AY KUŞAĞI SERİSİ : T&M&I

By buseyaren95

805K 12K 2.4K

Helena Lincoln sabırlıydı, merhametliydi ve güvenilirdi ama... Asla cesur değildi. Ve tarihte cesaret olmadan... More

TEMPERSİTAR - PROLOG
TEMPERSİTAR - 1.BÖLÜM - ÇAĞRIYA İCABET ETMEK
TEMPERSİTAR - 2.BÖLÜM - EVRENİN VAROLUŞU
TEMPERSİTAR - 3.BÖLÜM - KALMAK İÇİN ÇOK GEÇ
TEMPERSİTAR - 4.BÖLÜM - AKADEMİYE HOŞGELDİN
TEMPERSİTAR - 5.BÖLÜM - HAYATIN GERİ KALANINA İLK ADIM
TEMPERSİTAR - 6.BÖLÜM - TEMPERSİTARLAR
TEMPERSİTAR - 7.BÖLÜM - YENİ BAŞLANGIÇ, YENİ ZORLUKLAR
TEMPERSİTAR - 8.BÖLÜM - YENİ HAYATIN İLK ALIŞVERİŞİ
TEMPERSİTAR - 9.BÖLÜM - İLK GÜN HEYECANI
TEMPERSİTAR - 10.BÖLÜM - YAKINLIK, UZAKLIK
TEMPERSİTAR - 11.BÖLÜM - KAZANIYOR GİBİ
TEMPERSİTAR - 12. BÖLÜM - BİR SIFIR
TEMPERSİTAR - 13. BÖLÜM - PHLOX DIVERICATA
TEMPERSİTAR - 14.BÖLÜM - BÜYÜK HABER
TEMPERSİTAR - 15. BÖLÜM - TATSIZ KEŞİF
TEMPERSİTAR - 16.BÖLÜM - HAYAL GECE KURULMAZ
TEMPERSİTAR - 17.BÖLÜM - CADI KAZANI
TEMPERSİTAR - 18.BÖLÜM - ALTIN KAFESTEKİ KUŞ
TEMPERSİTAR - 19.BÖLÜM - KIYAMET BORUSU
TEMPERSİTAR - 20.BÖLÜM - SONUN BAŞLANGICI
TEMPERSİTAR - 22.BÖLÜM - CEHENNEM RESİTALİ
TEMPERSİTAR - 23. BÖLÜM - EPİLOG
METALLUM - PROLOG
METALLUM - 1.BÖLÜM - GEÇMİŞİN HAYALETLERİ
METALLUM - 2. BÖLÜM - YÜZLEŞME
METALLUM - 3.BÖLÜM - EN KARANLIK GECE
METALLUM - 4.BÖLÜM - ÖLÜM ÖPÜCÜĞÜ
METALLUM - 5.BÖLÜM - GEÇMİŞİN İZLERİ
METALLUM - 6.BÖLÜM - KOCA BİR BOŞLUK
METALLUM - 7.BÖLÜM - TEHLİKE ÇANLARI
METALLUM - 8.BÖLÜM - DÜNYANIN SONU
METALLUM - 9.BÖLÜM - BAŞARISIZ
METALLUM - 10.BÖLÜM - UZUN YOL
METALLUM - 11. BÖLÜM - DÜŞMAN UYKUSU
METALLUM - 12. BÖLÜM - YOL ARKADAŞI
METALLUM - 13.BÖLÜM - PARAMPARÇA
METALLUM - 14.BÖLÜM - KASIRGA
METALLUM - 15.BÖLÜM - GECEDEN GELEN
METALLUM - 16.BÖLÜM - DERİN DÖNÜŞÜM
METALLUM - 17.BÖLÜM - EŞSİZ KEFİŞ
METALLUM - 18.BÖLÜM - ÖLÜMCÜL KUMAR
METALLUM - 19.BÖLÜM - EPİLOG I
METALLUM - 20.BÖLÜM - EPİLOG II
IGNISER - PROLOG
IGNISER - 1.BÖLÜM - KARA KURDUN ALAMETİ
IGNISER - 2.BÖLÜM - DURU KARGAŞA
IGNISER - 3.BÖLÜM - HUZURUN RENGİ
IGNISER - 4.BÖLÜM - GENÇLİK ATEŞİ

TEMPERSİTAR - 21. BÖLÜM - YEDİ BÜYÜK GÜNAH

377 31 40
By buseyaren95


🔮

"Evet Dorian her zaman seveceksin beni. Çünkü ben senin işlemeyi göze alamadığın tüm günahları simgeliyorum."

Oscar Wilde'ın "Dorian Gray'in Portresi" adlı kitabından çıkarmamız gereken bir ders varsa o da hayatımızı değiştirebilecek o tek bir cümlenin ne olacağına çok dikkat etmemiz gerektiğiydi. Lord Henry gibi etkileyici ve akıllı bir centilmenin bizi şeytan bir Dorian'a çevirmesi tek bir sohbete bakardı. Bir sabah uyanıp, artık böyle yaşamak istemediğimize ve tamamıyla bencil olmak istediğimize karar verebilirdik.

Birini sırf bizim işlemeyi göze alamadığımız onca günahı temsil ettiği için sevebilirdik.

Ya da bir dostu gözümüzü kırpmadan harcayabilirdik belki, şefkati bizi kızdırdığı için.

İnsanoğlunun neyi neden yaptığını anlamak, ilk insandan beri mümkün değildi bence. Bunun yeni bir şey olduğunu sanmıyorum.

Sorun şu ki, bir elementerin insandan tek bir farkı vardı o da varoluş amacı. Ne yazık ki, geri kalan her türlü kusur fazlasıyla elementerlerde de mevcuttu...

Manipülatif olanı, kötü olanı, iyi olanı, yalancısı ya da korkağı...

Alderwild'e ilk geldiğimde ne bekleyeceğimden emin olamamıştım. Belki de elementerler yapıları gereği içinde kötülüğü barındırmıyordu, öyle değil mi? Bunu beklemek hakkımdı bence...

Ama, ne zaman işler istediğimiz gibi gitti ki sanki, değil mi?

Akademiye geldiğimden beri sürüklenip durduğum çok an oldu. Neredeyse, Dagora benim Lord Henry'm olacaktı! Beni cümleleriyle esir edip avucunun içine alacaktı ve ben gözlerim sonsuza kadar kapalı bir biçimde onun süs köpeği olacaktım. Onun iyi biri olduğuna inanmıştım... Bundan sıyrıldığımı sandığımda ise, çevremdeki beklentinin esiri olmaya başlamıştım. Bir tulpar sahibi olarak bir şeyler yapmam bekleniyordu, en yakınım tarafından bile. Ki kimseyi suçlayamam, ben olsaydım ben de beklerdim. Ancak merak ettiğim bir şey varsa, o da ne zaman kalbime bıçağı saplayıp portedeki genç halime geri döneceğimdi...

Belki de benim gibi kendine güveni nispeten eksik olan tecrübesiz bir elementer, yönlendirilmeye mahkumdu. Bu durumda da yapabileceğim tek bir şey vardı, o da Lord Henry'mi akıllıca seçmek.

Ne babama, ne Dagora'ya, ne Aron'a güvenmiyordum. Beni yönlendirmesini istediğim tek insanın ise yüzünü günler önce bir anıda ilk kez görecek kadar berbat bir durumdaydım. Eh, bu durumda başka bir seçeneğim kalmamıştı. Ben de kendimi Chris'in gösterdiği yola adamıştım. Benim yaşımda, benim korkularımı paylaşan genç bir elementerin izinden gitmeye razıydı aklım da kalbim de. Nedense, onun beni hayal kırıklığına uğratmayacağına ya da beni yarı yolda bırakmayacağına dair güvenim tamdı. Bir gün bir uçurumun kenarından aşağı düşersek eğer, bilecektim ki o da benim gibi o uçurumdan habersizdi.

"Neye gülümsüyorsun?" Chris elinde bir kahve ile koridorun ucunda belirdi.

"Kendine kahve almadın mı?" dedim gülerek. Gözlerini devirdi ancak o da hafifçe gülümsemişti. Kendi için getirdiğine emin olduğum kahveyi (filtre kahveydi, sütlü değil!) söylene söylene bana uzattı ve koltukta yanıma oturdu. Onun gelmesiyle birlikte solumdaki yastığı çektim ve ben de şömineye doğru biraz daha yaklaştım. Kazağım yeterince ısıtmıyordu beni, kış gelmişti artık.

"Üşüyor musun?" dedi sıcak bir sesle Chris. Başımı iki yana salladım ve kahveden bir yudum aldım.

"Neye gülümsüyorum biliyor musun?" dedim ve bir yudum daha aldım kahveden. Sonra da yanımdaki uzun bacaklı siyah sehpaya koyup tamamen Chris'e döndüm. Sözler ağzımdan bir anda çıkmıştı ve şimdi de yanlış anlaşılmamak adına aklımda onları biraz toparlamaya ihtiyacım vardı.

"Seni nasıl şah seçtiğime ve vezir olmayı kabullendiğime..." Chris kaşlarını çattı hafifçe. Tam olarak ne demek istediğimi anlamaması çok normaldi. Bir şey diyecek gibi oldu ama sustu. Muhtemelen biraz daha düşünmek istemişti söylediğim şeyi, bir yorum yapmadan önce. Ancak o bir şey demeyince ben konuşmaya devam ettim.

"Ben kesinlikle bir şah olmak için doğmadım Chris. Bunu kendimi bildim bileli biliyorum. Bir piyon olmadığımı da biliyordum ama hep. Ne bileyim, at ya da filimdir sanmıştım. Hatta belki kale." Derin bir nefes aldım. Savaş çıkacak, alem yerle bir olacak, elementerler ve hatta belki insanlar ölecekti ama ben burada ona satranç anlatıyordum, değil mi?

"Seçme şansım olsaydı fili seçerdim herhalde. Çapraz gitmeyi severim. Her neyse." Chris gülümsedi ve yerdeki İran halısından bakışlarını kaldırıp bana baktı. Nereye gittiğimi merak ediyordu. Eh, ben de.

"Ama ben fil değilim. Benim bir tulparım var. Ben vezir olarak seçildim Chris. İstesem de, istemesem de. Ve kendime bir şah seçmem gerekiyor. Oyunun başlamasına çok az kaldı. Beyazlar bir hamle yapacak ve ben hala kimin Şah'ım olduğunu bile bilmiyorum..." Chris elini hafifçe kaldırıp koluma koydu. Bir şeyler söylemek istediğine adım gibi emindim ama benim söyleyeceklerimi de merak ediyordu ve konuşamıyordu.

"Bilmiyordum. Ama kararımı verdim. Aron'u bir komutan gibi görüyorum, evet. Ancak onu kendime şah seçemem Chris... Bu belki senin için çok büyük bir sorumluluk olacak ve bundan hoşnut olmayacaksın. Ama, senden başka kimseyi düşünemiyorum. Senden başka takip edebileceğim, kararlarına güvenebileceğim ve beni bir uçuruma sürüklerse, bunu isteyerek yapmadı diyebileceğim biri yok." Chris gözlerini kapatıp yutkundu. Adem elmasını çok net bir biçimde görüyordum ve bakışlarımı hapsetmişti ister istemez.

Hoşuna gitmeyen bir şeyler vardı ancak bir süre öylece bekledi ve hiçbir şey söylemedi. Bu kadar büyük bir sorumluluğu almak istemiyor olabilirdi. Ona kesinlikle hak veriyordum. Ama bir vezirin her zaman bir şaha ihtiyacı vardı. Buna mecburdum.

"Bir şey söylemek zorunda değilsin. Kendini sorumlu da hissetme. Sen istesen de istemesen de, benim elimdeki tek seçenek bu. Senin kararların ve benim tulparımla, birlikte batacağız ya da çıkacağız." Dedim gülerek. Ancak Chris gülmüyordu ve gözlerini de açmıyordu.

"Hey! Sanki sana küfür ediyorum. İyi bir şey söyledim, farkında mısın?! Sorgusuz sualsiz sana güveneceğim diyorum!" koluna vurdum gülerek ve gözlerini açmasını sağladım. Gözleri hafifçe kızarmıştı. Kaşlarım çatıldı.

"Yanlış bir şey mi söyledim?" Chris yavaşça iki yana salladı başını. Neden bir şey söylemiyordu? Başka bir şeye mi canı sıkkındı? Bir şey söylemek için ağzını açtı ancak yine devamı gelmedi sözlerinin. Koltukta bana yaklaştı ve kollarını etrafıma gevşekçe doladı. Sanki benden çekinir gibi bana hafif bir sarılma verdi. Neler olduğunu anlayamıyordum. Hafifçe geri çekilip yüzüne baktım. Kızarmış gibiydi.

"Alerji mi oldun?" beklemediğim bir kahkaha attı ve ben de gerginliğimin bir kısmının süzülüp şöminenin ateşine karıştığını hissettim. Hafifçe gevşedim ve ona bakmaya devam ettim.

"İyiyim. Sadece, nasıl iyi bir şah olacağımı düşünüyorum..." dedi usulca. Gülümsedim ve bu kez ben ona sarıldım. Üstelik öyle gevşek de değil, sımsıkı. Chris de aynı şekilde karşılık verdi ve birkaç dakika birbirimizin sıcaklığının tadını çıkardık. Aralık soğuğuna bir şömine, bir de Chris sarılması çok iyi geliyordu, bunu öğrenmiştim artık!

"Peki şahım, o zaman ilk soru. Elementer aleminin en büyük keşfini Aron'a anlatmalı mıyız?" Bu soru benim kafamı babamla görüştüğüm günden beri kurcalıyordu. Belki de elementerler aleminde ilk kez, Metallum olmayan biri böylesine büyük bir sırrı biliyordu Metallumlar hakkında. Öğrenir öğrenmez bunu Chris'e anlatmıştım ve o günden beri yemeden içmeden uyumadan araştırma yapmıştık. Öğrenebildiğimiz şeyler çok kısıtlıydı. Öğrendiğimiz tek sağlam bilgi ise, Metallum kütüphanesinde bulunan kitaplardan birinin bizim bütün sorularımıza cevap olacağıydı. O kitabı şüphesi olan herkese kanıt olarak sunabilirdik. Kimse bizim ya da Tom Lincoln'ün sözlerine inanmak zorunda değildi ama o kitaba herkes inanacaktı. Üstelik, babam bu konu hakkında konuşurken neredeyse ölecekti! Sorun şu ki, Metallum yerleşkesine inmemiz herhangi bir uzayda mümkün değildi. Bir metallumun o kitabı alıp bize vermesi ise dünya üzerindeki en iyi metallumun bile kabul edeceği bir şey değildi. Teklif dahi edemezdik. İşte bu yüzden, Aron'a mecbur kalıyor gibiydik...

"Aron'un tanıdığı yakın bir Metallum arkadaşı olduğunu sanmıyorum... Metallumlar kimseyle takılmaz ki." Metallumlardan deliler gibi tiksinmem için daha ne gerekiyordu ki? Onlarla ilgili neden her şey bu kadar zordu?

"En azından soralım... Başka türlü bu konuyu nasıl çözeceğiz? Belli ki ölüm perileri bizim için kilit bir nokta olacak! Önceki isyanda bunun avantajını kullandıklarını sanmıyorum. Kullansalardı, asla kaybetmezlerdi. Muhtemelen onlar olmadan da kazanabileceklerini düşünmüş olmalılar. Dünyanın en büyük sırrını ortaya çıkarmak istemediler. Eh, hak veriyorum. Yüzyıllardır herkes Metallumların bekçisi yok sanıyor! Oysa ki onların görünmez perileri varmış! Hala inanamıyorum!" Chris sağa sola bir göz atıp kimsenin bizi dinlemediğinden emin olmak istedi bir kez daha. Neyse ki bugün pazardı ve herkes bir yerlerde birileriyle takılıyordu ve yerleşke neredeyse boştu.

"Chris, Aron'un bir tanıdığı yoksa bile herhangi bir Ekip'ten herhangi bir Metallum bulmamız lazım. Bir şekilde birinin bize o kitabı getirmesi lazım. Her şey kötüye gidiyor Chris. Herkes ağaçların bir bir çürümesini, kaybolan Kalistoları ve Kurul kararıyla kabul edilen yeni saçma kuralları konuşuyor! Kimse bunların sorumlusunun Dagora olduğunu da bilmiyor üstelik! Her şeyi yapıyor ve hepsi yanına kar kalıyor! Üstelik, ölen çocuk ne olacak?" Chris başını salladı yavaşça.

"Aron'a böyle bir şeyi yaptırabilmemiz için ona her şeyi anlatmamız gerekir. Bu riski alacağından emin olamıyorum. Sonuç olarak ölüm perilerinin bizim işimize yarayacağının garantisi yok. Diyelim ölüm perileri işe yarıyor, Metallumların isyanda bize katılıp bekçilerini kullanacağının da bir garantisi yok. Metallum yerleşkesinden bir kitap çaldırmamız, savaş sebebi olarak görülebilir! Akademide iç savaş bile çıkabilir! Buna değeceğinin garantisini verebilir miyiz Aron'a?" dişlerimi sıkarak derin bir nefes aldım. Chris haklıydı. Çok büyük bir riski, yüzde yüz emin olmadığımız bir şey için alıyorduk. Bunu kimse kolay kolay yapmazdı.

Ama bir şey yapmak zorundaydık. Çünkü Dagora, artık çirkinleşiyordu.

Geçen hafta, bir Aquasar öğrencisi ormana gitmiş ve geri gelmemişti. İçlerinde Klaer'in de bulunduğu muhafızlar, bu olayı araştırmış ve Akademiye elementerin doğal yollarla öldüğüne dair bir rapor sunmuşlardı. Oysaki Klaer, çocuktan geriye kalanları, yapılan araştırmaları, her şeyi görmüştü ve kaybolan çocuğun Düşkünler tarafından parçalandığını biliyordu. Ne sebeple Düşkünlerden kaçamadığı ise hala bir sırdı. Ormana bekçisini çağıramamış olmalıydı. Ya da belki kendine henüz bir Safir Taşı bulamamıştı... Bizim gibi bir çaylaktı ve bu sebeple sochrularda da iyi değildi belki de. Her ne sebeple ise, Düşkünlerin elinden kurtulamamıştı...

Peki bunun Dagora'ya getirisi ne olmuştu?

Kuruldan, alemimizdeki bütün hayvanları "geçerli bir sebebimiz varsa" sochrulama iznimiz çıkmıştı.

Bizi korumak için alınmış gibi görünen bu karar, tam bir felaketti.

Bekçilerimiz vardı, sochrularımız vardı, ay taşlarımız, safirlerimiz ya da zümrütlerimiz vardı. Bizim bu alemdeki hayvanlara eziyet etmeye, onları sochrulamaya, onları esir etmeye ihtiyacımız yoktu. Böyle kararları nasıl Kuruldan geçirmeyi başarıyordu aklım almıyordu. Daha da kötüsü ise, bu kararlar geçtikten sonra karşımıza geçip bir açıklama yapıyor ve sanki bu kararı onaylamıyormuş, o hayvanlara acıyormuş gibi davranıyordu. Ölen çocuğun anma töreninde bir açıklama yapmış ve bunun bütün hayvanlar alemi için çok üzücü bir karar olduğunu belki de on kere vurgulamıştı. Utanmadan gözlerimizin içine bakıp, üzülmüş gibi davranmıştı. Eminim o çocuğun öldüğüne seviniyordu içten içe. Bu kararı Kurula aldırabilmesi için bir bahane çıkmıştı önüne!

Kararın altındaki asıl amaç, elementerlerin hayatını kolaylaştırmak ya da kurtarmak değildi. Olası bir savaş durumunda yapacaklarını meşrulaştırıyordu. Dagora, savaşa hazırlanıyordu. Hayvanları sochrulayarak kendine bir ordu bile yapabilirdi. Daha da kötüsü, düşkünleri sochrulayarak kendine bir ordu yapabilirdi...

O konuşma, hayatımda birinin kafasını koparmak istediğim ilk konuşmaydı. İsyanı da, onu devirmeyi de, alemi bu parazitlerden temizlemeyi de hiçbir şeyi istemediğim kadar çok istemiştim o gün.

Bu alemdeki hayvanlara ya da bitkilere eziyet edilmesine izin vermeyecektim. Ben bir elementerdim ve benim görevim bunları korumak olmalıydı! Düşkünlere bile, dokundurtmayacaktım onu. O hayvanların bu hale gelmesinin sebebi yine kendisiydi!

Öfke damarlarımda somutlaşıp, kana akacak yer bırakmadı adeta. Sinirden gözüm dönmüş, vücut ısım yükselmişti birden bire.

Derken, aklıma dünyanın en saçma fikri geldi. Kıvranmaya başladım. Bunu dile bile getirmemem gerekiyordu ancak fikir çoktan içimi kemirmeye başlamışı bile.

"Noel partisi..." dedim usulca. Chris kaşlarını çattı ve devam etmemi bekledi.

"Herkes partide olacak. Metallum yerleşkesi boş olacak." Chris başını iki yana salladı.

"İster noel partisi olsun, ister dünya üzerinde tek bir canlı bile kalmasın. Hiçbir şartta o yerleşkeye girme şansın yok Helena. Atomlarına ayrılacağınla ilgili söylenenler cadı dedikodusu değil. Gerçekler." Bana Helena dediği için sevinmeyi başka bir zamana bırakacaktım.

"Ben değil, Chris! Biz değil."

***

Geçen günlerin yavaşlığı, bana son yıllarda yapılmış en büyük eziyetti. Noel partisinin vaktini getirebilmek için nefessizce gün saymıştık. Dünyanın en saçma planına sahiptik ve daha da kötü bir planı ise dakikalar sonra hayata geçirecektik.

Kulenin tepesinde Cam ve Tara'yı bekliyorduk. Plan kendi başımıza altından kalkamayacağımız kadar zordu. Daha da zor olanı ise, Cam'e bu plandan bahsetmekti... Cam isyanda babasını kaybettiğinden beri, dünyanın en büyük Dagora'cısı olabilirdi belki de. Dagora'ya bayıldığından değil, isyan onun ödünü kopardığından. Onu öyle iyi anlıyordum ki, haftalar öncesine kadar onunla birebir aynı hisleri paylaşıyordum. Ancak hayat bana o kadar da nazik olmamıştı ne yazık ki. Bir şekilde, bütün gerçekleri gözümün önüne bir bir serip, beni karşılarına dikilmeye mecbur bırakmıştı.

Öyle gergindim ki, daha önce hiç bu kadar korkmamıştım söyleyeceklerimden. Sürekli parmaklarımı kütletiyor, soğuk terler döküyordum. Kulenin tepesinde, onlarca flamma ve Chris ile birlikte bir ileri bir geri yürüyordum. Chris daha fazla dayanamamış olacak ki yaklaşıp kollarını omzuma koydu ve beni durdurdu.

"Sana katılmasa bile, seni durdurmaya çalışmayacak Jokey. Biraz rahatla olur mu?" bunu biliyordum. Cam bize asla ihanet etmezdi. Ancak onların yardımı olmadan her şey çok zor olacaktı. Altından kalkabileceğimizden emin değildim... Derken merdivenlerde bir hareketlilik oldu ve biraz sonra Tara göründü.

"Şükürler olsun ki biri flammaları akıl edebilmiş. Sana dedim değil mi Cam, cebimize koyalım diye?" Tara tatlı tatlı söylenirken, arkasında gözlerini devirmiş Cam belirdi.

"Elimizin ısınması neye yetecek Tara? Donuyorduk işte." İkisi de tepeye çıkar çıkmaz ağızlarına kadar örten atkılarını çıkarıp köşedeki küçük sehpanın üzerine koydular. Sehpayı Fernando getirmişti ve nereden bulduğumu sormaması istemişti. Tahminimce bir yerden çalmıştı.

"Takılmak için güzel bir yer. Mesajınızı alır almaz yola koyulduk ama burayı bulmak kolay olmadı. Sahi, burayı siz nasıl buldunuz ki?" Chris bana imalı bir bakış attı ve benim bir şey dememe cevap vermeden konuştu.

"İyi bir saklanma noktası diyelim." Ondan kaçtığım zamanlar için bana laf sokuyordu. Gözlerimi kıstım.

"Sinir olduğun ya da görmek istemediğin insanlardan kaçarken bulabileceklerine şaşarsın Cam." Dedim Chris'e bakarak. Tara ile Cam kısa bir bakışma yaşadı ve sonra yerdeki minderlere yöneldi. Biz de karşılarına oturduk.

"Evet, neymiş bu kadar önemli olan?" Cam'in konuşmasıyla birlikte, atmaya çalıştığım bütün gerginlik beden bulup karşıma dikildi ve gözlerini bana dikti. İçim çekiliyor, midem taklalar atıyor ve gözüm kararıyordu. Derin bir nefes aldım.

"Nereden başlayacağımı bilemiyorum... Aklımda birçok kez prova ettim ama hepsi kayboldu. Ben-" Cam gülmeye başladı.

"Chris'e evlilik teklifi falan etmeyeceksin, değil mi?" bir adım ötemde, minderde oturan Cam'in koluna sıkı bir yumruk geçirdim.

"Teklifi niye ben edeyim?!" Tara kahkaha attı ve Chris kıstığı bakışlarını bana çevirdi.

"Ben etsem ne olacak? Kabul edeceksin yani?" dedi ciddi bir biçimde. Sinirden kızaran ve durumun ciddiyetinin farkında olan tek insan bendim ortamdaki. Bir tane de Chris'in koluna geçirdim ve anında pişman oldum. Gözleri kararmış, kısık kısık bakmaya başlamıştı yine. Ah, değişmeyecek şeylerin başında onun mendebur suratı geliyordu.

"Konumuz bu mu..." dedim içime kaçan sesimle. "Konuşmamız gereken çok önemli şeyler olduğunu söyleyerek sizi buraya çağırdık Cam! Bizim ilişkimizi konuşmak için değil." Cam ellerini teslim olurcasına yukarı kaldırdı.

"Ciddiyim ve seni dinliyorum." Bir nefes daha alıp konuya girmek için ağzımı açtım ama Chris benden hızlı davrandı.

"İlişkimiz, konuşulması gereken çok önemli bir konu değil mi?" elimi alnıma vurdum sertçe. Arada sırada bunu yapıyordu! Sosyal iletişimden hiçbir şey anlamayan küçük bir çocuk gibi davranıyordu bazen. Canı ne isterse onu yapıyor, onu soruyordu ve cevabını alana kadar da durmuyordu!

"Cam ve Tara gittiğinde, bu konuyu derinlemesine konuşalım, olur mu? Şimdi izin verirsen, dünyayı kurtarmaya çalışacağım." Dedim sinirle. Yine gözlerini kıstı ancak bu kez bir şey demedi. Şükürler olsun ki, dikkatini başka bir yere çekebilmiştim.

"Kırmızı parlayan ve dökülen ağaçlar, Düşkünler, Kalistolar, Nyxler... Bunlar yetmiyormuş gibi Kurul'un son kararı, bütün hayvanları geçerli bir sebeple sochrulayabileceğimiz şeklinde oldu. Buradaki garipliği fark ettiniz mi?" dedim sırayla bir Tara'ya bir de Cam'e bakarak. Birbirlerine baktılar ancak bir cevap gelmedi ikisinden de.

"Yani demek istiyorum ki... Sanki son 40-50 yıldır, bir sorun var gibi öyle değil mi?" bir kere daha, cevap alamadım ikisinden de. Kafamı dağıtan saçma muhabbet sonrası azalan gerginliğim, tekrar bardaktan boşalıp benliğimi doldurdu. Azalan mide ağrım içimdeki boşluğa yayıldı ve parmaklarım tekrar kütlemeye başladı.

"Bakın... Demek istiyorum ki... Dagora bazı planların peşinde. Yerini sağlama almak, bütün evreni de elementerlerin, en çok da kendinin dizine kapandırmak gibi bazı planlar." Cam yavaşça konuştu.

"Kurulun aldığı kararların Dagora sebebiyle olduğunu mu söylüyorsun? Düşkünlerin bu konuyla ne alakası var? Ya da Kalistoların? Bir şey biliyorsan..."

"Kararların arkasındaki isim Dagora. Kalistolar ya da Nyx'ler, görevlerini kendi rızalarıyla yapmıyorlar ve düşkünlerin ya da kırmızı parlayan ağaçların sebebi de tam olarak bu." İkisinin suratından da anlam veremediğim ifadeler peş peşe geçti. Bana inandıklarını biliyordum, ancak yine de eksik bir şeyler vardı kafalarında. Her şeyi tam anlamıyla anlatmadığımız sürece asla dolmayacak boşluklar vardı.

"Düşkünler, mutasyona uğradılar sanıyordum." Dedi Tara, gerçekten merak eder bir biçimde. Amacı bizi sorgulamak değil, daha fazlasını öğrenmekti.

"Düşkünlerin, kırmızı parlayan ağaçlardan hiçbir farkı yok. Mutasyona kendi kendilerine uğramadılar. Elementerler aleminin dengesizliği, buralardan patlak veriyor Tara. Alemde ters giden birçok şey var. Biz bu alemdeki hiçbir şeyin sahibi değiliz. Onlar da bizim hizmetçimiz değil. Biz onların gardiyanıyız, koruyucusuyuz. Ve onları değil, kendimizi korumak adına onları kurban ediyoruz. Doğa ya da Primuslar da bize böyle cevap veriyor işte. Kendi kendini yok eden bir ekosistemle. Bekçilerimizin mutasyona uğramayacağının bir garantisi var mı? Ya da yavaş yavaş her bir yeşilliğin kırmızıya dönmeyeceğinin?" ortamdaki ciddiyet ısıyı çoktan yükseltmişti. Öyle ki, montumu çıkarmayı düşündüm ancak hızlıca vazgeçtim. Cam'e baktım usulca, Tara'dan çok ondan çekiniyordum. Tara'nın geçmişini bilmiyordum ve belki de asıl ondan korkuyor olmalıydım ama yine de, Cam'den çok korkuyordum. Beni yanlış anlamasından, bizi dinlememesinden... Bir süre kimse konuşmadı ve sonra soruyu soran Cam oldu.

"Ağaçların kırmızı parlamasının sorun olduğunu düşündüren ne peki? Yılanların kaybolan ayakları gibi olamaz mı? Evrimin bir parçası?" bu kez benim bir şey dememe fırsat vermeden konuşan Chris oldu.

"Kırmızı parlamaya başlayan hiçbir bitki, çoğalamıyor... Bir şeylerini yitiriyorlar bu evrim sürecinde. Ne kadar çoğu kırmızıya dönerse, o kadar tükenmenin eşiğine gelirler." Cam gözlerini kıstı.

"Bunların hepsini nereden biliyorsunuz? Evet biliyorum, kütüphanede çok vakit geçiriyorsunuz ama aptal değilim. Eğer durum bu kadar ciddiyse, bunları kimse biz okuyalım diye bir kitaba yazmaz." Düşünmeden konuştum ve tabii sonrasında çok pişman oldum...

"Ekipler böyle şeyler için var Cam." Dedim bir çırpıda. Cam'in gözleri büyüdü. O bu alemde doğup büyümüştü. Ekipleri bir şekilde duymuş olmalıydı. Ancak yüz ifadesine bakılırsa, hiç de iyi şeyler duymamıştı onlar hakkında.

"Ekipler mi?! Ne saçmalıyorsunuz siz? Bir ekibe mi katıldınız? Bizi de mi dahil etmeye çalışıyorsunuz?" Tara elini hafifçe Cam'in koluna koyup onu yatıştırmak istedi ancak hiçbir işe yaramadı. Gözleri aynı bakıyordu.

"Cam, sonuna kadar dinlemen gerekiyor. Dagora bu alemin sonunu getiriyor! Bir şeyler yapmazsak-" Cam alnını ovdu hızlıca.

"Bir şeylerden kastın baban gibi olmak mı? İsyan çıkartıp yüzlerce elementerin sonunu getirmek mi? Sen anneni isyanda kaybetmedin mi?! Nasıl hala Ekipler diyebilirsin?" Cam bir çırpıda ayağa kalktı ve ben de onun gibi hızla ayağa kalkıp koluna uzandım.

"Dinlemen gereken yüzlerce şey var! Bir sabah uyanıp haydi isyan edeyim diye düşünmedim herhalde, değil mi Cam?! Bana niye tulpar geldi, hiç merak ediyor musun?! Ya da bir önceki tulpar ne zaman ve ne için gelmişti?" Cam başını iki yana salladı.

"Daha fazla dinlemek istediğimi sanmıyorum. Beni de Tara'yı da bundan uzak tutun. Hayatım boyunca bir isyanın parçası olmamaya yemin ettim ben!" Elini Tara'ya uzatıp ayağa kalkmasına yardım etti. O sırada Chris de ayaklanmıştı.

"Cam... Bu öyle bir şey değil. Lütfen, dinlemeye çalış. Tulpar en son 400 yıl önce bir isyanı durdurmak için gelmiş! Tulpar, Tempersitar Primus'unun bekçisi, Cam. Ve şimdi, 400 yıl sonra bir kere daha Primus bekçisini gönderdi. Ama bu kez isyanı durdurmak için değil! Desteklemek için!" Cam sonunda onu tutan ne kadar ip varsa hepsini koparmış gibi bağırmaya başladı.

"Peki bunu nereden biliyorsun Helena? Söyler misin? İsyancı baban mı söyledi?! Nereden biliyorsun durdurmaya gelmediğini?" Elini kaldırmış sağa sola sallarken, ilk kez Cam'in korkunç göründüğünü düşündüm. Chris hafifçe önüme doğru geçti ve kendi yöntemleriyle bana konuşmayı devraldığını belirtmek istedi. Minnettardım ona, çünkü çok da gücüm kalmamıştı.

"Pegasus, Dagora'dan tiksiniyor Cam. Onu desteklemek için gelmiş olmasına imkan yok. Dagora bu alemin sonunu getiriyor! Bunun neyini anlamıyorsun? Yıllar önce Helena'nın babasının bu isyana öncülük etmesinin tek sebebi buydu! Elimizde tonla kanıt var!" bu kez konuşan Tara oldu.

"Öyleyse neden bu kanıtlarla Kurula gitmiyoruz? İsyan, gerçekten çözüm mü?" elimi alnıma vurdum istemsizce. Bu konuyu anlamamaları çok normaldi. Onlara kızamazdım. Ancak elimde değildi!

"Dagora'nın sunduğu hemen hemen her fikrin onaylandığı Kurulun, onu suçlu bulacağına mı inanıyorsunuz?! Yaptığı her şeyin peşine bir gerekçe bulup eylemlerini haklı çıkarmaya çalışıyor! Hepsine bir kılıf hazırlamıştır! Bizim kanıtladığımız hiçbir şeyin bir önemi olmayacak. Hepsine bir şeyler zırvalayacak ve biz bir avuç şizofren elementer olarak hayatımıza devam edeceğiz! Eğer onu durdurmazsak, ne Dünya'nin ne de elementer aleminin ömrünün uzun olduğunu sanmıyorum." Cam başını iki yana salladı.

"Söylediklerinin ne kadar doğru olduğuyla, ne kadar haklı olduğunla ilgilenmiyorum Helena. Bir isyana katılmayacağım, bir isyanı ya da bir isyancıyı desteklemeyeceğim!" derin bir iç çekip ellerimi saçıma geçirdim. Onların yardımı olmadan bunun altından kalkamazdık.

"Bana güveniyor musun Cam?!" Cam gözlerini kıstı.

"Yapma." Dedi hafif bir sesle.

"Bana güveniyor musun, güvenmiyor musun?!" Cam'in kısık sesi yerini kükremeye bıraktı tekrar.

"Bunun seninle bir ilgisi yok! Ben kendi çocukluğumu kimseye yaşatmayacağım. Beni en iyi sen anlarsın sonuçta, değil mi Helena?" bu kez ben de beni tutan iplerin bir bir koptuğunu hissettim ve ayağımı istemsizce yere vurdum.

"Eğer bize yardımcı olmazsanız, çocuklarınızın ya da torunlarınızın bir çocukluğu olmayacak bunun nesini anlamıyorsunuz?! Kendine koca bir ordu kuracak, kimse onun kararlarına karşı gelemeyecek. O ne isterse o olacak. Hayvanlar, bitkiler, Dünya... Hepsi bir bir mahvolacak! Nereye kadar gider bu şekilde sanıyorsunuz? Nereye kadar, bir bir kızaracak bu ağaçlar?!" Cam'in gözlerindeki kızgınlığı da, kırgınlığı da net bir biçimde seçebiliyordum. Ancak hala orada olması, benimle konuşması bile öyle çok şey söylüyordu ki bana arkadaşlığımız hakkında... Birbirimize ne kadar bağırırsak bağıralım, şu an ona kocaman sarılmak istiyordum.

"Bizden ne istiyorsun Helena?! Sadede gel, olur mu? Ne istediğini söyle ve ben de hayır deyip defolup gideyim buradan! İsyana mı katılayım, Ekibe mi gireyim, ne istiyorsun Helena?" derin bir iç çektim. Chris'e döndüm yavaşça ve istemsizce bir adım yaklaştım ona. Sesimi normal bir tona çekebilmeyi başardım zar zor.

"Noel partisinde, almak istediğimiz bir şey var. Sizden hiçbir şey istemiyoruz, sizi hiçbir şeye dahil etmeyeceğiz. Tek istediğimiz, bizi idare etmeniz. Partide olmadığımızın fark edilmemesi için sizin yanınıza birer ilüzyonumuzu bırakacağız. Bunların gerçekten biz olmadığımızın anlaşılmaması gerekiyor... Tek istediğimiz bu." Cam iç çekti ve Tara'ya döndü. Tara onun elini tuttu. Tara, Cam'den daha sıcak bakıyor gibiydi bu konuya. Belki de ne demek istediğimizi daha iyi anlıyordu.

"Onlar için bunu yapabiliriz, değil mi Cam?" Cam başını iki yana salladı usulca önce. Elleri hala kenetliydi. Tara Cam'e bakmayı sürdürdü.

"Neyi almak istediğinizi bilmem gerekiyor mu?" Dedi Cam. İkna olmuş muydu, emin olamadım ama yine de başımı sağa sola salladım. Onları hiçbir şeye karıştırmayacaktım. Sadece, biz dolaplar çevirirken insanların bizden şüphelenmemesi gerekiyordu... Hepsi bu.

***

Üzerimdeki elbisenin sağını solunu çekiştirdim istemsizce. Rahat hareket edebilmek adına, uzun ve kabarık bir elbiseden kaçınmam gerekmişti. Ancak üzerimdeki kıyafetin boyundan da pek memnun değildim. Ne yazık ki, baloda olduğu gibi saf bir heyecanla ve mutlulukla kıyafet seçmeye gidememiştik bu kez. Ben Hollypad'de bir baloya giyilebilecek ilk kısa elbiseyi alıp çıkmıştım. En azından elbise kırmızıydı ve noel temasına uygundu.

Chris ise... Bir pantolon ve bir gömlek giyeceğini söyleyerek alışveriş dahi yapmamıştı.

Aynanın karşısındaki görüntü görsel anlamda hoş dursa da, hoş olmayan onlarca şey vardı. Şu an heyecanla, Noel partisini bekliyor olmalıydım; boğazımca koca düğümlerle, dümen çevirmek yerine... Günlerdir geçmeyen bir şey varsa o da midemdeki kramplardı. Vücudum bu kadar strese alışkın değildi ve başa da çıkamıyordu. Yüzümdeki ruju abartı bulup peçeteyle biraz sildim. Sanki gerçekten partiye gidiyormuşum gibi süslenmiştim... Gözlerim hafifçe doldu ve bu kez de zayıflığıma lanet ettim. Partinin zamanı değildi, bir elementer olarak bu aleme borçlu olduğum şeyler vardı. Bunları yapacaktım ya da bu uğurda ölecektim. Elbet bir gün bir Noel partisine katılırdım...

Kürklü peluş ceketimi alıp odadan çıktım ve koridordaki ışıltının tadını çıkardım. Sadece bizim yerleşkemiz değil, bütün Alderwild ışıl ışıldı günlerdir. Rengarenk bitkilerle süslenmişti her yer ve şöminenin yanındaki koca çam ağacında da bir sürü insan süsü vardı. Şömineye sıra sıra onlarca çorap asılmıştı. Çam ağacının altında da yüzlerce kutu, bütün ortak alanı kaplayacak şekilde yayılmıştı. Hepsinin üstünde küçük isimler vardı. Tek istediğim, o ağacın yanına gidip kendi ismime gelen bir hediye aramaktı oradan... Ancak bana hediye alabilecek herkesin ya haince planlar yüzünden vakti yoktu ya da bana kızgınlıklarından hediyeyi kafama atarlardı. İç çektim ve oradan kendi hediyelerini alan Tempersitarlara baktım bir süre. Chris'i, Cam'i ve Tara'yı bekliyordum. Herkes yerleşkeyi terk ettiğinde, birer ilüzyonlarımızı yaratacak ve Cam ile Tara'ya emanet edecektik. İlüzyonların en büyük sorunu, boş birer kabuk olmalarıydı. Onlarla iki kelime eden herkes ilüzyon olduklarını anlayacaktı. Ancak eğer planda bir şeyler ters giderse ve birileri Metallum yerleşkesine sızılmaya çalışıldığını anlarsa, ilk şüphelenilecekler her zaman partide olmayanlar olacaktı.

Arkamdaki hareketlilikle birlikte döndüm ve üzerine siyah gömlek, altında siyah pantolon giymiş bir adet Chris gördüm karşımda. İç çektim her şeye rağmen. Ne giyse yakışıyordu elbette ama siyah kesinlikle onun rengiydi. Üstelik, vanilya ve sedir harici bir koku onun tenine ihanet olurdu.

"Çok güzel olmuşsun." Dedi küçük bir gülümsemeyle. Ben de gülümsedim ancak başımı iki yana salladım bir yandan da.

"Kibarlık yapmana gerek yok. Günlerdir uyumadığım için çöktüğümü, düzgün bir elbise seçemediğimi ve saçımın da cadı süpürgesi gibi olduğunu biliyorum." Kahkaha attı. Ben de güldüm onunla birlikte. Elini cebine attı ve küçük bir kutu çıkardı. Üzerinde Jokey yazıyordu. Şaşkın bir şekilde suratına baktım.

"Her şey, mükemmel görünüyor. Sadece ufak bir eksiğin var, o kadar." Dedi. Kutuyu hafifçe açıp içindeki kolyeyi bana gösterdi. Kolye, gümüş rengi bir kutup yıldızıydı.

"Bana şah diyerek bütün yükü omzuma atıp işin içinden sıyrılamazsın Jokey. Ben şahsam, sen de benim kutup yıldızımsın." Dedi. Gözlerim hafifçe doldu ve bakışlarımı kolyeden kaldırıp Chris'e çevirdim. Kolyeyi kutudan alıp başını eğdi hafifçe. Ben de arkamı dönüp kolyeyi takabilmesi için kızıl saçlarımı yukarı kaldırdım. Elim hafifçe yıldızı okşadı.

"Bunu ne olursa olsun boynundan çıkarma Jokey..." Başımı usulca salladım. Elbette çıkarmayacaktım.

Bu Noelde bir hediye alacağımı düşünmemiştim. Üstelik böylesine anlamlı bir hediye alacağımı hiç düşünmemiştim...

"Teşekkür ederim. Ben sana bir şey almadım Chris... Çok üzgünüm." Chris bir kez daha güzel gülüşünü serdi gözlerimin önüne.

"Biliyorum Jokey. Senin için çok fazlayım." Dedi ve elini omzuma attı bir anda. Onun kolunun altında, bir saniye için güvende hissettim kendimi. Sonra merdivenlerde Cam ve Tara'yı gördüm ve içimdeki her bir güzel kırıntı havaya karıştı.

"Herkes gitti mi?" dedi Cam. Chris başını salladı.

"Öyle olmalı. Planın üzerinden bir kere daha geçelim, olur mu?" bu kez ben de başımı salladım ve Chris konuşmaya başladı.

"Bir aksilik olursa, Kalenin dışına adım atıp Ay Taşı ile Metallum yerleşkesinin önüne gelmeniz gerekiyor. Acilen partiye geri dönmeye çalışacağız. Kimseyle muhattap olmadığımızdan emin olun. Birinin yaklaştığını gördüğünüz an ilüzyonları yönlendirin ve oradan uzaklaşın. En kısa sürede işimizi bitirip dönebilmek için ne gerekiyorsa yapacağız. Eğer biri durumu anlarsa, hiçbir şey bilmediğinizi söyleyin ve bütün suçu bize atın. Anlaştık mı?" İkisi de usulca başlarını salladılar ve vakit kaybetmeden saniyeler içinde ilüzyonlarımızı oluşturduk. Tara benim ilüzyonumun koluna girdi ve Cam'de Chris'in ilüzyonunun omzuna kolunu attı. Şu anda her şey normal görünüyor gibiydi. Hafifçe gülümsedim. Demek dışarıdan böyle görünüyordum.

"Hadi o zaman, herkes yerine." Dedim. Cam Ay Taşı'nı çıkardı ve diğer eliyle Tara'nın elini tuttu. Onlar gözden kaybolur kaybolmaz ben de Ay taşımı çıkarıp Chris'in elini tuttum.

"Başlıyoruz." Dedim ve kendimizi Metallum yerleşkesinin yanındaki ormanda bulduk. Hafif hafif kar yağıyordu ve hava biraz yumuşamıştı. Öyle güzel bir Noel olurdu ki aslında... Keşke kutlayabilecek durumda olsaydık.

"Şimdi, bekliyoruz." Chris ile birlikte pür dikkat beklemeye başladık. Bakışlarım sık sık dökülen kar tanelerinden Chris'e kayıyordu. Aklından neler geçtiğini merak ediyordum sürekli. O, benim kadar kolay okunan bir kitap değildi ne yazık ki.

Yerleşkede kimse olmadığından ve Düşkünler tarafından parçalanmadığımızdan emin olmamız gerekiyordu bir yandan. Diğer yandansa kar, görüşümüzü hafif hafif kısıtlamaya başlamıştı. Kısa bir bekleyişten sonra yerleşkede hareketlilik kesildi. Herkes partiye yönelmiş olmalıydı. Her zaman yerleşkede birilerinin kalma riski vardı ancak bunu göze almıştık. Yatakhanede ya da revirde birileri olabilirdi, ama kütüphane dersliklerle aynı katta olmalıydı ve Noel partisi gününde de dersliklerin orada kimse olmamalıydı! Plan, bunun üzerine kuruluydu.

"Geliyor." Dedi Chris ve kolumda duran elini indirdi. Tam indirmeden önce ise bir anda gerilen vücudunu hissetmeyi başarmıştım. Gösterdiği yere doğru baktım ve bakar bakmaz, babamla bakışlarımız kesişti. Tom Lincoln, bugün bizim köstebekliğimizi yapacaktı.

Hızlı adımlarla yerleşkenin girişine doğru yürüyüp babamın karşısına dikildik.

Buraya nasıl geleceğini bize söylememişti. Onun Akademiye adım atmasını engelleyen bir sochru olduğunu ancak bunun üstesinden gelebileceğini söylemişti. Biz de fazla kurcalamamıştık.

"Yerleşke temiz olmalı. Yatakhanelerden ve Revirden kaçınarak o kitabı en kısa sürede bize getirebilirsen eğer, bu planı zararsızca atlatabiliriz. Kitabın adı "Sonsuz Döngü"." Babam hafifçe gözlerini kıstı.

"Sana da merhaba, kızım. Üstelik, ne hikmetse kitabın adını biliyorum. Yine de söylediğin için teşekkürler." Deyip beni orada öylece bıraktı ve bakışlarını Chris'e çevirdi.

"Sen, Chris olmalısın." Dedi resmi bir şekilde. Chris hafifçe boğazını temizleyip elini babama uzattı.

"Merhaba efendim. Resmi bir şekilde kendimi tanıtmama izin verin." Dedi. Ben şok olmuş bir şekilde başımı ışık hızında ona çevirdim.

"Ne saçmalıyorsunuz şu an? Bunun yeri mi?" babam kısa bir süre bana değen bakışlarını tekrar Chris'e çevirdi.

"Seni dinliyorum." Dedi. Ben hala olanlara inanamaz bir şekilde bir babama bir de Chris'e bakıyordum. Chris havada kalan elini yavaşça indirip bir kere daha boğazını temizledi. Onu hiçbir şartta, hiç kimsenin önünde böyle görmemiştim daha önce. Kaşlarım bir türlü havalandıkları yerden inmiyordu.

"Christopher Dupore. Bree ve Carlos Dupore'un oğullarıyım. Tempersitarım." Babam bir süre bir şey demeden Chris'e bakmayı sürdürdü. Bense tırnaklarımı bir bir yemeye başlamıştım ne yazık ki. Öyle streslenmiştim ki, tepemden yağan kara inat terliyordum.

"Bree'ye selamımı söyle Christoper." Dedi babam ancak ne demek istediği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Demek ki tanışıyorlardı. Bakışlarım Chris'e döndü ve onun suratındaki ifadenin ne olduğunu çözmeye çalıştım. Hiçbir şey anlamamıştım bu kez. Dümdüz bakıyordu. Chris, kesik çıkan bir sesle konuştu.

"Tabii, efendim." Yutkundum ve bir şey söylememe fırsat kalmadan babam kendini geçide bıraktı.

"Neydi bu şimdi?" dedim Chris'e. Gerginliği hala yerli yerinde duruyordu. Babamdan korkuyor muydu? Neden bu şekilde davrandığını anlayamamıştım. Başta, babamla tanışmanın herhangi bir genç kızın babasıyla tanışması gibi onu gerdiği için böyle davrandığını düşünmüştüm ancak başka bir şey vardı.

"Sessiz olalım. Çok vaktimiz yok. Ay taşın hazır mı?" gözlerimi kırpıştırdım birkaç kez.

"Beni geçiştiriyor musun?" Chris gözlerini devirdi.

"Seninle Tom Lincoln hayranlığımı konuşmayacağım, Jokey." Dedi ciddi bir biçimde. Ağzım açık kalmıştı. Hafifçe gülümsedim.

"Demek fanboyluk yapıyordun, öyle mi? O yüzden mi bu kadar kasıldın? Sana inanamıyorum. Babamın hayranı mıydın?" Chris sinirli bakışlarını çevirdi yüzüme. Bu susmam için bir uyarıydı, biliyordum ama şimdi sussam bile çenem elbet tekrar açılacaktı. O da bunu biliyordu. Gözlerimi kısıp bir şey demeden beklemeye devam ettim. Dakikalar geçtikçe gerginliğim arttı. Kitabı bulamamış mıydı? Yoksa biri onu fark mı etmişti? Tırnaklarımı yemeye kaldığım yerden devam edip Primus'a dua etmeye başladım. Ne yapıyorsak, bu alemin iyiliği için yapıyorduk. Pegasus hafifçe gerginliğimi aldı ama aramızdaki bağ sağ olsun, ben de onun çok gergin olduğunu hissedebiliyordum. Yakalanmamızdan ve bana bir şey olmasında çok korkuyordu.

Hiçbir şey olmayacak. Müthiş bir plan yaptık. İzle ve gör.

Bekleyiş uzadıkça, sessizlik çığ gibi büyüdü. Ne ben ne de Chris bir ihtimali dillendirmeye cesaret edemiyorduk bir türlü. Tam o sırada, arkamızda bir hareketlilik oldu ve sıçrayarak geriye döndüm. Aklım çıkacaktı ki, gelenin Klaer olduğunu görüp rahatladım. Ancak o çok telaşlı görünüyordu.

"Burada olduğumuzu nereden bildin?" dedim aklıma gelen ilk soruyu yönelterek.

"İllüzyonlarınızla kısa bir selamlaşma yaşadım diyelim. Aklınızdan ne geçiyordu Helena?!" sesini istemsizce yükselttiğini fark etsem de elimi kaldırıp ağzına bastırdım ve onu susturdum.

"Mikrofon ister misin?! Mecbur kaldık, yapabileceğim bir şey yok!" Klaer gözlerini kıstı.

"Ne bekliyorsunuz burada? Çıkanı öldürecek misiniz? Neler dönüyor? Hepsini anlatacaksın Helena, ama konuşmamız gerek. Ölen çocukla ilgili." Gözlerimi kıstım ve tüm dikkatimi ona verdim.

"Seni dinliyo-" cümlemi tamamlayamadan geçitten çıkan babam ile birlikte Klaer'in cilt tonu mümkünmüş gibi 3-4 ton daha açıldı ve bir hayaletle eşitlendi. Babam elinde kalın bir kitapla birlikte arkamda dikiliyordu. Kitabı bana hızlıca uzattı.

"Vaktin olduğunda, tekrar gel ve kitabı da getir." Dedi ve hiç kimseye hiçbir şey demeden gözümüzün önünden kaybolup gitti. O da kendi taşları her neyse onu kullanıyor olmalıydı. Ya da başka bir şey. İlgilenmedim. Tek umursadığım, kitabın şu an ellerimizde olmasıydı.

"Klaer acilen bu kitabı bırakmamız ve partiye dönmemiz gerek. Bizi partide bul ve konuşalım." Dedim ve ağzını açmasına rağmen söyleyeceklerini dinlemeden Tempersitar geçidinde buldum kendimi. Chris de yanımdaydı. Kitabı ona uzattım. Onun daha iyi saklayacağına inanıyordum.

"Bekle beni." Deyip içeri geçti ve ben de beklemeye koyuldum. Chris çıktığında ben çoktan Nova'yı çıkarmıştım.

"İlüzyonları da alıp Tempersitar yerleşkesinin girişine gelin. Cam Cassany." Dedim ve Nova bir asker selamı eşliğinde krizantemine döndü. Yapraklar bir bir kapandı ve biz de beklemeye başladık.

"Sence Klaer bize ne söyleyecekti?" dedim sessizliği bozmak için. Ölen çocukla alakalı önemli bir şey öğrenmiş olmalıydı. Chris elimi tuttu.

"Bilmiyorum." Dedi başını iki yana sallayarak.

"Ne geceydi ama..." dedi ben bir şey söylemediğimde. Gülümsedim. Üzerimize hala bir bir kar tanesi düşüyordu. Çok romantik bir ortamda, romantik olamayacak kadar gergin ve korkmuştuk. En azından ben öyleydim.

"Keşke farklı olsaydı." Dedim. Hafifçe buruşturdu yüzünü.

"Bilmiyorum, farklı olmasını istediğimden emin değilim. Tam bir suç ortağı değil miyiz? Zevk almadığını söyleme." Gülümsemeye başladı ve bir süre sonra da yüzüne yayıldı.

"Daha az riskli suçlara girebilir miyiz? Ucunda Captivum olmayan türden?" dedim ben de gülerek. Gülüşü iyice genişledi.

"O zaman bu kadar zevkli olmazdı..." dedi usulca. Şu an, aramızda ikinci bir yakınlaşmanın olacağını hisseden sadece ben olamazdım. Tuttuğu ellerim hafifçe titremeye başladı. Chris başını usulca eğdi ve bana iyice yaklaştı. Gözleri de saçları da gecenin karanlığından farksızdı. Baştan aşağı simsiyah ve ürkütücüydü aslında. Ama hiçbir ürkütücülük bu kadar çekici gelmemişti daha önce. Benden bağımsız kapandı gözlerim yavaşça ama o beklenen öpücük hiç gelmedi. Bir şey buna engel oldu. Tabii, gözlerimin fal taşı gibi açılmasına da sebep oldu.

"Bölüyor muyuz?" dedi iğneleyici ve keskin bir kadın sesi. Duymayı istediğim son ses...

Chris'in arkasında kalan tabloyu görebilmek için hafifçe kenara çekildim ve gözlerimi sırayla Cam'de, Tara'da, aptal illüzyonlarımızda ve Dagora'da gezdirdim.

Suç ortaklığımızın başarısı buraya kadar sürmüştü belli ki. Gecenin ilk açığını vermiştik ve gece daha çok uzundu.





Evet selamlar, biliyorum bu sefer süre baya uzadı. Ama son üçe girdikçe düzenleme ve yazma zorlaşıyor çünkü ikinci kitabın planlarına da uygun bir final olması gerekiyor. dönüp dönüp değiştirdiğim şeyler vs oluyor, bu sebeple içime sinene kadar bekledim. Diğer bölüm ışık hızında gelecek ama, hazır olun!!

Lütfen güzel yorumlarınızı, eleştirilerinizi ve oylarınızı kurgumdan esirgemeyin! Aklınıza takılan her şeyi sorun ve eğer okuduğunuzu beğendiyseniz bana göstermekten çekinmeyin :) Buraya yazmaya başladığım ilk günden beri hiçbir zaman oy ya da okunma sınırı koymadım kurgularıma, koymaya da niyetim yok. Ama bu, birilerinin kurgumu beğendiğini görmek istemiyorum demek değil...

Instagram : aykusagi.serisi

Continue Reading

You'll Also Like

264K 4.8K 31
Kocam ve arkadaşımın inlemeleri koridorda yankılandı.Bir an kalbim duracak gibi oldu. Gabriel, "Bir saniye bekle burada," dedi ve odamın kapısını açt...
44.6K 2.1K 23
Nefretle başlayıp Aşka doğur adım atan bir lise Aşkını anlatıyor.
201K 13.1K 61
Kitap en baştan düzenleniyordur bu yüzden bölümlerde karışıklık olabilir. Bu yüzden düzenlenmeyen bölümlerin olunmaması önerilir !!! Dünya baştan koy...
9.4K 1.1K 15
Sıradan bir insan, bir ağacı dokunuşuyla boydan ikiye bölebilir miydi? O ağacın içinden 10 yıldır çürümeyen bir ceset çıkabilir miydi? Sıradan bir in...