AY KUŞAĞI SERİSİ : T&M&I

Da buseyaren95

805K 12K 2.4K

Helena Lincoln sabırlıydı, merhametliydi ve güvenilirdi ama... Asla cesur değildi. Ve tarihte cesaret olmadan... Altro

TEMPERSİTAR - PROLOG
TEMPERSİTAR - 1.BÖLÜM - ÇAĞRIYA İCABET ETMEK
TEMPERSİTAR - 2.BÖLÜM - EVRENİN VAROLUŞU
TEMPERSİTAR - 3.BÖLÜM - KALMAK İÇİN ÇOK GEÇ
TEMPERSİTAR - 4.BÖLÜM - AKADEMİYE HOŞGELDİN
TEMPERSİTAR - 5.BÖLÜM - HAYATIN GERİ KALANINA İLK ADIM
TEMPERSİTAR - 6.BÖLÜM - TEMPERSİTARLAR
TEMPERSİTAR - 7.BÖLÜM - YENİ BAŞLANGIÇ, YENİ ZORLUKLAR
TEMPERSİTAR - 8.BÖLÜM - YENİ HAYATIN İLK ALIŞVERİŞİ
TEMPERSİTAR - 9.BÖLÜM - İLK GÜN HEYECANI
TEMPERSİTAR - 10.BÖLÜM - YAKINLIK, UZAKLIK
TEMPERSİTAR - 11.BÖLÜM - KAZANIYOR GİBİ
TEMPERSİTAR - 12. BÖLÜM - BİR SIFIR
TEMPERSİTAR - 13. BÖLÜM - PHLOX DIVERICATA
TEMPERSİTAR - 15. BÖLÜM - TATSIZ KEŞİF
TEMPERSİTAR - 16.BÖLÜM - HAYAL GECE KURULMAZ
TEMPERSİTAR - 17.BÖLÜM - CADI KAZANI
TEMPERSİTAR - 18.BÖLÜM - ALTIN KAFESTEKİ KUŞ
TEMPERSİTAR - 19.BÖLÜM - KIYAMET BORUSU
TEMPERSİTAR - 20.BÖLÜM - SONUN BAŞLANGICI
TEMPERSİTAR - 21. BÖLÜM - YEDİ BÜYÜK GÜNAH
TEMPERSİTAR - 22.BÖLÜM - CEHENNEM RESİTALİ
TEMPERSİTAR - 23. BÖLÜM - EPİLOG
METALLUM - PROLOG
METALLUM - 1.BÖLÜM - GEÇMİŞİN HAYALETLERİ
METALLUM - 2. BÖLÜM - YÜZLEŞME
METALLUM - 3.BÖLÜM - EN KARANLIK GECE
METALLUM - 4.BÖLÜM - ÖLÜM ÖPÜCÜĞÜ
METALLUM - 5.BÖLÜM - GEÇMİŞİN İZLERİ
METALLUM - 6.BÖLÜM - KOCA BİR BOŞLUK
METALLUM - 7.BÖLÜM - TEHLİKE ÇANLARI
METALLUM - 8.BÖLÜM - DÜNYANIN SONU
METALLUM - 9.BÖLÜM - BAŞARISIZ
METALLUM - 10.BÖLÜM - UZUN YOL
METALLUM - 11. BÖLÜM - DÜŞMAN UYKUSU
METALLUM - 12. BÖLÜM - YOL ARKADAŞI
METALLUM - 13.BÖLÜM - PARAMPARÇA
METALLUM - 14.BÖLÜM - KASIRGA
METALLUM - 15.BÖLÜM - GECEDEN GELEN
METALLUM - 16.BÖLÜM - DERİN DÖNÜŞÜM
METALLUM - 17.BÖLÜM - EŞSİZ KEFİŞ
METALLUM - 18.BÖLÜM - ÖLÜMCÜL KUMAR
METALLUM - 19.BÖLÜM - EPİLOG I
METALLUM - 20.BÖLÜM - EPİLOG II
IGNISER - PROLOG
IGNISER - 1.BÖLÜM - KARA KURDUN ALAMETİ
IGNISER - 2.BÖLÜM - DURU KARGAŞA
IGNISER - 3.BÖLÜM - HUZURUN RENGİ
IGNISER - 4.BÖLÜM - GENÇLİK ATEŞİ

TEMPERSİTAR - 14.BÖLÜM - BÜYÜK HABER

51K 232 23
Da buseyaren95


🔮

Saniyeler geçti... Dakikalara dönüştü. Dakikalar uzadı, uzadı uzadı. Revirin duvarları üzerime yürüdü. Yaralarım iyileşmeyi bıraktı, ciğerlerim nefesle dolmayı bıraktı ve vücudum nasıl nefes alındığını unuttu.

Başım ağrıdı, gözüm karardı.

Ancak hiçbir şey, beni bu ortamdan kurtarmadı. Her ne hissedersem hissedeyim, hala buradaydım işte. Başka bir yere ışınlanmamıştım. Burada, William, Tara ve Cam'le beraberdim.

Bu odadaki herkes, Tara da dahil olmak üzere, Chris'in asla şaka yapmayacağını ve asla yalan söylemeyeceğini çok iyi biliyordu.

Bu odadaki herkes, benim William'dan hoşlandığımı öğrenmişti artık. Bunu inkar etmek beni sadece komik bir duruma düşürecekti. Cam'den ayrı, Chris'ten ayrı, William'dan ayrı nefret ediyordum. Bütün vücudum nefretle doluydu sanki, hatta artık bir nefret topuydum.

Ne söyleyeceğimi, ağzımı açıp ne diyeceğimi bilmiyordum. Konuşmak zorundaydım, daha fazla küçük düşmemeli, söylenenlerin arkasında durmalıydım.

Dünyada ilk kez birinden hoşlanan ben değildim sonuçta. Bu, o kadar da uçuk bir şey değildi. Elbet bir gün öğrenecekti William. Belki de hiçbir zaman öğrenmeyecekti...

Ben, ondan hiçbir şey istiyor ya da bekliyor değildim. Söylemeyi de hiç düşünmemiştim zaten. Neden bilmiyorum ama, William'la sevgili olmanın hayalini falan da kurmamıştım hiç. Sadece, hoşlanmıştım işte.

Daha fazla bu iğrenç ortamda kalmamak ve bu havayı bir an önce dağıtmak adına boğazımı temizledim. Bir şeyler söylemek zorundaydım, kimse hiçbir şey söylemese de herkes bunu bekliyordu. Ancak, ağzımı açamadan bütün sözlerim bir bir boğazıma dizildi.

"Hey, üzerinde düşünmeye gerek yok öyle değil mi? Öylesine edilmiş bir laf. Belki de Chris'in ilk esprisidir bu! Herkesin bir ilk esprisi olmak zorunda sonuçta. Sen ona aldırma Helena, ben onu ciddiye almadım zaten." Gözlerimi birkaç kez kırpıştırıp, duyduklarımı idrak etmeye çalıştım. Eğer iki saniye önce ağzımı açmış olsaydım, her şeyi kabul edecektim ancak William Chris'e inanmamıştı bile. Ya inanamayacağı kadar saçma gelmişti, ya da beni öyle görmediği için bu konuyu uzatmak istemiyordu. Ne hissedeceğimi bilemez bir şekilde, öylece kalakaldım. Kimden nefret edeceğimi şaşırmıştım. Bu üç oğlandan da ölesiye nefret ediyordum! Oysa, drama kızlar arasında olur sanırdım. Ne kadar da yanılmıştım. Ağzımı açmadan gözlerimi bir William'da bir Cam'de gezdirdim ve üzerinde oturduğum revir yatağından yavaşça indim. Gerçekten, bu ortamda daha fazla kalamazdım. Hızlı adımlarla buradan çıkmalı, söz verdiğim gibi Pegasus'u bulmalıydım.

Ama önce, daha acil bir işim vardı ki o da Chris'i parçalamaktı.

Nasıl böyle bir şey yapabilirdi? Nasıl benim özelimi, bu şekilde herkesin önüne dökebilirdi? Sırf Cam bizim hakkımızda yanlış bir şey düşünmesin diye, bir saniye bile düşünmeden beni harcamıştı. Bana değer verdiğini, beni arkadaşı olarak gördüğünü düşünecek kadar aptaldım. Ne zaman akıllanacak, ne zaman büyüyecektim?

Chris bizim yanımızda olmadığı zamanlarda nerede takılırdı hiçbir fikrim yoktu ama onu kesinlikle bulacaktım. Bütün Alderwild'i alt üst etmem gerekse bile onu bulup ondan hesap soracaktım.

"Seni bu kadar çabuk görmeyi beklemiyordum Helena. Ben de seni ziyaret etmeye geliyordum. Revirde olman gerekmez miydi?" hışımla zemin kat koridorunu adımlarken bütün ihtişamıyla koridorda süzülen Bayan Talose'u görmemiştim bile. Utanarak baktım gözlerine.

"Üzgünüm Bayan Talose. Sizi fark edemedim. Tedavim tamamlandı, bir şeyim yoktu zaten iyiyim. Size de ne kadar teşekkür etsem az, beni merak etmeniz ve Chris'ten beni kontrol etmesini istemeniz çok büyük incelik. Tekrar teşekkür ederim." Bayan Talose gözlerini bir miktar kıstı ve daha sonra tavana bakarak biraz düşündü.

"Senin için gerçekten endişelendim tabii ancak Chris'i bugün hiç görmedim Ma Petite. Bir karışıklık olmuş olmalı." Yanlış mı duydum ya da hayal mi kurdum diye olanları bir kez daha gözden geçirmeyi denedim.

Ancak hayır, bir yanlışlık yoktu. Bana Bayan Talose'un beni kontrol etmesi için onu gönderdiğini söylemişti.

Ne yapmaya çalışıyordu? Benden ne istiyordu, derdi neydi? Neden onu bir türlü çözemiyordum?

"Ben yanlış anladım sanırım. Kusura bakmayın." Kafamda bin bir tilki dolanırken, gülümsemek için kendimi zorladım. Olaysız, sakin bir gün geçirmek için yalvaracağıma asla ihtimal vermezdim ancak hayat beni bir ölüden farksız olan hayatımdan alıp on altı yaşında bir lise öğrencisinin hareketli hayatının kucağına atmış gibiydi. Şimdi de ayak uydurmakta zorlanıyordum. Bunun bir ortası yok muydu gerçekten?

"İyiyim diyorsan, yarın kütüphanedeki görevine başlaman için de bir engel yok sanırım, değil mi?" hızlıca başımı sallayarak onu onayladım. Bir yandan da kafamdaki zonklama baş göstermişti. Ah cadı Emile ah! Ben sana yapacağımı bilirim.

"Zevkle, Bayan Talose." Bayan Talose kocaman gülümsedikten sonra elini omzuma koydu ve daha sonra geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Şimdi yarım kalan işimi tamamlayabilirdim.

Yaklaşık iki saat süren korkunç bir süreç sonunda elimdeki tek şey koca bir sıfırdı. Yer yarılmış da içine girmiş gibi, onu hiçbir yerde bulamamıştım. Üstelik, ben bir yeri kontrol edip sonra oradan ayrıldığımda oraya gidiyor da olabilirdi! Sonsuza kadar onu arayıp, sonsuza kadar bulamayabilirdim. Kafayı yemek üzereydim. Yapmam gereken binlerce şey varken, saatlerdir onu arıyor, onu aramak için kendimi heba ettikçe de sinirden çatlıyordum. Ona yeterince sinirli değilmişim gibi, bir de onu bulamadığım için daha da sinirleniyordum. Bütün Alderwild'i aramama rağmen yoktu.

Acaba, ormanda olabilir miydi? Beni ormana götürdüğü gün, tempersitarların doğaya ait olmasıyla alakalı bir şeyler anlatmıştı. Belki de, bizle olmadığı zamanlarda ormanda oluyordu.

Başka bakabileceğim hiçbir yer kalmadığından, koca ormanda samanlıkta iğne arar gibi onu aramaya karar verdim. Akşam yemeğine daha saatler vardı ve ben bu sinirle öylece oturup onun gelmesini bekleyemezdim. Üstelik onu ararken, William ve Cam'den de kaçmış oluyordum ve bu işime geliyordu.

Kaleden Tempersitar yerleşkesine doğru yürürken, rotamı ormana çevirdim ve adımlarımı hızlandırdım.

Her yerin birbirine benzediği ormanda kaybolmam çok da uzun sürmemişti. Yer yön duygusundan yoksun biri değildim, üstelik fotografik hafızam yüzünden gördüklerimi unutmazdım ancak orman öyle bir şey değildi işte. Her şey birbirinin aynısı gibiydi. Böyle bir ortamda, ne gördüğümün hiçbir önemi kalmıyordu. Bu parlak, bu alem için bile normal olmadığı söylenen ağaçlar her yerdelerdi. Durum bu kadar kötü müydü gerçekten de? Bu alemdeki bozulma bu kadar yayılmış mıydı? Bunu nasıl düzeltecektik peki?

Bizim görevimiz hem dünya hem de elementer düzenini korumaktı. Biz, bu yüzden var olmuştuk. Ancak benim yaşadığım dünyanın ve şuanda içerisinde bulunduğum elementer aleminin durumuna bakarsak, çok da iyi iş çıkarmıyorduk. Sorun neydi peki? Sayımızın azalması mıydı yoksa bir şeyleri yanlış mı yapıyorduk?

Ormanda bir süre daha amaçsızca dolandıktan sonra sinirim inanılmaz boyutlara ulaşmış, başımı döndürmeye başlamıştı. Ya da belki de Emile tarafından pataklandığım ve kafamı kırma noktasında vurduğum için başım dönüyordu ancak umurumda değildi. Onunla konuşmadan rahat etmeyecektim. Üstelik, bekçiler bunun için vardı. Kaybolursam Pegasus'u çağırırdım ve beni Akademiye geri götürürdü.

Zaten beni görmek ve iyi olduğumdan emin olmak için can atıyordu, bunu bütün hücrelerimde hissediyordum.

Chrisle konuşur konuşmaz ilk işim yanına gelmek olacak, biraz sabret...

Ne kadar zaman sonra bilmiyorum ama kaybolduğuma neredeyse emin olduğumda, ormanın içinde hışırtılar duymaya başladım. Üstelik hava kararmaya başlıyordu ve eskisi kadar iyi de göremez hale geliyordum. Kulaklarımı bir tilki gibi dikip olabildiğince hareketsizce beklemeye başladım. Ne sesi olduğunu çözebilirsem, ona göre davranabilirdim. Birkaç savunma ve bir de saldırı sochrusu biliyordum artık! O kadar da savunmasız değildim.

Sesin yerdeki yapraklar üzerinde ilerleyen birine ya da bir hayvana ait olduğunu düşünmeye başlamıştım. Çıt çıkarmadan ilerlemeye devam etmem gerekiyordu.

Aklım yine, çocukken kendi kendime oynadığım oyunlara gitmişti.

1...2...3... Tıp!

Ne zaman sessiz olmam gerektiğini düşünsem ve çocuk kalbime bunu kabul ettiremesem, kendimi bir oyun oynadığıma inandırır o şekilde susturmaya çalışırdım.

Küçüktüm ve istediğim son şey susmaktı.

Bağırmak, kahkaha atmak, koşturmak istiyordum.

Ancak yaptığım her hareket, babamı kızdıracaktı bunu da çok iyi biliyordum.

Ben küçükken, bu kadar çok içmiyordu. Daha çok ayık gezerdi. Bu benim lanetimdi aslında, bunu yeni yeni anlıyordum. Eğer şimdi olduğu gibi sürekli sarhoş olsaydı, onu öyle kabul eder ondan bir şeyler beklemezdim. Ama birkaç gün iyi, birkaç gün kötü olduğunda ne zaman iyi ne zaman kötü olduğunu asla tahmin edemiyordum. Sürekli diken üstünde, sürekli tetikteydim. O küçük beden yanlış bir şey yapmamak için öylesine çırpınıyordu ki, yorgun düşüyordu bazen.

1...2...3... Tıp.

Şimdi yine susmam gereken, sessiz olmam gereken anlardan birindeydik ve lanet olsun ki bu benim lanetimdi.

Asla hakkıyla yerine getiremediğim bir noksandı benim için.

Gerginlik bedenimi en üst noktaya kadar doldurup taştığında, daha fazla sessiz kalamayacağıma neredeyse emindim. Hareket etmek, bir şey yapmak istiyordum ama bir el buna engel oldu.

Burnuma onun inanılmaz kokusu dolarken, gözlerim sonuna kadar açılmış, vücudum ne yapacağını bilemez bir şekilde bir kasılıp bir gevşemeye başlamıştı.

Kasılan vücuduma Pegasus'un gönderdiğine inandığım bir şok dalgası yayıldığında, kendimi biraz olsun gevşetebilmiş ve tepki verebilir hale gelmiştim.

Elimi hızla ağzıma kapanan elin üzerine koyup onu indirdim ve yüz seksen derece dönüp gözlerine bakmaya çalıştım.

Saatlerdir her yeri didik didik edip aradığım insan tam da karşımda duruyordu.

Yerde ararken, yerde bulmuştum.

Ona bir ağaç kokusu öyle yakışıyordu ki!

Kendinin de buradaki hasta ağaçlardan hiçbir farkı yoktu.

"Seni-" ağzımdan herhangi bir şey çıkamadan elini hızla tekrar ağzıma kapattı ve gözlerini kocaman açtı. Tepkisi karşısında şaşırmıştım. Her zaman sakin ve tepkisiz olan Chris, bir şeylere belki de ilk kez tepki veriyordu.

Kafam karışmış bir şekilde suratına bakıyor ve ne yapmaya çalıştığını anlamaya çalışıyordum. Bana eziyet etmeyi bırakıp kahverengi gözlerini gözlerime sabitledi ve fısıldamaya başladı.

"Yalnız değiliz." Gözlerim daha fazla büyüyebilirmiş gibi büyümeyi sürdürürken elini bir kez daha dudaklarımın üzerinden indirdim ve hareket etmeyi kestim.

Neden sürekli başa dönüyordum?

Bin kez söylemiştim, ben aklım bas bas bağırırken sessiz olmakta, heyecanım tavanken hareketsiz kalmakta iyi değildim! Bu benim adeta lanetimdi. Huzursuzca kıpırdanmaya, ufak ufak titremeye başladığımda Chris gözlerini vücuduma çevirdi. Ne yaptığımı anlamaya çalışıyordu ancak ona bunu açıklayacak değildim.

Ona hiçbir şeyi hiçbir zaman açıklamayacaktım.

Dudaklarımdan indirdiğim elini bileğime çevirip tuttu ve gözlerime bakmaya başladı. Benimle konuşmadan anlaşmaya çalışıyordu belli ki ancak bunu yapmak için çok yanlış bir zamandı. Onu anlayamayacak kadar ona sinirliydim. Titreyen kolumu elinden kurtardım ve istemsizce volta atmaya başladım. Sessiz olmam için ağzımı kapattığına göre, burada bizden başka her kim ya da ne varsa, karşılaşmak istemeyeceğimiz bir şeydi. O zaman bir an önce burayı sessizce terk etmeliydik ya da onun terk etmesini beklemeliydik. Böyle bir ortamda beklemek, bizim için çok tehlikeliydi çünkü ben bekleyemezdim. İstesem de, bekleyemezdim. Huzursuzca titreyen kollarımı bir miktar sabitleştirmeye çalışırken bir yandan usulca ileri doğru adım attım. Aynı el tekrar bileğimi kavradığında bu kez ona doğru dönmedim ya da elini çekmesi için bir şey yapmadım. Kolumu hafifçe çekerek benimle birlikte ilerlemesini sağladım. Bir yandan oldukça sessiz adımlar atıyor bir yandan da neyden ya da kimden saklandığımızı görmeye çalışıyordum. Birkaç adım daha atmıştık ki Chris kolumu bıraktı.

Soran bakışlarla ona döndüm, o da gözlerini bana sabitledi. Aramızdaki birkaç adım mesafe, o kokudan kurtulmama yetmişti şükür ki.

"Gitti." Kıpırtıma bir son verip ne zaman tuttuğumu fark etmediğim nefesimi serbest bıraktım. Nasıl anlıyordu? Geldiğini ya da gittiğini? Sormak istiyordum ama onunla konuşmak istediğim şey çok başkaydı. Şuan onun sesini, bana yapması gereken açıklama dışında başka hiçbir sebeple duymak istemiyordum. Merakımdan kudursam bile.

Ancak belli ki merakından kuduran sadece ben değildim.

"Neden sessiz kalmayı beceremiyorsun? Ölelim mi istiyorsun illa? Daha beş dakika önce revirdeydin. Başına bir iş açmadan duramıyor musun?" Şok içerisinde ağzım bir karış açılırken, Pegasus'un beni sakinleştirmesine en çok ihtiyaç duyduğum anlardan birinin içerisine girmiştim. Buraya ben onu azarlamaya gelmiştim, ondan azar işitmeye değil.

Ve sonra, Pegasus'tan yardım istemekten de vazgeçtim. Evet, sinirli kalacaktım. Sinirli kalacaktım ki ona en başından beri hak ettiği her şeyi söyleyebileyim.

"Sen kafayı mı yedin? Ne hakla hala beni azarlıyorsun? Buraya sana "Nerelerdeydin, geri dön" demek için mi geldim sence? Seni bulup hesap sormak için geldim! Ama sen karşıma geçmiş, benden hesap soruyorsun. İster ses yaparım, ister her gün revire giderim, istersem de kendimi öldürtürüm bundan sana ne! Seni ilgilendirmeyen şeylere karışmayı acilen bırakman gerekiyor. Başı da benim kimden hoşlanıp kimden hoşlanmadığım çekiyor." İçimdeki öfkenin sadece binde birini kusmak dahi bana kendimi öyle iyi hissettirmişti ki, boğazıma dizilen her bir nefesi rahatlıkla içime çekebilirdim şimdi.

Chris yutkundu, önce yere sonra da gökyüzüne baktı. Ne cevap vereceğini bilmeyecek biri asla değildi, biliyordu. Belki sadece konuşmak istemiyordu. Belki ben onun gözünde konuşmasına bile değmiyordum.

Belki değil, kesin öyle. Kendini kandırma. Seni onca insanın içerisinde düşürdüğü duruma bak.

"İnan bana, sessiz kalman için hiç iyi bir zaman değil. Bana orada yaptığın şeyi açıklayacaksın. Açıklamak zorundasın. Ne yapmaya çalışıyorsun?" Chris gözlerini bir saniye olsun gökyüzünden çekmemiş, bulutları ya da her neye bakıyorsa onu izlemeye devam ediyordu. Sabrımın taşmasına saniyeler kalmıştı. Hiçbir zaman şiddet yanlısı olmasam da onu bir topa çevirip sektirmek istiyordum! Beni bu kadar sinirlendirip, sonra da öylece gökyüzünü izleyemezdi. Tekrar ağzımı açıp bir şeyler söyleyecektim ki nihayet konuştu. Gözlerini ise hala gökyüzünden çekmemişti. Hava saniyeler içerisinde kararacak gibi duruyordu, mavilik neredeyse yok olmuştu ve yüksek ağaçlardan güneşe dair hiçbir şey de görünmüyordu. Yapraklar yeşilli kırmızılı parlarken çevremizde tatlı bir esinti vardı. Hoş bir sonbahar akşamı olabilirdi, ama acı bir şurup içmiş gibi hissediyordum nedense.

"Yanlış bir şey söylemedim." Ağzını açtığında oradan çıkacak şeyin beni deliye döndüreceğini daha o konuşmadan önce biliyordum. Birçok şeye karşı da hazırlıklı olduğumu sanıyordum üstelik. Havadan sudan konuşup konuyu geçiştirmesi bile ihtimaller dahilindeydi ama o geçmiş karşıma yanlış bir şey söylemedim diyordu.

Belli ki, biz onunla iletişim kuramayacaktık. Hiç doğru dürüst iletişim kuramamıştık zaten. Nefesimi daha fazla tüketmeye de, kendimi daha fazla yormaya da niyetim yoktu. Saatlerce onu bulmak, suratına bir şeyleri haykırmak için dolaşıp dururken hesaba katmadığım bir şey vardı ki o da onun Chris olduğuydu. O, Chris'di işte. Ne bekliyordum ki, özür mü?

Omuzlarımı düşürüp arkamı döndüm. Gerçekten yorgun ve ağrı içerisindeydim. Biraz daha yürüyüp kafamı dağıtır sonra da Pegasus'la akademiye dönerdim. Nasıl olsa burada beni kurda kuşa yem edecek değildi. Tek bir düşünce kırıntımla saniyeler içerisinde burada olurdu, biliyordum.

"Ama haddim olmayan bir şey söyledim." Bir adım daha atacaktım ki, ilerleyemedim. Bir kez daha duymayı hiç beklemediğim bir şey dökülmüştü dudaklarından ve ben bu kez az önceki kadar emin değildim dönüp gitmek konusunda. Olduğum yerde ne yapacağımı bilemez bir şekilde kaldım. Ona dönüp umursamazca gökyüzünü izleyen yüzüne bakmak istemiyordum ancak konuşmaya devam etmesini istiyordum.

En acısı da, beni gerçekten tanımaya başladığını düşündüğüm tek insan Chris'di. Etrafımda birkaç arkadaşım vardı ancak hiçbiri bir şeyleri onun gördüğü gibi göremiyordu. Bu yüzden bir yanım, çocuk kalan yanım, aslında onun yanına çöküp ağlayarak ona bir şeyler anlatmak istiyordu. Chris diye bir öküz var, böyle böyle dedi, beni çileden çıkardı demek istiyordu.

Bir yanım, konuşmaya devam etsin istiyordu.

"Ondan hoşlanıyorsun. Ve onlar, bizi yanlış anladılar. Yanlış anlasınlar istemedim." Kafam yeterince karışık değilmiş gibi daha da karışırken sağımdaki yeşil parlayan ağaca yürüdüm usulca. Sırtımı gövdesine yaslayıp yavaşça yere kaydım ve yere dökülmüş bir avuç yaprağın üzerine oturdum.

İçimde bir yerler kırılmıştı, yanlış anlasınlar istemedim dediğinde. İhtimalinden bile hoşlanmamıştı.

Neden takılmıştım ki buna?

Bir şeyler söylemek istiyordum ama sesime ne olmuştu bilmiyordum. Boğazımı temizledim sanki bir şeyler söyleyebilecek gibi. Ama yine konuştu.

"Senin önüne taş koymamak için, yanlış anlasınlar istemedim." Hala gökyüzüne bakan kahverengi gözlerine döndü bakışlarım.

Senin önüne taş koymamak için.

Benim, William'la olma ihtimalimi engellemek istemediği için.

Chris, gerçekten bu kadar düşünceli biri olabilir miydi?

Peki aynı anda hem bu kadar sinir bozucu hem de bu kadar düşünceli olmayı nasıl başarabilirdi ki? Hemen yumuşuyordum, lanet lanet lanet!

"Benim böyle bir niyetim yok ki! Ben o taşları önüme kendim koyuyorum zaten." Gözleri gökyüzünden, gözlerime döndü. Aramızda üç dört metre bir mesafe vardı. O da arkasında kalan ağaca yaslanıp kendini yere bıraktı. Hava serinlemiş, esmeye başlamıştı ancak belli ki daha buradaydık. Belli ki, akşam yemeğine kadar programımız doluydu.

"Defterin, öyle demiyor." O aptal defteri yerleşkeye döner dönmez yakacaktım! Ne diye ergen gibi her şeyi ona yazıyordum ki?

Ergendim çünkü... Hiçbir zaman ergen olamamış, ergenliğe deli gibi özenen bir ergen.

Aptalın tekiydim. Öyle yoksundum ki, utanmasam yere kutular çizip üzerinde seksek oynayacaktım. Ne zaman kabullenecektim, büyüdüğümü? Ne zaman o deftere renkli kalemlerle saçma sapan şeyler çizmeyi bırakacaktım?

Ne zaman?

"Benim hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun. Bilseydin, o defteri bu kadar ciddiye almazdın." Bu kez gökyüzünü izleme sırası bendeydi. Kararan hava ile yukarıda yerini alan yıldızlar bir bir tepemizde parlıyordu.

Ay neredeydi?

"Seni tanımıyorum, ama senin hakkında çok şey biliyorum." Alayla gülümsedim. Bambaşka birine dönüşmüş gibi hissediyordum kendimi. Akademiye geldiğimden beri etrafta heyecanla seken kız değildim şuan. Sanki geçmişin bütün yükü bir anda omzuma binmişti. Neden böyle olmuştu? Bu kadar karamsar olmamın tek sebebi William'ın aptal bir hoşlantıyı öğrenmesi olamazdı.

Umursamamıştı bile.

Geçiştirmişti.

Bunun için dertlenecek değildim. Öyleyse neden?

Ben biliyorum neden olduğunu aslında... Sadece, bunu Chris'e asla itiraf etmeyeceğimi de biliyorum.

Ya da belki de yanılıyorum?

Çünkü anlatmak için yanıp tutuşuyorum.

"Arkadaş ortamıma ne olacak şimdi?" Gözümden bir damla yaş süzülürken söylene söylene hızlıca sildim yaşı. Hala gökyüzüne bakarken tek umudum, onun da gökyüzüne bakıyor olmasıydı. En son ne zaman gözümden bir damla yaş süzülmüştü hatırlamıyordum, belki de çocukken.

Hala çocuktum.

Ama gerçekten çocukken.

"Hiçbir şey. Derdin bu mu? Sanırım haklısın. Sanırım, gerçekten de hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Bunun için ağlıyor olamazsın." Hışımla olduğum yerden kalkarken bir yandan da ürperen kollarımı daha çok örtmek için istemsizce kazağımın kollarını aşağı çektim.

"Ağlamıyorum! Seni ilgilendirmeyen şeylere daha fazla karışma artık!" hızlı hızlı yürümeye başlarken arkamdaki hışırtıdan onun da kalktığını anlayabilmiştim.

"Anlatan sensin, ben bir şey yapmadım ki!" Elimi alnıma vurarak ilerlemeye devam ettim.

Aptal gibi içini gidip Chris'e dökersen olacağı bu!

Kaç kez söyleyeceğim kendine bir kız arkadaş bul diye? Bu üç oğlan seni anlamıyor. Anlamayacak...

Bir yandan söyleniyor bir yandan da ayaklarımı yere vura vura yürüyordum. Arkamdaki yaprak hışırtısı kesildiğinde, peşimden gelmeyi bıraktığını anlamıştım. En doğrusu da buydu. Onunla konuşmak kesinlikle hataydı. Onunla en başından arkadaş olmak bile hataydı! Bana Jokey diyen birinden ne bekliyordum ki? Sığ biriydi o! Sırf kanatlı atım var diye bana Jokey lakabı takan sığ biri!

Kendimi Pegasus'a kapattığımdan beri oralarda bir yerlerde bir telefon gibi kendini sessize almış bekliyordu. Ona, Chrisle konuştuktan sonra onunla görüşeceğime dair söz vermiştim ancak yemek saati geliyordu.

Ama, onu daha fazla erteleyerek ona bu ayıbı etmek de istemiyordum. Sonsuza kadar beni bekleyemezdi, onun duygularını bu kadar derinde hissederken o kırgınlığı taşıyamazdım bir de.

Üstelik, yerleşkeye gerçekten dönmek istemediğimi tahmin etmek de zor değildi. Sessizce buraya gelmesini dilediğimde, yıllardır bu anı bekliyormuş gibi saliseler içerisinde karşımdaydı. Karanlık gökyüzünde bile ışıl ışıl süzülerek inmişti önüme. Uzun ve sık ağaçların arasında çok da rahat hareket ettiği söylenemezdi ama eminim Septi Ferarum'da olduğundan daha rahattı. Ben nasıl hava elementeriysem, o da hava bekçisiydi. Buraya aitti, hatta gökyüzüne...

"Sana keşke kız olsaydın dersem, beni pataklar mısın? Erkeklerden gerçekten nefret ediyorum. Senin bir uçun olmasa da ediyorum." Bir homurdanma sonrası içime dolan huzursuzluğa gülümsedim. Karşımda dünyanın en görkemli canlısı duruyordu ve ben onu bile huzursuz edebiliyordum.

"Nasıl döneceğim akademiye? Hiçbir şey söylemeden çıktım revirden, yüzlerine nasıl bakacağım. Ne inkar ettim, ne de kabul ettim. Yıllar sonra bir yere ait olacağım diye salak gibi heyecanlanmıştım! Tom Lincoln adı bile beni yerimden edememişti ama o aptal Chris ediyordu işte! Nefret ediyorum! Duyuyor musun beni Chris Dupore? Senden nefret ediyorum!" dakikalarca bağırdıktan, yürüdükten ve Pegasus yanımda sakince adımlarken ben koşar adım ilerledikten sonra bitkin düşmüştüm adeta. Gözlerim kolumdaki saate ilişti, geri dönmemiz gerekiyordu artık.

Cebimde Nova ince sesiyle mırıldanmaya başladığında, bu alemin kendine has yöntemleriyle bana bir mesaj geldiğini anlamam oldukça uzun sürmüştü. Elbet bir gün alışacaktım, elbet.

Mesaja bakacak cesaretim yoktu. Muhtemelen Cam ya da William'dan geliyordu.

Belki bugün direkt uyur yarın da hiçbir şey olmamış gibi kahvaltıya gidersem bu olay kapanır giderdi. Öyle olmak zorundaydı yoksa akademinin ikinci haftası arkadaşlarını kaybeden ilk enayi olarak elementer tarihine adımı yazdıracaktım.

Ellerim bir kez daha gerginlikten titriyor, bacaklarım ısrarla bana ihanet ediyordu. Kapının ağzında, ucundan su damlayan saçlarımla dikiliyordum. Nereye kadar oyalanabilirdim bilmiyordum ama belli ki sınırlarımı zorluyordum. Er ya da geç kahvaltıya inecek, kahvaltıyı es geçersem de derse girecektim. Nova'yı dinlememek, bütün bu olanlardan kaçmak demek değildi. Nova ellerini ağzına kapatıp mesajı iletmemek için adeta çırpınıyordu. Dünden beri ona da eziyet ediyordum. Anlatmak için çatlıyordu belli ki ama o sihirli kelimeleri söyleyip mesajı dinlemek istememiştim. Sadece hava alması için onu çıkarmış, psikopat gibi gözümün önünde kıvranmasını izlemiş ama o mesajı asla dinlememiştim. Üstelik, William (mesajın ondan geldiğini varsayıyordum, neredeyse emindim hatta.) o mesajda bana küfür etse bile ben onu Nova'dan dinlediğimde kahkahalara boğulacaktım bunu biliyordum.

Kapının ağzından çekilip toplu banyoya geri döndüm ve aynanın karşısında dikildim. Bugüne kadar onca şeye alışmış, onca şeyle mücadele etmiştim. Şimdi üç oğlana yenilmeyecektim.

Şimdi değil, hiçbir zaman.

Hiçbir zaman, hiçbir erkeğe yenilmeyecektim.

Babama bile yenilmemiştim. Hala burada, dimdik çıkıyordum herkesin karşısına. Bayan Dagora'nın bile. Şimdi de William, Cam ve Chris üçlüsünün karşısına çıkmanın tam zamanıydı.

Dakikalar içerisinde üstümü giyinip kendimi kahvaltı salonunun girişine atmıştım. Nova'yı da odada bırakmıştım. Daha fazla cebimde parlayıp ciyaklamasına izin veremezdim. İnsanlar bir noktada o mesajı dinlemem için artık yalvarır hale geleceklerdi buna emindim. Odada ciyaklayıp dursundu.

William ve Chris, önlerinde birkaç parça kahvaltılık ile en sol köşede ortalarda bir masada oturuyorlardı. Chris önüne bakarken William sağa sola bakıyordu. Gözlerimiz buluştuğunda heyecanla elini sallayıp masayı işaret etti.

Evet, beklediğim ve kendimi hazırladığım onlarca şey vardı ama yine ve yine yanılmış, asla tutturamamıştım.

Hiçbir şey olmamış gibi davranmak da bir yere kadardı, hafızasını mı kaybetmişti yoksa? Yavaş yavaş ama gergin bir biçimde masaya geçip oturdum. Kalisto'ların benim olduğum tarafa yaklaşmasını beklerken konuşmaktan da göz teması kurmaktan da kaçınıyordum. Ama herkes böyle düşünmüyordu belli ki.

"Büyük bir eğlenceyi kaçırdın. Ortak alanda çatlayana kadar güldük resmen, sesimizi duymadın mı? Chris çok eğlendi diyemeyeceğim ama Cam, ben ve Tara neredeyse boğuluyorduk." Kalkıp suratına bir tane yapıştırsam, akademiden atılır mıydım?

Ben ormanda kıvranırken onlar burada kahkahalarla gülmüşlerdi öyle mi? Üstelik Chris de hiç vakit kaybetmeden aralarına katılmış, Helena ne halt yerse yesin demişti belli ki. Ciddi anlamda suratına bir tane geçirmeyi planlarken Cam sol tarafımdaki sandalyeye kendini attı ve konuşmaya başladı.

"Tebrikler Helena. Chris'in ilk şakasına malzeme olmuşsun. Bu şerefe William erer sanmıştım ama belli ki Chris seni seçmiş. İyi patakladın mı onu bari? Gözünü baya korkutmuşsun, belli." Biri bana, neler olduğunu hızlıca anlatabilir miydi? Çok hızlı ama.

Ben boş gözlerle bir Cam'e bir William'a bakarken Chris buz gibi bir sesle konuşmaya başladı.

"Senin üzerinden şaka yaptığım için beni nasıl ağaca yapıştırdığını anlattım. O yüzden çekinmene gerek yok. Rahatça övünebilirsin." Chris'e dönen bakışlarım kahverengi gözlerinde takılı kaldı.

Kahverengi güzel bir renk miydi ki?

Birkaç kez gözlerimi kırpıştırdım ve açılmamaya yemin etmiş dudaklarımı zar zor araladım. Bir şeyler söylemek, oyuna dahil olmak zorundaydım. Chris belli ki beni zora soktuğunu anlamış ve benim için yalan söylemişti.

Şu kısacık sürede öğrendiğim bir şey varsa o da Chris'in yalansız dolansız dümdüz bir adam olduğuydu. Ve kimse için eğilip bükülmeyeceği.

Bana gerçekten de üzülmüş olmalıydı. Belki de, ağladım diyeydi.

Ağlamamıştım! Sadece bir damla yaş, ama belki de bu yüzdendi.

"Anlatmazsın sanmıştım." Zoraki gülümsemeye çalıştım. Yalanına ayak uydurmanın tek yolu doğruyu söylemekti.

Anlatmaz sanmıştım.

"Anlatmazsam, gerçek sanacaklardı." William ve Cam hala gülüşürken, biz başka bir alemde gibiydik. Zamandan, mekandan bağımsız apayrı bir dili konuşuyorduk ve yalnızca ikimiz biliyorduk bu dili. İçimdeki ateşe bir kova su atmışlar gibi yatışırken bir yandan da usulca gülümsemiştim.

Sırayla Bitki Türleri, A'dan Z'ye Hayvanlar ve Sochrular 1 derslerine girip, öğleden sonra bütün dersleri tamamladığımda bir sonraki durak için heyecanlanıyordum.

Bugün cezamın ilk günüydü.

Ay taşım ile Kale'nin kütüphanesine ulaşmış, akşam yemeğine kadar burada kitapların içinde birçok soruma cevap bulacak olmanın verdiği huzurla dolmuştum.

Ama bugün, ağırdan almak istiyordum.

Bugün İsyanı, babamın isyanını yani, Kara Çağ'ı, Sapkınları, her şeyi geride bırakıp sadece bitkileri, hayvanları ve bu alemi öğrenmek istiyordum. Saatlerce, dakikalarca okumak ve hep mutlu huzurlu şeyler öğrenmek istiyordum.

Hayatım yıllardır öyle durgun, öyle olağandı ki, en ufak bir dalgalanma fazla geliyordu bana farkındaydım. Nasıl gelmesindi ki? En son hayatımda bir hareketlilik olduğunda altı yedi yaşlarımdaydım.

Aileen ve Marva'yla tanıştığım, okula yazıldığım o dönem, hayatımda bir şeylerin olduğu son zamanlardı belki de.

Şey, liseyi bırakmak zorunda kalmak, hareketlilik olarak sayılırsa eğer daha büyüktüm tabi...

Ne birini sevmiştim ne de doğru düzgün hayal kurmuştum. Zaten bir süre sonra liseyi bırakıp çalışmaya başlamıştım. Gerçek dünyayla tek bağım Midvale'da bıraktığım o dantelli çirkin önlük ve arkadaşlarımdı.

Yerde hüngür hüngür ağlıyor, yırtılmış külotlu çorabıma bakıyordum. Nasıl eve gidecektim ki şimdi? Düştüğüm için ayrı, yeni alınan külotlu çorabımı yırttığım için ayrı azar işitecektim belli ki. Kaldırım taşında çürürdüm daha iyi. Gitmeyecektim o eve. Zaten canıma da tak etmişti artık. Bu kaldırımda yaşayacaktım artık, evim burasıydı.

Sokağın başından el ele tutuşmuş gelen iki kızı görmemle suratım buruşmuştu. Birbirine zıt iki renkte ama aynı canlılıkla parlayan saçlar, muntazam ve temiz kıyafetler, sıcak iki gülümseme... Bir yandan konuşup bir yandan da zıplayarak yürüyorlardı. Nasıl da kıskanmıştım.

Önce başka tarafa bakmak için kendimi zorlamış sonra da başka tarafa bakmayı başaramadığımı fark etmiştim. Belki onlara bakarak bir şeyler öğrenirdim. Belki, nasıl çocuk olunacağını öğrenirdim.

Hıçkırığımı yutup bir gülümseme takındım. Neredeyse önüme kadar gelmişlerdi. Beyaz külotlu çorapları ve renkli tatlı etekleri burnumun dibindeydi adeta. Avcumun içini yırtık dizime bastırıp hem kanı durdurmuş hem de yırtığımı gizlemiştim ancak kanayan yarama değen elim canımı yakıyordu. Gülümsemem tuzlu gözyaşımla karıştıkça suratım buruşuyordu.

"Neden ağlıyorsun?" Pat diye önümde durmuş, tutuşmuş ellerini ayırmamışlardı. Sarışın olan konuşuyordu, diğeri biraz daha çekingendi belli ki.

"Ağlamıyorum ki. Gülüyorum sizin gibi." Düz ve gece gibi siyah saçları rüzgarda hafif hafif sağa sola savrulurken ağzını açacak gibi oldu çekingen olan ama sonra bir şey söylemedi. Sarışın kız konuşmaya devam etti.

"Bal gibi de ağlıyorsun işte! Bebeğini mi kaybettin yoksa?" Tabii, hiç olmayan bebeğimi kaybettim. Bu da geçerli bir sebep mi ağlamak için?

Elimi usulca dizimin üstünden çektim. Kanı yaraya yapışmış ve hafif hafif kurumaya başlamış olan dizimi gördüğünde elini ağzına kapattı siyah saçlı olan sanki bıçaklanmışım gibi. Sarışın olan da endişelenmişti.

"Annen nerede? Niye düştün ki? Kayıp mı oldun yoksa? Anneme söyleyelim seni eve götürsün. Ya da bize getirsin." Annen nerede?

Annem nerede benim? Bilmiyorum. Nerede olduğunu bilemeyecek kadar küçüğüm. Tek bildiğim, daha doğrusu tek duyduğum, daha iyi bir yerde olduğu.

"Annem daha iyi bir yerde. Ama babam var. O yüzden eve gidemem. Külotlu çorabım yırtıldı. Kızar." Sarışın olan kolların göğsünde bağlayıp siyah saçlı olana döndü. Belli ki olayı kafalarında tartıyorlardı. Ne yapabilirler ki diye düşündüm. Benim için, iki yabancı ne yapabilir ki?

"Ben külotlu çorabı veririm, sen de peçeteyle silersin olmaz mı?" Siyah saçlı olan hızlı hızlı kafasını sallayıp eteğinin ceplerini kurcalarken sarışın olan da sokağın ortasında pat diye külotlu çorabını sıyırdı eteğinin altında. Sonra elimden tutup beni ayağa kaldırdı ve benimkini çekiştirmeye başladı. Bir yandan ellerini tutup itmeye çalışıyordum bir yandan da sağa sola bakınıyordum. Evime çok yakındım, babam beni görürse çok kızardı.

"Çıkar hadi yoksa seni evimize götürürüz." Tehdidi karşısında gözlerim kocaman olmuştu ve bir çırpıda çıkarmıştım yırtık külotlu çorabı. Dizime yapışmış kısmı canımı yakarken gözlerimi kısmış yere bakıyordum. Siyah saçlı kız sonunda peçeteyi bulduğunda kurumuş kanı boşa giden bir çabayla biraz olsun temizlemeye çalıştı ve ben de hızlıca çorabı üzerime geçirdim.

"İşte oldu. Nerede oturuyorsun sen? Bak şurası bizim evimiz. Yakın mısın? Arkadaş oluruz belki. Marva benim adım, bu da Aileen." Aileen'in dilsiz olduğunu düşünmeye başlamıştım artık. Heyecan boğazımı kuruturken boş bir çabayla yutkunmuştum.

"Helena adım. Burada oturuyorum."

Sonra ne mi oldu? Sonra işte, kardeş olduk. O dört beş ay ise ne zaman babam sızıp kalsa, sabahın köründen gece yarılarına kadar oynadık. Ta ki babam onların beni bozduğunu söyleyip görüşmemi yasaklayana kadar. Ancak bu bizi hiçbir zaman durdurmamıştı. Zaten sonra onlarla aynı okula yazılmıştım. Onlar sayesinde çanta, defter, hırka ama hepsinden daha önemlisi de kardeş kazanmıştım.

İşte hayatımdaki en büyük heyecan o zamanlardı.

Şimdi her gün revire gitmeye, Tulparlara, erkeklere, sochrulara, Nyx'lere, her şeye neden bu kadar yabancı olduğum daha kolay anlaşılabilirdi belki.

O yüzden bugün, huzur istiyordum. Salt huzur.

Saatler hızlıca geçmiş, vaktim kütüphanedeki bütün kitapları düzenlemek için bir plan yapmakla ve bir yerden başlamakla geçmişti. Cezam boyunca burada yapılması gereken her şeyi bitireceğimden şüphem yoktu ancak okumam gereken tonla şey vardı bu yüzden hızlı olmalıydım. Saatlerce kitap düzenledikten, kitap almak için gelen elementerlerle ilgilendikten ve birkaç kitabın sayfalarında kaybolduktan sonra nihayet birkaç dakikalığına oturmuş, kafamı ahşap masaya yaslayıp soluklanabilmiştim.

Hoşnutsuz bir ifadeyle suratımı buruşturduğumu hissedebiliyordum. Bulunduğum yerden mutsuzdum.

Kutu?

Klostrofobik bir oda, ama belki bir hobite göre?

Kafes, kuş kafesi?

Hayır, başka bir şey. Dilimin söylemeye varmadığı bir şey.

Tabut?

Tabutta mıydım gerçekten de? Bu dikdörtgende, hareket edemeyecek kadar dar bir alanda, bir tabutta mı yatıyordum?

Oysaki üstü açıktı, o zaman neden çıkamıyordum ki içinden?

Belki de buraya sabitlenmiştim, ama hayır, kıpırdayabiliyordum.

Neyi kaçırıyordum ki? Uyuşmayan bir şeyler vardı.

Sesler duymaya başladım sonra. Ama beni memnun etmeyecek türden sesler olduğunu duyar duymaz anlamıştım. Ve ne hikmetse, sesin ne olduğunu da çok iyi biliyordum.

Birazdan üzerime atılacak olan toprağın, kürekle buluştuğunda çıkardığı sesti bu.

Bir, iki, üç kürek derken saymayı bir yerden sonra bırakmış, nefesimi ciğerlerime hapseden kumlardan kaçamayacağıma neredeyse emin olmuştum. Üzerime atılan toprak da tabut da umurumda değildi, umurumda olan tek şey küreğin ucundaki insandı.

Kim atıyordu bu toprağı bana? Kim gömüyordu beni diri diri?

Ben cevapsız sorularımla boğuşurken ve nefesim yavaş yavaş bana yetmez olurken ses sanki kesildi. Üzerime atılan toprağın biteceğine inanacak kadar da salaktım üstelik. Gözlerimin zar zor görebileceği bir boşluk, ciğerlerime ise asla yetmeyecek kadar bir oksijen kalmıştı artık. Ama ses kesilmişti, bu umut demekti, değil mi?

Ama öyle olmadı. Hiç olmazdı zaten.

Kürekteki toprağın yerini onlarca kırmızı gül aldı. Kumların dakikalar içerisinde yapamadığını tek bir kürekteki kadar gül yapabilmişti.

Ne görebiliyordum artık, ne de nefes alabiliyordum.

Boğulurcasına aldığım derin bir nefesle gözlerimi açtığımda, Kale'deki masanın üzerinden güçlükle kaldırdım kafamı.

Krize girmiş gibiydim, rüyadan -kabustan- uyanmama rağmen o toprak da güller de boğazımdan aşağı birer birer inip ciğerlerime doluyordu sanki. Nefes alamıyordum. Kütüphanedeki bir avuç kadar olan cama zor attım kendimi. Koca odadaki oksijen bana asla yetmiyordu, yetmezdi.

Bir yandan Pegasus'a bana nefes olması için yalvarıp bir yandan zar zor camı açtığımda ise ikinci bir kriz vurdu bedenimi.

Dejavu.

Bir adam.

Gecenin kör karanlığında, gece kadar siyah bir adam.

Kırmızı bir gül.

Elinde.

Kırmızı gül, adamın elinde.

Adam ise, hemen aşağıda, kalenin tam önünde.









Artık ortalık çokkk çok fena karışacak... İlk kitap bu evreni tanıtmakla geçtiği için, daha olaysız başladı. Ancak seri öyle olaylı ki, ilk kitabın başlarındaki bu durgunluk sizi yanıltmasın!

Favori karakterleriniz kim?

Kime kızıp, kimin yaptıklarını doğru buluyorsunuz?

Veee, favori çiftiniz kim?

Lütfen güzel yorumlarınızı, eleştirilerinizi ve oylarınızı kurgumdan esirgemeyin! Aklınıza takılan her şeyi sorun ve eğer okuduğunuzu beğendiyseniz bana göstermekten çekinmeyin :) Buraya yazmaya başladığım ilk günden beri hiçbir zaman oy ya da okunma sınırı koymadım kurgularıma, koymaya da niyetim yok. Ama bu, birilerinin kurgumu beğendiğini görmek istemiyorum demek değil...

Instagram : aykusagi.serisi

Continua a leggere

Ti piacerà anche

BELA Da Beyza_97

Fanfiction

89.5K 11.1K 109
Bir 'Bela' insanı mutlu eder mi?
18.1K 844 33
Akın ile İnci'nin Aşkı
7.4M 336K 64
Fantastik #1 Siz hiç bir ruha aşık oldunuz mu? Gülüşünden bihaberken ya da öfkelendiginde nasıl baktığı bilemeden sonsuz bir melankoninin içine düştü...
9.3K 1.1K 15
Sıradan bir insan, bir ağacı dokunuşuyla boydan ikiye bölebilir miydi? O ağacın içinden 10 yıldır çürümeyen bir ceset çıkabilir miydi? Sıradan bir in...