ANTKAYZON

By Pride352

45.7K 1.5K 1.3K

Şimdiye kadar Tuğrul Atalay için hiçbir görev bu kadar zor olmamıştı. Tarihi eser kaçakçılarının peşindeki bi... More

TANITIM - 1
TANITIM - 2
TANITIM - 3
TANITIM - 4
TANITIM - 5
1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21. Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
29. Bölüm
30. Bölüm
32. Bölüm
33. Bölüm
34. Bölüm

31. Bölüm

1K 19 23
By Pride352


Bölüm şarkıları;

Batu Akdeniz - Eksik

Sertab Erener & Şanışer - Vur Yüreğim

Davina Michelle - Liar





Sevda zorluk tanımaz. O ne silah ne tuzak ne de ökseyle ele gelir. İşte gönlüm apaçık... İstersen eğil bak. Ne öksem var ne tuzağım...

Samiha Ayverdi



Göz kapaklarını ağır ağır araladığında, Zeynep'in görüşüne giren ilk şey; bulanıklaşmış bir tavan ve ortasındaki siyah, huni şeklindeki sarkıt avizeden sızan güçlü, beyaz bir ışık oldu. Bulanık görüşünün sebebi, gözlerini birkaç kez kapatıp açtıktan sonra varlığını belli eder gibi göz pınarlarından yanlara doğru yuvarlandı ve soğumuş yanaklarına doğru ince bir yol çizip boğazında birleşti. Son hatırladığı fakültenin çıkış kapısına ulaşmaya çok az kala, Tuğrul'un kat merdivenlerinden önüne atlayarak yolunu kesişi, onu kulüp odasına doğru sürükleyişi, elinden telefonunu ve sakladığı dosyayı bir çırpıda alışıydı. Duyduğu son kelimeler ise adamın bileklerini zapt edip, onu arkasına döndürüp "Mecburdum Zeynep..." deyişiydi. Her şeyin bittiğini, yolun sonuna geldiğini düşündüğü o an... Tüm çabasının boşa gideceğini, canını Serhat'ın cinayetini bile aydınlatamadan teslim edeceğini bildiği zaman... Silahın namlusunu da Tuğrul'un nefesini de ensesinde hissettiğinden emindi.

Ölmemiş miydi?

Ellerini boğazına götürerek yutkundu ve sanki boğazına takılmış bir şey varmışçasına acı duydu. Kendisini rahatsız eden bu hisle yüzünü buruşturdu. Bu sırada gözündeki resim de yavaş yavaş netleşmeye başladı. Boz renkli bir koltukta boylu boyunca yatıyordu. Eli boğazından karnının üzerine, oradan da kalçasının yanına düştüğünde parmaklarına gelen yumuşak kumaşın dokusuyla yattığı yerin farkına vardı. Sonra da bedeni kendiliğinden, tehlikeyle baş etmek isteyen her canlının ilk başvurduğu yönteme geçiş yaptı. Gözlem yapmaya... Diğer elinden de destek alarak doğrulduğunda, tam karşısına düşen cam duvarı gördü. Önce oturduğu yerden ellerini kanepenin üzerine bastırdı sonra da kendini güvenceye almak ister gibi ayaklarını zemine yapıştırdı. Sağ ayağını zemin üzerinde parmak ucuyla topuğu arasında oynattı. Hala acıyordu fakat üzerinde daha rahat durabilecek gibiydi. Gözlerini kısıp cama baktı ama arkası simsiyahtı. Hiçbir şey görebildiği yoktu. Onun hemen önünde, küçük ahşap bir masa ve iki yanında da aynı renkte iki sandalye yer alıyordu. Laciverte dönük, koyu bir renge sahip, petek kabartmalı duvarın hiçbir yerinde pencere yoktu. Cam duvarın sol tarafındaysa bir kapı vardı. Kapının sağ tarafında bulunan, kutu görünümlü siyah, küçük, bir bağlantının üzerinde yanıp sönen kırmızı ve mavi noktalar, bunun bir çeşit alarm sistemi olduğunu düşündürüyordu.

Onu öldüreceğini düşündüğü için fakültede Tuğrul'a her şeyi bildiğini sayıp dökmüştü. Düşündüğü gibi gitmeyen bir şeyler vardı ama kafasında öyle çok şey aynı anda dolaşıyordu ki mantıklı düşünme yetisini tamamen yitirmiş gibiydi. "Allah'ın cezası pislik..." diye söylendi Zeynep ellerini dağınık saçlarının arasından geçirerek. "Nereye getirdin beni..." Neden bu odada olduğunu, Tuğrul'un amacının ne olduğunu, dahası onu buraya bırakıp nereye kaybolduğunu düşündükçe delirecek gibi hissediyordu. "O an orada kafama sıkıp öldürseydi keşke..." diye düşündü sonra. Her şey biterdi. Burada, bu düşünceler içinde titreyerek akıbetini beklemekten bin kat daha iyiydi.

Hemen ayağa kalkıp çıkışı çok mümkün görmese de şansını denemek ve kapıya gitmek istedi ama gözlerinin önünde uçuşan noktalar ona biraz daha beklemesini ve kendine gelmesi gerektiğini söylüyordu. Bunları düşündüğü sırada yoklamayı düşündüğü kapıdan gelen elektronik bir sesle kapı odanın içine doğru açıldı.

Orta boylu, fit görünümlü, açık alınlı ellili yaşların başındaki takım elbiseli bir adamın içeri girişiyle birlikte kendini savunma iç güdüsüyle ayağa fırladı Zeynep. "Sakın..." diyerek elini ona doğru yürüyen adama kaldırdı. "Sakın yaklaşmayın bana!"

"Sakin ol Zeynep..." diyerek durakladı onun gözbebeklerinin korkuyla büyüdüğünü ve elinin titrediğini gören Mehmet Özder. Sonra da ona zarar vermeyeceğini belirtmek ister gibi iki elini de havaya kaldırdı. "Sakin ol... Sana burada bir zarar gelmeyecek."

"Kimsiniz siz?" dedi Zeynep odanın orta yerine kök salmış bir kasırgadan korunmaya çalışır gibi. "Onunla beraber misiniz?" diye devam etti Tuğrul'un adını ağzına almaktan sakınarak. "Beraber misiniz dedim?" diye yinelediği an sağ taraftaki kapı yeniden, bu kez sertçe açıldı. İçeri adım atan Tuğrul kapıyı kapattıktan sonra, önce Zeynep'e sonra onay almak ister gibi Mehmet Özder'e baktı. Adamın başını onaylar gibi eğmesiyle onlara doğru birkaç adım daha yaklaştı. Zeynep'in gözleriyse Tuğrul'un yüzüne attığı saniyelik bakıştan sonra hızla ellerine kaydı. Elinde silah yoktu. Sağ yanağında elmacık kemiğine dek uzanan kısa bir kesik vardı. Karanlıkta çok net görememişti ancak üzerindeki kıyafetler de fakültede kendini alıkoyduğu kıyafetler değildi. Diğer adam gibi beyaz gömlekle siyah takım elbise giymiş ve siyah bir kravat takmıştı. Başının arkasından da beyaz bir sargı bezinin kısa ucu görünüyordu. Onun kendisini incelediğini ve çözüm bulmak için paniklememeye çalıştığını bildiği için kısa bir süre daha gördüklerini kafasında tartmasına izin verdi Tuğrul.

"Bizden korkmana gerek yok. Gördüğün, duyduğun her şeyin bir açıklaması var." diyerek kendisine yürüdüğünde Zeynep de koltuğun yan tarafına kayarak arkasındaki duvara doğru geriledi.

"Gelme... Uzak dur!"

"Zeynep..." dedi Tuğrul derin bir nefes alarak. "Korktuğunu biliyorum, haklısın. Yerinde kim olsa korkar. Şimdi, sakin ol. Anlatmama izin ver. Gördüğün hiçbir şeyin aslı yok. Sana bir şey olmasına asla izin vermem..."

"Tuğrul..." diyerek devam etmesi için kendisini uyaran Mehmet Özder'e döndü Tuğrul. "Vakit kaybediyoruz."

Bunu duyan Zeynep kontrolünü kaybetmiş gibi iki adama bakarak arka arkaya sıraladı cümleleri. "Ne- ne yapacaksınız bana? Neden getirdiniz buraya? Neredeyim ben?" dediği anda iki üç uzun adım daha atarak ona ulaştı ve kollarından tuttu Tuğrul. "Şşşt..." diyerek bir eliyle gözyaşlarının ıslattığı yanağına dokundu. "Anlatacağım Zeynep... Her şeyi anlatacağım." diyerek onu masaya doğru yönlendirmek istedi ama o anda Zeynep de bunu engellemek için onun kollarına yapışmıştı. Girdiği şok ve korkunun da etkisiyle Tuğrul'u dinleyecek durumda değildi. "Dokunma, bırak! Çek ellerini üzerimden." demeye devam ediyordu.

"Neden vurmadın?" dedi sonra bir an duraksayarak. "O an her şey bitebilirdi. Ölmemi istemedin mi? Bitir gitsin. Daha ne bekliyorsun? Neden uzatıyorsun bu işkenceyi?" dediğinde Tuğrul'un gözünde neden acı çeker gibi bir ifade vardı anlayamıyordu. Neyi anlatacaktı? Sesi kendi kulağında uğulduyor gibiydi. Sanki kelimeler kendi ağzından çıkmıyor da ondan bağımsız şekilde bir başkasının iradesiyle sıralıyordu cümleleri. "Anlamıyorum... Ben-anlayamıyorum. Kafama silah dayadın sen! Sen-beni-öldürecektin... Buraya nasıl getirdin? Neden?" dediği anda, yüzü kaskatı bir ifadeye bürünen Tuğrul onu kolundan tutarak önlerinde duran ahşap masaya doğru götürdü ve omuzlarından bastırarak sandalyeye oturttu. Bir eli Zeynep'in omzunu baskı altında tutmaya devam ederken Mehmet Özder de yaklaştı masaya. Diğer sandalyeyi çekip Zeynep'in karşısına oturdu.

"Buraya getirilmeni ben istedim Zeynep. Tuğrul da üzerine düşeni yaptı."

"Her şeyi öğrendiğim için değil mi? Siz Serhat Abi'yi öldürdünüz! Mezardan çıkarılacaklar için... Siz onun canına kıydınız!"

"Hayır!" dedi Mehmet Özder kesin bir ifadeyle. "Serhat'ı öldüren biz değiliz. Ama kimin yaptığını bulabiliriz. Sen de yardım etmeye gönüllü olursan..." derken elini ceketinin iç cebine attı. "Neden bahsediyorsunuz siz? Ne demek bu?" diye sordu Zeynep ve adamın silah çıkaracağını düşündüğü için parmakları masanın ucunu sımsıkı kavradı. Tuğrul'un ifadesiz bir şekilde geri çekilerek ona itaat etmeye hazırmış gibi durduğunu da görünce adamın elinin hafifleyen baskısından istifade masayı Özder'in üzerine iterek ayağa fırladı. Kapıya doğru koşarak açmaya çalıştı. Özder masayı eski yerine getirirken Zeynep'i geri getirmesi için işaret etti Tuğrul'a. Onun bağırarak, çaresizce kapıyı yumruklayışına, bu korkuyu yaşayışına içi gitse ve şu an tek istediği Zeynep'i kolundan çekip kendine hapsetmek olsa da kendini tutarak yanına ilerledi Tuğrul. Kolundan tutarak Zeynep'i masaya doğru sürüklerken yanlarında Mehmet Özder olduğu için "Çırpınma daha fazla. Benim yanımda güvendesin." diyebildi yalnızca. "Sakin ol ve anlatacaklarımızı dinle."

Hala Tuğrul'a direndiği ve duyduklarından bir şey anlamadığı için sandalyeye sendeleyerek geri oturdu Zeynep. Bu yüzden; Özder'in silahı yerine siyah, ince bir deri cüzdanın içinden çıkardığı ve masaya bıraktığı kimlik, ilk birkaç saniye hiçbir şey ifade etmedi kendisine. "Tuğrul?" dedi Mehmet Özder yeniden. O sırada çenesini sıkıntıyla ovuşturan Tuğrul da attı elini ceketinin cebine.

Mehmet Özder'in kimliğinin tam yanına bıraktı kendi kimliğini.

Zeynep'in gözünün önünde, içindeki fırtınanın etkisiyle sağa sola yatan ancak yine de deniz yüzeyinde kalmaya çalışan bir tekne misali dalgaların yatışmasını bekleyen harfler, sonunda kelimeye evirilerek mantıklı bir sıralamaya girdi ve yavaş yavaş netleşerek karaya oturdu. Masanın üzerindeki iki kimliğe dokundu elleri. İki yanında da Türk bayrağı bulunan açık mavi kimliklerin tam ortasında Millî İstihbarat Teşkilâtı yazıyordu. Önce Mehmet Özder'inkine baktı, okuduğu bilgilerle elini ateşe değmiş gibi geri çekti. Başını kaldırıp adamın yüzüne baktığında, sert çehresinin ardından çıkan şefkatli bakışı gördü. "Bize yardımcı olursan her şey daha kolay olabilir Zeynep. Sükûnetini koru ve Tuğrul'u dinle." diyerek kimliğini alıp ayağa kalktı Mehmet Özder. "Dışarıda olacağım." diyerek Tuğrul'un omzuna dokundu ve kapıya yönelerek odanın ortasında infilak eden gerçeğin kıyısında, yan yana sessizce duran Tuğrul ve Zeynep'e kısa bir bakış attıktan sonra dışarı çıktı.

Bu kez Tuğrul'un kimliğini yavaşça eline aldı Zeynep. Sol tarafında teşkilatın ambleminin, sağında ise Tuğrul'un biyometrik fotoğrafının bulunduğu kimliğin ortasında yazan ismi dudaklarını oynatmadan üst üste okudu.

Tuğrul Atalay

Sanat ve Tarihi Eser Kaçakçılığı Birimi

Elini sımsıkı tuttuğu kimlikle birlikte yavaşça aşağıya indirirken, gözlerini de onun vereceği tepkiyi bekleyen Tuğrul'un fırtınalı bakışlarına dikti. Kimliği tutan eline gitti ona doğru eğilen Tuğrul'un eli ve sımsıkı kapattığı parmaklarını açmaya çalışmadan kendi kocaman avcuyla örttü elini.

"Sen..." dedi Zeynep sesi titreyerek. Korkudan değildi bu defa seslenişindeki bu tereddüt. Gördüğü kimliğin sahibinin dilinden dökülecekleri beklemekti onu sersemleten. Bir ölüm değil lakin mahşer kalabalığı girmiş gibi araya, nereye gideceğini ve üzerinde yürüyeceği köprünün keskinliğini bilememekti. Beklemek, hele ki cennet ve cehennem kapısının tam arasında kalmışsa insan, görüp görebileceği en büyük işkenceydi.

"Devlet adına çalışıyorum Zeynep..." derken diğer eline de uzandı Tuğrul. Zeynep'in buz gibi olmuş elinin üzerine kapanan güçlü el, sihirliymiş gibi birkaç saniyede kan akışını hızlandırdı. "O gece senin duyduğun her şey yanılgıdan ibaret. Görevimin bir parçası, o kadar... Ben ne senin düşündüğün gibi bir örgütün içinde yer alan adi bir kaçakçıyım ne Serhat'ın katili ne de vatan haini..."

"Başından beri onların açığa çıkması için çalışan, fakülteye de bunun için yerleşen adamım..."

Korku, gevşeme, mutluluk, üzüntü, kafa karışıklığı... Bunların hepsi nasıl aynı anda ve süratle bedenine nüfuz etmişti bilmiyordu. Yüreğine son birkaç gündür doldurup doldurup taşırdığı o yoğun nefret ve iğrenme duygusu, bir anda içinden boşalır gibi oldu. Derin bir nefes aldı fakat o an, bu boşluğu sindirmesine izin vermeden, yüreğini doldurmaya hazır olan başka duygular vardı. Ve hepsi de savaş arenasında miğferini, kalkanını, okunu hazırlamış kozunu paylaşmak için Tuğrul'u bekliyordu. Kandırılmışlık hissi ve koca bir hayal kırıklığı...

"Görevimin bir parçası, o kadar..."

"Fakülteye bunun için yerleşen adamım..." cümlelerini o kısacık sürede döndürüp durdu zihninde.

"Böyle bir şey nasıl...?" derken ayağa kalktı ve elinde tuttuğu kimliği sıktı. "Peki geldiğin gün..." dedi Zeynep neden sonra iki elini de adamın ellerinden çekerek... İşinin ehli bir yönetmenin emriyle hazırlanmış, kusursuz bir sahnenin flashback'i gibi doldurdu göz bebeklerini geçmiş. Tuğrul'un odasında eline alıp baktığı dosyayı hatırladı, yere uçan kağıtları, onları toparlarken adamın odaya girişini... Tartışmalarını... Sırtını dönüp gidişini...

"Evrakların, doktor unvanın, yayınların..." diye devam ettiğinde "Bilmen gerektiği kadarı doğru..." diye böldü onu Tuğrul. "Kimlik bilgilerim elbette tamamen gerçek değil." derken Zeynep'in aklından geçenleri biliyordu. "Kurum isimleri haricinde eğitimim ve yayınlarımla ilgili kısımlar doğru... Öyle olmasa ne kazıda ne de üniversitede bu kadar kolay tutunmam mümkün olmazdı. Fischer'in dilinden anlamam da..."

Anlayamıyor gibi kimliği masaya bırakıp elini başına götürdü Zeynep. Tamamlanması aylarca sürecek binlerce parçalık bir yapbozu birkaç dakika içinde yerine oturtmaya çabalıyor gibi hissetti. Bu çok ağırdı. O kadar çok anı hücum ediyordu ki aklına, hepsi de önüne farklı görüntülerle yığılarak yükselen, dengesiz, dev bir kulenin kaçınılmaz yıkılışını hazırlıyordu. Tuğrul'un söyledikleriyle birlikte aklının gözünün önüne taşıdığı her görüntü, kulaklarının onun ağzından işittiği her kelime ya da onunla ilgili önüne serilen her cümle eksik bir parçayı olağanüstü bir hızla tamamlıyordu.

"Ne şanslı kızsın... Süper kahraman gibi yetişti adam ya olay yerine..."

"Bir yere gidemeyecek! Emniyette hatırı sayılır tanıdıklarım var."

"Telefonum kilitlendi. Bununla ne kadar ilgilisin?"

"Güven tehlikeli bir silaha dönüşmeye açık bir duygudur Zeynep."

"Fischer çok başarılı bir akademisyen, insan onun arkasından ancak övgüyle konuşabilir. İnsan ilişkilerinde nasıl olduğuysa tartışılır."

"Bileğinize ne oldu? (...) Nasıl önemli bir şey değil? Kanıyor..."

"Herkesin korktuğu bir şeyler vardır Zeynep."

"Başından beri bana üstü kapalı yaptığın o uyarıların nedenini anlamaya çalışıyorum."

"Adamda başka bir şey var. Birden fazla kişiliğe sahip gibi..."

"Sorun, başından beri kazı alanında benim göremediğim başka şeyler mi?"

"Serhat Abi'nin ölümüyle Profesörün bir bağlantısı olduğunu mu düşünüyorsun?"

"Profesör mü?" diye sordu Zeynep tereddütle. "Bu işin arkasında o mu var? Klemenos'un mezarına ulaştığımız gün bu yüzden mi öldürüldü Serhat Abi?"

"Bazı eserlerin yurtdışına kaçırıldığı kanıtlandı." diye cevapladı onu Tuğrul. "Ama asıl hedefin mezar ve II. Klemenos'un tacı olduğunu düşünüyoruz. Bununla ilgili ciddi istihbaratımız var."

"Profesör mü yaptı?" diye üsteledi Zeynep. "Serhat'ı o mu öldürdü?"

"Olabilir!" dedi sert bir tonda Tuğrul. "Kesinliği yok, ama ihtimaller dahilinde. Öğrenmeye çalıştığım da bu! Üstelik..." derken iyice yaklaştı Zeynep'e. "Eserlerin kaçırılmasına yardım eden kişi de Serhat'ın kendisi..."

"Serhat Abi mi?" dedi Zeynep daha büyük bir şaşkınlıkla. "Ben onu yıllardır tanıyorum! O asla böyle bir şey..."

"Yaptı Zeynep!" diye kesti onun sözünü Tuğrul. "Ölmeseydi bile bir hafta içinde elinde kendisi için tuttuğu diğer parçalar sayesinde kazıdan da ülkeden de kaçacaktı."

"Ben anlayamıyorum. Peki o dosya?" diye sordu Zeynep bu kez... Konuştukça soru soruyu doğuruyor her şey daha da karışıyordu. "İçinde yazanlar? Kafama neden silah dayadın o zaman?"

"O geceden sonra senin konuştuğumuz her şeyi duyduğunu ve yanlış anladığını biliyordum. Asla sessiz kalmayacağını da. Kimliğimi saklamanın bir yolu kalmadı Zeynep. Üstelik Fischer'le ilgili de bu şekilde bir bağlantı yakalamamız zordu. Seni makul şekilde birime çekmenin de en uygun yolu buydu. İnandığın şeyi destekleyip kanıt aramanı sağlamak. Susacağını asla düşünmedim. Bunu yapacağına emindim. O dosyayı oraya ben yerleştirdim. Görmeni ben istedim."

"O yara izi..." diye devam etti Zeynep kendiyle konuşur gibi... "Başkalarına da zarar verdiğini sandım. Başkalarını da öldürebileceğini..."

"Operasyonda oluşan ufak bir yara, o kadar. Kapatmadım. Görmeni özellikle istedim. Hepsi odama girip dosyayı aramaya çalışman, vazgeçmemen içindi. Bunu gündüz vakti yapamayacağın için herkesin gittiği bir saati kollayacağını biliyordum. Bir yolunu bulup odama gireceğini de... Zaten katil olduğuma inanıyordun. Seni evinden ya da başka yerden buraya çekmek daha riskliydi. Ama fakültede her şeyi kontrol altında tutabilirdim. Tek amacım seni buraya sorunsuz getirip bunları açıklamak, bu işin arkasında olanları bulmak için gerçeği bilerek bizimle hareket etmeni sağlamaktı."

Duyduğu her yeni cümlede; sözcüklerin ruhunda açtığı yaralar büyüye büyüye birleşip Zeynep'i sırtından ittiriyor ve tek bir noktaya sürükleyerek aşağı itiyordu. Tuğrul karşısında konuşuyor, şimdiye kadar onunla ilgili bildiği her şeyin düzmece olduğunu söylüyordu.

Katil değildi. Hain değildi. Devlet için çalışan bir ajandı o... Her şey görevinin bir parçasıydı. Kendisi, kurulan bu sahte dünyanın onu hedefe ulaştıracak bir detayıydı. Tuğrul da hayatına sızan ve işi bitince kaybolacak davetsiz bir misafirdi o kadar...

Vardı ama yoktu. Hem oradaydı hem değildi... Yakındı ama uzaktı.

Eğer bir katil olsaydı tanırdı onu. Bilirdi. Çözmüştü kim olduğunu. O gece duyduğu cümlelerden ve gördüğü dosyadan sonra tüm yakınlığını, bakışlarını, dokunuşlarını içindeki kötülük tohumlarına, hedefine ulaşmaya çalışan hain planlarına atfetmek basitti.

Fakat onun kafasında yarattığı iki Tuğrul da hiç var olmamıştı... Tüm tartışmalarına ve ikilemlerine rağmen yanında güvende hissettiği, kalbinin çarptığı, her tehlikede kolundan tutup kaldıran ve içten içe ondan bir zarar görmeyeceğine inandığı, güvendiği o adam... İlk tanıdığı... Ya da Serhat'ın katili sandığı... Şimdi durmuş, üçüncü bir yüzü daha olduğunu söylüyordu. Maskelerinden arınmış olması, onu kullandığı gerçeğini değiştirmiyordu.

"Peşinde olduğun Profesör, geldiğinden beri sürekli şüphelendiğin kişi...Öyle mi?" derken gülümsedi. Acı çeker gibi, cılız, mahzun bir bükülüştü bu. "Tek başına kestirmeden ulaşmanın imkânı yoktu. Ama asistanını kullanarak her şey daha kolay olurdu." dediğinde Tuğrul'un gözleri öfkeyle karardı.

"Zeynep!"

"Değdi mi peki?" diye devam etti Zeynep. İçindeki yangını körükleyen güçlü bir rüzgâr esse de yüreğinde, sesine bir anda inanılmaz bir sükût gelmişti. "İstediğini alabildin mi bari?" dediğinde kolunu kavradı Tuğrul ve kendisine doğru çekti onu.

"Alamadın tabi..." dedi Zeynep onun kollarından kurtulmak isteyerek. Ancak Tuğrul'un mengene gibi kendisini saran parmakları buna izin vermiyordu. "Önüne dosyam, karakter analizim de gelmiştir mutlaka. Bölüme ayak basar basmaz damarıma basarak dikkat çekmek ilk adım için fena değil... Ama yetmezdi. İstediğin gibi yönlendirebilmek için kafamı karıştırmak da gerekti çünkü. Beni avcuna almak için daha vurucu hamleler yapmak şarttı, değil mi? Kötü adamların elinden kurtarmak, güvenimi kazanmak, senin için ne kadar önemli olduğumu korkularımla baş başa kaldığımda gözlerime bakarak hissettirmek, korumak, bir an öpüp bir an geri çekilerek neye uğradığımı şaşırtmak gerekirdi!"

"Kes saçmalamayı!" dedi Tuğrul sesini yükselterek. "Bana bak sadece." derken tutuşunu sertleştirdi. "Zeynep bana bak! Öyle olmadığını sen de biliyorsun! Bazı şeyler görevin bir parçasıydı ama sana dokunmak..." dediği anda başını ani bir manevrayla Tuğrul'un yüzüne geçirdi Zeynep. Saçları bu hareketle havalanarak yüzüne gelip darmadağın olurken adamı da itmeye çalıştı.

Tuğrul beklemediği bu hareketle burnunu tutarken, sol elini de yumruk yapıp adamın sağ yanağına geçirdi ve "Tek kelime daha etme!" diye çıkıştı Zeynep. Tam o sırada olan biteni karşı odadan izleyen ve dinleyen Mehmet Özder, kulaklığından seslenerek kolunu burnundan akan kana bastıran Tuğrul'a "Dışarı çık!" talimatını verdi. "Hemen."

Önce nefretle göğsü inip kalkan Zeynep'e sonra yavaşça cama dönüp orada olduğunu bildiği adama baktı Tuğrul ve hiçbir şey söylemeden, öfkeli adımlarla kapıdan çıkıp gitti. Onun çıkışının arkasından ellerini hırsla yüzüne kapattı Zeynep.

Tuğrul, Mehmet Özder ve Doğan'ın bulunduğu odaya girdiğinde Doğan'ın ilk yaptığı şey Tuğrul'a küçük bir bez parçası uzatmak oldu. Tuğrul onu burnuna götürüp camın ardından Zeynep'in ağlayışını izlerken derin, hırslı bir nefes aldı. "Kolay olmayacağını biliyorduk Tuğrul." dedi Doğan elini adamın omzuna koyarak. "Biraz sabır kardeşim..."

"Aceleci olmayacaksın." diye araya girdi Mehmet Özder. "Ona biraz zaman ver. Önce bu duyduklarını bir sindirsin. Zaten evine götürüp bir çuval incirin içine ettin. Başka çaremiz kalmadı." diyerek Zeynep'in yeniden koltuğa kıvrılışına baktı. "Neler olup bittiğini hazmetsin. Kız neye uğradığını şaşırdı."

"Yalnız kafayı geçtim de sol kroşesi de bayağı sağlammış müdürüm!" dedi Doğan Tuğrul'un elinde kalan ve yer yer kırmızıya bulanmış kumaşı iki parmağının ucuyla çekip havaya kaldırarak.

"Kafamda filler sikişiyor, ipimle kuşağım sikimle taşağım diyorsun Doğan, siktir git!" dedi Tuğrul bezi onun elinden alarak.

"O kıza da böyle götlük yaparsan yersin suratına yumruğu işte böyle. Sakinleş lan biraz! Hem yalan mı oğlum? Araba kaçırma desen var, sonra anahtar ele geçirme, dosyalara ulaşma, şimdi de bu yumruk... Bence Zeynep gönüllü istihbarat uzmanlığı için en doğru isim..."

"Gönüllü olacak gibi mi görünüyor?" dedi Tuğrul net bir ifadeyle. "Ağzıma sıçmadan hiçbir şeye gönüllü olacağını sanmıyorum."

"İşin buraya varacağı belliydi." dedi Özder düşünceli bir şekilde. "Yediğin halta artık çare yok. Ne olursa olsun Zeynep'i ikna edeceksin. Yoksa bunca zaman edindiğimiz tüm istihbarat, yaptığımız tüm operasyonlar çöpe gider! Fischer cephesinden kanıt bulmak için ona ihtiyacımız var. Bu gönül işlerinin adamın başına nasıl bir bela açacağını en iyi sen bilirsin ama..." dedi ellerini yapacak bir şey yok der gibi açarak... "En deneyimli adamım bile bu çukurun içine düştü. Yüzde yüz kontrol diye bir şey yok. Bunları anlattığın o gün, sana söyledim." dedi vurgulu bir ses tonuyla.

"Duygularına teslim olmuş bir ajan pimi çekilmiş bombadan daha tehlikelidir."




Üç gün önce...

"Operasyon detaylarını konuşmadan önce... Bana verdiğiniz görevle ilgili bilmeniz gereken önemli bir husus var." diyerek araya girdi Tuğrul.

"Anlat, seni dinliyoruz." diye karşılık verdi Özder.

"Serhat'ın öldüğü gece, daha önce bahsettiğim gibi kazı alanında da ortalık karışıktı. Ambulans sesiyle çevredeki hareketliliği fark eden jandarmalar kazı evine geldiğinde onlarla konuştum. Ben adamlarla ilgilenirken, Zeynep de Serhat'ın yanında olacağım diye Fischer'in arabasının anahtarını alıp kontrolsüzce yola çıktı." diyen Tuğrul olanları tüm ayrıntılarıyla açıklamak zorunda kaldığı için sessiz fakat derin bir soluk aldı.

"Evet, devam et!" dedi onun tavrından başlarına bela olacak bir şeylerin geleceğini tahmin eden adam.

"Annesinin ölümüyle ilgili bir travması var. Serhat'la da yıllardır yakın ilişki içindeydi ve adamı o halde ilk bulan da Zeynep, biliyorsunuz. O gece hızlı şekilde alandan çıkışını gördüğüm an; kendisine zarar vermemesi için peşine düştüm. Tabi, önünü kestiğim için bağırıp çağırdı. Ama umurumda olmadı. Güvenliği için zor kullandım. O anda sakinleşecek bir durumu da yoktu."

Tuğrul'un daha önce bahsetmediği ve giderek detaylanan bu açıklamalarına kaşlarını çatarak "Eee?" dedi Özder. Tuğrul Doğan'la daha önce konuştuğu için, hafif kirli sakalını ovuşturan adamın yüzünde de "Şimdi boku yedik işte..." ifadesi mevcuttu.

"Bizim bantlardan birini kullandım." dedi Tuğrul doğrudan.

"Ne yaptın ne yaptın?" dedi Özder iyice şaşırarak. "Sen ne dediğinin farkında mısın lan? Ne demek kızı bayılttım?"

"O an Zeynep'in güvenliğini sağlamak için mecburdum!" diye karşılık verdi Tuğrul. "İnisiyatif kullandım."

Parmaklarını sinirli bir tavırla, dökülmeye başlamış saçlarının yarattığı boşluktan miras kalan geniş alnına götürüp sağa sola ovuşturdu Özder. "Biz o bantları tehdit unsuru olan kişiler için kullanıyoruz! Ben bu birimin başına geçeli on iki yıl oldu. Sen on bir yıldır buradasın! Teşkilattaki yeni yetmelerin bile eğitim sürecinde ilk öğrendiği kurallardan birini nasıl umursamazsın Tuğrul?"

"Dediğim gibi, mecburdum!" diye yineledi Tuğrul. "Çok üzgün ve bitap halde olduğu için, onu durdurabileceğim en güvenli ve şüphe çekmeyecek yol buydu. Arabayla ilgilenmelerini söyledim, Zeynep'i de kendi aracımla evime götürdüm."

"Al işte bir başka vukuat!" diye gürledi Özder. "Bir de mecburdum diyorsun! Ulan ben de seni bu görevden almaya mecburum!" dediğinde ağzından tek kelime çıkmayan Tuğrul, her şeyi göze almış tavrıyla kollarını göğsünde kavuşturdu.

"Karşıma geçip söylediğin şeye bak! Bu operasyonun kilit adamı sensin. Olup bitenleri gören, konuştuklarımızı tatbik eden sensin! Klemenos'un mezar kapısı bulunduğu an adamın ipi çekildi." dedi Serhat'ı hatırlatarak. Operasyonun en kritik noktasına geldik, senin yediğin halta bak! Bir de bunu şimdi söylüyorsun, Tuğrul sen kendini bu birimden attırmaya mı çalışıyorsun?"

"Sürecin kontrolüm altında olduğunu düşünsem yine söylemezdim." diye cevapladı onu Tuğrul dürüstçe. Olan olmuştu, o yüzden bundan sonrasını da aynı netlikle açıklayacaktı. "Ancak Zeynep, o gecenin sabahında ve sonrasında benden şüphelendiğini ele veren hareketlerde bulundu."

Yeni bir bombanın patlayacağını sezen Özder de olan biteni tüm ayrıntılarıyla öğrenmek için "Nedir, söyle?" dedi iyice yükselen ses tonuyla.

"Benim evin içi ve çevresi kameralarla dolu, biliyorsunuz. Bandın etkisinin de ne kadar sürdüğünü söylememe gerek yok. Zeynep'in bu etkiyi nötrleyecek bir şey kullanmadığını biliyordum. O gece toplantıdan sonra Doğan'la da kısa bir değerlendirme yaptık. Ama sabahında, Zeynep'in genel hali ve tavrındaki değişiklik çok netti." dedi Doğan'a da kısa bir bakış atarak.

"Kameraları izlediğimde, Doğan'la konuştuğumuz sırada Zeynep'in merdivenin başında durduğunu gördüm. Operasyonla ilgili değil ama Serhat'ın ölümüyle ilgili konuştuklarımızı duymuş gibi görünüyor. Tabi bu durumda sadece benim söylediklerimi duyduğu için, o andan itibaren Serhat'ın katilinin ben olduğumu düşünmeye başladı. Gördüklerimi ve düşündüklerimi teyit etmek için de fakültedeki odamda, çekmeceme Serhat'ın adının yazılı olduğu uydurma bir dosya bıraktım. Zeynep'i de odaya çağırıp dosyayı görmesini sağladım. Tahmin ettiğim gibi..." dedi kısa bir an duraksayarak. "Dosyayı çekmecemde gördüğü an belli etmemeye çalışsa da irkildi, vücut dilinden yaşadığı tedirginlik çok netti. Bu da şüphelerimi doğruluyor."

Tuğrul'un arka arkaya söylediklerinden sonra sinir katsayısı iyice artan Özder, "Sen bu söylediklerinin neye mal olabileceğinin farkında mısın?" diye çıkıştı. "Eğer seni sahanın ortasına yerleştirmiş olmasaydım..." derken bağlandığı odada ileri geri yürüdü. Sonra yeniden ekrana yaklaşarak odada Tuğrul'dan başka kimse yokmuş gibi öfkeyle parlayan gözlerini adamın üzerine dikti. "Görevden çeker, birimden de uzaklaştırırdım. Şimdi plana sadık kalacağız ama sanma ki bunun bir yaptırımı olmayacak. Görev sonlanınca onun da sırası gelecek!"

Onun söylediklerini dinledikten sonra esas konuya girdi Tuğrul.

"Bu durumda kimliğimi ve görevimi Zeynep'ten saklamam büyük tehlike. O konuşmayı duyduktan sonra asla rahat durmaz. Katili ben sandığı için bir açık yakalamayı bekliyor. Onu bulduğu an, gider Murat ya da Fischer'le konuşur, sonra da kolluk kuvvetlerine beni ihbar eder. Serhat'ın dosyasını önüne atarak şimdilik oyaladım ama uzun sürmez." diye devam etti kendinden emin bir tavırla. "Onu çok iyi tanıyorum. Dosyaya ulaşmaya çalışacak."

"Çok iyi tanıyormuş. Kız o güvendiğin bandı bile sikip atmış, ne aldı da uyandı Allah bilir?" dedi adam öfkeyle. Gözlerindeki sertlik yerini korurken "Ne yapmayı planlıyorsun?" diye sordu.

"Ne aldığını da öğreneceğim." dedi Tuğrul. "Şimdi daha önemli bir mesele var. Fischer'le arasındaki yakınlaşmayı söyledim. Ama Zeynep o kadar kolay manipüle edilecek biri değil. Bu noktada Fischer'le ilgili daha yoğun bilgi akışına ihtiyacımız var. Meslek etiğine ne kadar dikkat ettiğini defalarca gördüm, biliyorum. Neyin içinde olduğunu idrak ederse, bizimle iş birliği yapmayı kendisi de isteyecektir. Bu yüzden..." dedi önce Özder'e sonra da ekibin geri kalanına bakarak.

"Benim teklifim, kimliğimi ve görevimi Zeynep'e açıklamak."

Kısa süreli bir sessizlikte Doğan dışında odada bulunan herkes birbirine baktı. Tuğrul'un arka arkaya kurduğu vurucu cümleler hepsinin kafasını karıştırmış gibiydi.

"Zeynep'e olan biteni açıklamak ve bizim tarafımıza çekmek..." diye devam etti. "Tabi, takdir ve son karar sizin!" dedi yeniden Özder'e dönerek. Sıkıntıyla bir süre düşünen adam ekibine hitaben "Sizin düşünceniz nedir?" diye sorduğunda masadan olumlu sesler yükseldi.

"Bence mantıklı..." dedi Doğan da Tuğrul'u destekleyerek. "Zamanımız daralıyor, Zeynep'in kendiliğinden adama yaklaşıp ağzından bir şeyler almasını beklemek kulağı tersinden tutmaktan başka bir şey değil. Bu durumda yolu uzatmanın anlamı yok. Gerçi iş birliğine hemen yanaşır mı ondan da pek emin değilim ama..." derken Tuğrul'un delici bakışlarına maruz kalınca sırıttı. "Önce şu işin altından bir kalkalım, onu da sonra düşünürüz." dedikten sonra Özder'in de onay verişiyle, Tuğrul'un sırtına vurdu. "Gazan mübarek olsun kardeşim!"


***


TUĞRUL

Önümdeki dosyada, operasyonda ele geçirilen eserlerin çekilen fotoğrafları arasında duran ve farklı açılardan çekilmiş Nemesis heykeline kabaca baktım. Heykelin anımsattıklarıyla kaşlarımı çatıp, dosyayı bir kenara attım. Zaman zaman hayatımın kritik bir noktasında, Nemesis'in terazisini aleyhimde kaydıracak bir şeyler yaptığımı düşündüğüm olurdu.

İşin doğrusu; ilahi adalete en yakın duran bu tanrıçayı kızdırmak için ona çok da sağlam bir neden verdiğimi sanmıyordum, hatta otuz üç yılımı objektif olarak değerlendirmeyi becerebilirse; ondan yüksek meblağda alacaklı sayılırdım. Ama fakülteye geldiğim andan itibaren manevi defterimdeki borçlu hanem ilginç bir şekilde kabarıyordu. Bu şehre ayak bastığımdan beri işlediğim günahların tek sebebi, karşılaştığım günden beri başıma büyük belalar açacağını bildiğim kadındı. Bildiğim, ama asla uzak duramadığım...

Şimdiye kadar öyle ya da böyle dengede tuttuğum o teraziyi, her şeyi kontrolümde sandığım tüm anlarda alaşağı eden Zeynep'ti... Elimi kolumu tek bağlayanım...

Şimdi karşımdaki dağılmış, hayal kırıklığıyla donanmış o güzel yüzünün buruk ifadesini, ince bedeninin odanın içinde; benim yarattığım fırtınada oradan oraya savrulmuş bir yaprak gibi dolanışını izlemeye hatta şu camın bile onu benden uzaklaştırmasına tahammülüm yoktu ama işler boka sardığı için sabır kontenjanımı zorunlu olarak artırmıştım. Sinirle bir nefes çekip parmaklarımla burun kemerimi sıktım. Belli ki pek çok operasyonda iç içe olduğum tanrıçalardan biri olan Nemesis'le aramızda büyük bir yanlış anlaşılma vardı. Çünkü üç önemli sembolünden biri olan ve devamlılığı, sonsuzluğu simgeleyen çarkına işim gereği bazen en olmayacak müdahaleleri yapıyor, dengeleri onun adına değiştiriyordum. Belki de bu yüzden diğer iki sembolünden de yeterince nasiplenmiştim.

Surları Zeynep tarafından yıkılmış göğüs kafesimde, kılıcının açtığı derin kesikten sızan kanı görüyordum. Terazisinden aldığım ceza payı da dokunmamın yasak olduğu kutsal bir varlığa hadsizce el uzatmışım gibi giderek artıyordu. Ama Zeynep benim için hiçbir zaman dokunulması yasak bir tanrıça olmadı. Onu kendimden ayırmadım, aksine hep yakın tuttum. Gözünün içine her baktığımda, dudaklarından fırlayan her kelimede, bedenine her dokunduğumda; onda bana ait parçalar gördüm. Onu yanımda tutmak için gösterdiğim çabaya her direnişinde, benim hissettiklerimi kendi de hissettiğinde benden kaçışında, ya da benim için endişelendiğinde, uzaklaşmaması için üzerinde daha büyük bir baskı kurdum. Sınırı korumam giderek imkansızlaştı. Bilmediğim denizlere atlamaktan korkan bir adam değildim.

Kaybedecek bir şeyi olmayan bir adamı ne korkutabilir?

Benim için kaybolmak öğrenmekti. Fakülteye girer girmez bana kendi kurallarımı hiç düşünmeden devireceğimi söyleseler, siktirin gidin derdim. Zeynep'in her gün içime sımsıkı bir ilmek daha atıp da kendini koşulsuzca bana düğümleyeceğini bilmeden. Kartalın parçaladığı ciğerimin Prometheus gibi sürekli yenilenmesinden ve her seferinde başa dönmenin ağır cezasından farksızdı çiğnediğim her ilke. Aklım başımda, kalbim göğüs kafesimde, sorsan hepsi benim ama Zeynep söz konusuyken hiçbiri denetimimde değil.

Talihin yiğitlerden korkup, korkakları ezip geçtiğini söyler Seneca. Fırtınalı havalarda açık denizde yelken basmayı seven bir adamdım ben. Ama o, kendimle birlikte içine attığım denizde çırpındıkça ben boğuldum. İlk kez gerçekten kaybolmanın ne demek olduğunu gördüm. Zeynep'e ait tüm parçaların, onu görene kadar hayatımda eksikliğini bile fark etmediğim bir şeyleri yerine koyduğu bir gerçekti. Şimdiye dek yaşadığım kısa soluklu, ya da bir kısım görevlerin getirdiği o düzensiz ilişkileri bir tarafa bırakırsam; hayatımda her hareketiyle, her zerresiyle bana ait olduğunu hissettiğim, tek bir söz ya da basit bir dokunuşla bile beni etkisi altına alabilen ikinci bir kadın da hiç olmadı. Bu kadarı bile onu kendimde tutmam için yeterli bir sebep. Eğer bunun adı bencillikse, Doğan'ın dediği gibi Zeynep söz konusu olduğunda ben bencil pezevengin tekiyim...

İnsan zihninin yaratıp da yıllarca inandığı bir resimden bahsettim. Bir tanrıçadan... Nemesis. Öç değil, ölçü tanrıçasıydı Nemesis ve ona göre mutluluğun belirli bir sınırı vardı. Adaletten şaşmadığı söylenen soyut terazisinde, kimin mutluluğu hakkından ağır bastıysa onu boşaltır ve ihtiyacı olan bir başkasına aktarırdı.

Nemesis gibi yüzlerce tanrı gelip geçse de yeryüzünden, bu siktiğimin dünyasında işleyişin değiştiği yoktu. Benim için de yanlış tam burada başlıyordu. Sevdiğim kim varsa ellerimden kayıp gidişini izlemek miydi dünyanın adalet terazisini düzene sokmak? Hangi ilahi güce baş kaldırmıştım da Tartaros'un en dibinde, İksion'un alevler saçan çarkına bağlanmış ya da Sisifos'un durmak bilmeden tepeye yuvarladığı o devasa kaya gibi sonsuz bir cezaya çarptırılmıştım? Ben bunu bir kere yaşamıştım. On iki yıllık dolu dolu mutluluğumun dengesi var olan bu boktan düzene fazla gelmiş olacak ki anne ve babası; sanki bu kadarı sana yeter denilip elinden alınmış bir çocuk olarak, benim elimdeki terazinin mutluluk kefesi adaletsizce tamamen boşaltılmıştı. Kefenin o kolu; okuldaki antrenmandan sonra eve geldiğim ve pazar günkü maçıma geleceklerini söz verdikleri için sabırsızca onların dönüşünü beklediğim bir günün öğleden sonrasında, dedemle televizyon ekranından gördüğümüz o haberle, ömrümün geride kalan tüm günlerini kendine esir eder gibi havada asılı kalmıştı.




Kasım, 2002

İZMİR

Dedesinin açık bıraktığı kapıyı sonuna dek ittiren Tuğrul, girişe spor çantasını fırlatarak içeri girdi. Kapıyı kapattı ve koridora kadar gelen yemek kokularından mutfakta olduğunu bildiği adama seslendi. "Dede ben geldim!"

"Salondan yükselen televizyonun sesinden anladığı kadarıyla her zamanki gibi bir haber kanalı açmış ama başında durmamıştı adam. Aynı anda mutfakta, bir radyo kanalından yükselen sanat müziğine mırıltılarla eşlik ederek, önündeki yemek tahtasında da bir şeyler doğruyordu. Salona uğramadan doğrudan mutfağa yönelen çocuk annesiyle babasının bir süredir yanında taşımasını istediği anahtarını mutfak masasına bıraktıktan sonra adamın yanına yanaştı. Geniş tezgâhın üzerinde gördüğü yeşillikler ve sebze kabukları dört bir yana saçılmış, ortalık adeta savaş alanına dönmüştü. "Dede... Napıyorsun?" diye sordu Tuğrul önündeki manzaraya kafa karışıklığıyla bakarak.

"Hoş geldin kerata!" dedi adam domates sosu bulaşmış eliyle Tuğrul'un saçını karıştırarak. Onun bu haline güldü çocuk, ama okuldaki basketbol antrenmanına gitmeden önce özenle jölelediği saçlarını elleriyle ileri geri düzeltmekten de kendini alamadı. "Madem torunumla üç gün baş başayız..." diye devam etti dedesi gevrek gevrek gülerek... "Birlikte yemek yiyip, akşam da şu bahsettiğin basket maçını izleriz."

Onu dinlerken buzdolabını açan çocuk adama tip tip baktı. "Burada bir sürü yemek var!"

"Sen onlara yemek mi diyorsun?" diye söylendi adam radyonun sesini kısarak. "Baktım ben onlara, ne kadar ot çöp varsa yapıp bırakmış annen. Boş ver sen onları..." derken göz kırptı. "Benim makarnamı özlemedin mi zırzop?" diye sorduğunda güldü Tuğrul.

"Sana yasak değil miydi makarna?"

"Yasakları delmek için göndermedik mi oğlum ananla babanı? Tutturdular yok doktor, yok perhiz... Perhiz diye diye o tatsız tuzsuz şeyleri yemekten bıktım. Babanın tantanasını da çekmiyorken fırsat bu fırsat. Bırak da üç gün nefes alalım..." derken iki tabağı Tuğrul'un eline tutuşturdu.

"Dede yeni geldim daha..." diyerek yüzünü buruşturdu Tuğrul.

"Hadi hadi söylenme! Götür şunları içeri, sonra değiştir üzerini." derken çatal kaşıkları da tabağın üzerine koydu.

Oflayarak içeri giden Tuğrul, tabakları bıraktıktan sonra girişe gelişigüzel atıverdiği çantasını alıp üzerindeki basketbol formasını değiştirmek için yeniden hole yönelecekti ki dedesinin açtığı kanalda "Bir son dakika gelişmesiyle karşınızdayız..." şeklinde giriş yapan kadın spikerin, "Avusturya'nın başkenti Viyana'da bir sivil toplum örgütünün gerçekleştirdiği toplantı, kana bulandı." diye devam etmesiyle olduğu yerde durdu. Dedesi yeniden mutfaktan seslendi ama Tuğrul'un onu duyduğu yoktu.

"Viyana merkezli Dünya Barışı için Kültürel Miras Vakfı'nın, Lübnan'daki Baalbek kazıları için düzenlediği ve dünyanın dört bir yanından gelen gazetecilerin, arkeologların ve bilim insanlarının da davetli olduğu toplantıda, tarihi binada meydana gelen korkunç patlama anı kameralara böyle yansıdı..."

"Duymadın mı oğlum?" diye içeri giren adam Tuğrul'un cevap vermediğini ve gözünü televizyondan ayırmadığını görünce, "Ne oluyor yahu?" diyerek ekrana baktı.

"Baalbek Antik Kenti'nden kaçırılan yüzlerce eserin bölgedeki İslamcı terör örgütünü finanse ettiği uzun süredir biliniyor. Avusturya Arkeoloji Enstitüsü Başkanı ve Viyana Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Başkanı olan Rudoplh S. Wilson'un bölgedeki tarihi eser kaçakçılığını önlemek amacıyla açtığı çağrıya gönüllü olarak destek veren ve dünyanın çeşitli bölgelerinden gelen çok sayıda akademisyen ve arkeoloğun katıldığı toplantıya yönelik saldırıyı kimlerin gerçekleştirdiği henüz bilinmiyor. Ancak saldırıda terör örgütünün parmağı olduğundan şüpheleniliyor."

Spiker olayla ilgili bilgi vermeye devam ederken binanın önünde bulunan muhabirlerden birine canlı yayında bağlandı. İkiye bölünen ekranın sol tarafında kaotik ortamın biraz daha uzağında bulunan adam konuşurken, sağ tarafta da saldırıya ait görüntüler verilmeye devam ediyordu. Binanın tepesinden yükselen ve çevresini kaplayan kırmızı, gri sis bulutlarının uğursuz ışığından oluşan bu görüntüler, ekrandan çıkıp Tuğrul'un ve dedesinin endişeyle büyüyen gözbebeklerine akmaya devam etti.

"Patlamanın gerçekleştiği binanın etrafı boşaltılarak, gerekli güvenlik önlemleri alındı ve ambulans ve itfaiye ekipleri bu bölgeye yönlendirildi. Toplantıya katılan akademisyen ve arkeologlar arasında hayatını kaybedenlerin yanı sıra çok sayıda yaralının da bulunduğu tespit edildi." diye devam ettiğinde sesi titreyerek "Dede..." diyebildi yalnızca ve hızla dedesine döndü Tuğrul.

Adam da o sırada, torununun gözlerinde gördüğü kadar yoğun ve derin bir korkuya kapıldı. Kalıplı bedeni bir an için adeta bir sıtma nöbetine tutulmuş gibi titremeye başladı fakat yine de korkusunu içine bastırıp mesleğinin en önemli parçalarından birini oluşturan o soğukkanlı tavrını üzerine giymekte gecikmedi. Güçlükle tuttu kendini ve sıktı Tuğrul'un omzunu. "Merak etme!" dedi Tuğrul'a. "Merak etme evlat, annenle babana bir şey olmayacak. Şimdi bilgi alacağım." diyerek telefona yöneldi. Sabit telefona uzanacağı sırada çalmaya başlayan telefon, adamın üzerinde yeni bir korku dalgası yaratsa da ahizeyi hemen kaldırdı. 

Endişeli bir ses tonuyla "Nevzat Komiserim?" diyen polis memurunu "Evet, benim..." diye cevaplarken, aynı anda televizyondaki muhabirin de tıpkı telefondaki polis memuru gibi, bir celladın özenle bilediği kılıcını boğazlarından bir yel gibi geçirircesine söylemeye devam ettiği o cümleler; adamın dizlerinin bağının çözülmesine, televizyona bir adım daha yaklaşan Tuğrul'un gözlerine dolan damlaların da patlayacağı belli olan bir sağanak gibi boşalmasına neden oldu.

 "Toplantıya katılanlar arasında iki Türk akademisyende bulunuyor. Aldığımız bilgilere ve patlamadan sonra olay yerine gelenekiplerin yaptığı kimlik tespitine göre; İzmir'de bir devlet üniversitesinde,arkeoloji bölümünde öğretim üyesi olarak görev yaptıkları anlaşılan Yrd. Doç. Dr.Esin Atalay ve Prof. Dr. Engin Atalay Viyana'daki bu hain saldırıda hayatınıkaybetti..."



***



Birkaç saattir kıpırtısız şekilde Zeynep'i izleyen Tuğrul'un yanına geldi Doğan. Boyları birbirine yakın olan iki adamın geniş omuzları, sessiz bir birliği sağlar gibi dip dibe girdi. Kollarını göğsünde kavuşturup, dizlerini kendine çekmiş, sabit bakışlarla tam da onların bulunduğu yere bakan fakat karanlık bir camdan başka bir şey göremediğini bildiği Zeynep'e çevirdi Doğan bakışlarını. "İlerleme yok ha?" dediğinde başını ağır ağır iki yana salladı Tuğrul. "Kaç saattir ne bir şey yedi ne içti." dedi sert bir ses tonuyla. "Elinden şişeyi eksik etmez o. Bünyesi susuzluğa dayanmaz." dediğinde Doğan'ın kaşları havaya kalktı. "Susuz kaldığında başı ağrır, öyle hemen geçmez de... Sağdan soldan ağrı kesici aramaya başlar." dedi Tuğrul. "Akşam yemek de yemedi. İyice halsiz düşecek." derken Zeynep'in birkaç gün önce kendisinin hazırladığı kahvaltıyı isteksizce yapan hali geldi gözünün önüne. Onu katil sandığı, elinin titrediği ama yine de toparlanıp, cesurca karşısında durduğu anı düşündü. "Açken de iyice huysuzlaşır. Durumu düzeltmeye pek faydası olmayacak." dedi kısa bir nefes alırken.

"Sana bir haberim var." dedi Doğan ciddi bir şekilde. Ne var der gibi kendisine dönen Tuğrul'a iflah olmaz bir adammış gibi baktı.

"Oğlum sen yanmışsın. Bak ciddi diyorum sana, sen bitmişsin Tuğrul. Acilen yardımıma ihtiyacın var. Seni fabrika ayarlarına geri döndürmem lazım benim. Yersin böyle böyle kafayı."

"Anlamadığın işlere burnunu sokma." diye karşılık verdi Tuğrul. "Kazık gibi tepemde dikilip sinir bozacaksan çık dışarı."

"Anlamaya da hiç niyetim yok." dedi Doğan çarpık bir gülüşle. "Hem anlayan adamın halini gördük." dedi bir eliyle başından aşağı Tuğrul'u işaret ederek. "Dağ gibi adam, eridi bitti lan gözümün önünde. Özder'e geçtiğin bilgileri sikinden uydurduğundan şüpheleniyorum." derken sorgular gibi süzdü Tuğrul'u. "Fakültede Zeynep'i gözleyip dinlemekten başka bir bok yapmamışsın gibi geliyor."

"O ibne Zeynep'in dibinden ayrılmadığı için, Zeynep'i gözlemlerken ikisini de göz hapsinde tutmuş oluyorum." dedi Tuğrul homurdanarak. "Beni kendinle karıştırma."

"Katılıyorum." diyerek Defne girdi o sırada içeri. Doğan başını hafifçe arkaya çevirip huysuz bir bakış atarken Defne Tuğrul'un yanına geçti. "Buradaki herkesin senden çok çalıştığı kesin."

"Bizi mi dinledin sen?" diye sordu kızın arkasından kapanan kapıya göz atan Doğan.

"Özel bir çabam yok," diye karşılık verdi Defne büyük bir rahatlıkla. "Odanın tüm bilgi akışı benim kontrolümde unuttun mu? Konuştuğun her saniye, söylediğin her kelime, bak hatta şu koridorda attığın her adım benim kayıtlarım altında." dedikten sonra Tuğrul'a döndü. "Özder'le konuştum, şimdi gireceğim." diyerek Zeynep'i işaret etti. "Ama istersen sen..." derken "Hayır." dedi Tuğrul. "Burada sizi izleyeceğim. Benim burada olup olmadığımı sorar, söyleme. Bak bakalım bir şeyler yemeye ikna edebilecek misin?" Masanın üzerinde duran pet şişeyi de kıza uzattı.

"Önce bunu ver."

"Tamam." diyerek şişeyi aldıktan sonra Doğan'a döndü Defne yeniden. "Sen arkamdan sallamaya devam ederken hemen şurada olacağım. Keyfine bak. Ama operasyon tuşları hala benim ellerimin altında." dedi on parmağını yukarı kaldırıp oynatarak. "Dikkat et."

"Açığımı yakalayıp aleyhime delil olarak mı kullanacaksın?" dedi Doğan, Tuğrul'la konuşan kıza. "Amatörlüğü bırak da işine bak."

Güldü Defne. Kapıya kimliğini okutmadan omzunun üzerinden Doğan'a döndü başı. "Son operasyonda ayak tabanlarına bile sahip çıkamayan bir adamın kıçını kurtaran kadına nasihat vermesinin sözlükteki karşılığı neydi?" derken kartını okuttu ve açılan kapıdan dışarı çıkarken ekledi. "Ha, buldum. İronik."

"Bir kere kurtardı ya artık on sene anlatır." diye söylendi Doğan arkasından. "Zeynep'in yanına bunu göndermek şart mıydı?" dedi sonra Tuğrul'a. "Kızın ikna olacağı varsa da olmayacak bak uyarmadı deme."

"Habire itişiyorsunuz diye gözüne perde inmiş senin." dedi Tuğrul. "Defne bir senedir saha görevlerinde yok diye kızın yeteneklerini çabuk unutmuşsun. İletişim becerilerinin de ikna kabiliyetinin de yeri geldiğinde ikimizden de yüksek olduğunu en iyi sen bilirsin. Hani şu Moskova'da Rus mafya lideriyle olan operasyonda..." dediğinde "Anladık!" diye kesti Tuğrul'u Doğan. "Konuşsun bakalım ne konuşacaksa. Yalnız ters teperse bu övgüleri tekrar dinlerim senden."


***


Oturduğu koltukta dizlerini iyice göğsüne doğru çekip alnını dizinde birleştirdiği kollarının üzerine koydu Zeynep. Tuğrul odadan çıktığından beri Serhat ve Fischer hakkında söyledikleri aklından çıkmıyordu. Bu kadar mı kördü gözü? Kaçakçılık gözünün önüne, burnunun ucuna kadar girmişti, ellerinin arasında bir can gitmişti ama o hiçbir şeyi görmemiş, duymamıştı. Duymadığı, görmediği gibi bir istihbaratçı tarafından günlerce kullanılmış, onun yönlendirmelerini kendisine verdiği değere hatta ikisinin de dillendirmekten kaçtığı duyguya yormuş, üstelik bunu kendine bile itiraf edememişti.

Korkmuştu...

Hiçbir şey yokken bile aralarında, fakülteye girdiğinde ilk onu görmek isteyişinden korkmuştu. Odasının önünden geçerken kapısının önünde duraklamaktan, kalabalığın ortasında bile sadece o varmış gibi hissetmekten, yalnız kaldıklarında o koyu gözlerindeki derinliğin içinde kendini bulmaktan, onu görmek ihtiyacıyla yanıp tutuşurken sanki hissetmiş gibi, bir anda bir köşe başında karşısına çıkışından, o varken başına kötü hiçbir şey gelmezmiş gibi düşünüşünden, kelimelerle çarpıştıkları bir arenanın ortasında birlikte olmaktan, tökezlemesine izin vermeyen o sağlam tutuşundan, ne yaşanırsa yaşansın yanından ayrılmayışından korkmuştu. Varlığını tüm gücüyle elinde tutmak istediği bu duygunun kaybı, o yanındayken koşa koşa tüketemediği tüm sokakların sonunda bir çıkmazla karşılaşmak gibiydi. Oysa koştukça umut artardı, sokaklar genişler, yürek kabına sığmaz, daha fazlasını isterdi. Tuğrul yanında oldukça, asla azla yetinmeyeceğini biliyordu. Onunla durmak değil, koşmak istiyordu. Koşup da sokağın sonuna varamamak, belki de hep yolda olmaktı onun için güvenli olan. Sokağın sonundaki duvarla yüzleşmekten, hayal kırıklığıyla döşenmiş bir odanın kapısına asılmaktan hep korkmuştu. Şimdi bilinmezlikle, belirsizliklerle kuşatılmış bir kaleden fırlatılan mızrağın yaralayışından daha çok acı veriyordu üzerinde yürüdüğü yalanlarla bezeli, buzdan gölün çatırdaması. Soğuk su, damarlarını iğnelerle delik deşik ederek kalbine yerleşmiş, Tuğrul'un söylediği her kelime; ona yer açtığı tüm odaları kristale çevirmişti.

Fakültede yaşananlardan sonra kaç saat geçmişti, şimdi neredeydi bilmiyordu. Acı zamanın koluna tırnaklarını sapladığında geçen süre, uzun bir sessizliğin insanı delirten yinelenişinden ibaretti.

Zaman ilerlemiyordu.

Zaman, kendisine anlatılanların bu kutu gibi odanın merkezinde dönüp duran ıstırap verici çarkına bağlamıştı dizginlerini. Görebildiği hiçbir şey yoktu. Dışarıdan ona ulaşabilen hiçbir ses yoktu. Soğuğu da hissetmiyordu sıcağı da. Güneş'ten de haberi yoktu, yıldızlardan da... Işıktan, sesten izole edilmiş bu hücrede demir parmaklıklar ya da bileğine bağlı bir pranga yoktu belki ama gün ışığını da kaybetmişti. Koşa koşa o sokağın sonuna gelmiş, yalanların kapısına yapışmıştı eli. Şimdi kapıyı açıp dışarı çıksa bile sanki onun kalbinde hep gece hüküm sürecekti.

Kapıdan gelen elektronik sesle, başını içinde boğulduğu belirsizlikten kaldırarak ellerini çözdü ve ayaklarını yavaşça yere indirdi. İçeri elinde bir su şişesiyle, 24-25 yaşlarında görünen, omuzlarına kadar uzanan gür, kahverengi saçlara sahip, oval yüz hatlı, yeşil gözlü, alımlı bir kız girdi. Birkaç saniye bir şey demeden Zeynep'e baktıktan sonra, onun tarafından bir tepki gelmeyince oturduğu koltuğa doğru yürüdü. Yürürken masanın yanındaki sandalyelerden birini de beraberinde sürükleyerek koltuğun yanına getirdi. Sandalyeye oturup gözünü sakin bir ifadeyle Zeynep'e dikince "Sen kimsin?" oldu kızın feri sönmüş bir çift gözün kısık bakışı ve uyuşuk bir tonlamayla sorduğu ilk soru. Sonra bu sorunun çok saçma olduğunu idrak etti çünkü kızın lacivert ceketinin yakasında Tuğrul'un önüne koyduğu kimliğin bir benzeri sallanıyordu.

Defne Soydan

Sanat ve Tarihi Eser Kaçakçılığı Birimi

Defne'nin bakışları Zeynep'in gözünün sabitlendiği yere kayınca anlayışlı, kısa bir gülümseme bıraktı aralarına ve elindeki su şişesini Zeynep'e uzattı. İtiraz etmeden aldı Zeynep. Dudaklarının beyazladığını ve kuruduğunu hissediyordu. Kapağı tek çevirişte açtıktan sonra üst üste iki uzun yudum aldı. Sonra tek ihtiyacı olan buymuş gibi yarısından fazlasını durmaksızın içti. Kapağı kapatıp koltuğun köşesine bırakınca "Nasılsın?" diye sordu Defne.

Nasılsın? Teşkilatın kendisini nerede tuttuğunu tam olarak bilmediği bir yerde, hiç tanımadığı biri tarafından kendisine yöneltilen bu soru çok fazla cevabı barındırıyordu içinde. Üstelik Defne, onu tanıyormuş gibi içten sormuştu bu soruyu. Kendini nasıl hissediyorsun demekti bu.

Nasıl hissediyordu? Üzgün. Kırılmış. Kandırılmış. Parçalanmış. Sevilmemiş... Nasıl hissediyordu? Sığınmak istediği kucağa kalkan olmuş gibi. Yıkıntıların arasında hala nefes almaya çalışır gibi... Söyleyemedikleri, soramadıkları göğüs kafesini zorlar gibi. İçindeki çığlığın yankısı çarpacak duvar bulamaz da tüm uzuvlarını yok edecek biçimde patlar gibi... Nasıl hissediyordu? Sevgisi usta bir simyacılıkla yıkıcı bir öfkeye dönüştürülmüş gibi. Nasıl hissediyordu? Burada kaldığı ve Tuğrul'u gördüğü sürece gündüzleri sonsuz bir geceye tahsis edilmiş gibi.

"Daha iyi günlerim olmuştu." diye karşılık verdi kafasındaki tüm sesleri sahibine götürmek için bir köşede biriktirerek. "Sen..." dedi onun samimi sorusuna dayanarak. "Neden buradasın? Ne istiyorsun?"

"Defne." dedi aradaki mesafeyi kısaltan kız. "Defne diyebilirsin." dediğinde Zeynep onun kimliğine kısa bir bakış attı ve hoşnutsuzca güldü. "Ekibin sözcüsü sen misin? Beni burada tutmak için seni mi gönderdiler?"

"Hiç öyle bir niyetim yok." dedi Defne açık sözlülükle. "Üstelik seni burada tutmak istersek tutarız, Zeynep. Bunun için özel bir çaba göstermeme gerek yok. Gönüllülerle yapılan anlaşmalarla pek ilgilendiğimi söyleyemem. Uzmanlık alanıma girmiyor."

"Doğru." diye karşılık verdi Zeynep. "O işi kimin yaptığını çok iyi anladım. Ama ben gönüllü falan değilim."

"Ama olacaksın."

"O nerede?" diyerek anında başka bir frekansa geçti Zeynep. Başıyla camı işaret etti. "Orada mı? İzliyor mu bizi? Dinliyor mu?"

"Pek sanmıyorum." dedi Defne aralarında olan biteni bildiği ve Zeynep'in inatla adamın ismini zikretmediği için dudağı hafifçe kıvrılarak. Tuğrul'un dediği gibi, onun tam karşılarında, kendilerini izlediğini bilirse konuşmaya yanaşmayacağı açıktı. "Son gördüğümde burnunu tutarak revire doğru gidiyordu."

"Beter olsun!" dediğinde gülümsemesi genişledi Defne'nin. "Siz hep böyleyseniz o fakülte bayağı şenlikli demektir."

"Oradan bakıldığında, sizin için her şey çok eğlenceli değil mi?" diye tırnaklarını çıkardı yeniden Zeynep. "İnsanların hayatına sızıp istihbarat toplamak... Oyun oynamak..."

"Bak, aranızda tam olarak ne geçtiğini bilmiyorum." diyen Defne'yi "Hiçbir şey..." diyerek böldü Zeynep.

"Bu kadar tepki hiçbir şeye gelmiş olamaz, öyle değil mi?" derken Zeynep'in ters bakışlarına rağmen sandalyesini bir adım daha yaklaştırdı Defne. "Bak Zeynep. Görevin içinde kalması gereken sınırı aştığı bir gerçek." dedi onu makul olmaya davet eder gibi. "Yaralandığını görüyorum." derken doğrudan Zeynep'in gözüne dikti bakışlarını. "Burada oturup Tuğrul'u savunacak falan da değilim. Ama..." dedikten sonra duraksadı.

"Madem bir şekilde buradasın, kendi iyiliğin için onun anlatacaklarını dinlemeni öneririm."

"Beni neden buraya getirdiniz?" dedi kısa bir sessizlikten sonra Zeynep. "Böyle bir ekibin neden bana ihtiyacı olsun? Konu profesörse..." diye devam edecekken Defne ayağa kalktı.

"Bununla ilgili bir açıklama yapacak yetkiye sahip değilim, Zeynep." dedi net bir ifadeyle. "Dediğim gibi... Tuğrul'u bir kez dinle. Bu sorularının cevabını onda bulacaksın." Zeynep'in düşünceli bakışlarını bir süre izledikten sonra ona doğru eğildi. "Bana şunu söyle. Buradan bir an önce çıkmayı istiyor musun, istemiyor musun?" Başını yana eğerek bir cevap vermese de Defne onun içinden ne geçtiğini tahmin ediyordu. Bu şekilde kalmaya daha fazla dayanamayacaktı.

"Sen de biliyorsun. Bunu susarak yapamazsın."

Sandalyeyi kenara çekip Zeynep'in tam önüne geçti. "Aç mısın?" diye sordu. "Yiyecek bir şeyler ister misin?" derken koltuğun yan tarafına açılmadan atılmış yiyecek ve içecek paketine kısa bir bakış attı. Tartışmalarından sonra odadan çıkan Tuğrul'un görevlilerden biriyle gönderdiği paketi hırsla yere fırlatmış ne bir lokma yemiş ne de gelen suyu içmişti Zeynep.

"Ben getireceğim." diye yineledi Defne. "İstediğin bir şey var mı?"

Kısa bir süre düşünceli şekilde bakışlarını Defne'de sabitleyen Zeynep de sonunda ayağa kalktı.

"Tuğrul..." dedi tereddütsüzce. "Onunla konuşmak istiyorum."


***


"İyi haber." dedi Tuğrul ve Doğan'la birlikte, Defne'nin Zeynep'le olan konuşmasını camın arkasından takip eden Mehmet Özder. "Kendine gelmiş görünüyor."

Zeynep'in elindeki şişenin geri kalanını başına diktiğini gördükleri sırada "Hadi yine iyisiniz, yeni bir gönüllü var!" diyerek içeri girdi Defne. Özder'in orada olduğunu bilmediği için pat diye daldığı odada adımlarını yavaşlattı. "Affedersiniz Müdürüm."

"Gel Defne." diye el işareti yaptı Özder. "İş birlikçi olmaya razı olacak gibi, ne dersin?"

"Valla iyi mi kötü mü bilmiyorum ama duydunuz, Tuğrul'u istiyor. Fakat hala çok öfkeli, ne olup bittiğini anlaması gerek."

"Tuğrul anlatacak." diye karşılık verdi adam. "Konuştuğumuz gibi. Kayıt altında olacaksınız." derken Tuğrul'a baktı. "Bana bak, sakın saçma sapan bir şey yapmaya kalkma."

"Saçma sapan derken... Nasıl şeyler mesela müdürüm? Sözden daha etkili, pratik ikna yöntemleri kullanmak gibi mi? Hani kendisi o konuda da hiç fena değildir..." diyen Doğan'a işaret parmağını kaldırarak "Sen de burada kalıyorsun." dedi Özder. Yeniden Tuğrul'a döndü. "Kızın telefonuna gelen aramalarla mesajları şimdilik hallettik. Ama fazla vaktimiz yok. Bu işi bir an önce bitir. Onu ikna et. Zeynep sıradan bir ailenin kızı değil, babasını peşine takıp da yeniden uğraştırma bizi."


***


Yeryüzünü kaplayan atmosfer, yüzeyin yaklaşık yüz kilometre üzerinde yer alır. Atmosferin yoğunluğu, yukarı çıktıkça incelir ve ayaklarımızı yerde tutan o sınırın dışına yükselmekte ısrar edersek de yerçekimi sonunda terk eder bizi. Sonrasında hiçbir ağırlığın olmadığı, uzayın sonsuz boşluğunda süzüldüğümüz, karman hattı olarak adlandırılan koca bir boşluk vardır. Dünyanın sınırlarının aşılıp, uzayın başladığı o görünmez çizgi... Newton'un Çekim Yasası'na göre; evrende kütlesi olan her cisim birbirini kütleleri oranında çeker ve bu iki cisim arasındaki mesafe ne kadar fazlaysa çekim kuvveti de o kadar azdır. Tıpkı gök cisimlerinin evrende belirli bir düzen ve uzaklıkta bulunuşunda olduğu gibi aşkın da kendine özgü bir çekim kanunu vardır. Sonsuz bir boşlukta sallanır gibi gösterir varlığını fakat hep birine doğru itilen yoğun bir güçle...

Şimdiye kadar Zeynep, Tuğrul'un yörüngesinden ne zaman uzaklaşsa içindeki o karmaşık hareketlilik azalmış, ona yaklaştıkça da aralarında beliren bu güç, tüm varlığını Tuğrul'a doğru itip durmuştu. Bu yüzden Zeynep'in sözlüğünde Çekim Yasası'nın tanımı, içindeki duyguların ağırlığının günbegün artışı ve aralarındaki mesafenin de giderek azalışıyla, şuursuzca birbirlerine doğru çekilmeleri olarak yeniden yazılmıştı. Defne dışarı çıktıktan kısa bir süre sonra odaya giren adamın, şimdi kendi adımlarını geriye itişine sebep de buydu. Göğsünde büyüttüğü o coşkulu ağırlık, bir yumru gibi kapanıp ufalarak kaybolmuştu içinde. Önce büyük bir yanılgı, sonra da bir kimlik ve gerçeği açıklayan birkaç cümleyle... Ağırlığı azaldıkça da ayakları geriye gitmiş, aralarına giren o mesafe daha da açılmıştı nihayetinde.

"Zeynep..." dedi kapının yanında duran Tuğrul, onun aklından geçenlerle savaşan ifadesini inceleyerek. "Gelmemi istedin. Bir şey söyle."

O ileri doğru adım attıkça Zeynep geriledi. Farkındaydı Tuğrul, onu sıkmamak, biraz alan açmak için uzağında durmasının da artık bir anlamı yoktu. Duyduklarını sindirmesi gerekiyorsa kendisinin yanında, yakınında yapacaktı bunu. Ağlayacaksa yanında ağlamalıydı. Bağırmak istiyorsa bağırmalı, hesap sormak istiyorsa bunu şimdi yapmalıydı fakat aralarındaki bu uçurumla değil... Onu görmek istediği tek yerde tutmalı, ne yaparsa yapsın yanı başında durmalıydı.

Karşısına geçti. Eliyle sağ kolunu kavradı. "Zeynep...Susma." dediğinde onun dolan gözlerinin hayal kırıklığından öfke evresine geçişi umduğundan daha kısa olmuştu. Yine de üsteledi.

"Her zaman bana karşı durmayı başardın sen. Hiç çekinmedin. Şimdi yine konuş. Ne istiyorsan söyle bana."

Onun kolunu tutan elini ittirdi Zeynep. Sonra bir adım daha geriye gidip baştan aşağı inceledi adamı. Hiç tanımadığı birine bakar gibi esefle baktı. Oysa ısrarcılığı tanıdıktı. İçini görmek ister gibi bakan koyu gözlerini inceledi. O gözlerde değişen ne vardı? Bunca zaman bir zavallı gibi neyi tanıdığını, neyi bildiğini sanmıştı? Sağ tarafında kalan cam duvara baktı. Ardında kimler vardı? Belki bu da yeni bir oyun ya da testti. Söylediği her şey dinlenecek miydi? Birkaç adım daha geriledi.

Zeynep'e yeteri kadar alan verdiğini ve bunun bir şeyi değiştirmeyeceğini anlayan adam yeniden ona doğru yürürken "Orada dur!" dedi yüksek sesle Zeynep. Bunu söylerken bir elini de hafifçe havaya kaldırdı. "Daha fazla yaklaşma bana! Bir adım daha yaklaşma, duydun mu?"

Onun çıkışı üzerine olduğu yerde kalıp derin bir nefes aldı Tuğrul. "Tamam." dedi sakin bir ifadeyle karşısında dimdik durarak. "Buradayım." dediğinde kaşları iyice çatılmıştı kızın.

"Yaklaşmıyorum, sakin ol." diye devam ettiğinde ise gözleri büyüyerek, öfkeyle "Yaklaştın!" dedi Zeynep. "Yaklaştın Tuğrul. Sen benim hayatımın içine sızdın! Ne için?" diye bağırmaya devam etti. Ters giden bir şeyler olduğunu hissedip de Tuğrul'a sorular sorduğu her an, adamın elleriyle aralarına çektiği seti hatırladı yeniden. Kandırılmışlık hissi, ruhundan kıvrıla kıvrıla yükselen, üzerinde olduğunu sandığı o güvenilir çatıyı tutuşturup küle döndüren bir alevdi. Bunun hırsıyla bu kez kendisi ilerledi adama...

"Ne için söylesene?" diyerek iki elini tüm gücüyle adamın ceketinin içinden geçirerek göğsüne yapıştırdı. Beyaz gömleğinin göğüs kısmını avuçlarına alarak buruş buruş yaptı. Tırnaklarını sanki canını yakabilecekmiş gibi Tuğrul'un göğüs kafesine geçirdi. "Bunca zaman..." dedi nefes almakta zorlanır gibi... "Bunca zaman oyun oynadın sen benimle! Şimdi de karşıma geçmiş sakin ol diyorsun."

Zeynep'in gömleğinin üzerinden aşağı kayan ellerinin düşmesine izin vermedi Tuğrul. İki elini de elleriyle kavrayıp yeniden göğsüne, kalbinin üzerine çıkardı ve parmaklarını ellerine kenetleyerek, sımsıkı tuttu. "Haklısın." dedi gözlerinin içine bakarak. "Daha önce söylediğim gibi hepsinin bir sebebi vardı Zeynep. Anlatacağım... Sen de beni dinleyeceksin. Önce sakinleş..." dedikten sonra onu ikna etmek ister gibi bir eli yanağını kavradı. Bu dokunuşu üzerine yeniden tiksinir gibi uzaklaştı Zeynep.

"Neyi anlatacaksın?" dedi öfkeden gözü dönmüş şekilde. "Anlat hadi!"

"Böyle olmaz!" diye karşılık verdi Tuğrul. "Bu şekilde değil."

"Anlat!" diye üsteledi Zeynep. "Bölüme geldiğin günden beri beni nasıl salak yerine koyduğunu anlat mesela..." derken sağda kalan cam bölmeye döndü. "Dinliyorlardır şimdi bizi değil mi? Söyle... Senin atladığın ayrıntılar vardır muhakkak, boşlukları ben tamamlayayım! Görevin bu değil mi? Benden faydalanmak..." dediğinde Tuğrul "Saçmalama!" dedi sakinliğini korumaya çalışarak. "Bana inanmadığını, güvenmediğini biliyorum. Ama düşündüklerin...-"

"Ne düşünüyorum ben?" diye böldü onu Zeynep. "Profesörden bilgi sızdırmak için benimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynadın sen. Merak ediyorum bir an..." dedi Zeynep sesi titreyerek.

"Bir an ya bir an!.." diye yükselerek delirmiş gibi odanın içinde dört dönüyordu. "Bir an bile kendinden bir şey verdiğin oldu mu bana söylesene? Bölüme ilk gelişinde, müzedeki gecede, kazı alanında, Duygu'nun Fatih'in, hatta Murat Hoca'nın yanında... Benimle kaldığın gecelerde... Serhat Abi'nin öldüğü o akşamda... Seninle ilgili doğru olan, gerçek olan tek bir şey söyleyebilir misin bana? Yoksa hepsi mi numaraydı?"

"Sana numara yapmadım!" diye yükseltti sesini Tuğrul bu kez sabır duvarlarını bir anda yıkarak. "Bazı şeyleri senden sakladım, hepsi bu. Ona da mecburdum!"

"Mecburmuş!" diye artık eşiğine geldiği sinir krizinin etkisiyle bu kez gülmeye başladı Zeynep. "Benim evime kadar girmeye mecburdun. Dokunmaya, öpmeye de mi mecburdun aşağılık herif!" dediğinde onu kolundan tutarak kendine çekti Tuğrul.

"Yeter!" dedi gök gürültüsü gibi bir sesle. Dilinin ucuna kadar gelen şeyi söylememek için tuttu kendini.

"Ben sana güvendim Allah'ın cezası! Ben-sana-güvendim!" diye kelimelerin üzerine basarken Zeynep'in o zamana kadar güçlükle tuttuğu yaşlar, gözlerinden akmaya başladı. Bunun için daha da sinirlendi kendine, onları yok etmek için ellerinin tersiyle kızarık gözlerini hırpalayarak sildi.

"Kimseye kolay kolay açmadığım kadar açtım ben sana kendimi. En güçsüz hissettiğim zamanda sana sarıldım ben! O gece içinde kaldığım tüm ikileme rağmen, o dengesiz davranışına rağmen güvendim, sarıldım ben sana. Evime girdin, evine girdim! Seni Serhat Abi'nin katili sandığımda ne hissettim, nasıl bir çıkmaza girdim haberin var mı? Yaptığı işe saygısı olan, o topraktan ayrılan toz zerresine bile itinayla yaklaşan, bilgisiyle, duruşuyla büyüleyen, sahada, fakültede herkesin hayran hayran izlediği, öğrencilerine yaklaşımını, o samimi tavrını gördüğüm, dürüst olduğuna inandığım, hatta mantığım aksini söyleyip dursa da benim için gerçekten endişelendiğini, beni korumaya çalıştığını sandığım, o kısa sürede bile ellerimle alıp en tepeye koyduğum adam... Bir gecede her şeyin yalan olduğunu duydum ya ben senin ağzından! Öldürdün sandım! Üç günde kaç kere ölüp dirildim ben biliyor musun? Ne yapacağımı düşünmekten aklımı kaybettim! Bunu bile bile yine oyun kurdun bana. Başka ne var bilmediğim söyle. Sen ne aşağılık ne adi bir adamsın..." dediğinde "Ben çok mu istedim Zeynep?" diye bağırdı bu kez Tuğrul.

"Benim için kolay mı oldu ha? Çok mu istedim seni incitmeyi? Canını yakmayı çok mu istedim ben? Güvenini sarsmayı çok mu istedim?" derken göğsü hararetle inip kalkıyordu. "Ama yine de yaptım. Çünkü görevim bu! Sana zarar vermeden buraya getirmek için koydum o sikik dosyayı! Senin gözündeki o nefreti görüp de kayıtsız kalmak çok mu kolaydı benim için? Sabırlı olmak zorundaydım."

"Senden uzak durmaya çalıştım!" dedi sert bir sesle işaret parmağını Zeynep'e doğru kaldırarak. "Yapamadım. Bu siktiğimin görevi diğerleri gibi yürümedi! Hem seni korumaya çalışıp hem o herife yaklaşmanı sağlamak çok mu kolaydı? Çok mu kolay o pezevengin yanında tutmak seni? Başına buyruksun, laf, söz dinlediğin zaten yok! Kaç kere basıp gittin? Kaç kere başını beladan kurtardım ben senin? Bütün sınırlarımı zorladın."

"Hala kendini aklamaya çalışıyorsun! Hala...-"

"Kendimi akladığım yok. Sana şimdi ne söylesem bir şey değişmez. Hükmümü verdin, cezamı kestin. Şu öfkeni kenara bırakıp beni gerçekten dinlediğinde ne demek istediğimi anlayacaksın."

"Tek kelimeni daha dinlemeyeceğim senin! Gitmek istiyorum." diye kestirip attı Zeynep kapıya doğru yürüyerek. "Açın kapıyı! Ne olursa olsun ben bu işin içinde olmayacağım."

"Bana öfkenle bunu karıştırma." diyerek durdurdu onu Tuğrul. Kolunu kavradı. "Gidemeyeceğini sen de biliyorsun Zeynep."

"Hayır bilmiyorum! Benim bildiğim her şey koca bir balonmuş zaten. Profesör şüpheliyse bile benim kimseye yardım edebileceğim bir durum yok. Bu işe de asla bulaşmayacağım." derken kolunu adamdan kurtarıp, yeniden kapıya vurdu. "Açın!" Tuğrul'a döndü yeniden.

"Bir şey yap! Aç şunu... Çıkmak istiyorum."

Onun kılını bile kıpırdatmadığını görünce daha güçlü şekilde arka arkaya vurdu kapıya.

"Her zaman sağduyusunu gördüğüm, yaptıklarına hayranlık duyduğum o kadın nerede? Bana olan öfkeni de bu topraklardan götürülen onlarca eseri umursamamayı da geç!" diye devam eden adamı dinlemiyordu artık. Çaresizce, arka arkaya vurmaya devam etti.

"Serhat'ın ölümü için kendini perişan eden, korkmadan katilinin bile peşine düşen kadın, onun gibi onlarcasının ölümünü de umursamıyor. Öyle mi?" dedi Tuğrul üzerine basa basa. Bunun üzerine tereddütle yavaşladı Zeynep. Bir kez daha kolunu kaldırmaya mecali yokmuş gibi cılız bir nefes verdi dışarı.

Tuğrul aynı sert ifadeyle "Aradığımız grup...Yıllar önce Viyana'daki bir patlamada hayatını kaybeden iki Türk akademisyenin de katili..." dediğinde Zeynep'in kapıya yeniden vurmak için son kez kaldırdığı eli havada kaldı. Eli cansızca ağır ağır aşağı inerken, arkasını döndü ve adamın gözünde daha önce bir benzerine hiç şahit olmadığı o karanlık ifadenin içini buz gibi kestiğini fark etti.

"Klasik Arkeoloji Ana Bilim Dalı öğretim üyeleri Esin - Engin Atalay..." diye devam etti Tuğrul. "Lübnan Baalbek kazısı gönüllüleri... Efes kazısı sorumluları..." dediğinde Zeynep'in gözünden geçip giden ışığı gördü.

"Atalay mı?" Tüm olanlardan sonra ağzından sakince çıkan ilk kelimelerdi söylediği... "Onlar senin..." diye devam ettiğinde "Annemle babam." diye tamamladı Tuğrul.

"O gece bana sarıldığında, ölüm ne demek sen biliyor musun demiştin. Sana söylemek istedim." dediğinde destek almak ister gibi sırtını kapıya verdi Zeynep. "Söyledim Zeynep... Ama sen duymadın."

Onun hayal kırıklığının izini taşıyan gözlerinin içine baktı Tuğrul. Yorgunluktan kırılmış dizlerine, düşmemek için dayandığı kapıya yaslanış şekline... "Ölüm ne demek ben biliyorum." derken Zeynep'in kollarından kavrayıp bedenini yukarı çekerek başını kendi yüzüne yaklaştırdı. Bir eliyle çenesini şefkatle tuttu. Gözlerini gözlerine değdirdi.

"Senin kadar iyi biliyorum. Senin anneni yaptıklarınla hala yaşatmaya çalıştığın gibi yaşatıyorum ben de onları. Ama onları gururlandırmak değil tek amacım. Onlara bunu yapanı bulmak."

"Annenle baban..." dedi Zeynep fısıltıyla. "Yani ikisi de..."

"Öldürüldüler."

"Böyle bir şey nasıl olur?" derken Tuğrul'a müdahale etmedi bu kez. Adamın eli hala yanağındaydı. "O patlamayla bu olayların ne ilgisi var? Aynı kişiler mi? O zaman başından beri onlar için mi?" derken "Hayır." diye kesti Tuğrul onun arka arkaya sıraladığı sorularını. "Bunu ayrıca konuşacağız. Sen şartlarımızı kabul edip iş birliği yapmayı kabul ettikten sonra."

"Ben sana böyle bir şey söylemedim."

"Söyledin."

"Ne saçmalıyorsun sen? Ne demişim?" diye yükseldiğinde Zeynep'i birime getirdiğinden beri ilk kez gülümsedi Tuğrul.

"Normale dönüyorsun. İyi." derken elini Zeynep'in yüzünden çekti. "Doğru düzgün dinlemeye başladın. Şimdi gelelim diğer meseleye." dedikten sonra hiçbir boşluk kalmayacak şekilde ona iyice yaklaştı ve "Defne!" diye seslendi bakışlarını Zeynep'in gözünden çekmeden.

Onun bu uyarısını alan Defne'nin elleri hızla klavyede hareket etti. O sırada, olan biteni ellerini göğsünde kavuşturarak, film izler gibi takip eden Doğan'ın keyifli ifadesi ise ekranlardaki kamera kayıtlarının bir anda durması, önlerinde bulunan camın da tamamen kararmasıyla sona erdi.

"Ne oluyor?" diyerek sandalyede, ekran başında oturan Defne'ye eğildi. "En heyecanlı yerinde kaldı, getirsene şu görüntüyü geri." dediğinde sandalyesinin tekerleklerini geriye kaydırarak monitörden uzaklaştı Defne. Kamerayı ve camı kapatıp sistemi stand by moduna almıştı. Ufak, bilmiş bir gülümseme yayıldı dudaklarının kenarına.

"Ne gülüyorsun, açsana şunu..." diyen Doğan o anda yeni bir görüntünün gelmesiyle kızın tuhaf halini boş vererek ekrana eğildi. Zeynep'le Tuğrul'un tartıştığı görüntüler geri gelmişti ancak bu kez de ses yoktu. "Sesi niye gitti şimdi?" derken telefonundan bir şeyler kontrol etmeye başlamıştı Defne. "Sana diyorum!" diye yükseltti sesini Doğan.

Bacak bacak üstüne atmış kızın umursamazca telefonuyla oynamaya devam etmesi sinir katsayısını artırdı. "Defne! Düzelt dedim şu kamerayı. Bu siktiğimin camı niye simsiyah oldu şimdi?"

"Sen yokken geldi bu teknoloji..." dedi alayla telefonunu monitörün yanına bırakan kız. Doğan'ın tepesinde dik dik kendine bakması onu epey eğlendirdi. "Haberin yok mu? Yazık sana..." dedi ve ekledi. "Çömezler kralı... Ayrıca..." dedikten sonra ayağa kalktı. "Açamam. Özel konuşacaklar."

Onun boşta kalan sandalyesini bir eliyle öne doğru itekledi Doğan. "Ne özeli? Başlarım özelinden..." dedi içeride olup biteni görememenin verdiği kızgınlıkla. "Kayıt alıyoruz burada. Aç."

"Açmıyorum. Tuğrul'a söz verdim. Çok istiyorsan buyur..." dedi eliyle klavyeyi işaret eden Defne.

"Sen beni çıldırtmak için mi girdin kızım bu ekibe? Hasbinallah ya..." diye söylenerek sinirle kendine çekti adam sandalyeyi. Önüne gelen ekranda sorgulama için çıkan şifreyi girdiğinde siyah ekranda tiz bir uyarı sesiyle kırmızı bir çerçeve içinde "erişim sağlanamadı" yazısı parladı. Yeniden girdi, tekrar aynı uyarıyı aldı.

"Boşuna uğraşma." dedi Defne bu kez. "Sadece Özder'in şifresi ve benim şifremle açılır."

"Oyun parkına çevirdin koca birimi ama sen benim elime düşeceksin..." diyerek ekrandaki sessiz görüntüye yeniden baktı Doğan.

"Bu görüntü az önce de geçti. Tuğrul böyle kalas gibi duruyordu. Zeynep göğsüne yumruk atıyordu. Ne bok yedin Defne sen?"


***


"Ne bağırıyorsun kulağımın dibinde?" dedi Tuğrul'un Defne'ye uyarısına öfkelenen Zeynep. "Manyak mısın? Gitmek istediğimi söyledim."

"Sen söyle." derken elini kızın başının yanına, biraz önce çıkmak için kurcaladığı kapıya koydu. "Bu insanların kaybına, onca eserin bu topraklardan sökülüp götürülmesine sessiz mi kalacaksın? Görmezden mi geleceksin? Tezinde yazdığın o satırlarda ne dediğini unutacak mısın? Annene verdiğin sözü, İpek Karyel'in kızı olduğunu unutacak mısın?"

"Görevini gayet iyi yaptın Tuğrul." dedi Zeynep tezinde yazan cümleleri ona hatırlatan adama. "Sen yetenekli bir istihbaratçısın. Hangi zaafları taşıdığımı, sadece kelimelerinle bile nereden vuracağını çok iyi biliyorsun. Ben bu topraklardaki tarihi gün yüzüne çıkarmaya, yazmaya, korumaya söz verdim. Annemden önce kendime. O gitti. Ben ait olduğum yerde kalacağıma söz verdim. Bunu sahada durarak, ya da araştırmalarımla dünyaya duyurarak yapacağımı sanmıştım. Başka zaafım yoktu. Planım da yoktu. Sen bölüme gelene kadar... Sende kendimden bir parçayı gördüm ben biliyor musun? Hissettim ama sormadım. Bütün sorularım gibi onun da cevapsız kalacağını bildiğimden belki. Şimdi bana kendi anne babanı bu uğurda kurban verdiğini söylerken nasıl kayıtsız kalabilirim? Bunu söylediğinde, kabul edeceğimi zaten biliyordun."

Tuğrul'un iki eli de yanaklarına giderken onu bileklerinden tutarak engelledi.

"Çünkü beni tanıyorsun sen. Saklansam da gördün. Kaçamadım. Yalan söylediğim de oldu. Ama en çok kendime... Peki sen kimsin Tuğrul?" dedi Zeynep başını geriye atıp elinde kalan son oku acımasızca Tuğrul'a fırlatarak.

"Ben seni tanımıyorum! Şu kapıdan girdiğin, önüme o kimliği koyduğun an yine tanımadığım o adamsın. Yabancısın. Görevini, o insanları kurtarma çabanı, bunun için yaptığın diğer her şeyi anlardım. Ama şimdi söyleyeceğin herhangi bir şey, bana bu oyunun içine çekmek için yaklaştığını, her şeyin yalan oluşunu değiştirir mi?" derken parmaklarının güçlükle kavradığı kalın bilekleri sıktı. Tuğrul'un gözünde yükselen ateşi görse de son darbeyi vurmaktan çekinmedi.

"Yalancısın sen!" diyerek ellerini adamın bileklerinden hışımla çektiğinde, Tuğrul'un aşağı inen elleri o saniyede kadının belini iki yanından kavradı. "Yeter!" diyerek onu yukarı kaldırdı, sırtını kapıyla birleştirip, bacaklarının arasına girdi ve bedenini ona yasladı. Ayaklarının yerden kesilişiyle Zeynep'in bacakları içgüdüsel olarak dolanacak bir yer aradı. Onun bu arayışına anında cevap veren adam, gövdesiyle yaptığı baskıyı iyice artırdı. Bu hareketliyle serbest kalan ellerini Zeynep'in kalçasının altına götürdü ve bacaklarını beline kilitledi.

"Benim sabrımın da bir sınırı var."

Dengesini sağlamak için iki elini adamın omuzlarına koyan Zeynep "Ne yaptığını sanıyorsun ya sen?" diye bağırdı. "Hemen indir beni! Hemen!"

"O iş o kadar kolay değil artık." diye soludu Tuğrul. "Buradan bir santim bile kıpırdamayacaksın. O kadarına bile yetecek sabrım kalmadı. Yanımdan, gözümün önünden ayrılacağın tek saniye de olmayacak bundan sonra. Bitti!"

"Ne saçmalıyorsun sen? İndir beni dedim sana! Sen ne küstah ne kendini beğenmiş herifsin ya?"

"Hödüğü de unutma."

"Ne???"

"Hödük dedin ya. Ha bir de ne vardı? Egoist. Koca burnunu işine sokmamasını istediğin egoist hödük." diyerek üzerine basa basa hatırlattı Tuğrul, müze açılışında Zeynep'in Duygu'ya söylediklerini. O gece masalarını dinleyen Doğan'ın kulaklıktan sinir bozan kahkahasıyla söylediği her kelime, eksiksiz şekilde aklındaydı.

Zeynep Tuğrul'u omzundan ittirmeye, ayaklarını çırpmaya uğraşsa da bulundukları konumdan ilerledikleri yoktu. Tuğrul'un neden bahsettiğini anlayacak pozisyonda da değildi. "Ne diyorsun sen be? Aklını mı kaçırdın?"

"Akıl mı kaldı amına koyayım?" diye çıkıştı Tuğrul, "Bölüme geldiğim gün, odamda seni elinde evraklarımla gördüğüm an kaybetmişim ben bu siktiğimin aklını!"

Zeynep'in ondan kurtulmak için çırpınan elleri ve hareket etmeden duramayan bacakları o an, bu sözlerle dondu.

"Sana karşı hissettiğim, hissettirdiğim her şey gerçek, Zeynep." derken başını eğerek iyice onun yüzüne yaklaştı Tuğrul. "Kimliğim ne olursa olsun... Bende gördüğün neyse, oyum. Tuğrul'um. Senin yanında başka bir kimliğe, unvana ihtiyacım da yok. Yanındayken seni yakınımda tutmak istemediğim, tek bir anım da olmadı. Başından beri..." Bir elini bacağından çekerek Zeynep'in yanağına taşıdı yeniden.

"Yüzünü görmek istedim." derken baş parmağı ağır ağır okşadı tenini. "Gözlerinde kendimden bir iz bulmayı..." derken eli yukarı taşınarak kirpiklerine dokundu. Sonra parmakları başının arkasına, yumuşak saçlarının arasına kaydı. "Saçlarına dokunmayı..." dedikten hemen sonra boynuna yaklaştı. Muhtaç kalmış gibi derin bir soluk alırken Zeynep'in boynuna yapışmış saç tellerini yol bilip, tüy hafifliğinde sürüklendi dudakları. "Kokunu kendime saklamayı..." Başını kaldırıp Zeynep'in dudaklarıyla arasında sadece birkaç santimlik bir mesafe kaldığında iyice boğuklaştı sesi.

"Gerçek bu... Seni hep istedim. Yanlış olduğunu, her şeyin içine edeceğimi bilsem de seni bencilce kendime istedim. O gece, bana karşılık vermesen de senin de beni istediğini biliyorum." dediğinde Zeynep'in vücudundaki tüm kan yanaklarına hücum etti. Dudakları adama bir cevap vermek ister gibi açıldı, kapandı. Fakat tek bir hece çıkmadı dilinden. Adamın gözleri; kendi ruhuna sirayet eden tek gerçeği, durgun, berrak bir göle atılan bir taşın halkaları gibi genişleye genişleye kendi gözbebeklerine taşıdı. Tuğrul'un arka arkaya söylediği her kelimeyle yükselen kalp ritmi maraton koşmuş gibi tavana vurdu. Hangi söylediğini zihninde nereye kaydedeceğini şaşırmış gibi uğultulu bir tepenin zirvesine tırmandı, rüzgâra yakasını açıp korkularını bir kenara bıraktı. Tuğrul, "Her şey bir tarafa, bunu seninle yeniden yaşayacağımı düşünmek bile..." diye devam ettiğinde olacakları hissettiği halde cılız bir "Neyi?" çıktı Zeynep'in dudaklarından.

Bu soruyla kendi dudaklarına değen yumuşak dudakları hisseden Tuğrul daha fazla tutamadı kendini. "Zeynep..." diyerek iç çektikten sonra, aralarındaki incecik boşluğu tamamen kapattı ve kadının üst dudağını sertçe, açlıkla ağzına aldı. Bir eli Zeynep'in saçlarının ortalarına doğru ilerlerken diğeriyle sımsıkı kavradığı üst baldırını sıktı.

Zeynep'in elleri adamın omuzlarından aşağı, göğsüne doğru kayarken, o da Tuğrul'un alt dudağını içgüdüsel bir istekle kavradı. Eli Tuğrul'un ceketinin içinden gömleğinin arkalarına, geniş sırtına doğru ilerlerken, dudakları da adamın iyice derinleşen, talepkar öpüşüne karşılık vermeye devam etti. İnce, deri bir şerit geldi sonra parmaklarına. Şeridi merakla, aşağıya doğru takip ederken kalınlaşan kılıfın içinde duran silahı buldu. Zeynep'in ceketinin içinde bulunan koltuk altı silah kılıfını keşfetmesiyle, elini tutarak onu durdurdu Tuğrul. Dudakları bu hareketle yavaşlayarak birbirlerinden isteksizce ayrıldıklarında, ikisinin de yüzü aydınlanmıştı. Kısa bir bakışmadan sonra, gözlerini hızla kıpıştıran Zeynep'in yüzüne şaşkın bir ifade otururken, Tuğrul'un dudaklarına da ateşli bir gülümseme yerleşti.

Tuğrul "Silahlara merakın olduğunu söylememiştin." dediğinde ne yaptığının farkına vararak bacaklarını gevşetti Zeynep. Kıpkırmızı bir yüzle adamın kucağından kayarak hızla yere indi. Onun bu dut yemiş bülbüle dönüşen haline daha çok güldü Tuğrul. "Güzel!" dedikten sonra, önce Zeynep'in belinin üst kısımlarına kadar sıyrılan ince kumaşı aşağı indirdi sonra da yakınlaşmalarıyla simetrisi tamamen bozulan ceketini yakalarından tutarak düzeltti.

"Bir yerden başlaman gerekir. Her şeyi açıklığa kavuşturduğumuza göre, gönüllü istihbarat uzmanlığın için gereken eğitimi de bizzat ben veririm."


-*-

Bayıldık mı keyfimizden?

Bence bayıldık. Burada hava 1500 derece ama bölüm sonu da Etna Yanardağı'na düşmüş hissi yaratıyor zannımca. Yıldıza basmayı ve yorumlarınızı unutmayın.

Bölüm editimiz için yukarıdaki bağlantıya bir tık...

Ayrıca kitapla ilgili video edit ve alıntılardan haberdar olmak için şu hesapları takip edebilirsiniz.

Instagram: @burrcukaya11

Twitter: @burrcuky

Bölüm şarkıları için hazırladığım Spotify listesine profilimden ulaşabilirsiniz.


Continue Reading

You'll Also Like

1.8M 44.7K 24
asker ve yeni aile kurgusu Barın elindeki çakıyı incelerken "fazla ses yapıyorsun. Dikkat et." diyerek konuştu. Ses falan yapmıyordum. Askerdim ben...
868K 15.4K 27
🔞Türkiye'nin en büyük mafyası tarafından kaçırılmak ve onla ilişki yaşamak.🔞 🔞Bolca +18 vardır. 🔞
742K 68.3K 37
❝Savaşı durduramam ama elime mikrofon alarak insanların sesini duyurabilirim.❞ Savaş kaybolmaktır. Ben bu savaşta kayboldum. Beni babam bile bulamadı...
1.1M 104K 43
~Bu kitap tüm zorluklara inat aşkından vazgeçmeyip aşkı için savaşanlara ithaf edilmiştir.~ -------------------------- "Aşk mıdır beni,sana bu kadar...