcülerden biri olabilir miydi? Bunu sormaya çalıştığımda dehşet içerisinde konuşamadığımı fark ettim. Hareket edemiyordum. Birdenbire her şey durmuştu. Belli ki şu an bir kabusun içindeydim. Bunu anlayınca üzerime bir ferahlık çöktü.

Şu an bir kabusun içinde olduğuma göre Melek'in başına gelenler de bu kabusun bir parçasıydı. Eninde sonunda uykudan uyanacaktım ve gördüklerimi hatırlamasam bile onu yanımda sapasağlam bulacaktım. İçimden sevinç naraları atarken Gözcü'nün yeniden iç çektiğini duydum.

"Hayatında ilk kez çaresiz bir anında yalnız değilsin." dedi düşüncelerimi umursamadan. "Baban ve kız kardeşin iki gündür yanından ayrılmıyor. Gerçek bir aile gibi seni koruyup kollamaya, bu zor süreçte destek olmaya çalışıyorlar ama hayallerindeki gibi olmadı, değil mi? Onların desteği seni paralize etti, istesen de kımıldayamıyorsun. Çok üşüdükten sonra sıcak bir ortama girmiş gibi mayışıp kaldın. Şimdiye binbir tane dümen çevirip Melek'i kurtarmak için harekete geçmiş olman gerekirdi ama gözlerinin önündeki çözümü bile göremiyorsun."

Nefes alıyor olsaydım, tam bu noktada nefesimi tutardım. Bu bir kabus olsa bile nihayet iki gündür göğüs kafesimi sıkıştıran şeyi anlamıştım. Ailemin varlığı beni boğuyordu.

"Ailen değil, ailene olan bastırılmış kırgınlığın seni boğuyor." diye söylendi kız. "Bunca zaman yanında olmamışken şimdi hangi yüzle burada olduklarını sormak istiyorsun ama elbette sormayacaksın. Hayır... Bu öyle alelade bir tartışma esnasında haykırabileceğin türden bir kırgınlık değil, öyle değil mi? Babana olan kırgınlığın kişiliğini şekillendirdi ve onu gerçekten affettiğinde kimliğinin bir parçasını yitirmiş olacağını biliyorsun."

Kabus olduğunu biliyordum, eninde sonunda biteceğini de... Uyandığımda tüm bunlar bölük pörçük puslu görüntülere dönüşmüş olacaktı. Her şeyden önemlisi, uyandığımda Melek sağ salim yanımda olacaktı. Şu an yaşadığım bu saçmalık ve karşımdaki ahkam kesen kız gerçek bile değildi, hepsi uyurken zihnimde yarattığım kurgulardan ibaretti.

"Tüm bunların kurgu olduğu konusunda haklısın. Fakat kimin kimi kurguladığı tartışılır."

Böylelikle kabus görmediğimi anladım. Muhtemelen hala Selanik'teydik, Quesalid buharlı psikedelik iksiriyle beni bayılttığı için çadırda iki seksen yatıyordum. Zira bunlar benim normal kafayla göreceğim kabuslar değildi. Karşımda benim onun yazdığı bir kurgu karakteri olduğumu iddia eden 1.55'lik bir halüsinasyon vardı.

Küçümser bir tavırla gözlerini devirdi.

"Yazarın sesini, görüntüsünü ve karakterlere dair fikirlerini taşıyor olabilirim, fakat ben o değilim."dediğini duydum. "Ben, karakter bakış açısının karakterin yanılgılarını da içerdiğini göstermek için tasarladığı bir anlatı aracından ibaretim. Küstah ve küçümseyici bir üslupla seni sana anlatacak; bana verdiğin cevaplarla iç dünyanı okuyucuya açmanı sağlayacağım. Ve sana yol gösterecek bir deus ex machina olmamak için konuşmamız bittiğinde tüm bunları unutturacağım."

Parmağını şıklattı, ve sonrası-

"Hata bende..." diye devam etti babam. "O kız bana annenin emanetiydi. Kendim koruyup kollamalıydım onu, senin Melek'in sorumluluğunu üstlenebileceğini nasıl düşünebildim ki?"

"Orada dur bakalım, Hakkı Karadağ." dedim öfkeyle. "Ben senin sorumsuzlukla itham edebileceğin bir adam değilim. Manevi oğluna yaptığın babalık şablonunu benim üzerimde uygulayamazsın."

Çenesi kasıldı. "O ne demek şimdi?"

"Senin karşında Ozan yok demek. Kimsesiz bir kızcağızla evlenip kardeşimin sorumluluğunu onun üstüne yıkmışım gibi ahkam kesme bana. Ben Melek'i gerçekten seviyorum."

Aramızda kısa bir sessizlik oluştu. Siktir. Bunu söylememeliydim. Bunu Ada'ya bile söylememiştim. Ona bulduğum psikiyatrın gerçeği görmesini sağlayacağını umuyordum. Ozan'a zaten söylemezdim, tüm bencil insanlar gibi vicdan azabından korunmasını sağlayan müthiş bir içgörü eksikliğine sahipti. Muhtemelen Ada'ya gerçekten çok aşık olduğunu falan düşünüyordu.

Bense çocukluk arkadaşımı, aşıkken nasıl bir insan olacağını bilecek kadar iyi tanıyordum. Üniversite yıllarındayken Neslihan'ın aile üyelerini, kuzenlerini, arkadaş çevresini, hangi arkadaşını nereden tanıdığını ezbere biliyordu Ozan. Benim kız arkadaşımı benden daha iyi tanıyordu, benden daha çok merak ediyordu, benden daha çok önemsiyordu. Neslihan'ın yasını benden daha uzun süre tutmuştu.

Bu durumu fark ettiğimde Neslihan'la çoktan sevgili olmuştuk, bir şeyler yaşamıştık. Gerçi kızdan ayrılıp Ozan'la da arkadaşlığımı bitirsem problem olmazdı, Alparslan bana bunu tavsiye etmişti. Nasılsa ikisi de İTÜ'de okumuyordu, aynı ortamda bulunma zorunluluğumuz yoktu.

Fakat Neslihan kör kütük aşıktı bana.

"Ozan hakkında söylediklerimi unut." dedim babama. "Öfkemden öyle konuştum, bir gerçeklik payı yok."

Bu meseleyle ilgili fikirlerimi Melek'e bile anlatmamıştım. Zaten o da benimle aynı görüşteydi. Pençelerini iyice çıkarmasın diye Ozan'ı savunmak zorunda kalmıştım ama gerçek Melek'in bildiğinden daha vahimdi. Ozan Ada'nın geçmişini sorgulamıyordu çünkü büyük ihtimalle kızın geçmişi hakkında pek bir şey bilmiyordu. Bilmek istediğini de zannetmiyordum. Fildişi kulesinde mutluydu.

Bunları babama anlatmayı da düşünmüyordum. Muhtemelen sözlerimden saçma sapan anlamlar çıkarıp Ozan'ı kıskandığımı ve kötülemeye çalıştığımı falan sanacaktı. Hatta belki de çoktan bu kanıya varmıştı.

Başımı çevirip yüzüne baktığımda orada beni bir yanılgı bekliyordu. Babamla göz göze geldiğimiz anda onun da Ozan konusunda benim gibi düşündüğünü anlamıştım. Sessizliği bundandı. Ozan'la Ada'nın evliliğinin adil bir ilişki olmadığını biliyordu ama tıpkı benim gibi bu konudaki fikirlerini kendine saklamayı tercih ediyordu. O kısacık anda aramızda sözsüz bir anlaşma geçti, bu mevzuyu konuşmanın sırası olmadığına kanaat getirdik.

"Bence de öfkeyle konuştun." dedi düz bir sesle. "İkisinin birbirini sevdiğinden şüphem yok."

Başımı sallayarak onayladım. "Zaten Ada kimsesiz falan da değil. Benimle olan dostluğunun Ozan'dan bağımsız olduğunu ve günün birinde zorda kalırsa yanında duracağımı biliyor. Sizin evdeki kavgadan sonra da telefon açıp bunu ona tekrar hatırlatmıştım."
  
Babamın yüzünde garip bir ifade belirdi. Verdiğim cevap onu derinden sarsmış gibi, benim böyle bir insanlık göstermem doğanın kanununa aykırıymış gibi hayretle yüzümü incelemeye başladı. Onun zihninde neye dönüştüğümü idrak edince gülsem mi sövsem mi bilemedim. Ne bok yemeye bu herife izahat veriyordum ki? Takdirini kazanmaya çalıştığımı falan sanacaktı. Veya daha kötüsü, bana haksızlık ettiğini düşünüp mahcup olacak ve gönlümü almaya çalışacaktı.

Hakkı Karadağ'ın yirmi sene sonra cereyan eden babalık skecini izlemek istemediğim için orada kalmadım. Onu ardımda bırakıp az ilerideki banklara doğru ilerledim.

Şu an ne Ozan'ın evlilik problemleri, ne de babamın sikindirik nasihatleri umurumdaydı. Melek'i buradan çıkarıp yurtdışındaki bir hastaneye götürmenin bir yolunu bulmak zorundaydım. Tabi, bunu babamdan gizli yapmam şarttı. Az önceki tavırlarından sonra böyle bir şeye asla müsaade etmeyeceğini tahmin edebiliyordum.

Geçmişte de onu Melek'e gerçekleri anlatmaması için güç bela ikna etmiştim. Babama kalsa kızı karşısına alıp onu büyüten ailenin öz ailesi olmadığını, bebekken bizim evimizde kaldığını, hatta belki de bizim evimize geliş serüvenini bile anlatacaktı. Zamanında annemin ısrarlarına rağmen Melek'i kendi kızı gibi yetiştirmediği, Saral'ın dediğini yapıp Aksoy ailesine teslim ettiği için oldukça pişmandı.

Bu pişmanlık Melek'le bizi hastanede bastıkları gün ayyuka çıkmıştı. O gün Efsun Aksoy dizilerdeki kötü üvey anne tiplemelerine fark atacak bir rezillik silsilesi sergilemişti. Babam Melek'in nasıl bir baskıya maruz kaldığını ve annesi sandığı kadının yobazlığını görünce günlerce deli dumrul gibi gezinmişti etrafta. Melek'i Lavinia'yla birlikte onun himayesinde yaşamaya ikna etmek için evlatlık almak gibi fantastik fikirleri vardı.

"Gelin olarak da alabilirsin." dediğimde dalga geçtiğimi sanıp tüm hıncını benden çıkarmıştı. Hastanedeyken Melek'i alıp götürmeme engel olduğu için ben de ona öfkeliydim zaten. Evin kapısına polis dayanmasına sebep olacak düzeyde bir kavga yaşamıştık.

Sonrasında babamı bir şekilde geride durmaya ikna etmiştim. Melek'e gerçekleri anlatırsa benim söylediğim yalanlar ortaya çıkacaktı. Ve bir de, babam Melek'i gerçekten sevdiğimi anlamıştı.

Bankların olduğu yere vardığımda kararsız bir tavırla etrafa bakındım. Bir tanesi boştu, ona oturursam babamın yanıma oturma ihtimali olacağını bildiğimden es geçtim. Öteki bankta kızın biri bağdaş kurmuş kitap okuyordu. Neyse ki kendini epey kaptırmıştı, bankın diğer ucuna oturduğumda tınmadı bile. Böylelikle ben de yeniden düşüncelere daldım.

Evet babam Melek'i sevdiğimi biliyordu fakat yaşananlardan sonra geride durmayı kabul etmezdi. Üstelik son birkaç yıl içinde babamla ilişkimiz epey değişmişti. Lavinia'yı Türkiye'ye getirdiğim dönemlerde yapmacık bir aile mizanseni içine girmiştik. O dönemler, kardeşimle babam arasında köprü görevi görüyordum. Hatta başlarda üçümüz birlikte, babamın evinde yaşıyorduk. Zamanla ikisi arasındaki buzlar eridikçe aralarında kurduğum köprünün gerekliliği de giderek azalmıştı.

Köprüyü tamamen yıkan şey, geçen yaz üç aylığına çıktığım zorunlu seyahat olmuştu. Başta yokluğumun ikisinin birbirinden uzaklaşmasına sebep olmasından endişe duyuyordum. Fakat öyle olmamıştı. Döndükten sonra ne halde olduklarını görmek için eve gitmiştim. Arabadan inmeme fırsat kalmadan bizimkiler ufukta görünmüştü.

Evet, bizim pederle huysuz fareydi gelenler. İki mavişin de elinde torbalar vardı, birlikte markete gitmiş olmalıydılar. Sanki yemek yapmayı becerebilirlermiş gibi sebze falan aldıklarını görünce arabanın içinde gülmeye başlamıştım.

Onları o eve çok cılız bir umutla tıkmıştım fakat yokluğumda bir şeyler kök salmış olmalıydı. Kız kardeşim nihayet hırçın hallerini üstünden atıp hayat dolu bir genç kız gibi davranmaya başlamıştı. Yaşadığını bile unutmuş bir adam, babam, nihayet baba olduğunu hatırlamıştı.

Bana ihtiyaçları kalmadığını görünce rahat bir nefes almıştım. Ardından arabayı çalıştırıp oradan uzaklaşmış, iki gün evvel Melek yüzünden gitmek zoruna kalana dek bir daha babamın evine ayak basmamıştım. Bilinçli yaptığım bir hareket değildi, sadece gitmek aklıma gelmemişti.

Sanırım o ara bir yerlerde kopmuştuk babamla. Tam zamanını ben de bilmiyordum. Gerçek hayatta iki insan birbirinden öyle birdenbire, dramatik bir sahneyle kopmuyordu. Azar azar içeri dolan soğukluklar vardı, zamanla unutulan hatıralar ve boşlukların yerini dolduran başka insanlar vardı.

Başımın altından babamın durduğu yere bir bakış attığımda onun da kendi alemine daldığını gördüm. Az evvel tartıştığımız kavak ağacının altında duruyordu hala. Elleri pantolonunun ceplerindeydi, sırtını ağacın gövdesine dayayıp gözlerini gökyüzüne dikmişti.

Aklından neler geçtiğini bilmiyordum ama hastaneye dönmemesi keyfimi kaçırmıştı. Babamın varlığı elimi kolumu bağlamaktan başka bir şeyi değiştirmiyordu hayatımda. Son iki gün içerisinde bu gerçeği daha net görür olmuştum. İstesem de Ozan gibi onun kanatları altına sığınamazdım, zor zamanlarımda gölgesine saklanamazdım. Birbirimizi doğru düzgün tanımıyorduk bile. Bu gerçeği de az önce babamın gözlerindeki şaşkın bakışta görmüştüm.

"Ama gördüklerini kendine göre yorumladın." diye bir ses yükseldi bankın diğer ucundan. Başımı çevirip baktığımda kitap okuyan kızın beni izlediğini gördüm.

"Baban senin kavga sonrası Ada'yı aramana şaşırdı çünkü aynı şeyi o da yaptı." diyerek konuşmayı sürdürdü. Ardından başıyla ileriyi, az evvel tartıştığımız büyük kavak ağacının altında duran babamı işaret etti.

"Böyle detaylar onu çok sarsıyor." dedi dalgın bir tavırla. "Senin onu örnek almana imkan verecek kadar bile yanında olamadı. Ozan'a verdiği öğütleri, nasihatleri, hayat tecrübesini seninle paylaşamadı. Okuldaki öğrencilerine bile sana yaptığından daha çok babalık yaptı. Fakat yine de gerçek değişmiyor. Bir anda bir şey oluyor, bir hareket yapıyorsun, bir şey söylüyorsun ve farkında bile olmadan gerçeği onun yüzüne çarpıyorsun." Durdu, keyifsiz bir tavırla babama baktı. "Sen hariç herkese babalık yaptı ama yine de, sen herkesten daha çok onun oğlusun."

Bir şey söylemek istedim, ama ağzımı açamadım. Zaten buna fırsat kalmadı. Konuşması bittikten hemen sonra kızın, Gözcü'nün varlığı unutuluşla kutsandı.

⋆ ────── • ⋅ ✦ ⋅ • ────── ⋆

Sene 1989

"Gülnihal deney sonuçlarını çıktı aldın mı?"

"Az kaldı Feza abi."

Az falan kalmamıştı. Bilgisayarın yaptığı hesaplamaları kâğıda bastırabilmek için BASIC dilinde bir kod yazması gerekiyordu. Bir yerlerde hata yapmış olacak ki bilgisayar yazıcıyı çalıştırıyor, fakat kağıtlara hiçbir şey basmıyordu.

"Tamam bırak, ben hallederim."

Genç adamın sesini duyunca mahcup bir edayla kenara çekildi. Feza bilgisayarın başına geçtikten sonra monitördeki kodu inceledi. Go to yazan bir yeri silip Goto yazdı. 37. Satıra sıfırdan bir IF komutu ekledi, DATA satırlarını düzenledi ve yazılımı tekrar çalıştırdı. Birkaç saniye sonra bilgisayarın yanındaki yazıcının homurdanarak kâğıdı içine çektiğini duydular.

"Gördün değil mi nasıl olacağını?"

"Gördüm ama bir dahaki sefere kesin yine karıştırırım." diye söylendi Gülnihal. "Bilgisayar işinizi kolaylaştıracak diyorlardı, aksine zorlaştırıyor. Şunları kalemle kendim kâğıda yazsam daha kısa sürer."

"Hayır, öğreneceksin bunu kullanmayı." dedi Feza. "Şimdi kullanması biraz zor ama çok hızlı gelişiyor. Bilim adamı olmak istiyorsan bilgisayarlarla çalışmaya alışman gerek."

"Tamam da en basit şey için bile bir sürü kod yazıyoruz abi. Yurtdışındaki yeni bilgisayarların monitöründe dikdörtgen kutucuklar varmış, mouse denen bir cihazı bilgisayara bağlayıp kutucuklara basarak işlem yapıyorlarmış. Arkadaşım anlatmıştı, PRINT kutucuğuna basınca yazıcı ekranı kâğıda bastırıyor demişti."

"O bilgisayarların 5 megabaytlık belleği var Gülnihal."

Gülnihal şaşırmadan edemedi. 5 megabayt 5120 kilobayt ediyordu. Onların laboratuvarındaki son model bilgisayar ise 640 kilobayttı. Bu da her biri 300 sayfalık 130 tane kitabı depolayabilecek kadar devasa bir bellek demekti. 5 megabaytlık bir bilgisayarın işlemci gücüyle yapabilecekleri hesaplamalar kuşkusuz çok daha fazla olacaktı.

"Ayrıca bizim mouse'a ihtiyacımız yok ki." diye devam etti Feza gülerek. "Nihat Hoca mouse yerine seni aldı laboratuvara, takır takır da çalışıyorsun."

"Hiç de bile!" diyerek söylendi genç kız. "Nihat Hoca kodlama işleri için yeni birini alacak laboratuvara. Yeni stajyer geldikten sonra bilgisayara elimi sürmem."

"Onu da yeni stajyer gelince konuşuruz Gül. Şimdilik faremiz sensin."

Genç adam deney masasının başına dönerken Gülnihal ağlamaklı bir yüzle arkasından baktı. Laboratuvarda mouse cihazı işlevi gördüğünü öğrenmek kanına dokunmuştu. Yeniden klavyedeki tuşlara abanırken 5 megabaytlık mouse cihazlı bilgisayarları düşünmeye başladı. Acaba babasıyla konuşsa o bilgisayarlardan alıp okula bağışlaması için ikna edebilir miydi? Sadece kendisi için değil, okuldaki akademik çalışmalar için de çok faydası dokunurdu böyle bir cihazın. Nihat Hoca'nın laboratuvarı kişisel bilgisayarı bulunan nadir laboratuvarlardandı, okuldaki çoğu akademisyen bilişim laboratuvarındaki tek bir bilgisayarı kullanıyordu.

Bir süre sessizlik içerisinde çalışmayı sürdürdüler. Gülnihal kodları yazdı, derledi, hata ayıkladı, yeniden derledi, bir ara çaresizlikle Feza'ya baktı ama yardım çağrısı pek karşılık bulmadı, bunun üzerine somurtarak kod yazmaya devam etti.

Hava kararmaya başladığında ikili hala çalışıyordu. Gülnihal birkaç ay içerisinde Feza'nın çalışma düzenini öğrenmişti. Genç adamın bir mola mekanizması yoktu, birileri araya girmezse sabaha kadar çalışmaya devam edebilirdi. Bu nedenle Nihat Hoca laf arasında "Buna mola verdirme görevi de sende." demişti Gülnihal'e. "Kendi haline bırakırsan laboratuvarda sabahlıyor deli çocuk. Olmaz ki yav... Sonra ben laf yiyeceğim rektörlükten, Nihat Berker asistanlarına zulmediyor diyecekler."

Profesörden aldığı emre dayanarak başını bilgisayardan kaldırıp masa başındaki adama kaçamak bir bakış attı. "Feza abi?"

"Efendim?"

"Mola vermeyecek misin?"

Genç adam başını kaldırıp duvar saatine baktı. "Çalışmaya başlayalı ne kadar oldu ki— Ovv... Saat ne ara altı oldu yahu?"

"Öğlen yemek molasına da çıkmadın abi," dedi Gülnihal. "İstersen sen ara ver, ben kalıp çalışmaya devam ederim."

"Olur, zaten bugün geç çıkacağım." diyerek sandalyesinden kalktı Feza. Kollarını arkaya esnetip gerindi. "Sen kendi arabanla geldin değil mi?"

"Evet, ne oldu ki?"

"Bugün benim arabayı ev arkadaşıma ödünç verdim. İşleri vardı da... Akşam o gelip beni alacak ama madem araban buradaymış, erken çıkarsın."

"İstersen seni de ben bırakayım abi."

"Yok yok, ben yemekten dönünce git sen. Çocukla sözleştik şimdi, beklemezsem ayıp olur."

Gülnihal başını sallamakla yetindi. Feza laboratuvardan çıktıktan sonra bilgisayara döndü yeniden. Aslında adamı bilerek mola vermesi için uyarmıştı, zira saat altıyla yedi arasında Arzu yanına uğrayacaktı. Kendi arabasının anahtarları da ondaydı. Sabahtan konuşup anahtarları bu saatte getirmesi için sözleşmişlerdi.

Böyle kovalamaca oynamalarının sebebi geçen dönemin sonunda yaşananlardı elbette. Arzu alenen hislerini haykırmıştı Feza'ya, onun kendisini görmediğini söylemişti ve bunun bir ilan-ı aşk olmadığını kimse iddia edemezdi. Feza dışında... Arzu bunun böyle olacağını öngörmüştü. "Söylediklerimi duymamış ya da anlamamış gibi yapacak." demişti olayın akşamında. "Tanıyorum onu Gül. Bana karşılık vermeyeceğini de biliyorum. Bunu gözlerimle görüp vazgeçebilmek için itiraf ettim zaten. Artık özgürüm."

Gülnihal ise Feza'nın kayıtsız kalabileceğine inanmıyordu. Adamın bir şeyler yapacağını düşünmüştü, hiç değilse Arzu'yu karşısına alıp konuşarak mevzuyu kapatmasını bekliyordu. Fakat Arzu haklı çıkmıştı. Yaz tatilinin sonunda okula döndüklerinde Feza hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Gülnihal onun bir iki kez derste yoklama alırken Arzu'nun ismine gelince duraksadığını fark etmişti ama hepsi buydu.

Laboratuvarın kapısı tıklatılınca düşünceleri yarıda kesildi. Çok geçmeden tanıdık bir ses yükseldi dışarıdan. Arzu gelmişti.

"Hocam rahatsız ediyorum ama Gülnihal iki dakika gelebilir mi?"

Gülnihal sesini kalınlaştırarak cevap verdi. "Gülnihal yok sevgilim, içeri gel de yüzünü göreyim."

Kapı hışımla açıldı ve kızıl bir saç kümesi aralıktan içeri uzandı. Arzu'nun tedirginlikle içeri süzdükten sonra ateş saçan bakışlarla ona döndüğünü görünce kahkahayı bastı Gülnihal.

"Cidden beni Feza abi mi sandın?"

"Hayır, senin o varken de bunu yapabilecek kadar densiz olduğunu bildiğimden kontrol edeyim dedim!"

"Merak etme, yemeğe gitti seninki."

"Zıkkımın kökünü yesin!" diye cırladı kız. Ardından içeri girip kapıyı kapattı. "Ayrıca benimki falan değil o Bay Ego!"

Gülnihal pis pis sırıttı. "Geçen dönem öyle demiyordun ama..."

"Geçen dönem beyefendinin bu kadar sinir bozucu bir megaloman olduğunu bilmiyordum çünkü!" dedi Arzu terslenerek. "Adama bak ya... Onun yüzünden mezun olamamayı geçtim, okulda köşe kapmaca oynuyoruz resmen!"

"Kaçma o zaman adamdan Arzu. Gözüne görünmemek için derslere gitmeyen sensin."

"Beni görünce şeytan görmüş gibi davrandığından olabilir mi acaba? Bir kere derse gittim, onda da beyimiz ben yokmuşum gibi davranayım derken tüm dikkati üstümüze çekti." Umutsuzlukla dudağını büktü. "Görmeliydin ya... Bütün amfi bana bakıyordu Gül. Utancımdan yerin dibine girdim!"

Gülnihal neşeli bir kahkaha attı. Doğruya doğru, Feza'nın bu durumla pek başa çıkabildiği söylenemezdi. Yaşanan olayı bütünüyle yok sayıyordu fakat öyle bunu öyle büyük bir ısrarla yapıyordu ki, olayı bilmeyenler bile bir şeyler olduğundan kuşkulanıyordu.

"Ama hata bende, biliyor musun?" diye söylenmeye devam etti Arzu. "Sen çok haklısın. Ona ayak uydurup derslere gitmemekle aptallık ettim. Hem zaten artık erkek arkadaşım da var. Gidip girerim derslere, dönem sonunda da mezun olup kurtulurum buradan."

"Erkek arkadaşım var derken?" Gülnihal hayretle ayağa fırladı. "Sakın bana o kıl kuyrukla çıkmaya başladığınızı söyleme!"

"Henüz değil ama bu akşam teklif edecek kesin." diyerek omuz silkti Arzu. Kızıl buklelerinden birini parmağına dolayıp kıvırmaya başlamıştı. "Ben de kabul edeceğim. Müstakbel eniştene kıl kuyruk demezsen sevinirim."

"Daha düne kadar sen de öyle diyordun!" diye isyan etti kız. "Cidden Arzu, koskoca galakside Erdal Bozkıroğlu dışında birini bulamadın mı?"

"Nesi varmış Erdal'ın?" dedi Arzu huzursuzlanarak. "Tamam, eskiden ben de uyuz oluyordum ama geçerli bir sebebi yoktu bunun. Nazan adamı kötüleyip duruyordu, ister istemez önyargı geliştirmiştim."

"Desene Nazan cadısı ilk kez senin iyiliğine bir laf etmiş."

"Of Gül, başlama yine! Kaç kez söyleyeceğim, senin yerin herkesten başka. Ne Nazan ne başka bir arkadaşım sana rakip olamaz."

Gülnihal bıkkınlıkla gözlerini devirdi. Arzu'ya bu konudaki hislerinin arkadaşça bir kıskançlıktan kaynaklanmadığını anlatamıyordu, zira sebebini kendisi de bilmiyordu. Sadece Nazan denen o kızdan hoşlanmıyordu. Benzer şekilde Erdal denen herifi de gözü tutmuyordu. Eskiden olsa Arzu da o adama yüz vermezdi fakat geçen dönem sonunda yaşanan olay genç kızın kalbini epey kırmıştı. Kırgınlığını öfkeyle perdelemeye çalışsa da Gülnihal onun içten içe ne kadar utandığının farkındaydı.

Söylemeye hazırlandığı sözler bilgisayardan yükselen sesle birlikte yarıda kesildi. Ekrana dönüp baktığında karşılaştığı hata mesajı şaşırtmamıştı onu. Yaklaşık yarım saat önce raporları bastırmayı bitirip yeni deney düzeneklerini hazırlamaya koyulmuştu. Her düzeneğin farklı değişkenler içermesi ve bu değişkenler arasında bir örüntü meydana gelmemesi gerekiyordu. Normalde eline kâğıt kalem alarak kolaylıkla yapabileceği bir şeydi bu. Ne var ki Nihat Hoca bu işlerin bilgisayar vasıtasıyla yapılması konusunda ısrarcıydı.

"Ne oluyor?"

Gülnihal homurdanarak bilgisayara doğru ilerledi. "Aptal şey hata veriyor, ne olacak? Deney düzenekleri için rastgele değişkenler atayacak bir program yazmam lazım ama derleme aşamasında sorun çıkıyor durmadan."

"Göz atmamı ister misin?"

"C dili değil ki bu, BASIC kodu."

Arzu ufak bir kahkaha attı. "Kızım o daha kolay. Çekil kenara, bakayım bi'."

Gülnihal sandalyeden kalkıp kenara çekildi. Kendisi henüz ikinci sınıftı, C dersi almamıştı bile. Arzu ise mezuniyetin eşiğindeydi, üstelik bilgisayarlarla da arası oldukça iyiydi. 'Aslında tam Nihat Hoca'nın aradığı stajyer...' diye geçirdi içinden. Eğer Feza ile aynı ortamda bulundukları zaman patlamaya hazır bir gerginlik yaratmıyor olsalardı stajyerlik için kesinlikle Arzu'yu önerirdi. Hatta belki de...

"Ben bir beş dakika lavaboya gidip gelsem olur mu?"

"Hıhı..." dedi Arzu. Bilgisayar ekranına dalıp gitmişti.

Gülnihal aklına gelen planı uygulamak için fazla düşünmedi. Bodrum kattaki laboratuvardan çıkıp binanın üçüncü katına tırmandı telaşla. Duruma hiçbir şekilde müdahale etmeyecekti. Nihat Hoca odasındaysa bilgisayardaki sorunu anlatıp yardım isteyecekti sadece. Neticede kendisi laboratuvardan çıkarken sorun hala çözülmemişti, dolayısıyla yalan söylemiş sayılmazdı.

Düşündüğü gibi de oldu. Nihat Hoca'dan ayaküstü azarını yedikten sonra profesörle birlikte bodrum kata doğru harekete geçtiler. Merdivenleri inerken bir yandan da dil dökmeye devam ediyordu.

"Hocam Feza abiye— Ay, yani Feza Hoca'ya söylemezsiniz değil mi? Beceremeyip sizden yardım istediğimi duyarsa çok kızar bana."

"Kızım evladım profesör olan benim yahu!" diye celallendi Nihat Hoca. "Asistan hocadan değil, benden korkacaksın asıl!"

"Hocam ben sizden de çok korkuyorum. Yemin ederim korkudan aklım çıktı odanıza gelirken. Lakin ast üst ilişkisi uyarınca doğrudan hesap verdiğim kişi Feza Hocam, emin olun o da sizden çok korkuyor."

"O hergele benden korkuyor olsa, bu saatte laboratuvarda çalışıyor olmazdı. Kaç kez söyledim size, saat beşten sonra okulda işiniz yok. Sonra laf edecekler Nihat Berker asistanlarına zulmediyor diye!"

"Estağfurullah hocam, kimin haddine siz laf etmek?"

"Rektör beyin haddine kızım, oldu mu?"

Gülnihal cevap vermedi. Verecek cevabı tükendiğinden değil, laboratuvara yaklaştıkları için susmuştu. Hoca manzarayı gözleriyle görsün istiyordu. Nitekim kapıyı açtıklarında Arzu başını bilgisayardan kaldırmadan ona seslendi.

"Gül, bu program BASIC'le olmaz yalnız. Gel bak, pointer kullanmak gerekiyor bunda."

"Aa öyle miymiş?" dedi yanındaki profesöre şirin bir bakış atarken. "Ben de sen beceremezsin diye hocadan yardım istemiştim."

Arzu birden ayağa fırladı. "Hangi hocadan?!" diyerek onlara dönerken epey telaşlı görünüyordu fakat karşısında yaşlı profesörü bulunca gözle görülür biçimde rahatladı. Bu durum Nihat Hoca'nın gözünden de kaçmamıştı.

"Hıh, buyur işte!" diye söylendi adam. "Bu da benden korkmuyor!"

-*-

Yaklaşık on dakika sonra laboratuvardaki manzara epey değişmişti. Nihat Hoca bilgisayar ekranındaki kodu gördükten sonra Arzu'nun gitmesine izin vermemişti. Kızı yanına oturtup soru yağmuruna tutmaya başlamış, aldığı cevaplar neticesinde giderek memnun bir ifadeye bürünmüştü.

"Şimdi bu program her derlediğimizde rastgele değişken atıyor yani, öyle mi?"

Arzu gergin bir tavırla başını salladı. "Evet hocam. Normalde rand() fonksiyonu kullanılmıştı, o yüzden sadece bir kez rastgele değişken atıyordu ve sonra aynı değişkenleri tekrar ediyordu. Bu programda fonksiyonun seed değerini UNIX timestamp olacak şekilde değiştirdim. Her geçen saniye UNIX zamanı da bir sayı arttığı için fonksiyonun seed değeri her geçen saniye değişiyor ve asla tekrarlanmıy—"

"Evladım, sorduğum soruya cevap ver." dedi hoca sabırsızlanarak. "Bu program hakikaten rastgele sayı mı üretiyor?"

Arzu ağzını açtı, sonra duraksadı. Birkaç saniye düşündükten sonra daha itidalli bir tavırla başını iki yana salladı. "Teorik olarak soruyorsanız hayır hocam. Hiçbir bilgisayar rastgele sayı üretemez."

"Nedenmiş o?"

"Çünkü bu fizik yasalarına aykırı."

Nihat Hoca keyifli bir el çırpışla sandalyeden kalktı. "Oldu bu iş! Yarın gerekli belgeleri ayarlayalım, stajyer olarak laboratuvarda çalışmaya başlayın."

"N-nasıl yani hocam?"

"Stajyerliğe kabul edildiğinizi söylüyorum işte," dedi hoca basitçe. Ardından Gülnihal'e dönüp baktı. "Siz beni bunun için getirmediniz mi buraya?"

Gülnihal kıvırmaya çalışmadı. "Arzu'nun haberi yoktu hocam."

"Tamam öyleyse, siz arkadaşınıza izah edersiniz." diyerek başını salladı profesör. "Zaten kendisinin son bir dersi varmış, Feza bahsediyordu geçen gün..." Gözlerini kısarak Arzu'ya baktı yeniden. "Şu proje notuna ihtiyacı olan öğrenci sizdiniz değil mi? Normalde kimseye dersi geçsin diye havadan not vermem ama madem burada staj yapacaksınız, öyleyse bu da bir nevi proje yerine geçer. Haksız mıyım küçük hanım?"

Arzu Feza'nın bahsini duyunca şaşkınlıktan cevap verememişti. Gülnihal onun yerine lafa atıldı.

"Çok haklısınız hocam, harika bir fikir!" diyerek destek oldu hocaya. "Zaten Arzu uzun zamandır sizin projelerinizde stajyer olarak yer almanın hayalini kuruyordu. Baksanıza, hayretten konuşamıyor biçare!"

"Kesinlikle ikna oldum." dedi Nihat Hoca. "Neyse neyse... Siz zamanelerin işlerine akıl sır ermez. Ben odama gidiyorum, gerçekten mühim bir şey olmadıkça beni rahatsız etmeyin. Oldu mu hanımlar?"

"Elbette hocam, Feza Hocam gelince ben ona durumu izah ederim. Size şimdiden iyi çalışmalar."

Profesör laboratuvardaki garip atmosferin üzerinde pek durmadı. İyi çalışmalar diledikten sonra yanlarından ayrılıp en üst kattaki odasının yolunu tuttu. Yaşlı adamın gidişiyle birlikte Arzu sandalyesinden kalktı, Gülnihal'e dönüp ellerini beline koyarak konuştu.

"Sen az önce ne yaptığının farkında mısın?"

Genç kız kendini çok daha şiddetli bir tepkiye hazırlamıştı fakat Arzu'nun sakin tavrı karşısında savunmaya geçme şansı bulamadı. Böylelikle, mecburen ne yaptığını düşünmeye başladı. Düşündükçe de yediği haltın olası sonuçları büyüyüp dağ oldu gözlerinin önünde. Anlık bir heyecana kapılıp düşünmeden hareket etmiş, farkında olmadan bir olaylar zincirinin fitilini ateşlemişti. Feza'nın bu duruma nasıl tepki vereceğini tahayyül edemiyordu bile. Geçen haziran yaşanan olayın ardından Arzu'yla aynı amfide bulunmaktan bile rahatsızlık duyar olmuştu. Gülnihal birkaç kez olanları onunla konuşmayı denese de genç adam her seferinde son derece sert bir tavırla onu susturmuştu.

Gerçek şu ki, Feza'nın Arzu'nun adını duymaya bile tahammülü yoktu.

Ve bu ikili, Gülnihal yüzünden az önce aynı laboratuvara hapsolmuştu.

⋆ ────── • ⋅ ✦ ⋅ • ────── ⋆

"Öteki bensin sen
pusmuş beklersin ezelden beri
Suların belirsiz
ararsın beni.

Boşunadır."

Jorge Luis Borges, Sonsuz Gül

ARAS

Uyku, bilincimin tüm parçalarının özgür kalabildiği tek diyardı.

Seher vaktinin karanlıkla aydınlık arasına sıkışıp kalmış maviliği çayırda gizli bir sığınak yaratmıştı. Havada insana yaşadığını anımsatan bir ferah bir esinti vardı. Serin çiy taneleriyle ıslanmış otların arasında yürürken epeyce uzaklarda, dağların göğü delen ufuklarında fırtınanın usulca homurdandığını duyabiliyordum. Bulutların ötesinden yükselen nal sesleri kadim bir dostun güven verici varlığı gibiydi. Hiç yaşamadığım bir hayata ve hiç var olmadığım bir kainata dair anılarım zihnime süzülüyor; uyandığımda hatırlayamayacağım dehşet verici gerçekleri yüzüme çarpıyordu.

Bunları onunla paylaşmak istedim, fakat bilincimin azınlık parçası başka bir rüyanın içine hapsolmuştu. Benim rüyalarımdan çok daha saftı onun gördükleri. Sembollerden ve bilince yansıyan sezgilerden arındırılmış primitif bir gerçeklikti. Tufanın bile öncesinde kalan karanlık çağlardan, insanlığın bilinçle yeni tanıştığı arkaik devirlerden kalma rüyalar gibiydi. Saf, derinliksiz ve ürpertici.

'Demek kendi rüyalarını görmeye başladı, ha?'

Sanatçı'nın sesini duyunca Adsız'ın karanlık rüyalarını izlemeyi bıraktım. Siyaha süzülen mavi mürekkep sönümlendi. Yeniden çayıra döndüğümde yalnız olmadığımı gördüm. İbrahim Saral'ın yarısı çürümüş cesedi karşımda duruyordu. Hiç bilmediğim bir alfabeye ait dört sembol damgalanmıştı alnına. Konuşamıyordu fakat tüm çaresizliğiyle, adeta yakarırcasına benden bir şey istediğini anlamıştım. Acıma hissiyle ona doğru bir adım attığımda Sanatçı'nın gölgesi karşıma dikildi.

'Bırak.' dediğini duydum. 'Sen, ona ölümü veremezsin.'

Bunu istesen de yapamazsın der gibi değil, asla yapmamalısın der gibi bir tavırla söylemişti. Ardından omzumun arkasında kalan bir noktayı işaret etti başıyla. Gösterdiği yere dönerken bastığım toprak şiddetli bir şekilde sarsılmaya başladı. Deprem oluyordu.

Sonra sarsıntı birdenbire kesildi. Sanatçı ve İbrahim Saral'ın cesedi arkamda kaldığı için neler olduğunu göremedim. Onun varlığını işaret edecek bir ses, bir işaret de yoktu ama az önce annemin geldiğini biliyordum. Annem böyle gelirdi rüyalarıma. Hayatımdan giderken olduğu gibi şiddetli bir deprem sarsıntısıyla geri dönerdi. Ve asla yüzünü göstermezdi, doğrudan karşımda belirmezdi, sesini duymama izin vermezdi. İçten içe onun derin bir utanç duyduğunu, yüzüme bakacak cesareti olmadığı için benden kaçtığını hissediyordum ama ne önemi vardı ki? Gereken yerde, gereken zamanda ve gerektiği şekilde yanımda olamamış bir ebeveynin yokluğunu hangi gerekçe telafi ederdi? Sineye çekip devam etmek zorundaydım.

Ve ben de öyle yaptım.

Çoktan yitirdiğim geçmişi ardımda bırakıp çayırda ilerlemeye devam ettim. Yürüdükçe otların rengi açıldı, griye çalan seher mavisi gökyüzü bahar güneşiyle aydınlandı. Neşeli kahkahalar çalındı kulaklarıma. Gelecekteki güzel günlerin beni çağırdığını duyabiliyordum ama seslerin hangi yönden geldiğini anlayamıyordum.

"Ya anne ıstırmaaa!" diyerek kahkaha attı ufak bir çocuk. "Abiiii ya'dım ett, annem beni dıdıklıyoo!"

2-3 yaşlarında bir kız çocuğunun sesiydi bu. Annesi onu gıdıklıyor olacak ki gülmekten zar zor konuşuyordu. Seslerin geldiği yöne doğru yürürken bir oğlan çocuğunun da şamataya katıldığını duydum.

Çalılıkları geçtiğimde oğlanın kendisi de karşımda belirdi. 4-5 yaşlarında olmalıydı, üzerine bir fenerbahçe üniforması giymişti. Annesiyle kız kardeşine doğru koşarken kahkahalarla gülüyordu. Kuzgun karası saçlarında ve haylaz parıltılarla ışıldayan masmavi gözlerinde tanıdık bir şeyler vardı. Benim çocukluğumdu bu.

"Biz de annemi gıdıklayalım!" diye coşkuyla seslendi kız kardeşine. "Çüçücük zaten, ikimize gücü yetmez!"

Çimlerde oturan genç kadını gördüğümde yanıldığımı anladım. Oğlan benim çocukluğum değildi. Benim çocuğumdu. Zira annesi Melek'ti. Üzerinde onu ilk gördüğüm gün giydiği mavi elbisesi vardı. Yüzünü göremiyordum ama güneşin altında bir yangının yalımları gibi parlayan bu kızıl saçları nerede olsa tanırdım. Kollarının arasında ise kendisi gibi kızıl saçlı, masmavi gözleri hariç onun kopyası gibi görünen 3-4 yaşlarında beyaz elbiseli bir kız çocuğu taşıyordu. Onlara doğru koşan oğlana gülerken rüzgarda dalganan kızıl saçlarıyla dünya tatlısı bir tablo gibi görünüyorlardı.

"Aa bak sen şu mavişlere!" diye isyan etti Melek. "Asıl siz çüçücüksünüz!"

"Deyiliss!"

Diye isyan etti yalandan. Ufak bir kahkaha atarak kucağında oturan kızı öptü. "Söyle bakalım Nihal, kimmiş çüçücük?!"

Ufak kız neşeyle kıkırdadı. "Bisss!"

"Aynen öyle annecim! Çüçücüklerimsiniz siz benim—"

Cümlesini tamamlayamadan oğlan üstüne atladı. Abisinin taarruza geçtiğini görünce küçük kız da katıldı ona. İkisi el birliğiyle annelerini yere devirip gıdıklamaya başladılar. Onların mutluluğu beni de neşelendirmişti, manzaraya dahil olmak için şiddetli bir istek belirdi içimde. Fakat yanlarına gidemedim.

Ben yukarıda mutlulukla bezeli bir rüya görürken, Adsız aşağıda kabuslar tarafından kuşatılmıştı. Ne gördüğünü bilmiyordum, bakmak istememiştim ama içine düştüğü dehşet bana da sirayet ediyordu. Sahi, Adsız'ın kabusu neydi acaba?

Bunu o kabusla yüzleşene dek öğrenemeyecektim. Zira Melek'in yanına gitmek üzere harekete geçtiğimde aşağıdaki savaş sona erdi. Mağaradaki benliğimin kabusu tarafından mağlup edildiğini hissettim. Gördüğü rüyanın içinde ölünce uyanmaktan başka şansı kalmadı.

Adsız'ın uyanışı, beni de gerçekliğe uyandırdı.

-*-

Gözlerimi araladığımda akşamın erken saatlerindeydik. Dün gece babamla tartıştıktan sonra onu Lavinia'yla birlikte arabada uyuması için dışarı gönderebilmiştim. Çok geçmeden ben de rektörle görüşmeye gitmiştim. Biraz uğraştırsa da en sonunda Melek'in doktorunu değiştirmeye ikna olmuştu. Yeni doktorla da pek anlaşabildiğim söylenemezdi ama hiç değilse on ayrı hastaya birden bakması gerekmiyordu.

Sabah da yoğun bakım koridoruna dönmüştüm işte. Melek'i izlerken ne ara uykuya daldığımı bile hatırlamıyordum.

"Gardeşim yabancı değilim ben!"

Yükselen sesi duyunca başımı çevirip koridorun ucuna baktım. Ellili yaşlarda, bana bir yerlerden tanıdık gelen bir adam korumalarla tartışıyordu. Elinde kolonya, süt ve bisküvi içeren şeffaf bir torba vardı.

"Kimseyi almıyoruz beyefendi, lütfen gider misiniz?!"

"Gitmiyorum yav, Melek'i görmeden şuradan şuraya gitmem!"

"Selim göndersenize oğlum adamı!" diye bağırdı Alper. "Aras Bey'i uyandıracaksınız!"

İç çekerek sandalyeden kalkıp yanlarına doğru ilerledim. İki gündür buradaydık, kimse ziyarete gelmemişti. Çoğu kişinin haberinin olmadığını biliyordum ama Melek'in kaybolduğunu Ada biliyordu. Gerçi sonrasında beni aramış olabilirdi, şirketten ya da partiden kimse rahatsız etmesin diye dün sabah kapatmıştım telefonumu.

"Alper ne oluyor?"

"Kusura bakmayın efendim, beyefendi ısrarla Melek Hanım'ı görmek istiyor."

Kim bu dercesine bir hareket yaptım. Cevabı adamın kendisi verdi.

"Mükremin Yücesoy." dedi ciddiyetle. "Melek'in eski patronuyum."

Başımı çevirip Alper'e baktığımda bıkkınlıkla açıkladı. "Cafe MuckRemin vardı ya hani... Melek orada çalışıyordu bir ara—"

Evet, nihayet hatırlamıştım. Adamı karşımda görünce keyfim hepten kaçtı. Acaba hangi yüzle buraya gelmişti? Zira kendisine zamanında epey para dökmüştük. Bu sayede kıza ağır işler yaptırmamasını sağlıyorduk. Sonra bir ara yurtdışına çıkmam gerekmişti, ödeme için talimat vermeyi unutmuştum ve döndüğümde Melek'i gözümün önünde kafeden kovmuştu. İt herif...

"Siz nereden öğrendiniz Melek'in burada olduğunu?"

"Benim birader onların mahallede oturuyor. Herkeslerin kızı aradığını duyunca bana söyledi. Ben de hanımdan Melek'in anasının numarasını aldım, burada olduğunu duyunca-"

"Peki neden geldiniz? Eğer anlaşma içinse, o defter çoktan kapandı."

"Ne anlaşması gardeşim?"

Adamı tersleyecekken Alper'in bana kaş göz yaptığını fark ettim. Pekala... Görünüşe bakılırsa burada bir haltlar dönüyordu. "Bir dakika, geliyorum." dedim adama dönüp. Ardından yanımdaki adama ufak bir baş hareketi yapıp koridorun diğer ucuna doğru yürüdüm. Adamdan birkaç metre uzaklaştıktan sonra Alper'e döndüm yeniden.

"Ne oluyor?"

"Anlaşmayı bu adamla yapmamıştık." dedi fısıldayarak. "Adamın Hasan isminde bir kardeşi var. Yanardöner itin teki... Bizimle anlaşan oydu."

"Abisinden habersiz?"

"Aynen öyle. Zaten bu herif bilse kardeşini öldürür."

"Yahu bu adam para delisi manyağın teki değil miydi?"

"Manyak olduğu doğru... Cimri olduğu da... Ama başkasından para almıyor. Seneler önce pis işlere bulaşmış, sonra da tövbe mi etmiş ne... Zamanında bizim çocuklardan ikisini anlaşma yapmak için gönderdiğimde para lafını duyunca levyeyle dalmıştı."

"Ulan o zaman Melek'i neden kovdu işten?"

"Bu değildi ki, kardeşi Hasan'dı o... Bu herifin Melek'e bayağı yardımı dokunmuştu, bizden önce de kızı epey koruyup kollamış."

Hay sikeyim... Zamanında yediği halttan sonra maliyedeki tanıdıklara haber gönderip herifin başına bela açmıştım ben. Sonrasında akıbetinin ne olduğunu bilmiyordum, kontrol etmek aklıma gelmemişti ama en iyi ihtimalle ağır para cezası yemiş olmalıydı.

"İlk fırsatta adamı tekrar araştır." dedim Alper'e. "Melek işten ayrıldıktan sonra para cezası mı yemiş, başka bir şey mi olmuş öğren. Zararı neyse çaktırmadan telafi edeceğiz."

Bir anlığına duraksadı, sonra anlamış olacak ki hafifçe yüzünü buruşturdu. Alper yanımdan uzaklaşırken ben de yeniden adamın yanına döndüm. Kolonya ve bisküvi poşetiyle birlikte son derece kararlı bir şekilde beni bekliyordu. Bilmeden de olsa yaptığım kötülükten sonra herifi yaka paça dışarı attıramazdım. Zaten Melek'in yanına girmesi mümkün değildi, birkaç dakikalığına camdan görse ne olacaktı ki?

"Buyurun, şuradan gidelim."

Ben önde, Mükremin Bey arkada yürümeye başladık. Yoğun bakımın önüne vardığımızda sessizce camın ardında dikilip içeride yatan kızı izledik. Hemşireler vücudunu temizleyince bacaklarındaki morluklar daha da belirginleşmişti. Solunum cihazı yüzünün büyük bölümünü kapattığı için yalnızca alnı görünüyordu. Kolundaki bandajın altında avuç içi büyüklüğünde bir yanık izi bulunduğunu biliyordum.

Mükremin Yücesoy teatral tepkiler vermedi, gördüğü manzara karşısında gözyaşlarına boğulmadı. Fakat meyve suyu torbasını kavrayan ellerinin yumruk halini aldığını, parmak boğumlarının beyazlaştığını gördüm. "Temiz kızcağızdı." dedi iç çekerek. "Hey gidi dünya... Kıymışlar tertemiz kızcağıza."

Hiçbir şey söylemedim. Mükremin Bey de başka bir şey sormadı zaten. Elindeki meyve suyu poşetini koridordaki sandalyeye bıraktı, gitmeden hemen önce bir eliyle hafifçe omzuma vurduğunu hissettim. Sonra arkasını dönüp ağır adımlarla uzaklaşmaya başladı. Adam gözden kaybolurken alnımı cama yaslayıp gözlerimi kapadım. Tam şu anda gördüğüm rüyaya dönebilmeye evrendeki her şeyden çok ihtiyacım vardı.

Islak kirpiklerimin ardında karanlıktan başka bir şey bulamadım.

⋆ ────── • ⋅ ✦ ⋅ • ────── ⋆

"Öyleyse Melek komada değil." diye özetledim anladıklarımı. "Onu siz komaya soktunuz, bu yüzden kendine gelmiyor. Doğru anlamış mıyım?"

Karşımda duran asistan doktor cevap vermeden önce derin bir sessizliğe büründü. Suskunluğunun asaletinden veya cehaletinden kaynaklandığını pek sanmıyordum. Türk hekimlerine özgü bir refleksti bu, kritik sorulara yanıt vermeden önce bir anlığına durup dayak yeme ihtimallerini hesaplıyorlardı.

"Hasta buraya getirildiğinde zaten komadaydı." diyerek aynı sözleri beşinci kez tekrarladı. "Biz yalnızca anoksinin yıkıcı etkilerini azaltabilmek adına indüklenmiş bir yöntemle durumun devamlılığını sağlıyoruz."

"Tamam işte, bu yüzden komada yani. İndüklenmiş komayı kestiğinizde Melek kendine gelecek. Bunu mu söylemek istiyorsunuz?"

"Tam olarak değil... Aslında hastanın durumuyla ilgili net bilgiyi hocamızın vermesi daha uygun olur. Kontrolleri bizzat kendisi yürütüyor."

Adamın defansif tutumu yüzünden çıldırmama ramak kalmıştı. Sabrımın son kırıntılarına sığınarak derin bir nefes aldım. Belki de babamı çağırıp asistandan bilgi alma işini ona devretmeliydim. Emekli savcıydı sonuçta, sorgulama tekniklerine benden daha hakim olduğu kesindi.

"Doktor bey, emin olun ben de kontrolleri yürüten kişiden bizzat bilgi almayı tercih ederim ama hocanız bizimle görüşmüyor."

Profesör şu ana dek bizimle sadece bir kez muhatap olmuştu, onda da ben odasına gitmiştim. İçeri girdiğimde de pek bilgi vermemişti zaten, gerekli bilgilendirmeyi asistanların yapacağını söyleyerek beni göndermişti.

"Kendisi biraz meşgul aslında..."

Devlet hastanesinde olmanın dezavantajları... Doktorlar fazla yoğundu. Melek'in yasal vasisi Efsun manyağı olduğu için onu başka hastaneye götüremiyordum, doktor değiştirme talebinde bile bulunamıyordum. Mecburen rektörle özel bir görüşme yapıp Melek'in doktorunun yeni bir hastayla ilgilenemeyecek kadar yoğun olduğunu fark etmesini sağlamıştım. O esnada Alper de ufak bir soruşturma yapıp hastanede alanının en iyilerinden bir profesörün bulunduğunu öğrenmişti. Kendisi ailevi sebeplerden ötürü bir süredir izinde olduğu için takibini yürüttüğü başka hastası da yoktu. Rektörün ricası üzerine bir aylık yıllık iznini üç gün erken bitirmeyi kabul edip hastaneye gelmişti.

"Başka hastalarıyla mı ilgileniyor?" dedim bıkkınlıkla iç çekerek. "Öyleyse yeniden doktor değiştirme talebinde bulunmanız gerekecek."

Cevabı başka biri verdi. "Bunun probleminizi çözeceğini pek sanmıyorum."

Evet, profesör gelmişti. Arkama döndüğümde kırklı yaşların ortalarında, çıtı pıtı bir kadınla karşılaştım. Biraz keyifsiz görünüyordu, biraz da asabi... Tatilini erken bitirmesi için yaptığımız emrivakiyi hoş karşılamadığı her halinden belliydi.

"Peki sizin çözüm öneriniz nedir?" diye sordum en nazik tavrımı takınıp. "Bizimle ilgilenmenizi nasıl sağlayabilirim?"

"Affedersiniz, sizin bir sağlık probleminiz mi var?"

"Hayır ama—"

"Aynı anda hem hastayla ilgilenip hem de hasta yakınlarına psikolojik destek sağlayamam." diyerek kesti sözümü. "Eğer tedavi sürecinden memnun değilseniz başka bir hastaneye sevk işlemi başlatabilirsiniz."

Efsun Aksoy'un geberip gittiği bir evrende yapacağım ilk şey bu olurdu. Fakat bu konuda Lavinia'ya söz vermiştim. Üstelik haksız da sayılmazdı, Melek kendine geldiğinde onu annesinin tüm bu olanlardan sonra kazara geberdiğine inandıramazdım.

Doktora ters bir cevap vermek üzere ağzımı açmışken birinin elini omzuma koyduğunu hissettim. Babamdı. Tek kelime bile etmemişti ama bir şekilde sohbeti ona devretmemi istediğini anladım.

"Oğlumun tavrı için lütfen kusura bakmayın." dedi yüzünde nazik bir tebessümle. "Nişanlısının durumu onu derinden etkiledi. Aile içi bazı tatsız durumlar da mevcut."

Babamın centilmen tavrı profesörün sert tavrına baskın gelmişti. Kadının hafif bir bocalama eşliğinde başını salladığını gördüm.

"Anlıyorum ama maalesef burası özel muamele bekleyebileceğiniz bir yer değil. Dediğim gibi, dilerseniz başka bir hastaneye sevk işlemlerini başlatabilirsiniz. Hem sizin için de daha uygun olur."

Bunları söylerken göz ucuyla koridorun girişinde nöbet tutan korumalara bakmıştı.

"Biz de öyle düşünmüştük ama kızımızın annesi biraz zorluk çıkarıyor. Hastanın yasal vekaleti onda olduğu için şimdilik buradan ayrılmamız pek mümkün değil."

Dayanamayıp lafa karıştım. "Melek'in durumu hakkında bilgi verecektiniz."

"Bakın size sabah da söyledim, şu an net bir bilgi vermek için henüz çok erken." dedi doktor bana dönerek. "Önceki doktorunuz neler söyledi bilmiyorum ama ben prognostik değerlendirmeyi arrestten, yani hastanın kalbinin durmasından 72 saat sonra yapmayı uygun görüyorum."

Babam tekrar lafa karıştı. "En azından hekim olarak görüşünüzü paylaşamaz mısınız? Önceki doktor akciğer nakli için gerekli belgeleri şimdiden hazırlamaya başlamamızı önermişti."

"Fazla iyimser bir yorum olmuş." dedi profesör. "Hayati tehlikesi olan bir hastanın nakil listesine alınması mümkün değildir."

"Peki hayati tehlikeyi atlattığında organ nakli olması gerekecek mi?"

"Bunu şu an bilemeyiz. Dediğim gibi şu an hastayı muayene etsek bile sağlıklı bir sonuç alamayız, dolayısıyla organ yetmezliği konusunda da bir karara varamayız. Kaldı ki, bu koşullar altında organ nakli zaten mümkün değil. Hastaların nakil listesine girebilmesi için belirli kriterleri karşılaması gerekiyor."

"Siz Melek'in bu kriterleri karşılamayacağını mı düşünüyorsunuz?"

Kadın babamın ısrarlı sorgusu karşısında iç çekerek pes etti. "Bakın dürüst olacağım, tablo pek iç açıcı görünmüyor. Hasta buraya getirildiğinde komadaydı, ki bu kötü bir durum. Sonra ikinci bir kardiyak arrest gerçekleşti, ki bu daha da kötü bir durum. Kalp durduğunda beyne oksijen gitmez, bu da anoksik beyin hasarına sebep olur. Tabi mühim olan hasarın şiddeti ama bunu da şu an tespit edemiyoruz."

"Komada olduğu için mi?"

"Şu an onu komadan uyandırmak tehlikeli olacağı için." diye düzeltti. "Hasta zaten komadaymış. Ben geldiğimde ikinci kardiyak arrest gerçekleşti ve değerlerini görünce beyin ödemi riskini fark ettim. Bunu önlemek için de kendine gelmesini beklemeden hastayı indüklenmiş komaya soktuk. Eğer üçüncü bir kardiyak arrest yaşanmazsa ve değerleri yeniden dengesiz hale gelmezse, 72 saat sonra uyandırma girişiminde bulunacağız. Aslında ben de sizinle bunu—"

Dayanamayıp lafa karıştım. "Peki ya üçüncü kardiyak arrest yaşanırsa?"

"Bakın, kardiyak arrestin ciddiyetini tam olarak anladığınızdan emin değilim." dedi doktor kelimeleri dikkatle seçerek. "Bu sıradan bir sağlık problemi değil, Aras Bey. Kalp krizi değil, kalp damarlarıyla alakalı bir sorun veya ritim bozukluğu da değil. Kardiyak arrest resmi olarak klinik ölüm demektir, anlatabiliyor muyum? Hasta bir kez daha ölürse onu geri getirme şansımız çok düşük olacaktır. Beyin hasarı olmadan hayata dönme şansı ise neredeyse imkânsız."

"Ne yani... Melek hiçbir zaman eskisi gibi olamayacak mı?"

Profesör bir anlığına duraksadı. "Her vaka farklıdır. Özellikle beyin hasarı gibi durumlarda hiçbir hasta diğerine benzemez çünkü her insanın beyin yapısı ve nöral bağlantıları farklıdır. Dolayısıyla her hasta ilaçlara ve tedaviye farklı tepkiler verir. Eğer anoksik hasarın derecesini, etkilenen hücrelerin ve bölgelerin tam olarak yerlerini bilebilseydik çok daha hedef odaklı bir tedavi uygulardık. Fakat bırakın bu bilgilere sahip olmayı, beynin içini doğrudan görüntülememiz bile olanaksız."

Derin bir nefes aldım. "Beyin hasarı onu nasıl etkileyecek?"

"Bunu da bilemeyiz." dedi doktor. "Beyin hasarı vakalarının en can sıkıcı yanı, hasarın tam olarak nereyi etkilediğini bilemiyor oluşumuzdur. Serebellum ve bazal gangliyonların hasar görmesi hareket ve koordinasyon sorunlarına sebep olabilir. Oksipital lobda hasar gelişirse kortikal körlük veya Anton sendromu oluşabilir. Ön lobda hasar meydana gelirse yürüme işlevinde sorunlar gelişebilir. Karar verme, muhakeme ve düşünce süreçlerinde de sorunlar oluşabilir. Frontal lob hasarı karakterini birçok yönden değiştirebilir. Temporal lobun iç yüzeyinde bulunan hipokampus hafıza fonksiyonu için son derece kritik bir yapıdır ve anoksik hasara karşı oldukça hassastır. Serebral anoksiyi takiben hafıza problemleri çok yaygın görülür ve oldukça şiddetli olabilirler. Şu an hasta beyin sapı refleksi gösteriyor, değerlerinde anlam veremediğimiz bir anomali var ama onu stabilize edebilirsek 72 saatin sonunda komadan uyanabileceğini düşünüyorum. Fakat geri gelen kişinin o olacağını garanti edemem."

"Anlamadım— Geri gelen kişinin başka biri olabileceğini mi söylüyorsunuz?"

Neyi kastettiğini çözememiştim. Suzan da beyin hasarı geçirmişti, komada kalmıştı fakat bilinci açıldığında geri gelen kişinin o olduğunu biliyordum. Göz kapaklarından başka hiçbir yerini hareket ettiremiyordu ama yine de oydu benimle iletişim kuran kişi.

"Anlamadım—" dedim şaşkınlıkla. "Benim bir arkadaşım da beyin hasarı geçirmişti. Hatta yüksekten düştüğü için omuriliği de kırılmıştı. Ama komadan uyandığında aynı kişiydi, yani fiziksel açıdan birçok problemi vardı ama başka bir insan değildi. Melek kafa darbesi bile almadı..."

"Kendiniz söylüyorsunuz, hasta kafa darbesi almadı. Fiziksel darbe yüzünden bu halde olsaydı travmaya bağlı beyin hasarı geliştiğini düşünürdük. Travmatik beyin hasarında genelde nöronlar arasındaki mesajları ileten akson çıkıntıları zarar görür ve beyin bunu telafi etmek için alternatif bağlantılar oluşturabilir. Anoksik beyin hasarında ise genellikle beyin hücrelerinin gövdesi hasar görür. Yani hastanın sadece motor nöronlarında hasar yok, oksijensizlik beynin bütününe hasar verebilir. Bu da olduğu insanı silecektir. Çünkü beynindeki nöronlar sadece vücudunun işlemesini sağlamıyor. Kişiliği de orada."

Gerçek hayatta, çok büyük acıları içinizde hissetmezsiniz. Acı içinizden çıkıp dışarınızdan saldırır size. Şeytani bir ruhun musallat olması gibi görünmez, baş edilemez ve belirsiz bir düşmanla savaşırsınız. Büyük acılar, uyanamadığınız kabuslara benzer. Üstünüze kışlık kıyafetler giyip, karnınızı tıka basa doyurup, kırk beş derece sıcağın altında maraton koşusu yapmak gibidir. Can yakmaktan ziyade, bunaltıcı bir histir.

Doktorun sözlerini duyduktan sonra zihnimin içinde bir köşeye çekilip Melek'in kişiliğinin önemli olup olmadığını düşünmeye başladım. İnsan birini severken, onun fiziksel parçalarından kolaylıkla feragat edebiliyor. Çoğu insan için bu sözlerin gerçeği yansıtmayacağı muhakkaktı fakat ben Melek'i kolu bacağı olmadan da seveceğimi biliyordum. Hayatımızın büyük kısmı onun drama sevdasından kaynaklanan bir trajediye dönüşürdü ama ayrılmazdık. Dört sene boyunca elini bile tutmadan, hatta bazen aylarca sesini bile duymadan onu sevdiğime göre aşkımın fiziksel bir özelliğinden kaynaklanmadığı kesindi. Bunlardan feragat edebilirdim.

Fakat kişiliğine gelince, zihnimdeki çarklar duruyordu. Ona olan hislerimin beyniyle alakalı olduğunu biliyordum, fiziksel bir şey değilse oradan kaynaklanmak zorundaydı. Neyine vurulmuştum acaba? Neden son yıllarımın büyük kısmını onu görme ihtiyacıyla kıvranıp durarak geçirmiştim? İlk görüşte beni fena çarpmıştı, orası muhakkak. Ama hislerimin aşka dönüşmesi birkaç ay sürmüştü. Melek'te bir kara deliğin korkunç çekim gücüne eşdeğer, yörüngesine girmemek için aylarca çabalasam da kaçamadığım bir şeyler vardı ve uzun zaman önce olay ufkunun ötesine geçtiğimi biliyordum. Sonra ise kendine çeken bir şeyler vardı, fakat kaynağı muammaydı.

"Söylediğim gibi, tüm bunlar yalnızca ihtimallerden ibaret." dediğini duydum doktorun. "Eğer hastayı stabilize edebilirsek 72 saatin sonunda iyi bir durumda da uyanabilir."

Babam lafa girdi. "Durumu hala stabil değil mi?"

"Birkaç saat önce stabil hale geldi ama aynı durumun tekrar etmeyeceğinden emin olmam gerekiyor." dedi doktor. "Buraya gelmemin sebebi de buydu. Önceki doktorunuz detaylı bir hasta öyküsü almış ama bizzat teyit etmek istiyorum. Beyefendi nişanlısıydı, değil mi?"

"Aras." diyerek beni dürttü babam. "Doktor hanımın sorularına cevap vermen lazım."

İçine daldığım düşüncelerden sıyrılıp doktora baktım. Bilmediğim bir sebepten ötürü hayli gergin görünüyordu. Başımı salladığımı görünce önceki doktorun sorularını tekrar sormaya başladı.

"Hastanın düzenli olarak kullandığı bir ilaç var mıydı?"

"Ventolin kullanıyordu, astımı için—"

"Onun dışında." diyerek kesti sözümü. "Ventolin dışında kullandığı bir ilaç var mıydı?"

"Yoktu."

"Peki uyuşturucu?"

Başımı net bir şekilde iki yana salladım. "Mümkün değil."

"Bir böcek ya da yılan tarafından ısırılmış olabilir mi?"

"Bu havada mı?" diye sordum şaşkınlıkla. "Hayır, hiç sanmıyorum. Tam olarak neyden şüpheleniyorsunuz?"

"Hastanın değerleri vücudun yabancı bir maddeye tepki verdiğini düşündürüyor." diye cevap verdi. Ardından dalgın bir tavırla ekledi. "Belki de yabancı sandığı bir şeye—"

Duraksadı. Zihnini kurcalayan şeye bir cevap bulmuş gibi görünüyordu.

"Doktor Hanım bir şey mi oldu?" diye sordum sabırsızlanarak. "Melek'in bilmediğimiz bir sağlık problemi mi var?"

"Hayır, sağlık problemi olduğunu sanmıyorum." dedi kendi kendine konuşur gibi. Ardından başını çevirip bana baktı.

"Aras Bey, nişanlınızın hamilelik şüphesi var mıydı?"

⋆ ────── • ⋅ ✦ ⋅ • ────── ⋆

Önemli Not:

Doğum günümde gönderdiğiniz hediyeler için bir de buradan teşekkür etmek istedim. Bilhassa klavye, bu bölümü yazmamda gerçekten çok yardımcı oldu. İyi ki varsınız. ❤️

Bununla birlikte ben de sizler için bir şeyler yapmak istiyorum. Bildiğiniz üzere maddi durumum çok iyi sayılmaz, o nedenle bu kısıtlı bütçeyle yapılan bir çekiliş olacak ama içinizden üç kişiye (ikisi bu yıl YKS'ye giren öğrencilerden olacak) Amazon'dan hediye kartı vermek istiyorum. Tahmini her kart 150-200 lira arası bir meblağ olacak. Çekilişi bugün Instagram'da yaptığım ankete katılan okuyucular arasından seçeceğim. Eğitim düzeyinizi soran bir anket yapmıştım, bu sayede bu yıl YKS'ye giren öğrencileri belirlemiş oldum. Kartlardan ikisini sınav hediyesi olarak onlara, birini de üniversite öğrencisi şıkkını seçenlere vermek istiyorum.

Kazananları birkaç gün içerisinde Instagram hesabımızdan duyururum. Bu arada umarım bölümü beğenmişsinizdir.

En kısa zamanda tekrardan görüşmek dileğiyle, sevgiyle kalın!

- Nilf Trismegistus

Continue Reading

You'll Also Like

13.4K 942 16
"Firuze var oldu, aşık oldu, bir oyun oynadı ve yedi dakika önce öldü."
13.9K 118 10
Dikkat 18 yaşından küçükler için uygun değildir. İçersinde kadim büyüleri ve daha fazlasını barındıran bu hikaye şamanlıktan cadılığa kadar herşeyi...
Zirvede Tiyatro By sena

General Fiction

7.6K 208 1
Bütün hislerimi ve davranışlarımı genel yargıya uyumlu tutmak zorunda olmadığımı fark ettikten sonra yaptığım ilk şey, birini öldürmek olmuştu. Tatsı...