AY KUŞAĞI SERİSİ : T&M&I

buseyaren95 által

805K 12K 2.4K

Helena Lincoln sabırlıydı, merhametliydi ve güvenilirdi ama... Asla cesur değildi. Ve tarihte cesaret olmadan... Több

TEMPERSİTAR - PROLOG
TEMPERSİTAR - 1.BÖLÜM - ÇAĞRIYA İCABET ETMEK
TEMPERSİTAR - 2.BÖLÜM - EVRENİN VAROLUŞU
TEMPERSİTAR - 3.BÖLÜM - KALMAK İÇİN ÇOK GEÇ
TEMPERSİTAR - 4.BÖLÜM - AKADEMİYE HOŞGELDİN
TEMPERSİTAR - 5.BÖLÜM - HAYATIN GERİ KALANINA İLK ADIM
TEMPERSİTAR - 6.BÖLÜM - TEMPERSİTARLAR
TEMPERSİTAR - 7.BÖLÜM - YENİ BAŞLANGIÇ, YENİ ZORLUKLAR
TEMPERSİTAR - 8.BÖLÜM - YENİ HAYATIN İLK ALIŞVERİŞİ
TEMPERSİTAR - 9.BÖLÜM - İLK GÜN HEYECANI
TEMPERSİTAR - 10.BÖLÜM - YAKINLIK, UZAKLIK
TEMPERSİTAR - 11.BÖLÜM - KAZANIYOR GİBİ
TEMPERSİTAR - 12. BÖLÜM - BİR SIFIR
TEMPERSİTAR - 13. BÖLÜM - PHLOX DIVERICATA
TEMPERSİTAR - 14.BÖLÜM - BÜYÜK HABER
TEMPERSİTAR - 15. BÖLÜM - TATSIZ KEŞİF
TEMPERSİTAR - 16.BÖLÜM - HAYAL GECE KURULMAZ
TEMPERSİTAR - 17.BÖLÜM - CADI KAZANI
TEMPERSİTAR - 18.BÖLÜM - ALTIN KAFESTEKİ KUŞ
TEMPERSİTAR - 19.BÖLÜM - KIYAMET BORUSU
TEMPERSİTAR - 20.BÖLÜM - SONUN BAŞLANGICI
TEMPERSİTAR - 21. BÖLÜM - YEDİ BÜYÜK GÜNAH
TEMPERSİTAR - 22.BÖLÜM - CEHENNEM RESİTALİ
TEMPERSİTAR - 23. BÖLÜM - EPİLOG
METALLUM - PROLOG
METALLUM - 1.BÖLÜM - GEÇMİŞİN HAYALETLERİ
METALLUM - 2. BÖLÜM - YÜZLEŞME
METALLUM - 3.BÖLÜM - EN KARANLIK GECE
METALLUM - 4.BÖLÜM - ÖLÜM ÖPÜCÜĞÜ
METALLUM - 5.BÖLÜM - GEÇMİŞİN İZLERİ
METALLUM - 6.BÖLÜM - KOCA BİR BOŞLUK
METALLUM - 7.BÖLÜM - TEHLİKE ÇANLARI
METALLUM - 9.BÖLÜM - BAŞARISIZ
METALLUM - 10.BÖLÜM - UZUN YOL
METALLUM - 11. BÖLÜM - DÜŞMAN UYKUSU
METALLUM - 12. BÖLÜM - YOL ARKADAŞI
METALLUM - 13.BÖLÜM - PARAMPARÇA
METALLUM - 14.BÖLÜM - KASIRGA
METALLUM - 15.BÖLÜM - GECEDEN GELEN
METALLUM - 16.BÖLÜM - DERİN DÖNÜŞÜM
METALLUM - 17.BÖLÜM - EŞSİZ KEFİŞ
METALLUM - 18.BÖLÜM - ÖLÜMCÜL KUMAR
METALLUM - 19.BÖLÜM - EPİLOG I
METALLUM - 20.BÖLÜM - EPİLOG II
IGNISER - PROLOG
IGNISER - 1.BÖLÜM - KARA KURDUN ALAMETİ
IGNISER - 2.BÖLÜM - DURU KARGAŞA
IGNISER - 3.BÖLÜM - HUZURUN RENGİ
IGNISER - 4.BÖLÜM - GENÇLİK ATEŞİ

METALLUM - 8.BÖLÜM - DÜNYANIN SONU

217 27 63
buseyaren95 által

🔮

Tonlarca kitap okumuş ve birçok kez baş kahramanların kitabın kötü karakteriyle girmeye hazırlandığı savaşı da yakından incelemiştim. Her kitapta belirli başlı kötü karakterler olurdu ve elbet hepsinin teker teker sırası gelirdi. Bu süreçte de, iyilerin bazılarını kaybederdik ne yazık ki...

Hayatımı bir kitap gibi düşünecek olursam kötü karakter Dagora'ydı ve o da yaptıklarının karşılığını almak üzere yargılanmayı bekliyordu. Kitap orada bitmeliydi ve ben de feda edilen iyi karakterlerden biri olmalıydım.

Mutlu son.

Öyleyse, neden kitap bir türlü bitmiyordu? Neden mücadelenin sonu bir türlü gelmiyordu? Dagora'nın ne olduğunu görmemize yarayacak birçok kaynak, bizimle birlikte savaşacak birçok elementer bulmuş ve buna rağmen o savaştan bir bakıma mağlup ayrılmıştık. Benim Captivumda delirmem bana göre bir galibiyet değildi elbette.

Şimdi ise, kendi sahamızda değil düşmanın sahasındaydık ve tek başımızaydık. Bize destek olan elementerler ya da Kaydu ve Kurtan'ın ne olduğunu açıklayan deliller yoktu. Tek bildiğimiz, kötü bir şeylerin döndüğüydü.

"Bir ay taşı bulmak zorundayız." Chris tarafından bir yandan sürükleniyor bir yandan da dünyanın en hızlı planını yapmaya çalışıyordum. Zaten buradan gitmeye karar vermiştim ve bunu açıklamak üzere Chris'i arıyordum ancak en azından bu gece sağlam bir plan yapacak vaktimiz olur sanmıştım. Şimdi ise, hiçbir şeyden emin değildim. Tek bildiğim, fırsatımız varken kaçmamız gerektiğiydi.

"Öğrencilerimizden 7'si Tempersitar. Yaşları küçük olduğundan, onların ay taşlarına erişmek daha kolay olur. Tek sıkıntı, her birinin bir ay taşına sahip olduğunun garantisi yok. Ki ay taşına sahip olduğunu varsaydığımız birinin hangi çadırda kaldığını da bilmiyoruz. O yüzden öncelikle bir kitap bulmalıyız." Kafam karıştı ve kaşlarımı çattım.

"Kitabı ne yapacağız? Üstelik bu barbarların çok kitabı olduğunu sanmıyorum." Chris hızını azalttı.

"Ben de öyle düşünmüştüm ancak devasa bir kütüphaneleri varmış. Lida yerinden bahsetti." Lida dediğinde kaşlarımı çatmamak için üstün bir çaba gösterdim. Şimdi böyle bir şeye huysuzlanmanın zamanı değildi. Hafifçe başımı salladım. Kitapla ne elde etmeyi umduğunu da sormak istedim ancak daha fazla vakit kaybetmenin bir anlamı yoktu. Yerleşke çadırlarının zıt kısmında kalan ve daha önce birkaç kez gözüme çarpan işlemeli çadıra doğru ilerlemeye başladı. Oldukça büyük bir çadırdı ve ben bekçi çadırı olduğunu varsaymıştım, belli ki değildi.

Çadırdan içeri girmemizle birlikte Chris elimi bıraktı ve gözlerini gözlerime dikti.

"Temel taşlarla alakalı bir kitap bulmayı dene. Ay taşlarının yerlerini belli edecek bir sochru bulmamız ve tabii, bir de onu çağıracak birini bulmamız gerekiyor." Böyle bir şeyin mümkün olduğunu dahi bilmiyordum ancak belli ki elementerlerin yapabileceklerinin sınırı yoktu. Hızla çadırın sağındaki kitaplara yöneldim ve birer birer incelemeye başladım.

Hatırı sayılır bir süre geçmesine rağmen ne benden ne de Chris'ten bir ses yoktu. Böylesine büyük ve tonlarca kitabın olduğu bir alanda sistemi bilmeden bir kitabı bulmak mümkün değildi. Ki, hangi kitabı aradığımızı da bilmiyorduk! Sinirle saçlarımı çekiştirdim.

"Başka bir yolu olmalı!" dedim yüksek sesle ve aynı anda çadırın girişinden başka bir ses yükseldi.

"Misafir Chris, hakkınızda yakalanma kararı var." Başımı ışık hızında çevirip neler olduğunu görmeye çalıştım. Çadırın girişinde, ormanda Kurtan'la ilk karşılaştığımız zaman gördüğümüz askerlere benzeyen en az dört beş asker duruyordu. Yüzlerinde ciddi bir ifade vardı ve herhangi bir silah taşımıyorlardı bile. İhtiyaçları yoktu. Onlar sochru yapabiliyordu sonuçta. Kapıya doğru ilerlemeye başladım.

"Bir yanlışlık var herhalde. Chris hakkında neden bir yakalanma kararı var?" Lanet olasıca Kurtan eğer onu ihbar etmek için biraz daha bekleseydi, şimdiye bu aptal yerleşkeyi terk etmiş olurduk! Askerlerden hiçbiri bana doğru dönüp bakmadı ancak aralarından biri soruma cevap verdi.

"Prens Kurtan'ı öldürmeye teşebbüsten yargılanacak." Dedi dümdüz bir sesle. Ne kadar kolay söylemişti. Yargılanacak.

Elementer alemindeki yargılanmaların çoğunun sonunun Captivum'da bittiği düşünülürse, ona göre çok daha ilkel olan bu krallıkvari toplulukta yargılananların sonunu dile getirmek dahi istemiyordum. Çadırın girişine, askerlerin önüne doğru atıldım.

"Olay benim gözümün önünde yaşandı. Herhangi bir öldürme teşebbüsü falan yok! Prensiniz yalan söylüyor." Chris beni kolumdan tutup geriye doğru çekti ve önüme geçti.

"Sorun yok. Yargılandığımda şahitlik yaparsın ve bu konu çözülür." Dedi gözlerimin içine bakarak. Bu sahnenin çok benzerini haftalar önce yaşamıştık. O sefer ben mahkumdum ve o şahitti. Şimdi ise o mahkumdu ve ben şahittim.

Tek bir fark vardı.

O da benim asla onun bana yaptığı gibi onun aleyhine şahitlik yapmayacak oluşumdu. Ona asla ihanet etmeyecek oluşumdu.

Her türlü yalanı söyler, her türlü hileyi yapar ve bir şekilde onu aklardım.

Chris bunu çok iyi biliyor olmalıydı ki yüzünde en ufak bir korku göstergesi yoktu. Oldukça rahattı. Onun aksine ben, kafayı yemek üzereydim.

Bir şey dememe fırsat vermeden askerler iki kolundan tutarak Chris'i çadırdan çıkardılar. İstemsizce dizlerimin üzerine çöktüm. Bir plan yapmak zorundaydım.

Benim şahitliğimin ya da sözlerimin hiçbir değeri yoktu. Kurtan bir prensti ve o ne derse o olurdu! Hatta, Kaydu kraldı ve asıl o ne derse o olurdu! Her türlü delile rağmen Chris'ten kurtulma fırsatını asla tepmezlerdi! Beni tıpkı Farah gibi kendine mahkum eder, bu muhteşem bahaneyle de Chris'i ortadan kaldırırdı ve mutlu son! Kaydu'nun evcil elementerleri listesine bir katkı daha!

Chris'e bir şey olmasına da, Kaydu tarafından kullanılmaya da asla göz yumamazdım. Bir plan yapacak, Chris'i yargılanmadan önce kaçıracaktım.

Bir süre oturduğum yerde benden izinsiz akan yaşlarımla vedalaştım ve sonra hızla kendimi toparladım. Yardıma ihtiyacım vardı. Bir ay taşı bulmalı ve Chris'in nerede tutulduğunu öğrenmeliydim.

Kararlı adımlarla yerleşkeye yöneldim. Nereden başlayacağımı biliyordum.

***

Hiçbir şey söylemeden direkt çadıra daldım.

"Yardıma ihtiyacım var." Nedense, Farah'ı uygunsuz bir pozisyonda yakalayabilme ihtimalimi sıfır olarak varsaymıştım. Öyle de olmuştu. Geçen sefer birlikte çay içtiğimiz berjerde oturuyor ve elleri yana açık, transa geçmiş gibi bir şeyler mırıldanıyordu.

Söylediğime karşılık bir tepki vermesini bekledim ancak hiçbir değişiklik olmadı ve mırıldanmaya devam etti.

"Farah! Lütfen..." dedim sesimin kısılmasına engel olamayarak. Farah bir süre daha pozisyonunu korudu ve tam ben çileden çıkacakken mırıldanmayı kesip kollarını kapattı. Ürkütücü gözlerini tam da olduğum konuma sabitledi.

"Bir savaşı kazanmak istiyorsan önce buna inanmalısın." Dedi çatallı sesiyle. Gözlerimi devirmemek ya da aksi bir şey söylememek için dudağımı ısırdım. Şu an hiçbir nasihati kaldırabilecek durumda değildim. Tek istediğim, bir çözüm önerisiydi. Bir şey söylemediğimi gören Farah beni bir süre süzdü ve sonra berjerden kalkıp yanıma geldi. Elini koluma koyup tıpkı ilk karşılaştığımızda olduğu gibi bir anda sıkmaya başladı. Bu kez ilk karşılaşmamızda verdiğim tepkileri vermedim. Sakince bekledim ve kolumu fazla sıkmamasını umdum. Birkaç saniye sonra Farah elini çekti.

"Umut, sahip olabileceğin en büyük silah." Dedi bir kere daha şifreli konuşarak. Ellerimi saçlarımdan geçirdim ve kendimi daha fazla tutamadım.

"Bundan fazlasına ihtiyacım var! Nasihat dinlemeye gelmedim!" Farah hafifçe gülümsedi.

"Neye ihtiyacın olduğunu biliyorum." Dedi sakince. Madem her şeyi biliyordu o zaman nasıl bu kadar sakin kalabiliyordu? Başına gelenleri bana bizzat kendi anlatmıştı! Bu insanların nasıl barbar olduklarını en iyi o biliyordu!

"Öyleyse ver!" dedim aynı sinirle. Farah bastonuyla dizlerime vurdu ve acı dolu bir inlemenin dudaklarımdan kaçmasına sebep oldu.

"Eğer kendini toparlamazsan aldığın tek şey baston yaraları olacak." Dedi ve beni susmaya mahkum etti. Dişlerimi sıkarak beklemeye başladım. Ondan başka çarem yoktu. O yüzden ona katlanmak zorundaydım.

Farah çadıra ilk girdiğimde dikkatimi çekmiş olan dolaba yöneldi. Dolabı açıp bir şeyler fısıldadı ve tam olarak ne olduğunu anlayamadığım bir cisim belirdi dolapta. Hafifçe eğilip görmeye çalıştım ve ahşap, işlemeli bir kutuyla karşılaştım. Kutuyu yavaşça açtı ve içinde parlayan taşı eline aldı.

Bir ay taşıydı.

Taşı eline almasıyla birlikte, çadırın köşesinde o siyah gözlü çocuk belirdi.

Dudaklarımın arasından korku dolu bir sesin kaçmasına engel olamadım. Farah hafifçe gülümsedi ve siluetin olduğu tarafa döndü.

Hem kahin, hem Azrail olabilir miydi?

Onu en az benim kadar net görüyor gibi, direkt ona bakıyordu.

"Karan." Dedi gülümseyerek. Siyah gözlü çocuk da ona döndü ve aynı şekilde hafifçe gülümsedi. Demek ismi Karan'dı.

"Bu, Karan'ın taşı." Arkasını dönüp taşla birlikte bana doğru gelmeye başladı. Tıpkı onun gibi, Karan da bana doğru ilerliyordu. Karan'a bir şeyler söylemek istedim ancak ne diyeceğimi bilmiyordum. Farah'ın ellerine tuttuğu taş bizim kurtuluşumuzdu, tek umursadığım buydu. Yine de merakıma yenik düştüm.

"Karan, Kurtan'ın neyi oluyor?" dedim usulca. Yüzleri çok benziyordu, isimleri çok benziyordu... Bir akrabalık olmak zorundaydı.

"Kardeşi." Dedi Karan tiksinir gibi. Ne diyeceğimi bilemedim. Bakışlarım onun kin dolu siyah gözlerinde takıldı kaldı. Bir şeyler sormak istiyordum elbette ama bunun yeri bu çadır değildi. Belki de hiçbir zaman fırsatım olmayacaktı.

O sırada Farah konuşup dikkatimi tekrar kendi üzerinde topladı.

"Bunu sana yalnızca bir şartla vereceğim." Ne derse yapacağımı biliyordu, tek istediğim, mümkün olan bir şey istemesiydi...

"Palu'yu da yanında götüreceksin." Dedi kararlı bir sesle. Bir an için afalladım ve birçok şey sormak istedim. Ancak sonra, hiçbirinin önemi olmadığını fark ettim. Cevaplar ne olursa olsun dediğini yapacak ve o taşı almak için her şeye evet diyecektim ne de olsa. Usulca başımı salladım.

Farah, en az büyükanne Yena kadar önemsiyordu Palu'yu belli ki. İçimin ısınmasına engel olamadım. Palu, zevkle yanımda götürmek isteyeceğim biriydi. Bir kardeşim olacaksa, o olsun isterdim. Ancak, Palu gelmek ister miydi ondan emin değildim. Kurtan'a hayrandı ve dolayısıyla Chris'ten hiç hoşlanmıyordu. Onu nasıl ikna edeceğime dair bir fikrim yoktu. Farah sanki orada dikilirken düşündüğüm her bir şeyi duymuşçasına gülümsedi.

"Ona gerçekleri söyleme. Akademiden bahset." Dedi sakin bir sesle. Palu'yu akademiye yazdırmanın bir yolunu bulabilirdim belki. Yaşı küçüktü ve henüz zamanı değildi ancak zamanı gelene kadar onu akademide misafir etmenin bir yolunu bulurduk. Durumu açıkladığımda, Bayan Talose beni geri çevirmezdi. Umarım.

Uzandım ve gördüğüm bütün ay taşlarından daha parlak olan taşa dokundum. Elementerlerin taşlarının enerjileri, bizlerin iç enerjisine bağlıydı ve bu lanet yerleşkede de bizim enerjimizi ve dolayısıyla taşlarımızın da enerjilerini gölgeleyen lanet bir kalkan vardı. Bu sebeple kendi ay taşlarımızın enerjilerine erişemiyorduk. Ancak, bu ay taşının enerjisi bizden değil sahibinden geliyordu. Bu nedenle işe yarayacağını umuyor ve yaraması için türlü türlü dualar ediyordum. Yine de bütün planımızı bu teoriye bağlamak çok riskliydi. Dikkat çekmeden, yakalanmadan taşı denemeli ve bir şekilde çalıştığından emin olmalıydım.

"Teşekkür ederim." Dedim fısıldayarak. Farah onun yaşadığı kaderi yaşamamam için beklediğimden çok daha fazla yardımcı oluyor, çabalıyordu. Bir şekilde ona her zaman minnettar kalacaktım. Bu yüzden ufak şartını yerine getirmenin bir yolunu bulmak zorundaydım.

"Gidip Palu'yu bulayım." Dedim Farah'a. Başını yavaşça salladı.

"Dikkatli ol kızım." İçimi titreten kelimeyi bir kere daha duymamla tüylerim ürperdi ve Karan'a da son bir bakış atarak çadırdan çıktım.

Buradan uzaklaşır uzaklaşmaz ilk işim Azraillik özelliği üzerine daha fazla şey öğrenmek olacaktı. Annemi her istediğimde görebilmek, şu an için umursadığım tek şeydi ve elbet bir yolunu bulurdum. Şimdi Palu'yu ikna etmem ve Chris'i kurtarmam gerekiyordu.

Bir kere daha hiç uyumadan neredeyse sabahı ettiğim için kendimi tebrik ettim. Bu lanet olasıca yere ayak bastığımızdan beri doğru düzgün uyumayı becerememiştim. Bütün gece kitap kurcalamış ve sonra Chris'in yakalanmasıyla birlikte öylece ortada kalmıştık. Onu nerede tuttuklarını bilmiyordum ve yargılanmasına kadar ne kadar vaktimiz olduğunu da. Tek bildiğim, ışık hızında hareket etmem gerektiğiydi.

Eğitim verdiğimiz çadırın girişinde kısa bir süre bekledim ve yeni bir eğitim günü için çadıra gelmeye başlayan elementerlere hüzünle baktım. Onlara hiçbir şey öğretecek fırsatım olmamış, fırsatım olduğunda da kendimi geri çekmiştim. Şimdi ise pişman olmuştum. Belki birkaçına buradan kurtulmalarını sağlayacak bir vizyon edindirebilirdim...

Palu'nun yanında daha önce gördüğüm esmer güzel kızı görmemle birlikte yaslandığım direkten uzaklaştım ve kıza yöneldim.

"Günaydın. Palu'nun çadırını bana gösterebilir misin?" Kız bir an için afalladı ancak sonra bana bir gülümseme gönderdi.

"Tabii, ama derse geç kalmak istemem." Ah, keşke girebileceğin bir dersin olsaydı!

"Chris bugün derse gelemeyecek ve ben de kendimi iyi hissetmiyorum. Bugün ders olmayacak. Diğer öğrencilere de iletebilir misin?" hafif hayal kırıklığı ile başını salladı ve birkaç kişiyle konuştuktan sonra tekrar yanıma geldi.

"Büyükanne Yena'nın evini biliyor musunuz?" dedi. Olumsuz anlamda başımı salladım.

"Farah'ın biliyorum?"

"Onun evinden üç ev ötede, küçük bir ev." Başımı salladım. Bu çadırlara ısrarla ev demeleri bir yandan sinirimi bozsa da bir yandan hoşuma gidiyordu. Vakit kaybetmeden tarif ettiği yöne ilerledim. Eğer direkt Farah'a sormuş olsaydım, böyle bir vakit kaybı yaşamayacaktım tabii. Ancak kafam öyle dolu ve öyle az çalışıyordu ki, bu kadarına şükür edecek hale gelmiştim. Bir an önce toparlansam iyi olurdu.

Daha Palu'nun çadırına ulaşamadan yolun yarısında onunla karşılaştım.

"Helena!" dedi heyecanla ve bu ruh halinde bile gülümsememe sebep oldu. Hızla yanına gittim ve eski ciddiyetime büründüm.

"Seninle ciddi bir konuşma yapmamız gerek Palu." Palu kaşlarını çattı.

"Bir şey mi yaptım?" dedi sevimli bir biçimde. Yanaklarını sıkmak için içimde yükselen bütün güçlü duyguları bastırdım ve onu hafifçe ağaçların arasına doğru çektim.

"Öncelikle, konuşacağımız her şey aramızda kalacak."

***

Hızlı ve kararlı adımlarla, o büyük ve işlemeli çadırın önüne gelene kadar ilerledim. Gündüz vakti çadırında olma ihtimalinin neredeyse sıfır olduğunu bilsem de, elimden başka bir şey gelmiyordu. İnsanları durdurup onlara sormak bir seçenekti elbette ama hiçbir şekilde dikkat çekmek istemiyordum. Gittikçe panik olmaya başlamıştım ve böyle anlarda çok konuşur, yerimde duramazdım. Bu da bende bir gariplik olduğunun metreler öteden fark edilebilmesi demekti. O yüzden özellikle gün içerisinde attığım her adıma dikkat etmeye çalışmış, her türlü askerden ve üst düzey elementerden kaçınmıştım.

Planın son aşamadan önceki adımındaydım artık.

Ve, evren bir kere olsun benden yana olmaya karar vermiş olmalıydı. Çadırın içerisinden ritimli bir mırıldanma yükseliyordu. Sinirle yumruklarımı sıktım.

Ben canımdan can kaybederken, o hiçbir şey olmamış gibi ıslık çalıyor ve şarkı mırıldanıyordu öyle mi?!

Sert bir biçimde bu lanet çadırların fermuarını açtım ve içeri daldım. Bu aptal şehir ne kadar da güvenliydi değil mi? Eğer çok kıymetli prenslerini öldürmek istersem, tek yapmam gereken bu aptal çadırların fermuarını açmaktı!

"Bana Chris'in yerini söyle!" diye gürledim elimde olmadan. Bu konuşmayı böyle hayal etmemiştim. Daha sakin olacak, Kurtan'ın zayıflığına oynayacaktım. Ancak o mırıldanma benim için bardağı taşıran son damlaydı.

Üzerinde hiçbir şey olmayan, altında ise her zamanki şalvarımsı aptal Tarzan pantolonlarından biri olan Kurtan, saçını kuruladığı havluyu yatağın üzerine bıraktı ve tek hamlede beni içeri çekip çadırın girişinde bir şeyler mırıldandı.

Bir sochru çağırmış ve sesimizin duyulmasını engellemiş olduğunu düşündüm. Ki bu, mantıklı olurdu. Daha çok bağıracaktım çünkü.

"Umarım sesimizi kısmak için bir sochru çağırmışsındır çünkü baya bir gürültü çıkaracağım." Kurtan kaşlarını çattı ve dolaba ilerledi.

Belli ki üzerine bir şeyler giyecekti. Şükürler olsun. Garip bir durumdaydık çünkü.

Ağır hareketlerle beyaz bir tişört giydi ve benim yumruklarımın daha da sıkılmasına sebep oldu. Sabaha kadar onu bekleyecek değildim.

"Chris'in yerini sana söyleyeceğimi düşündüren ne?" dedi önce sakin bir biçimde. Büyük bir adım atıp yakasına yapışmaya niyetlendim ancak ellerimi havada yakaladı. Yüzü yüzüme birkaç santim mesafede durana kadar da yaklaşmayı sürdürdü.

Yüzünde dün gece yediği yumruklardan eser yoktu. Halbuki, Chris'in elinin durumuna bakarak bile çok ağır yaralar alacağından emindim. Eh, elementer olmak böyle bir şeydi.

"Yüzünde bir adet çizik bile yok. Utanmadın değil mi onu ihbar ederken?" Kurtan bileklerimi tutan ellerini sıkılaştırdı. Hem suçluydu hem de güçlüydü!

Ellerimi çekebilmek için çabaladım ancak her gün kas çalıştığı belli olan birine oranla henüz doğru düzgün koşamayan birinin çok da şansı yoktu elbette.

"Onu ben ihbar etmedim." Dedi tane tane. Siyah gözleri öyle tanıdıktı ki, Karan'ın gözlerinde gördüğüm o koyu kini paylaşıyor gibiydi. Onun bana ilk günden beri gönderdiği alaylı gülüşlerden birini ona iade ettim.

"Kaçık olabilirim ama aptal değilim! Önce bize gidin diyorsun, birkaç saat sonra da onu yakalatıp kim bilir nereye attırıyorsun! Belli ki, sen benden de kaçıksın!" öyle sinirliydim ki, normal bir şekilde iletişim kurmadığımın farkındaydım. Ancak elimden bir şey gelmiyordu. Tek istediğim Chris'i ve Pegasus'u alıp buradan defolup gitmekti. Kurtan bir şey söylemeden öylece yüzümü inceledi. Gözleri yüzümdeki her bir noktada bir süre oyalandı. Ne elinden kurtulmama izin verdi ne de bana bir cevap verdi.

Hiçbir şey söylemeyeceğine emin olduğum bir anda ise derin bir iç çekip ellerimi bıraktı.

"Bu, çok acımasız bir tuzak. Korkunç bir işkence." Dedi söylenir gibi. Neyden bahsettiği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Kaşlarımı çattım. Onu azarlamak ve saçmalamayı bırakmasını söylemek için hareketlendim ama gerek kalmadı.

"Yarın sabah yargılanacak. Bu gece hazır ol. Seni yanına, Mahzene götüreceğim." Dedi yüzüme hiç bakmadan. Bir süre öylece kalıp doğru söyleyip söylemediğini anlamaya çalıştım. Ancak bana yalan söylerse burayı başlarına yıkacağımı fark etmiş olmalıydı şimdiye kadar. Yine de, onu test etmek istedim.

"Karan kim?" dedim lafı dolandırmadan. Bana doğruyu söylemesi için hiçbir sebep olmadığını bilmeme rağmen, bu testi geçebilmesi için kıvranıyordum adeta. Tek istediğim, doğruyu söylemesiydi.

Önce şaşırdığını apaçık belli eden gözleri bir süre üstümde oyalandı. Karan'ı nasıl öğrendiğimi sorguluyor olmalıydı. Cevap vermeyeceğini düşündüğümde ise yine beni yanılttı. Omuzları hafifçe düştü.

"Ölümü hiç hak etmemiş biri." Dedi sadece. Ve sonra devam etmedi. En azından inkar etmemesiyle ve konuyu bana çevirmeye çalışmamasıyla kendimi avutabilirdim.

Çadırdan çıkmak için adım attım ve bir kere daha bileğime dolanan eliyle olduğum yere sabitlendim.

"Delice bir şey yapmayı aklından geçirme Helena. Seni ben bile kurtaramam." Dedi yalvarır gibi. Nedense, kahkahalarla gülmek istedim. Sanki beni kurtarmak gibi bir niyeti vardı! İlk karşılaştığımızda, beni az daha Uzmanlara yem edecek olduğunu unuttuğumu sanıyordu herhalde! Tüm bunları onun suratına vurabilir ve daha birçok şey de saydırabilirdim ama o kadar sıkılmıştım ki bir şeyler anlatmaya çalışmaktan, cevap vermedim. Kolumu çektim ve çadırdan çıktım.

Gece yarısına kadar vaktim vardı. Bu vakti iyi kullanmalı, planı en ince ayrıntısına kadar kurgulamalıydım.

Önce, bir şeyler yemeli ve bayılmadığımdan emin olmalıydım tabii. Şu an normal yemek saatlerinden değildi o yüzden nereden yiyecek bulacağıma dair bir fikrim yoktu ama yemek alanına gidip birilerine bir şeyler sorabilirdim.

Birkaç saat sonra, karnımı doyurmuş ve kafamı çalıştırabilmeyi başarmıştım. En azından elimde bir plan vardı. İlk adım ise, ay taşını test etmekten geçiyordu.

Kendi odamdan, Farah'ın odasına ışınlanacaktım. Muhteşem bir plan değil mi?

İkinci adımda, Suka'yla konuşmam gerekiyordu. Onu uyaracak, Farah'la aynı sonu yaşamadığından emin olmaya çalışacaktım.

Üçüncü adımda, Farah ve Büyükanne Yena'dan miniminnacık bir iyilik istemem gerekiyordu. Kabul etmelerini ummaktan başka çarem yoktu.

Dördüncü adımda ise, gece yarısını beklemek vardı.

Çok vaktim kalmamıştı o yüzden hızla oturduğum yemek masasından kalktım ve ellerimi ovuşturarak ilerlemeye başladım. Yazı bu kadar özleyeceğimi hiç tahmin etmezdim. Evimizde hiçbir zaman sıcak bir yuva ortamı yaşamamış olsam da, evimizin sıcaklığında ve Akademinin sıcaklığında kış kolaydı. Burada, sevdiğim hemen hemen herkesten uzaktayken ve canımız sürekli tehlikedeyken, kış hiç de tatlı gelmiyordu.

Kendi çadırıma kıyasla bana daha yakın olan Farah'ın çadırına ilerledim ve birkaç kez seslendim. Bir cevap vermemesine rağmen bir özür mırıldanarak çadırına girdim, boştu.

Cebimdeki ay taşını çıkardım ve saniyeler sonra kendimi kendi çadırımda buldum.

"Şükürler olsun!" sevinçten delirmemek için büyük bir çaba sarf etmem gerekti ancak sakin kalmayı başardım. İlk adımı tamamlamıştım. Taşı odadaki dolaba koydum ve üzerimde görülmesi riskini sıfırlamış oldum.

Sırada, Suka'yı bulmak vardı. Bekçi çadırlarından başlayacaktım.

Adımlarımı hızlandırdım ve bekçi çadırlarını tek tek dolaşmaya başladım. Bu lanet yerleşkede kimin nerde olduğunu bilmiyor, sürekli aradığım insanlara denk gelebilmek için dua etmek zorunda kalıyordum. Suka'yı aramak için bekçi çadırlarından başlamaya karar vermiştim ancak geçen onca dakikaya rağmen ondan bir iz bulamadım ve panik olmaya başladım. Belki Palu'nun çadırını sorduğum gibi onunkini de birilerine sormalıydım. Ama elbette çadırında olduğunun bir garantisi de yoktu! Sinirle saçlarıma sarıldım.

Ve tam da o anda, çığlık atmama sebep olan tok sesi duydum.

"Kurtan'ın çadırının orada, şimdi harekete geçersen yetişebilirsin." Bir anda yanımda belirmiş olan Karan'a sinirle baktım. Aklımı zaten kaybetmiştim, iyice delireyim diye uğraşıyordu herhalde.

"Ödümü kopardın!" dedim sinirle. Omuz silkti.

"Yardıma ihtiyacın yok herhalde?" bu lanet ukala Prenslerden gına gelmişti! Kurtan'a olan sinirimi Karan'dan çıkarmamak için derin bir nefes alıp kendimi sakinleştirdim. Sonuçta bana yardım etmişti. Yine de, bu daha çok soruya sahip olmama sebep oluyordu.

Birincisi, her düşündüğümü biliyor muydu bu ölüler benim? İkincisi, herkesi görüyorlar mıydı? Üçüncüsü, her istedikleri an her yere ışınlanabiliyorlar mıydı? Bu Azraillik tam olarak nasıl işliyordu ki?

"Gitmeyecek misin?" dedi Karan uyarır gibi ve içine daldığım düşüncelerden sıyrılıp hızla Kurtan'ın çadırına ilerlemeye başladım. Çok geçmeden de Suka'yı birkaç elementerle gülümseyerek sohbet ederken buldum. Geldiğimi hissetmiş gibi olduğum tarafa döndü ve bana hafifçe el salladı. Gülümseyerek karşılık verip beklemeye başladım. Onu beklediğimi anlamış olacak, yanındakiler ile vedalaştı ve bana yöneldi.

"Pegasus'un bir sorunu yok, değil mi?" dedi endişeli bir sesle. Gülümsedim.

"Sayende, hiçbir sorunu yok. Ama konuşmamız gerek." Suka usulca başını salladı ve önümüzdeki banklardan birini gösterdi.

"Şöyle oturalım mı?" burası çok açıktaydı ve asla burada konuşamazdık.

"Senin ya da benim çadırıma geçsek daha iyi olur." Suka kaşlarını çattı ve sonra ilerlemeye başladı. Ben de peşine takıldım. Birkaç dakika içinde Kurtan'ın iki çadır ötesindeki, Kurtan'ınki kadar büyük olmayan ancak ondan çok daha süslü olan çadıra geldik. İçerisi, Suka'yı yansıtmıyordu ancak belli ki onu tanıyamamıştım.

Suka benim gözümde daha olgun, ağır başlı biri gibiydi ve çadırını hiç böyle hayal etmemiştim. Oldukça canlı renklerden oluşan tonlarca mobilya ve bir dünya da takı, kıyafet vardı. Bunları ne zaman giyiyordu ki?

Tıpkı Kurtan gibi çadırın girişinde bir şeyler mırıldandı ve duyulmamamız için yaptığı bu harekete minnettar oldum. Durumun ciddiyetini anlamıştı.

"Seni dinliyorum." Dedi uçuk pembe berjerleri eliyle göstererek. Çadırın gerisindeki berjerlerden birine oturdum. Onun oturma köşesi, Farah'ınkine konsept olarak benzese de stil olarak kıyaslanamazdı bile. Etrafı incelemeye bir son verdim ve direkt konuya girdim.

"Seni bir konuda uyarmam gerekiyor Suka. Nasıl söyleyeceğimi de bilemiyorum..." Bu konuşmayı yapmayı planlamıştım ancak ne diyeceğimi planlamamıştım salak gibi. Derin bir nefes aldım. Konuya nasıl girmem gerektiğini kestiremedim. Kaydu seni kör edecek mi deseydim yoksa daha kibar mı olsaydım? Adeta kıvranıyordum.

"Ben... Bir şeyler öğrendim ve bu seni de ilgilendiriyor. Özel yeteneğin olduğu için. Yani bir şifacı çok önemli ve-" Suka daha fazla kıvranmama göz yummadı ve doğrudan konuya giriş yaptı.

"Bunu nereden öğrendin?" dedi bütün ciddiyetiyle. Aynı şeyden mi bahsediyorduk bilmiyordum ama içimden bir ses, aynı şeyden bahsettiğimizi söylüyordu. Kaydu çoktan Suka'ya bir şeyler yapmış olmalıydı.

"Farah..." dedim fısıltıyla. Suka başını salladı hafifçe.

"Sen de özelsin, değil mi?" dedi. Ne diyeceğimi bilemedim. Bir yanım bunu herkesten gizli tutmak konusunda çok istekliydi ancak bir yanım beni empatiye zorluyordu. Ona doğruları söylemeden bana güvenmesini ve sözüme göre hareket etmesini beklemek saçma olacaktı. Ben de ona güvenmeliydim.

Yavaşça başımı salladım.

"Biliyordum." Dedi o da fısıltıyla. Belki de bir şekilde hissetmişti. Daha fazla uzatmanın anlamı kalmamıştı artık. Kartlar masaya dökülmüştü.

"Farah'a yaptığını sana da yapacak. Buna izin vermemelisin. Bizimle gel, Suka." Suka'nın güzel gözleri hafifçe sulandı ve başını hızla iki yana sallamaya başladı.

"Bunu bir kere denedim ve sonuçları çok ağır oldu. Bir daha yapamam." Dedi. Göz yaşları hızlandı, damlalar birer birer yüzüne düşmeye başladı. Onu teselli edebilmek için büyük bir istekle doldum.

"Ne yaşandı bilmiyorum ama kendini suçlayamazsın. Sen sadece, yapman gerekeni yapıyordun. Tekrar denemelisin, Suka. Başarana kadar denemeye devam etmen gerek." Suka başını şiddetle sallamaya başladı.

"Anlamıyorsun!" sesi onu tanıdığımdan beri ilk kez yükseldi. Oturduğu koltuktan kalktı ve bana hafifçe arkasını döndü. Ağladığını görmemi istemiyor gibiydi. Ben de kalkıp ona doğru adımladım ve elimi omzuna koydum.

"Anlatmayı dene." Dedim omzunu hafifçe sıkarak. Suka iki eliyle yüzünü kapattı ve bir süre toparlanmaya çalıştı. Derin bir nefesi içine çekip tekrar koltuklara yöneldi. Onunla birlikte ben de tekrar oturdum.

"Kardeşim elinde, Helena. Ve onu kurtarıp buradan gitmeyi ilk denediğimde gencecik, masum bir çocuğun ölümüne sebep oldum. Bir daha deneyemem." Bütün tüylerim diken diken olurken ne diyeceğimi bilemedim. Bir yanım ısrarla bizimle gelmesi için onu ikna etmek istiyordu, diğer yanım ise onu çok iyi anlıyordu. Çektiği vicdan azabı belli ki çok büyüktü. Tekrar böyle bir işe girişmek istemiyordu.

Bir şeyler söyleyip onu rahatlatabilmeyi çok istedim ancak kelimelerim tükendi. Bu, ona toparlanmak için biraz süre verdi ve sonra Suka konuşmaya devam etti.

"Sara, Kaydu'nun elinde. Yıllardır onu mahzende tutuyor ama en azından yaşıyor Helena. Yaşıyor. Ona çok lezzetli yemekler veriyor, gidip görmeme izin veriyor. O benim tek ailem ve ne onu, ne de özgürlüğümün peşinde koşarken bir başkasını daha feda edemem. Üzgünüm. Umarım, buradan bir an önce kurtulursun ama ben seninle gelemem." Kaydu, insanlara bunu yapıyordu işte. Umutlarını ellerinden alıyordu. Herkesin zayıf noktasının farkındaydı ve hepsini oralardan vuruyordu. Onları öyle bir hale getiriyordu ki, bir daha kaçmayı akıllarına bile getiremiyorlardı.

Söyleyeceğim hangi şey, Suka'ya umut verebilirdi ki? Ne deyip onu ikna edebilirdim?

"Bir Azrail misin yoksa daha önce karşılaşmadığımız bir yeteneğin mi var?" Böyle bir şeyi Suka'dan saklamam için artık hiçbir sebep yoktu.

"Azrailim." Dedim yine de kısık bir sesle. Suka'nın gözleri büyüdü bir an için. Belli ki başka bir yeteneğim olacağını varsayıyordu.

"Öyleyse... Ölüleri görebiliyor musun?" bu kez de usulca başımı salladım ve tam da o anda çadırın giriş kısmında beliren Karan'a çevirdim bakışlarımı.

"Olur olmadık yerde pat diye karşıma çıkıyorlar." Dedim sahte bir sinirle. Karan omuz silkti. Onu gördüğümden beri ilk kez, gözlerinde o koyu kini ve siniri göremedim. Aksine, huzurlu gibiydi. Acaba Suka'yı tanıyor muydu? Belki de onu ablası gibi görüyordu ve bu huzurun sebebi de oydu.

Suka sözlerim üzerine elini korkuyla kalbine götürdü ve baktığım yere çevirdi bakışlarını.

"Şu an... Burada biri var değil mi?" dedi hafifçe titreyen sesiyle. Bu durumun onu korkutması elbette anlaşılabilir bir durumdu. Kim çadırında kendisinin göremediği ancak onu görebilen bir ruh isterdi ki? Ben kafayı yerdim herhalde. Eh, yemiştim de işte.

Başımı yavaşça salladım ancak korkmasını istemediğimden açıklama yapma gereği duydum.

"Ancak endişe etmene gerek yok. Tek yaptığı o siyah gözleriyle etrafa kinle bakmak olan zararsız bir ergen kendisi. Gerçi, şu an oldukça şefkat dolu." Suka'nın gözleri bir kez daha dolu dolu oldu. Elini hafifçe ağzına kapattı ve bir hıçkırığın kaçmasını engellemeye çalıştı. Yaşlar bir kere daha süzüldü gözlerinden.

Onu üzecek bir şey mi yapmıştım?

"Suka... Özür dilerim. Bir şey mi oldu?" dedim endişeyle ve ayaklandım. Suka hıçkırıklarını daha fazla kontrol edemedi. Yine de, zorlukla seçebildim kelimelerini.

"Karan... Burada mı?" dedi ağlayarak. Kirpiklerimi şaşkınlıkla kırpıştırdım. Adeta nokta atışı yapmıştı. Usulca salladım başımı.

"Nereden bildin?" kendime engel olamadım. Karan da çadırın girişinden hareketlenmiş ve bize doğru yürümeye başlamıştı. Ruhların da ağlayabildiğine şahit olmuştum, annemin o güzel yüzüne akan yaşlarını görmüştüm daha önce. Karan da tıpkı annem gibi, pürüzsüz yüzünü yaşlarla ıslatmaya başladı. Suka ise, sarsılarak ağlıyordu.

"Özür dilerim. Özür dilerim..." hıçkırıkları arasından sadece özürlerini seçebiliyordum. Kalbim öyle acıyordu ki, ne olduğu hakkında hiçbir fikrim olmayan bir olaya deli gibi ağlamak üzereydim. Bir şey yapamıyor, söyleyecek bir şey bulamıyordum.

Karan elini hafifçe Suka'nın omzuna koydu ve Suka'nın ağlaması bir anda kesildi. Dokunuşunu hissetmiş olmalıydı.

"Senin suçun değildi." Dedi Karan yumuşamış sesiyle. Bunu Suka'ya iletmek zorundaydım.

"Senin suçun olmadığını söylüyor Suka..." dedim bu mahremiyeti bölmekten rahatsız olarak. İkisini ben olmadan konuşturabilmenin bir yolu olmasını çok isterdim ancak istemeden bu özel anı baltalamak zorunda kalıyordum.

Suka elleriyle yüzünü kapatıp, kendini sakinleştirmeyi denedi. Ceylanı andıran gözleri öyle kızarmıştı ki, saatlerce ağlamış gibiydi. Yine de çok güzel görünüyordu.

"Benim suçumdu. Senin dahil olmana asla izin vermemeliydim." Karan başını iki yana salladı.

"Bana engel olamazdın. Sara için her şeyi yaparım. Yapardım..." Sanki öldüğünü sonradan fark etmiş gibi, cümlesini düzeltti. Kalbimin ortasına koca bir yumruk gibi indi sözleri. Öyle gençti ki, onu böyle görmek ilk kez bu kadar canımı yaktı. İlk kez onun ölü olduğunu idrak ediyordum sanki.

"Bana engel olamazdın, Sara için her şeyi yapardım diyor..." dedim utana sıkıla. Keşke konuşmadan kaçınmamın bir yolu olsaydı ama yapamıyordum. Suka tekrar firar eden yaşlarını sildi yüzünden.

Aklım karmakarışıktı. Karan, Suka'ya yardım etmek için bir şey yapmıştı ve bu onun ölümüyle sonuçlanmıştı. Ne olmuştu da sonuç ölümü olmuştu ki?

Suka, beni duymuş gibi boğazını temizledi ve konuşmaya başladı.

"Mahzenlere yalnızca yanında Kral ya da bir Prens varsa giriş yapabilirsin. Karan, ben Sara'yı da alıp buradan gitmek istediğim için bize yardım etti ve bunun ortaya çıkmasıyla da idam edildi. Kendi babası, gözünü bile kırpmadan ölüm emrini verdi." Duyduklarımı hazmetmekte çok zorlandım. Sara gibi, Chris de mahzende tutuluyordu...

Nefesim kesildi, adeta gözüm karardı. Bakışlarım usulca Karan'a gitti. Nasıl olur da, bir baba kendi oğlunun ölüm emrini verebilirdi? Onu nasıl idam ettirebilirdi? Burası nasıl bir yerdi böyle?

Midem bulanıyordu, başım çoktan dönmeye başlamıştı. Karan'ın gözlerinde sürekli gördüğüm o kin azdı bile! Burayı yakıp yıkmadığına şükretmeleri gerekirdi. Gencecik yaşında, masum birine yardım etmeye çalıştığı için idam etmişti. Sinirden delirmek üzereydim.

Bir başka gerçeklik ise, kalbime bir çekiç gibi indi.

Bu akşam, kaçış planımızın bir parçası olarak Kurtan tarafından Chris'i görmeye götürülecektim. Biz oradan kaçtığımızda, Kaydu bunun sorumlusu olarak Kurtan'ı idam mı edecekti yani?

Yediğim ne kadar şey varsa ağzıma geldi ve kendimi çadırdaki ufak bölmeye zor attım. Midemdeki her şeyi çıkardım ancak bir türlü rahatlayamadım. Buz gibi suyla yüzümü defalarca yıkadım ve kendime gelmeye çalıştım. Burada asla kalamazdık. Ancak biz kurtulacağız diye Kurtan'ın idam edilmesi fikri kanımı donduruyordu.

Ne yapacaktım?

Ellerimle saçlarımı zorlukla düzelttim ve kendime çeki düzen verdim. İçeri geçip hala ağlayan Suka'ya yöneldim. Sesimdeki kararlılığı korumaya çalıştım.

"Bu gece, bu yerleşkeden gideceğiz. Kurtan beni mahzene, Chris'i görmeye götürecek. Chris, mahzene atıldı duydun mu bilmiyorum. Her neyse. Ay taşı ile gideceğiz. Palu'yu da götüreceğim. Büyükanne Yena ve Farah, bekçilerimizi serbest bırakacak. Bize katılmak istersen, çok mutlu olurum Suka. Ama seni asla zorlamıyorum." Teknik olarak, Büyükanne Yena ve Farah'ın henüz bu detaydan haberi yoktu ancak kabul edeceklerine emindim. Sonuçta Palu'yu bir şekilde ikna etmeyi başarmıştım.

Suka bana bir şey demeden sadece başını iki yana salladı. Ben üzerime düşeni yapmıştım... Ben de ona ufak bir gülümseme gönderdim ve çadırdan çıktım.

Yapmam gereken ve hazmetmem gereken çok fazla şey vardı.

Karan'ı Kaydu idam ettirmişti. Daha da kötüsü, Karan'ı idam etme sebeplerini bu gece Kurtan'a yaptıracaktım ve sonra arkama bakmadan buradan kaybolacaktım. Ona ne olacağını bir gram bile umursamayacak mıydım gerçekten de?

Başıma onca felaket gelmişti, o kadar büyük bir ihanetten geçmiştim ancak yine de yaşadığım hiçbir şeyden ders almıyordum.

Ben, böyle bir şeyi Kurtana'a asla yapamazdım. Kimseye yapamazdım. Bir çözüm bulmak zorundaydım.

Akşam yemeği vakti gelmişti ve benim hala içime sinen bir planım yoktu. Eğer Suka'yla bu konuşmayı yapmamış olsaydım, ne güzel defolup gidecektim ve arkamda ne bıraktığımdan haberim bile olmayacaktı!

Bir yandan da, bana yardımcı olan Farah'ın bu detayı atlamış olmasına kafa yoruyordum. Sonuçta Chris'in mahzende tutulduğunu biliyor olmalıydı. Mahzene Kurtan'sız giremeyeceğimi de biliyor olmalıydı. Ancak bana onu tehlikeye atacağıma dair hiçbir şey söylememişti. Geleceğe dair bir şey görmüş olabilir miydi?

Yoksa, Kurtan'ın canını mı umursamıyordu?

Delirmek üzereydim.

Ayaklarımı yere vura vura yemek alanına yöneldim ve her zamanki gibi herkesten önce baş köşeye yerleşmiş olan Kaydu'ya tiksinen bakışlarımı yolladım. Kurtan sağında oturuyordu ve solunda da Büyükanne Yena vardı. Farah ve Suka henüz ortalarda yoktu. Palu'yu da görememiştim.

Mide bulantım sağ olsun, her zamanki gibi tabağımı dolduramadım ve bir iki parça şey koyduktan sonra Kaydu daha fazla midemi bulandıramasın diye en uzak noktaya geçtim. Ama evren, bu kez benden yana değildi.

"Helena! Kralımız onlara katılmanızı rica ediyor." Dedi heyecanla başladığı cümlesini resmiyetle sonlandırırken. Hafifçe gülümsedim. Bir nebze olsun beni mutlu eden tek şey, Palu'yu geride bırakmayacak oluşumdu. Ancak, yemekte Kaydu'ya katılmam bir felaket olurdu. Çünkü panik olmuş durumdaydım. Ağzımdan ne çıkacağını tanrı bilirdi!

"Reddetme gibi bir seçeneğimin olması için ne tür yalanlar söylemem lazım, bir fikrin var mı?" Palu, her şeyden habersizdi. Tek bildiği hiç kimseye bir şey söylememesi gerektiğiydi ve onu Akademiye götüreceğimdi. İşin içinde pis bazı planlar olduğunu tahmin ediyor olmalıydı ancak Kurtan'a atacağımız kazıktan haberi yoktu. Gerçi, ben de daha yeni öğrenmiştim.

Palu bunu asla öğrenmemeliydi çünkü asla kabul etmezdi.

İğrenç bir insana dönüşüyordum...

"Ne yazık ki, onu reddedemezsin. Hem ben de orada olacağım!" dedi aynı heyecanla. Omuzlarımı düşürüp tabağımı elime aldım. Bu çenemi tutup sessiz kalma sınavlarını henüz hiç geçememiştim. Bunu geçemezsem, bir geleceğim olmayacağından çenemi kapatsam iyi olurdu. Bu soğuğa rağmen terlemeye başlamam da pek iyi bir gösterge değildi. Lanet olsun.

Biz buradan kaçtıktan sonra yerin dibine batarlardı umarım.

"Helena! Ne büyük şeref. Kuyr-pardon, arkadaşın nerede? Ah! Doğru ya, müsait değildi." Kaydu'nun ilk kez açık açık benimle dalga geçmesi, kaşlarımın sonuna kadar çatılmasına sebep oldu. İlk günden beri belirli bir dozda alaycılığa maruz kalmıştık ancak hiçbir zaman benimle bu şekilde konuşmamıştı. Afalladım. Tabağı masaya bıraktım ve sıkılan yumruklarımı gevşettim. Ona hiçbir cevap vermeden tabağıma odaklandım. Bir süre sonra ilgi benden dağılmış, sohbet koyulaşmıştı. Benim tek yapabildiğimse titremek, çenemi kapalı tutmaya çalışmaktı.

"Helena, bana göstereceğin şu kitabı görebilir miyim?" dedi Kurtan oldukça ciddi bir sesle. Bir an için yanlış mı duydum diye etrafa bakındım ancak bana bakıyordu, bana söylemiş olmalıydı. Ne kitabı demeden önce donmuş beynimi çalıştırmayı denedim. Gözlerimi birkaç kez kırptım ve bunun planla alakalı olabileceğini varsayarak başımı salladım. Tabağı kirlilerin arasına bıraktım ve Kurtan'ı beklemeden patika yola ilerledim. Bir yandan o lanet masadan ayrıldığım için minnettardım. Birkaç dakika içinde Kurtan yanıma geldi.

"Neyin var?" dedi çatık kaşlarıyla. Tıpkı Suka'nın bu sabah benim yanımda yaptığı gibi, ben de Kurtan'ın önünde dağılmak üzereydim ancak bunu yapmak istemediğimden son bir hücreme kadar kendimi zorluyordum. Dişlerimi sıkmış, yumruklarımı sıkı sıkı kapatmıştım.

Gerçekten benim için endişelendiği, yardımcı olmak istediği öyle belliydi ki...

"Sana bir şey olacak mı? Beni mahzene götürürsen." Kurtan gözlerini birkaç kez kırptı. Kafasında bazı parçaları birleştirmeye çalıştığını görebiliyordum. Kolumu nazikçe tuttu ve beni daha dün Chris'le birbirlerine girdikleri o ağacın altında doğru çekti. Patika yoldaki tek tük insandan da uzaklaşmış olduk.

"Hiç kimsenin haberinin olmadığı birkaç dakikadan bir zarar gelmez. Tabii..." dedi ve durakladı. Derin bir nefesi içine çekti.

"Tabii başka bir planın yoksa." Sadece dolu gözlerle yüzüne bakabildim. Bir şey söylemedim. Kurtan birkaç parçayı daha birleştirdi kafasında. Gözlerini sıkıca kapattı. Öylece durdu ve belli ki sindirmeye çalıştı. Yaptığım, çok riskli bir şeydi. Kaçma niyetimi açıkça ona belli etmiştim ve bu, bütün her şeyi alt üst edebilirdi.

Yine de, ona bir şekilde güveniyordum.

Tam bir aptaldım, her zamanki gibi. Ama elimden bir şey gelmiyordu. Öylece arkamı dönüp gitmek ve geride kimin başına ne geleceğini bilmemek bana göre bir şey değildi, yapamıyordum.

Uzun bir sürenin ardından Kurtan gözlerini açtı.

"Bir yolunu bulurum." Dedi. Yüzüm net bir biçimde aydınlandı ancak daha fazla detaya ihtiyacım vardı.

"Beni geçiştirme. Emin olmam lazım." Kurtan gülümsedi. Onu tanıdığım kısa süre boyunca, gerçekten gülümsediği sadece birkaç kez olmuştu ve bu o anlardan biriydi.

"Tek prens benim. Bana bir şey olmasını göze alamazlar." Derin bir nefes çektim içime. Beni geçiştirmediğine, söylediklerinde ciddi olduğuna inanmak istedim. Nihayetinde Farah beni bu konuda uyarmamıştı, bu da istemsizce geleceği gördüğüne ve Kurtan'a bir şey olmayacağını düşündüğüne inanmama sebep oluyordu.

"Beni bu kadar umursadığını bilmiyordum." Dedi kısık bir sesle. Yutkundum. Ben de onu bu kadar umursadığımı bilmiyordum. Bir şekilde, onu da arkadaşım gibi görmüş ve umursadığım insanların arasına katmıştım. Suka gibi, Palu gibi.

"Ben de bilmiyordum." Dedim dürüstçe. Kurtan aynı samimi gülümsemeyi bir kere daha gönderdi bana. Sonra ise, beklediğim soruya sıra geldi.

"Nereden öğrendin bunları?" Eh, kaçış planımızı üstü kapalı bir biçimde söylemiş olsam da bir Azrail olduğumu ve Karan'ı gördüğümü ona asla söylemezdim elbette. Ya da Farah ve Suka'yı da açık edemezdim.

"Kaçığım ama aptal değilim demiştim, değil mi?" bana inanmadığı her halinden belli olsa da üstelemedi ve ben de minnettar kaldım.

"Saat 1 gibi evinin önünde olurum." Dedi ve bir an için kendimi akşam yemeğine gidecek normal bir genç kız gibi hissettim ve sonra bu düşünceye kendi kendime güldüm. Ayrıca şu çadırlara ısrarla ev demeleri de beni deli ediyordu.

Başka bir şey söylemeden yanından ayrıldım ve plana sonradan eklenen ufak adımı halletmeye koyuldum. Büyükanne Yena ve Farah'a bekçilerimizi serbest bırakmaları gerektiğini açıklamam gerekiyordu.

***

Ellerim zangır zangır titriyor, kalbim ağzımda atıyordu. Daha önce de birkaç kez gizli saklı iş çevirmiştim. Hatta Dagora'nın arkasından çevirdiğimiz dolapların haddi hesabı yoktu. Ancak hiçbirinde, ölüme bu kadar yakın olmamıştım. Öyle heyecanlıydım ki, nefes almayı kendime hatırlatmak zorunda kalıyordum. Elim cebimde ve ay taşının üzerindeydi sürekli. Ay taşını kullanacak olmam sebebiyle mi yoksa tamamen kendi tercihi olduğundan mı bilmiyorum, Karan da bizimleydi. Belki de, onu ölüme götüren yolda biz nasıl yürüyeceğiz onu merak ediyordu.

Her ne sebeptense, yanımızda oluşu beni saçma bir şekilde rahatlatıyordu.

Kurtan'ın eli elimi kapattı.

"Sakinleş." Dedi fısıldayarak. Elimi hızla çektim ancak uyarısını da dikkate aldım. Kurtan beni mahzene götürüyordu. Kısa bir süredir yürüyorduk ama ben çoktan sabrımın sonuna gelmiştim bile.

"Neden yürüyerek risk alıyoruz?" dedim kendimi daha fazla tutamadan. Kurtan bana bakmadan konuştu.

"Çünkü zümrüt taşımın takip edilme ihtimalini göze alamayız." Taşların takip edilebiliyor olmasından taa o kulenin tepesinde Tara'nın ve William'ın bir şekilde bizi bulabilmiş olduğundan beri şüpheleniyordum. Demek ki bizi o şekilde takip etmişlerdi. Kurtan'a bir şey demedim ve sessizce yürümeyi sürdürdüm. Birkaç dakika sonra, sadece çalıların olduğu bomboş bir yerde beni durdurdu. Bir şey söylememek için üstün bir çaba sarf ettiğim sırada ise çalılardaki hışırtıyı fark ettim.

Kalbim ağzıma geldi. Daha başlamadan, hiçbir şeyi başaramadan yakalanmış mıydım gerçekten de?

Elimle taşa sıkı sıkı sarılmışken Kurtan çalılara elini attığı gibi Palu'yu ensesinden tuttu ve çıkardı.

Derin bir nefesle doldurdum ciğerlerimi. Ona, beni mahzenin girişinde beklemesini söylemiştim. Demek ki o lanet mahzen burasıydı! İyi de, burada hiçbir şey yoktu!

"Senin ne işin var burada?" dedi Kurtan fısıldayarak kükrerken. Birinin fısıldayarak kükrediğini de ilk kez görüyordum. Palu dili tutulmuş gibi birkaç kelime kekeliyordu ki Kurtan'ın koluna uzandım ve araya girdim.

"Palu benimle." Dedim üstü kapalı bir biçimde. Kurtan derin bir nefes çekip sabır dilendi. Her an bunlardan vazgeçecek ve beni yüzüstü bırakacak gibi duruyordu ama yapmadı. Hiçbir şey söylemeden birkaç dakika öylece Palu'ya baktı sadece. İçten içe o da onun buradan gitmesi gerektiğini biliyor olmalıydı.

Önümdeki çalılardan birini kaldırdı ve beni açılmış ağzımla baş başa bıraktı. Çalı belli ki yapaydı ve aslında mahzenin girişini koruyan bir dekordu. Önümüze aşağı uzanan onlarca merdiven serildi. Kurtan eliyle aşağıyı gösterdi ve ben de önüne geçip basamakları inmeye başladım.

Kalbim, ağzımda atıyordu.

Birazdan Chris'i görecek, onu alıp buradan gidecektim. Öyle heyecanlıydım ki bayılmamak için avuç içimi sürekli tırnaklamak zorunda kalıyordum. Uzun bir ilerleyişten sonra bir yol ayrımına geldik ve ilk kez o zaman iniltileri duymaya başladım.

Sormaya dahi korktum. Bilmek istemiyordum. Tek istediğim, Chris'i görmekti. Sol taraftan, iniltilerin geldiği yerden değil sağ taraftan ilerledik. Minnettar kaldım. Orada göreceğim şeyleri kaldırabileceğimden emin değildim.

Aklımda tek bir şey dolanıyordu, o da Kaydu'nun da tıpkı Dagora gibi durdurulması gereken bir canavar olduğuydu.

Koridorda bir süre ilerledik ve kapısında küçük bir pencere olan pembe bir kapının önüne geldik. Nedense, buranın Sara'ya ait olduğuna emindim. İçimde bir şeyler acımayı sürdürdü. Yerin altında, gün yüzü görmeden yaşayan genç bir kız vardı burada. Keşke bir şekilde Suka'yı ikna edebilmiş olsaydım... Birkaç adım daha attık ve parmaklıklı bir bölmeye geldik. Chris'in kokusu bir anda burnumu doldurunca dizlerimin bağı çözüldü ve yere çökmek zorunda kaldım. Kurtan beni son anda tuttu. Birkaç dakika bana toparlanmam için izin verdi ve ben de ağlamadan çöktüğüm yerden kalkmayı başardım.

"Chris?" dedim titreyen sesimle. Hücreden gelen güçsüz adım sesleri duymamla parmaklıklara yapıştım. Chris, öyle halsizdi ki parmaklıklara neredeyse sürünerek yaklaşıyordu. Gözlerime dolan yaşlara engel olamadım. Aldığım nefesler ciğerime batıyordu. Sadece bir gündür buradaydı ancak günlerdir yemek yememiş, su içmemiş gibiydi... Parmaklığa zorlukla uzanan parmaklarına doladım ellerimi.

"Gidiyoruz. Gidiyoruz..." Geriye dönüp Palu'ya baktım ve bize doğru bakmayan Kurtan'a odaklandım bir an için. Başını başka bir tarafa çevirmiş, kollarını göğsünde birleştirmişti. Ona borçlanmıştık ve bir gün ödeyebilmeyi çok isterdim.

"Palu, hadi..." dedim heyecandan titreyen sesimle.

Palu Kurtan'a hüzünlü bir bakış gönderdi ama Kurtan ona bakmadı. Palu başını eğip bize doğru bir adım attı ve her şey o anda oldu. Karanlık koridorda nereden geldiğini göremediğim üniformalılar Palu'nun kollarına yapıştılar ve bir anda bulunduğumuz yeri sardılar.

Birkaç saniye içerisinde ise Tuka'nın heybetli bedeni odayı doldurdu.

"Bir yere mi gidiyorsunuz?"

Evet, ikinci kitabın kritik bölümlerinden birindeyiz. Bir konuyu merak ediyorum;

Chris mi? Kurtan mı? Hangi taraftansınız?
Ve bölüm hakkındaki yorumlarınız neler?

Lütfen güzel yorumlarınızı, eleştirilerinizi ve oylarınızı kurgumdan esirgemeyin! Aklınıza takılan her şeyi sorun ve eğer okuduğunuzu beğendiyseniz bana göstermekten çekinmeyin :) Buraya yazmaya başladığım ilk günden beri hiçbir zaman oy ya da okunma sınırı koymadım kurgularıma, koymaya da niyetim yok. Ama bu, birilerinin kurgumu beğendiğini görmek istemiyorum demek değil...

Instagram : aykusagi.serisi

Olvasás folytatása

You'll Also Like

127K 13.7K 100
#1 teknikler - 5.11.2019 #1 birlik - 5.11.2019 #1 ordu - 5.11.2019 #1 imparatorluk - 5.11.2019 #1 webnovel - 5.11.2019 Bu kitap tamamen hayal gücü il...
1K 378 17
Kalbimi çaldırdım, hükümsüzdür! Yanlış anlaşılmasın, şikayetçi falan da değilim. Neden mi bahsediyorum? Kaçık Prensim, Kuzey Yıldırım'ın kalbimi çal...
7.5M 341K 65
Fantastik #1 Siz hiç bir ruha aşık oldunuz mu? Gülüşünden bihaberken ya da öfkelendiginde nasıl baktığı bilemeden sonsuz bir melankoninin içine düştü...
168K 7.3K 15
"MARDİN'DE AŞK" Birbirlerine olan aşklarını ifade etmek için konuşmaya gerek yok . Belki de sessizlik, kalplerinin birbirine daha da yakınlaşmasına...