PERSONA

By KathyCalanthe

940K 46.9K 33K

KARANLIK VE AYDINLIK SERİSİ / KISIM I Feray Eldem, psikoloji okurken aynı zamanda Karaköy'de bir sanat galeri... More

PERSONA / Karanlık
KOD ADI: Akhilleus'un Öfkesi
KOD ADI: Katil Ressam
KOD ADI: Chiaroscuro
KOD ADI: Gece
KOD ADI: Truva Atı
KOD ADI: Kayıp Leonardo ve Mesih
KOD ADI: Gizemli Sanat'ın Üçlemesi
KOD ADI: 11:11
KOD ADI: Aden Bahçesi
KOD ADI: Ambivalans
KOD ADI: Muhteşem Gatsby
KOD ADI: Maça Papazı ve Kupa Kızı
KOD ADI: Varolmayan Ülke
KOD ADI: Sırların Efendisi
KOD ADI: Lux Noctis
KOD ADI: Kadın Ruhu
KOD ADI: Kendini Doğrulayan Kehanet
KOD ADI: Işığın Karanlıktan Ayrılması
PERSONA KİTAP OLUYOR!

KOD ADI: Cehenneme İniş

11.4K 1.1K 940
By KathyCalanthe




Uzun bir bölüm ile karşınızdayım. Lütfen bol bol yorum bırakmayı ve yıldıza basmayı unutmayın.
Bölüm şarkılarına ve isimlerine dikkat edin.
Çokça seviliyorsunuz!




KOD ADI: CEHENNEME İNİŞ

"Ruh indi dibe ve gördü sonunu.
Yaşam yolunun yarısında, ikinci doğuşunu buldu."



İnançlı bir insandım.

Dünya denilen bu fani yerde verdiğimiz her sınavın bir mükâfatı ya da ağır bir cezası olması gerektiğini düşünenlerdendim. Aksi takdirde çektiğim her ceremede niye yaşıyorum ki diye sorgulamadan edemezdim.

Cennet ve cehennem kavramları beni rahatlatırdı.

Kötü insanların başka insanların yargıları ve kararları üzerinden cezalandırılmaması sonucunda, en azından ilelebet cehennemde yanabileceğini düşünmek beni mutlu ediyordu zira ben her kötülüğün bir geri dönüşü olması gerektiğine inanırdım. Başkalarını mutlu ediyorsan sana cennetin en güzel nimetleri ikram edilmeliydi ama bencillikle ve salt kötülükle hayatını yaşıyorsan cehennemde iblislerle savaşmaya hazır olmalıydın.

Karşımdaki tabloya bakmak bütün fikirlerimin sarsılmasına neden oluyordu.

Bazı insanlar zaten iblisti. Cehennemin kapıları açılmıştı da hepsi dünyamıza mı kaçıvermişti? Eğer öyle değilse insan denilen varlık, nasıl böyle vahşi olabilirdi?

Kapının pervazına yaslandım ve yatağıma uzanan kadına baktım. Sekiz saattir uyuyan kadın, uzun zamandır gözünü bile kapamamış olmalıydı. Onu ve diğer kadınları bulduğumuz konteyner insanlık dışı bir eylemin sonucuydu. Gözlerimi yumarak sertçe yutkunduğumda aklıma düşen simalar ruhumu yaraladı. Hissettikleri korkuyu yüzlerine yerleştiren genç kadınlar, neredeyse bir aydır kapalı bir kutunun içinde hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Hepsi bitap haldeydi ve sağlıklı beslenip gün ışığı görmedikleri için bazıları hastalanmıştı.

Dilhan aralarındaki en büyük kişiydi. Bu yüzden bunca zamandır onlara kol kanat germişti. Ondan aldığımız yardım ile kadınların güvenini kazandığımızda Hektor hepsini koruma altına aldı. Onlara yemek verip Bahri amcanın yardımıyla tedavi etmeye çalıştık. İsimlerini, nereden geldiklerini öğrendiğimizde ise Hektor işe koyuldu ve anlayamadığım bir kudret ile hepsini vatanlarına geri göndermek adına tasarladığı planı uygulamaya başladı. Kimlerle bağlantılar kuruyordu, bakanlıkta veya herhangi bir kurumda nasıl ilişkilere sahipti bilmiyordum ama başarmıştı. Otuz sekiz kadının otuzuna özel uçaklar ayarlayıp onları yuvalarına göndermiş, konsolosluklarla irtibata geçerek onları karşılayacak ve onlarla ilgilenecek insanları ayarlamıştı.

Geriye kalan sekiz kadının ise gidecek bir yeri olmadığı için onları Türkiye'de kalabilecekleri, iyi bir bakım alıp hayatlarını kurabilecekleri bir sığınma evine götürmüştük.

Dilhan ise benimle gelmişti. O koşuşturma arasında onunla doğru düzgün konuşamamıştım. Zaten o da iletişime geçmek yerine diğerlerine yardım etmeyi tercih etmişti. Kadınları sağlama alıp güvenliklerini sağladığımızda ise şu an yatağımda yatan Dilhan, daha fazla güçlü kalamamış ve bayılmıştı. Saatlerdir uyuyor, Bahri amcanın ona taktığı serum sayesinde rahatlayan bedenini dinlendiriyordu.

Ona kendimi tanıtmış, Cansel Hanım ile aynı galeride çalıştığımı söylemiştim. Arkadaşının adını anmam yüzünü gülümsetmişti. Nerede ve nasıl olduğunu sorduğunda verdiğim cevaplar ise aynı hızla gülümsemesini yok ederek, gerisini gözyaşlarına bırakmıştı. Detayları bilmiyordu. Öğrendiği tek şey, kardeşi gibi gördüğü kadının artık yaşamadığıydı.

Ona her şeyi anlatmalıydım ve aynı şekilde onun bildiği her şeyi dinlemeliydim. Yine de şu anki önceliğim dinlenmesiydi çünkü yaşadıklarından sonra buna ihtiyacı vardı.

Odanın kapısından ayrılıp mutfağa ilerledim ve uyandığında yiyebilmesi için bir şeyler hazırlamaya başladım. Hoşuna gitmesini umarak ona güzel bir kahvaltı sofrası kurdum. Vitamin alması gerektiği için meyve dilimleyip portakal suyu sıktım. Saatin neredeyse ikiyi gösterdiğini fark ettiğimde Hektor'u aramak üzere arka cebimde duran telefonuma uzandım. Dilhan kötüleşince bizi eve getirmiş, ardından işi olduğunu söyleyip gitmişti.

Numarasını tuşlayacağım sırada kulağıma ilişen ses ile dikkat kesildim. Hızlı adımlarla salona geçip açık olan televizyona baktım. Son dakika haberi olarak ekrana yansıyan manşet nefesimi kestiğinde, kahve sehpasının üstünde duran kumandaya uzandım. Sesini açıp masanın kenarına oturdum ve spikerin anlattıklarını can kulağıyla dinledim.

"Bir son dakika haberiyle karşınızdayız. Eski işadamı Mustafa Akkan'ın eşi Sibel Akkan sabaha karşı tutuklandı." Ekran ikiye bölündü ve televizyonun sağ köşesinde öfkemi uyandıran kadının görüntüsü belirdi. "Artemisia'nın Kadınları isimli derneğin kurucusu ve yöneticisi olan Sibel Akkan'ın göçmen kaçakçılığı yaptığı ortaya çıktı. Çeşitli ülkelerden getirdiği genç kadınları yardım toplama bahanesiyle pazarladığı öğrenildi. Sibel Akkan gece saat üç sularında çektiği video ile bütün suçlarını itiraf etti. Yetkililere ulaşan video ile polisler harekete geçti ve Sibel Akkan'ı tutuklayarak mahkemeye sevk etti. Sibel Akkan'ın kendi elleriyle çektiği itiraf videosunun ardından kaçmaya kalkışması akılları bulandırdı ve yapılan ilk sorgulamada Sibel Akkan'ın itirafının ardındaki şahsın, Hayalet ismindeki kimliği belirsiz kişi olduğu öğrenildi."

Dudağımın kenarındaki kırık tebessümle iç geçirdim. Hissettiğim huzuru kelimelere dökemezdim. Sibel Arıkan'ın hapiste çürüyecek olması beni tatmin etmişti. Ölmediğine şükretmeliydi çünkü emindim ki itiraf videosunu çekmeyi kabul etmeseydi şu an nefes alıyor olmazdı.

Kumandayı doğrultup televizyonu kapattığımda zihnimde tek bir kişi vardı.

Hayalet.

Dün gece olanları düşünmek, kalbimi de aklımı da bilinmezliğe sürüklüyordu. 

Yerine oturmayan taşlar vardı.

Hektor iyi eğitimler almış, oldukça zeki bir adamdı. Her hareketinden ciddiyet akıyordu. Bu, bana disiplinli bir ortamda yetiştiğini düşündürtüyordu. Açıkçası ilk tanıştığımız andan beri onun tehlikeli yanının mistik bir tarafı olduğuna inanıyordum. Dün gece telefonundan birini arayarak, ona Sibel Akkan'ı kurban etmişti. O kişinin Hayalet olduğunu söylüyor, onun için çalıştığını düşünmeme neden oluyordu. Pekâlâ, bu bana mantıklı geliyordu. Çevresi ve bağlantıları fazla kuvvetliydi. O yüzden Hayalet'i de tanıyor olması beni şaşırtmazdı. Ona güvendiği barizdi. Bu işe onu dahil ederken bir saniye olsun sorgulamamıştı. Bu denli güvendiği biri daha vardı. Her daim sırtını dayadığı, ruh hastasının önümüze koyduğu kutudan resmi çıkmış olmasına rağmen ondan şüphe duymadığı bu adam, İlyas Selman'dı.

Probleme baktığımda denklemi görebiliyor ve buradan tek bir sonuç çıkarabiliyordum. İlyas Selman, Hayalet isimli kişi olabilir miydi?

Hayalet günler önce omzundan vurulmuştu. Kurşun yarası hemen iyileşmezdi. O yara hâlâ orada olmalıydı. Acısı tazeyken dünkü gibi rahat hareket edebilir miydi?

Bunu öğrenmenin tek yolu İlyas'ı tekrar görmem ve omzuna dokunmamdı. Çoğu şeye maske takılabilirdi lâkin fiziksel acıları gizlemek kolay değildi. Eğer ona dokunursam ve ifadesini görebilirsem yaralı olup olmadığını kolaylıkla anlayabilirdim.

Çalan telefonumla irkilip hafifçe sıçradığımda ürkekliğime sinirlendim. Sehpanın üstünden kalkıp elimde duran telefonun ekranına baktım. Arayan kişi heyecanlanmama neden oldu. Geçmişimdeki sırları gün yüzüne çıkarması için iki gün önce görüştüğüm adam, isteğimi yerine getirmesinin uzun sürebileceğini söylemişti lâkin anlaşılan yanılmıştı.

Aramayı yanıtlayıp telefonu kulağıma iliştirdiğimde karşı hattaki kişi konuştu. "Feray Hanım, merhaba. Ben, Volkan Meyli. Müsaitseniz sizinle görüşmek istiyorum."

"Volkan Bey, bir gelişme mi oldu?"

"Evet, oldu."

Tatlı bir endişe kanıma sızdığında boğazımın kuruduğunu hissettim. Geçmişimle ilgili öğrenebileceğim her bilgiye açtım. Özellikle de şu sıralar.

"Tamam, buluşalım." Bakışlarım uzun koridorun sonunda kalan yatak odasına kaydı. "Fakat arkadaşım bende ve kendisi hasta olduğu için uzaklaşamam. Size atacağım konuma gelebilirseniz apartmanın önüne çıkabilirim."

"Tabii efendim," dedi Volkan Bey. "Siz konumu gönderin. Ben geldiğimde ararım."

Konuşmayı sonlandırıp adama evimin konumunu yolladım. Cam kenarına ilişip hissettiğim gerginlikle dudaklarımı kemirmeye başladığımda dışarıya baktım. Aralık ayının dördüncü haftasına girmiştik ve hava buz gibiydi. Her an kar yağabilir, şehri beyaz bir örtü kaplayabilirdi.

Yeni yıl kapıdaydı.

Aralığın ilk haftasından nefret edebilirdim ama son haftasını severdim. Yılbaşında her yerin renkli ışıklarla süslenmesi gözüme hoş gelirdi. Anlamsız olsa da yeni yıla girerken dilek dilemek gibi bir huyum vardı. Bu, babamın bana alıştırdığı bir gelenek gibiydi. Her yıl gerçekleşmesi zor dileklerde bulunurdum. Şimdiye dek hiçbiri kabul olmamış, duamı duyan çıkmamıştı. Bu yıl da diğerlerinden farklı olmazdı.

Gerçi bu yıl her şeyiyle diğerlerinden çok farklıydı.

Hayatıma giren adam, beni ve yaşamımı değiştirmişti. Onun gelişiyle kanıma sızan katil ise dünyamı ele geçirerek her şeyi bir oyun alanına çevirmişti.

İç geçirerek önünde durduğum pencerenin camını araladım ve soğuk havayı eve davet ettim. Rüzgâr saçlarımı okşayıp beni selamladığında, tebessüm ettim. Kafamdaki savaş her geçen gün daha karmaşık bir hal alıyordu. Hektor ile dün gece yaşadıklarımızı düşünmeye vakit bulamamıştım. Ona ve bize dair çözmem gereken şeyler vardı ama gücüm yoktu. Eğer fikirlerimi karşıma alıp incelersem işin içinden çıkamamaktan korkuyordum.

Pencereyi kapatıp salondan ayrılmak üzere yürümeye başladım. Uzun koridora girip odamın önünde durduğumda hâlâ uyuyan kadına göz gezdirdim. Öylesine derin bir uykudaydı ki bir süre daha uyanmayacağa benziyordu.

Bir saatlik bekleyişin sonunda Volkan Bey aşağıda olduğuna dair bir mesaj attı. Odama girip parmak ucunda yürüdüm. Üzerimde asker yeşili, deri bir pantolon ve siyah renkte kalın bir kazak vardı. Bu yüzden sadece deri ceketimi alıp odayı hızla terk ettim. Kapının yanında duran siyah çizmelerimi ve evin anahtarını alarak dışarıya çıktığımda, karşımda kalan daireye göz attım. Hektor'un evde olmadığını biliyordum ancak yine de sürekli dairesini gözlemek alışkanlık haline gelmeye başlamıştı.

Bacaklarımı örttüğüm çizmeleri çekiştirip ceketi giydim ve merdivenlerden inmeye başladım. Telefonumu ve anahtarımı cebime koyup apartmandan çıktığımda, evin az ilerisinde duran bankta oturan adamı gördüm.

Sarı saçlarını örttüğü şapka ve siyah paltosuyla az ilerimde oturan adam başını kaldırdığında mavi gözleriyle buluştum. Yüzündeki tebessüm ile beni selamlayıp ayağa kalktı ve elini uzattı. Parmaklarını kavrayarak elini sıktım.

"Merhaba, Feray Hanım."

"Merhaba, kusura bakmayın. Böyle ayağıma çağırır gibi oldu ama arkadaşımı gözümün önünden ayırmak istemedim."

"Estağfurullah, çok geçmiş olsun." Bankı işaret etti. "Buyurun oturalım."

Dediğini yapıp banka oturduğumda, bacak bacak üstüne atarak bedenimi ona doğru çevirdim. Bana bakan adam iç geçirip ellerini ısınmak adına birbirine sürttüğünde söyleyeceklerini deli gibi merak ediyordum.

"Ne buldunuz?"

"Açıkçası ne bulduğumu ben de bilmiyorum."

Kaşlarım çatıldı. "Nasıl yani?"

"Babanız geçmişinizi gömmek için büyük çaba sarf etmişti. Tahmin ettiğinden daha başarılı olmuş. Bölük pörçük de olsa birkaç bilgiye erişim sağlayabildim." Yanında duran belgeleri kucağına bıraktığında konuşmaya devam etti. "Adım adım gitmemiz daha sağlıklı olabilir çünkü her şey karmakarışık."

Başımı sallayarak onu onayladım. Volkan Bey, mavi dosyayı aralarken sarf ettiği sözlerle beni afallattı.

"Öncelikle babanızı araştırmak istedim. Kendisini hatırlıyorum ama üzerinden çok zaman geçti. Bu yüzden bilgilerimi tazelemem gerekti." Gözlerini kısan adam sesindeki şüpheyle beni sorguladı. "Babanızın ne iş yaptığını biliyor musunuz, Feray Hanım?"

Bu sorunun altında yatan imayı çözemedim. Gerçi bilgilerimi sorgulaması şaşırtıcı değildi çünkü pek fazla şey hatırlamıyordum. Doğduğumdan beri refah içinde büyümüştüm. Babam öldüğünde dahi bu değişmemişti. Normalim bu olduğu için paranın nereden geldiğini pek sorgulamamıştım. Yine de elbette bildiğim birkaç şey vardı.

"Babam mühendisti. Kendine ait bir şirketi vardı." Sesim kendinden emin çıksa da sözlerim için aynısını söyleyemezdim çünkü karşımdaki adamın bakışlarından bir noktada eksik bilgilere sahip olduğumu anlayabiliyordum. Volkan Bey hafifçe başını salladıktan sonra konuştu. "Babanız petrol mühendisiymiş. Bin dokuz yüz doksan sekiz ve iki bin üç yılları arasında Türkiye'nin en büyük petrol şirketine sahipmiş."

Dudaklarım aralanırken boğazımın kuruduğunu hissettim. Babamın geliri yüksek bir iş yaptığını biliyordum ama bu denli büyük bir mevkide olduğunu tahmin etmemiştim.

"İki bin üç yılının Kasım ayında Suudi Arabistan'ın en ünlü petrol şirketiyle bir anlaşma imzalamış. Bu, o zamanlar Türkiye'de de dünya genelinde de büyük haber olmuş." Yüzünde yarım ağız bir tebessüm oluştu. "Buna şaşırmamak gerek çünkü imzalanan anlaşmanın değerini zikretmeye benim ne matematiğim ne dilim yetiyor. Sizin kaçırılmanız şirket ile anlaşmanın yapılmasından kısa bir süre sonra gerçekleşmiş."

İşittiğim sözlerle gözlerimi yumarak birkaç saniyeliğine içime kapandım. Şimdi her şey mantıklı geliyordu. Ben, para için kaçırılmıştım. Babamın anlaşmasını ve anlaşmadan alacağı yüklü miktarı duyan kötü niyetli birileri tarafından alıkonulmuştum. Babam bu yüzden kaçırılışım için hep kendini suçlamış, o vicdan azabına yenik düşerek akli dengesini kaybetmişti.

Gözlerimi açıp yanımdaki adama baktığımda sustu. Bende yarattığı kederi görmek, duraksamasına neden olmuştu. Dudağımın kenarını kıvırıp uysalca mırıldandım. "Devam edin, lütfen."

"Fidye için kaçırılmışsınız, Feray Hanım," diyen adam yarama tuz bastı. "Hayatınız için babanızdan para talep etmişler."

Bunu anlamıştım fakat aklıma yatmayan şeyler vardı. Evet, geçmişim pusluydu özellikle de alıkoyulduğum o dört gün. Yine de beni evime götüren kişi veya kişilerin polisler olmadığını biliyordum. Annem ile babam benim eve nasıl geri dönebildiğimi, bunun ne büyük lütuf olduğunu konuştuklarında onları dinlemiştim.

"Bir saniye." Anlayamadığım noktaları kesinleştirmek istedim. "Babam yeni bir anlaşma yapıp yüklü bir miktar kazandığında dünyanın diline düşmüş ama ben kaçırıldığımda nasıl ortalık ayağa kalkmadı? Beni kurtaranların polis olmadığını biliyorum. Öyleyse ben nasıl kaçtım? Ayrıca o dört gün boyunca neredeydim? Beni kim kaçırdı?"

"Babanız siz kaçırıldığınızda polise haber vermemiş."

Beynimden vurulmuşa döndüm.

"Babanızın kendi güvenlik şirketi varmış. Yani kendisini ve ailesini korumak adına çalışan bir düzine adama sahipmiş. Sizi onlar aramış." Mavi dosyanın içinden bir fotoğraf çıkarıp bana uzattı. "Bir de bu adam. Fidyeciler ile arabuluculuk yapmaya çalışan ve sizi kurtarma operasyonunu yöneten kişi bu adammış."

Güvenlik şirketi. Bunu hatırlıyordum.

Babam dövüş sanatlarına oldukça ilgiliydi ve büyük bir egosu vardı. Kimseden medet ummaz, her daim kendi başının çaresine bakmaya çalışırdı. Daha çok kendi değer yargılarıyla hareket ederdi. Bize de bunu aşılamıştı. Yine de başımızın derde girmesi durumunda yardım alabileceği insanlar olmasını istemiş olmalıydı ki o güvenlik şirketini kurmuştu.

Oradaki insanları zor eğitimlere tabi tutardı. Bazı dövüş derslerinde öğretmenlik yapardı. Bu yüzden annemle tartıştıklarını anımsayabiliyordum. Annem saygın bir işadamının böyle şeylerle ilgilenmesini saçma bulurdu.

Elimdeki fotoğrafa göz attım.

Eski bir resim olduğu barizdi. Adam en fazla kırklı yaşlarında gözüküyordu. Kahverengi saçlara ve gözlere sahipti. Dudağının kenarından başlayıp neredeyse kulağına kadar varan derin bir yara izi yüzünü süslüyordu. Adamı tanımıyordum fakat fotoğrafına bakmak bile ürkmeme neden olmuştu.

"Mazhar Yılmaz. Adam yıllarca komiser olarak çalışmış. Sizin kaçırılmanızdan beş yıl önce de emniyetten ayrılıp babanızın güvenlik şirketinin şefi olmuş. Kaçırılmanız ve sonrasında olanlarla ilgili her detayı bilen yegâne insan olduğunu düşünüyorum." Sıkıntıyla nefesini verdi. "Tek sorun, Mazhar Yılmaz'ın siz eve geri döndükten sonra ortadan kaybolması. Adam sırra kadem basmış."

Öğrendiklerim karşısında tek bir çıkarımda bulunabildim. "Sizce beni kaçıran bu adam olabilir mi?"

"Sanmıyorum," dedi Volkan Bey. Elimdeki fotoğrafı alıp dosyanın içine geri koydu. "Babanız, siz eve geri döndükten sonra vakit kaybetmeden bir daha size kimsenin ulaşamayacağını garanti altına almaya çalışmış. Benim amcamdan yardım alarak hepinize yeni kimlikler ve hayatlar vermeyi denemiş. Bu süreçte de sizi gerçekten tanıyan insanlara ağızlarını kapalı tutması için ödemeler yapmış. Mazhar Yılmaz da bu insanlardan biri. Büyük ihtimalle babanızın verdiği parayla uzakta bir yerde hayatına devam ediyor."

Kafam allak bullak olmaya başlamıştı. Babam, ailesini korumak adına bütün hayatımızı yok etmiş ve yenisini inşa etmişti fakat bu denli organize olması şaşırtıcıydı.

"Sizin geri dönüşünüzün ardından babanız şirketi satmış. Öyle yüksek bir meblağa satmış ki elde edilen para ikiye bölünmüş olmasına rağmen size kalan kısmıyla ikinci hayatınızı kolaylıkla kurabilmiş."

Sözleri üzerine yanımdaki adama baktım. Çatılan kaşlarım ile sustu. Yanlış duyduğumu sanmıştım zira ne kastettiğini bilmiyordum. "Para niye ikiye bölünmüş?"

Sorum ile şaşıran adam ağzını açıp kapattı. Mavi gözlerine yerleşen tuhaf bir şey vardı. Sanki benim bu denli bilgisiz olmam onu şoka uğratıyordu. "Şirket sadece babanıza ait değilmiş de ondan. Yüzde ellisi babanızın, yüzde ellisi ise ortağınınmış."

Ortak mı? Babamın bir ortağı mı vardı?

"Bilmiyor muydunuz?" diye soran adama bakarken kafamı hayır anlamında iki yana salladım. Bilmediğim şeyler olduğunu tahmin ediyordum fakat bu kadar fazla olması beni bile afallatmıştı. Gerçekten kendime inanamıyordum. Herkesin gizemine ve sırrına burnunu sokan kız, kendi ailesi ve geçmişi hakkında nasıl böyle kayıtsız kalabilmişti?

"Ortağı kimmiş?"

"Bilmiyorum ama isterseniz araştırırım."

"Araştırın, lütfen."

Başını sallayan adam kaldığı yerden devam etmeye başladığında, kafamı kurcalayan bir diğer kısmı dile getirdi.

"Babanız da ortağı da gizliliğe fazlasıyla önem veren insanlarmış. Bunu araştırdıkça daha iyi anladım. İkisi de yaptığı işler yüzünden dile gelseler de hayatlarını göz önüne taşımaktan kaçınırmış. Babanız şirketin yüzü olarak biliniyormuş, insan ilişkileriyle genelde o ilgilenirmiş. Ortağı daha çok kapalı kapılar ardında kalmayı tercih edermiş. Bu yüzden onunla ilgili pek bir şey bulamamıştım ama daha detaylı araştıracağım."

Bütün bu öğrendiklerime dayanarak sarf ettiğim soruda duyduğum şüphenin izleri vardı. "Peki, ailem bu kadar bilinen ve tanınan insanlarsa babam nasıl izimizi kaybettirdi?"

"Çünkü kimse şirketin satıldığını bilmiyormuş." Dosyanın arasından eski bir gazete kupürünü çıkarıp bana uzattı. "Herkes şirketinizin battığını sanıyor. En azından gazetelerde yazan bu. Şirketin iflası açıklandıktan bir süre sonra babanız şehri terk etmiş ve bir daha da geri dönmemiş. Doğal olarak kimse de iflas eden bir adamın ne yaptığını merak etmemiş."

Eski kupüre baktım. Manşeti okumak kalbimi yaralamıştı. Babamın emeğinin battığına dair yazan yazılar bir yalandan ibaret olsa da canımı yakmıştı.

"Birkaç araştırma yaptım ve babanızın elde ettiği paranın üçte birini size miras bıraktığını öğrendim. Diğer yüzdeliklerden biri ise hâlâ varlığını sürdüren bir yazılım şirketine yatırılmış."

Duyduğum cümleler bedenimden bütün kanın çekilmesine neden oldu. Ruhumu terk eden sıcaklıkla titredim. Bana bakan mavi gözlü adam neden bahsediyordu, hiçbir fikrim yoktu. Bunu anlamış gibi elimdeki gazete kupürünü yavaşça aldı ve dosyanın içinden çıkardığı başka bir belgeyi bana uzattı.

"Stella Yazılım, iki bin dört yılında kurulan ve babanızın parasını yatırdığı bir şirket." Uzattığı kâğıdı aldığımda kaşlarını çatan adam hayretle mırıldandı. "Bunu nasıl bilmezsiniz? O şirkette hisseleriniz olmalı. Babanız vasiyetinde mutlaka bahsetmiştir."

Mantığımın sesi fısıldadı.

Stella, Latince'de yıldız anlamına gelirdi.

Bakışlarımı elimdeki belgeye çevirdim. Şirketin kuruluş tarihi ve misyonuyla ilgili birkaç satır karalıydı. Babam ya da annem bu şirketten bana bahsetmemişti. Babamın vasiyetini görmemiştim fakat annem okumuştu. Böyle bir şeyden haberi varsa bana neden anlatmamıştı?

"Geriye kalan üçte bir ile ne yapmış?"

Mırıltılar dudağımdan kayıp gittiğinde, parmaklarımın arasındaki belgeyi yanımda oturan adama uzattım. Belgeyi alıp dosyanın içine iliştirdi.

"Kripto para almış."

Şaşkınlıkla gözlerimi kırptım ve yanlış duyduğumu düşündüm.

Kripto para, işlemleri güvence altına almak için matematiğin bir dalı olan  kullanılarak tasarlanmış bir dijital unsurdu. Yani takip edilemeyen ve kayıt altına alınamayan sanal paraydı. Dijital cüzdanlarda toplanan parayla tek tuşta dünyanın herhangi noktasına alım veya satımda bulunulabilirdi.

"Emin misiniz?" Sözleriyle tek kaşımı kaldırdım. "İlk kripto para bitcoin satışa sunulduğunda yıl iki bin dokuzdu. Babam öleli üç yıl olmuştu. Nasıl kripto para almış olabilir ki?"

"Beni asıl şok eden de bu." Gerçekten de şaşırmış gibi mırıldandı. "Biliyorsunuz ki kripto paraların çeşitleri var. Bitcoin, ethereum, litecoin gibi." Başımı sallayarak bildiğimi belirttiğimde Volkan Bey'in yüzünü büyük bir gülümseme ele geçirdi. "Bunlar halihazırda olan alım ve satımı yapılabilen kripto paralar ama sizinki öyle değil. Kripto paralar piyasaya sürülmeden önce uzun süre insanlardan gizli bir şekilde kullanıldı. Erişim oldukça kısıtlıydı ve sizin babanız, o gizli erişime el uzatabilmiş ilk insanlardan biri."

Hayrete düştüğümü söylemeliydim.

Babamı iyi tanıdığımı sanırdım. Onunla aramda eşsiz bir bağ olduğunu düşünürdüm zira birbirimize benzerdik. Şimdiyse o kadar emin değildim. Evet, tahmin ettiğimden daha zeki ve kudretli bir adamdı ama bunların hiçbirini bana anlatmamıştı. Gerçi çok zamanı da olmamıştı ki sonuçta ben daha on yaşımdayken ölmüştü. On yaşındaki bir çocuğa bunları anlatmazdı. Yine de anneme söylemiş olmalıydı. Peki annem neden bunları benden saklamıştı? Ayrıca bunca para neredeydi?

"Şimdilik bulabildiklerim bunlar," dedi Volkan Meyli.

Ona minnetle tebessüm ettim. Bilmediğim birçok şeyi gün yüzüne kavuşturmuştu ve bu ona inanmamı sağladı. Bu kadar kısa bir sürede bunları bulabildiyse daha derine de inerdi.

"Çok teşekkür ederim. Sizden ricam bunların üstünde çalışmaya devam edin ve babamın ortağı ile Mazhar Yılmaz hakkında ne bulabilirseniz bana getirin."

Banktan kalktığımız sırada başını salladı. "Elbette, bir şey bulursam ararım."

Volkan Bey sol tarafa yönelip uzaklaşmaya başladığında, bir süre olduğum noktada durup soğuk havayı içime çektim. Edindiğim bilgileri sindirmek zor gelmişti. Geçmişimin yüzde birini dahi bilmiyor olmama rağmen öğrendiklerim bana yetmişti. İşin ucunda bu saçma oyun olmasa mazimin gömülü kalmasını tercih ederdim çünkü artık herkesten ve her şeyden şüpheleniyordum.

Babamın bildiğimin çok ötesinde bir hayatı vardı. O hayat konusunda tamamen cahildim. Annem bunların hiçbirini bana anlatmamış, o zahmete girmemişti. Abim ise başlı başına bir yıkımdı.

Öksüz değildim ama kimsesiz hissediyordum.

Apartmana uzanan merdivenlere doğru yürümeye başladım. Buz kesen ellerimi ceketimin ceplerine iliştirdim. Başımı kaldırdığımda sokağa giriş yapan arabayı gördüm. Hektor lüks aracını az ötemdeki park alanına yanaştırmaya başladığında, ilk basamakta durup onu bekledim.

Araçtan inen adama göz attığımda yüreğim sızladı. Dün geceden kalma kıyafetleriyle arabadan indiğinde oldukça yorgun görünüyordu. Kara gözleri kızarmış, saçları hafifçe dağılmıştı ama yine de bütün güzelliğiyle ışıldıyordu. Ona bakmak beni teselli ediyordu. Gözlerini gözlerim ile buluşturduğunda tatlı bir telaş kanıma işledi. Dün gece beni öptüğü anları anımsamak kalbimin deli gibi atmasına neden oluyordu. Dudaklarımız birleştiğinde ruhumdaki filizlenmiş tohum çiçek açmıştı.

Saçmaydı, biliyordum lâkin kendimi hiç bu denli tamamlanmış hissettiğim başka bir an olmamıştı. O beni bütün kılıyordu.

Saatler öncesinde kalan öpüşmemizi bölen şey ise kolyesine baktığımda hatırladığım geçmişimin sisli kesitiydi. O görüntülerin ne anlam ifade ettiğini bilmiyordum. Açıkçası bunu düşünmeye vakit de bulamamıştım. Şimdiyse bana doğru yürüyen adama karşı nasıl davranmalıydım kestiremiyordum. Ondan herhangi bir beklentim yoktu. Beni öpmesinin ardında bir şey aramıyordum. Bana baktığında, bana dokunduğunda hissettiklerim yeterli bir cevap gibi geliyordu.

"Selam," dediğimde buruk bir tebessüm dudaklarını süsledi. "Selam."

Basamakları benimle çıkmaya başladığında derin bir nefes alarak işaret ve başparmağının yardımıyla göz pınarlarını ovuşturdu.

"Her şey yolunda mı?"

Kara gözlerini yüzümde gezdiren adam başını salladıktan sonra önüne döndü. "Evet, kadınları yolcu ettik. Onları karşılayacak kişileri de ayarladım. Hepsi uzun bir süre psikolojik yardım alacak. Umarım ki iyi olacaklar." Aklına düşen şey ile çenesi kasıldı. "Sibel Akkan tutuklanmış."

Altdudağımı hafifçe yaladığımda ikinci katın merdivenlerini tırmanmaya başladık. Sözlerinin altında yatan imayı sezebiliyordum. Sanırım onun tutuklanmasındansa ölmesini tercih ederdi. 

"Evet." Ona baktığımda sesimi yansıyan alaycılığa hâkim olamadım. "Arkadaşın sağ olsun."

Tebessümü genişledi ve bana bilmiş bir ifadeyle bakmasını sorun edemedim. Bu küstahlık ona yakışıyordu. Dairelerimizin bulunduğu kata geldiğimizde Hektor adımlarını yavaşlatıp kapımı işaret etti. "Dilhan nasıl?"

"Hâlâ uyuyor." Ceketimin cebine uzanıp anahtarımı çıkardım. "Yiyecek bir şeyler hazırlamıştım. Sen de gel, kesin bir şey yememişsindir yine."

Sözlerimle gülümsedi. Gözlerine bir ışıltı gelmişti. Ne zaman onunla ilgilensem çocuksu bir ifade yüzünü esir alıyordu. Normalde fazla ciddi ve kasıntı bir adamdı ama benim yanımda haylazlaşabiliyordu. Bu hallerini seviyordum çünkü bir tek bana özel olduğunu gözlemleyebilmiştim.

"Yemedim."

Anahtarı yuvasına sokup kapıyı açtım ve daireye adımlarken homurdandım. "Yesen şaşırırdım zaten."

İçeriye girdiğimizde ardımdan kapıyı kapattım ve ceketimin fermuarını indirdim. Hektor montunu çıkarıp koltuğun kenarına bıraktığında, aynısını yapıp mutfağa ilerledim. Peşimden geldiği sırada göz ucuyla yatak odama bakıp Dilhan'ın hâlâ uyuduğunu gördüm. Ördekbaşı rengine boyadığım mutfak dolaplarıma adımladım.

"Filtre kahve?"

İç geçirip en ihtiyaç duyduğu şeyi söylemişim gibi hızla sorumu yanıtladı. "Evet, lütfen."

İki kupa çıkarıp makinenin önüne geçtiğimde sofranın üstündeki patates kızartmalarından birkaç tanesini ağzına attı. Az ilerimde durup kalçasını tezgâha yasladığında ise ona doğru döndüm. Tuhaftı, sadece birkaç saattir görüşmüyorduk ama eksikliğini fazlasıyla hissetmiştim.

"Bahri amca aradı mı?"

"Aradı, konuştuk. Kız hâlâ kendine gelmemiş ama ateşi de çıkmamış, yani iyiymiş."

Rahatladığımı söylemeliydim. Derin bir nefes alıp tebessüm ettim ve kupaya dökülen kahveleri fark ettim. Sıcak bardakları alıp birini yanımdaki adama uzattım. Uzun parmaklarıyla kupayı kavrayıp kafeinin tadına vardığında bakışlarım istemsizce boynundaki kolyeye kaydı.

Her daim takıyordu.

Bu yüzden onu görmeye ve her gördüğümde kendimi tuhaf hissetmeye alışmam gerekiyordu.

"Sen iyi misin?" Nahif bir tonlamayla konuşması beklemediğim bir tutumdu. Kara gözlerine işleyen sıcaklık ruhumu okşadı. Saatler önce yaşananlardan sonra benim için endişelenmiş olmalıydı. "İyiyim. Hâlâ gördüklerimi sindiremiyorum ve kâbus dolu gecelerimin sayısının artacağına eminim ama iyiyim."

"Çok mu kâbus görürsün?"

Boğazım düğümlendi. Uzun zamandır kâbus görmediğim tek bir gece olmuştu. O da onun teknesinde uyuduğum geceydi.

"Evet." Buruk bir tebessüm dudaklarımı süsledi. "Tatlı rüyalar beni ziyaret etmez."

Kara gözleri yüzümü tavaf etti. Bakışlarının keskinliği altında nefes alamadığımı hissettim. Bana böyle dikkatli bakması mideme bir sızının saplanmasını sağlıyordu. Ondan yayılan çekime direnmek benim için zordu. Belki kulağa abartı gibi geliyordu ama elimde değildi. Her geçen gün biraz daha iyi anlıyordum.

"Belki de yalnız uyuduğun içindir."

Sözleri kalbimin ritmini alabora etti. İçine düştüğüm soğuk sularda boğulmak isteyen bir yanım vardı. Normalde alaylı bir ifade takınıp kelimelerini bununla örterdi. Bu sefer ise oldukça ciddiydi. Dalga geçmiyor, gerçekten böyle düşünüyordu.

Gözleri dudaklarıma kaydığında soluğum kesildi. Bakışlarındaki ateş beni kavuran alevlerden ibaretti. Bedenime yayılan sıcaklık kontrolden çıkabilecek bir tren gibi hızlandığında, onun eksik ettiği alaycılığı hesaba katarak mırıldandım.

"Zannetmem," dedim yüzüme yerleştirdiğim tebessümle. "Senin teknende kaldığım gece odada yalnızdım ama kâbus görmedim. Demek ki bununla bir alakası yok."

"Yalnız değildin."

Bütün ciddiyetiyle sarf ettiği sözler yüzümdeki tebessümü tuzla buz etti. Kalbim deli gibi atıyor, avuç içlerimde bir karıncalanma meydana geliyordu. Aralık kalan dudaklarımı birbirine bastırarak gözlerimi kıstığımda anlayamadım.

"Ama sen yanımda uyumamıştın."

"Evet, yanında uyumadım." Önemsiz bir şeymiş gibi rahatlıkla söylediği sözler benim için dünyalara bedeldi. "Daha doğrusu o gece uyumadım. Seni yatağıma yatırıp odadan çıktım. Dakikalar geçmeden uykunda bağırdığını işittim."

Elindeki kupayı tezgâhın üstüne bıraktı. Beklemediğim bir anda belimi kavrayıp beni kendine doğru çekti ve ona doğru savrulmaktan başka çarem kalmadı. Gözlerinin içine bakabilmek adına başımı geriye attım.

"Ben odadayken mışıl mışıl uyuyordun. Ne zaman çıkacak olsam da kıpırdanmaya, kaşlarını çatmaya başlıyordun. Ben de gidemedim." Alaylı tebessümü geri geldi. "Sanırım benim varlığım uykunda bile sana iyi geliyor."

"Ama..." Belli belirsiz bir mırıltı ağzımdan kaçtı. İki karış ötemde olan adamın bana dolanan kollarının arasında, onun kokusuna bulanmışken aklımın tökezlediğini anladım. "Ama niye yanıma yatmadın o zaman?"

"Uyuyordun, Feray. İznin olmadan yatağına girip seni kollarımın arasına alacak halim yoktu." Kara gözlerini kollarına, ardından ince belime çevirdi ve gülümsedi. "Gerçi şu an da iznini almadım ama en azından bilincin yerinde. Geri çekilmediğine göre halinden memnunsun."

Kendimi tutamayarak gülümsediğimde dudaklarımdan kopup giden kıkırtı onu neşelendirdi. Bu kadar düşünceli olmasını garipsememeliydim. Ona dair şüphelerim ve kaygılarım vardı ama görebiliyordum ki Hektor nazik bir adamdı.

"Uyumadıysan bütün gece ne yaptın odada?" Sorum ile başparmağını altdudağıma sürttü. Teması soluğuma bir son getirip kalbimi ikiye ayırdı ve tenimdeki baskısı arttı. Boğuk sesinde hayat bulan kelimeler zihnimdeki ölü toprağını yeşertti. "Seni izledim."

Ruhumda esir düşen küçük kızın yüzüne yerleşen tebessüm ile titredim. Bana dokunan adam, benliğimi şeffaflaştırıyordu. O böyle yaptığında ben daha rahat anlıyordum. Bana duyduğu bu ilginin bir kökeni olmalıydı. Tıpkı benim ona hissettiğim arzunun bir mazisi olduğu gibi.

Bakışlarım dudağıma sürtünen parmağına kaydı. Gömleğinin açık kalan kısmı içeriye katlanmıştı ve gözüme yedi rakamı çarpıyordu.

Yedi dedi kafamdaki yabancı ses.

Aniden aklımda filizlenen düşünceye dolandım. Zihnimdeki kızın görüntüsü tam yedi yaşındaydı. Benim kendimi unuttuğum an yedi rakamında saklıydı. Onun kalbine işleyen yaş, yediydi.

Parmağını geri çekmesiyle gözlerimizi buluşturdum. Bana karanlık bir ormanı anımsatan bakışlarına sıkıca tutundum. Onun yanındayken duygusallığım gün yüzüne çıkıyor olabilirdi ama mantığım devre dışı kalmıyordu. Aklımda dönüp dolaşan düşünceleri dile dökemiyordum çünkü o fikirler bana öylesine imkânsız geliyordu ki kabullenemiyordum. Yine de içimdeki Gece artık fısıldamıyor, adeta bağırıyordu.

"Biz küçükken de izler miydin beni?" Sorum bakışlarındaki keskinliği paramparça etti. "Biz küçükken de sarılır mıydın bana böyle?"

Belki yanılıyordum.

Belki de saçmalıyordum.

Belki yine paranoyaklık ediyordum.

Ama inanmak istiyordum.

Beni saran kollarındaki güç zayıfladı. Gözlerindeki şaşkınlık varla yok arasındaydı. Maskesi öylesine kalındı ki karanlığının ardına ışık geçmiyordu. Bana bir cevap vermesini en azından tepki göstermesini bekledim. Böylelikle delirmediğimi anlayabilirdim.

İşittiğimiz adım sesleriyle birbirimizden hızla ayrıldık. Titreyen parmaklarımı birbirine dolayarak geriye çekildim. Saliselik bir zaman diliminde görüş açımıza giren kadına baktım ve kendimi tebessüm etmeye zorladım. Dilhan bedenini sardığı beyaz havluyla az ilerimde dikiliyordu. Ne ara uyanmış ve duşa girmişti bilmiyordum. Anlaşılan Hektor ile birbirimize öylesine dalmıştık ki dünyadan soyutlanmıştık.

Dilhan havluya sıkıca sarıldığında ince sesini işittim. "Kusura bakma. Saatlerdir yatağında uyumam yetmezmiş gibi bir de banyonu kullandım."

"Yok, olur mu öyle şey? Senin için havlu çıkarmıştım zaten. Hatta kıyafet de ayarladım." Gözlerimizi buluşturduğumda çekingenliğini fark ettim. "Gel, sana kıyafetleri gösteriyim. Sonra da bir şeyler yeriz."

Yeşil gözleri hazırladığım masaya kaydı. "Zahmet etmişsin."

Başımı iki yana salladığımda buruk bir tebessüm yüzünü kapladı. Minnettarlığına eşlik eden utangaçlığı ile yatak odama yürümeye başladı. Ardımda duran adama bakmadan peşinden gittim. Çalışma masamın üstüne bıraktığım iç çamaşırlarını ve kıyafetleri alarak ona doğru uzattım. Bedenine işleyen morlukları fark etmek sendelememe yol açtı. Hızla bakışlarımı kaçırıp onu rahatsız hissettirmemek adına gülümsemeye devam ettim.

"Ben mutfaktayım. Giyinince gelirsin."

Dilhan'a mahremiyet tanıyarak odadan çıktım ve hızlı adımlarla mutfağa döndüm. Camın kenarında durmuş kararan havaya bakan adama doğru ilerledim. Kaşları çatılmış, bedeni gerilmişti. Az önce ona bir yem atmıştım. Hektor ile bir mazimiz olduğunu düşünüyordum. Onu hatırlamıyor lâkin ona dair bir yakınlık hissediyordum. Bu yüzden az önceki sözlerimden sonra ne tepki vereceğini merak ediyordum. Eğer susup sorularımı sorgulamazsa anlardım ki haklıydım.

Yanına ilişip kalçamı pencerenin altında kalan çıkıntıya yasladım ve başımı geriye atarak yüzüne baktım. Tek kelime etmeden öylece dışarıyı izlemeye devam etti. Gözbebeklerinin ardında dolaşan tilkilere artık aşinaydım. Onları görebiliyor, adım seslerini duyabiliyordum.

Kollarımı birleştirip aramızdaki sorunları ertelemeye karar verdim. Şu an odaklanmamız gereken daha büyük ve önemli şeyler vardı.

"Kadının vücudu morluklarla dolu. Belli ki tahmin ettiğimizden çok daha kötü şeyler yaşamış." Fısıltım üzerine gözlerimizi buluşturduğunda onu uyarmak istedim. "Gerçekleri öğreneceğiz derken onda daha büyük travmalar yaratmayalım. Yani çok üstüne gitme."

Başını sallayıp döndü ve sırtını cama yaslarken mırıldandı. "Sahneyi sana bırakıyorum, Lilith. Bu sefer gözlemleyen ben olacağım."

Açıkçası bu işime gelirdi. Dilhan'a nasıl yaklaşmam gerektiğini biliyordum. Öğrenmek zorunda olduğum çok fazla şey vardı. Önceliğim de neden onu bulduğumuzdu... Belki bu saçma geliyordu fakat bence en önemli halkalardan biri, Dilhan'dı. O konteynerin içinden zarfın çıkacağına kendimizi inandırmıştık ama tahminlerimiz geçersizdi. O ruh hastasının bulmamızı istediği şey bir kâğıt parçası değil, Dilhan'dı.

Ve ben bunun nedenini deli gibi merak ediyordum.

Mutfağa adımlayan kadın ile tebessüm edip doğruldum. Çekingen tavırlarıyla içimi parçalayan kadın, kapının önünde dikildiğinde sandalyelerden birini işaret ettim. "Otur, lütfen," diyerek tezgâhın üstündeki makineye el attım. "Filtre kahve ister misin?"

Başını sallayarak gösterdiğim yere oturdu. Sıcak kahveye buladığım kupayla çaprazında kalan sandalyeye iliştim ve bardağı önüne bırakıp arkama yaslandım. Hazırladıklarımı ima ederek konuştuğumda gözlerimiz buluştu. "Ne seversin bilemedim ama umarım hoşuna gider."

"Hiç gerek yoktu. Size de zahmet verdim zaten," diyerek titreyen ellerini birbirine bastırdı. "Bir yabancıya böyle davranmanız çok nazikçe ama artık gitsem iyi olur."

Gidecek bir yeri yoktu. Hektor araştırmıştı. Kadının kayıplara karışıp ölü sayılmasından sonra evi içindeki eşyalar ile satılmıştı. İşten çıkarılmış, bütün hayatı hiç yaşanmamış gibi silinmişti.

Sıcak kupayı ona doğru ittirip tebessümümü genişlettim. "Böyle söyleme, yabancı sayılmayız."

Sözlerimle ifadesinde bir acı meydana geldi. Evet, Cansel Hanım'dan dolayı bir tanışıklığımız olduğunu belirtmem onu üzmüştü. Canını yakmak istemiyordum ama zorundaydım. Eğer ona yardımcı olabileceğimi düşünmezse bana açılmazdı ve ben bana açılmasını istiyordum.

Dolan gözlerini buruk tebessümü süsledi. "Sahi, patronun." Bir an susup sertçe yutkundu ve titreyen sesiyle mırıldandı. "Yani eski patronun, benim en yakın arkadaşımdı."

Konuşmak onun için zor olmalıydı. Mor rengine çalan elleriyle sıcak kupayı sarmalayıp kahveden büyük bir yudum aldığında, yüzünü ele geçiren haz ile gözlerini yumdu.

"Tanrım, tadını unutmuşum." Saniyelik bir zaman diliminde belirip yok olan gülümsemesinin ardından zikrettiği sözler canımı acıttı. "Kahve ne de güzel şeymiş."

Boğazımda oluşan yumru içimi titretti. Hâlâ neredeyse bir aydır o kutunun içinde yaşam savaşı vermiş olmasına inanamıyor, bunu insanlık dışı buluyordum. Benim aklımın alamadığı bu zalimliği onun deneyimlemiş olmasıysa asıl can alıcı noktaydı.

Meyve tabağını önüne koyup kendini yabancı hissetmemesini sağlamaya çalıştım. Bana minnetle tebessüm edip soyduğum elmadan aldığında bir süre sessizliğin içinde kaldık. Açlığını fark etmiş olmalıydı ki hüznünü bir kenara bırakabilmişti. Ağzına attığı her lokmada yüzünde garip bir ifade oluşuyordu. Sanki çoğu şeyin tadına ilk defa varıyordu.

Dilhan, dakikaların ardından ılıklaşan kahvesini yudumladı ve derin bir nefes alarak arkasına yaslandı. Ona sorular yönelteceğimin farkındaydı. Yarasını deşmek istemezdim ama elimden bir şey gelmezdi. Uysal bir tavır sergileyerek daha sıcak bir yaklaşım belirledim. "Cansel Hanım ile yakın mıydınız?"

"Kardeştik biz," dedikten sonra iç geçirdi. "Daha beş yaşındayken yetimhanede tanışmıştık."

Bu beklemediğim bir cevaptı. Şaşkınlığım yüzüme yansımış olmalıydı çünkü gözlerini bana çeviren kadın ifademi fark ettiğinde tebessümünü genişletti. Hafifçe gözlerini devirdikten sonra beni aydınlığa kavuşturdu. "Cansel on dört yaşındayken evlatlık edinildi." Canının acısı sesine vuruyordu. "Ama yine de bırakmadı beni. Görüşmeye, birlikte büyümeye devam ettik. Aynı okullara, aynı kurslara gittik. Üvey ailesi sağ olsun benimle de ilgilendiler."

Aralarındaki bağın bu denli derin olduğunu tahmin etmezdim.

"Bana her şeyi anlatır mısın? Cansel nasıl öldü?" Sorusu dilini yakmış gibi dudaklarını birbirine bastırdı. "Ne zaman öldü? Ona ne oldu? Hepsini bilmek istiyorum."

Omzumun ardından arkamda duran adama baktım. Dikkatle bizi dinliyor, tepki vermiyordu. Önüme dönerek derin bir nefes aldığımda nereden başlamam gerektiğini kestiremedim. Karşımdaki kadının bildiği tek şey, en yakının arkadaşının öldüğüydü. Birine en değer verdiği insanın öldürüldüğü nasıl söylenirdi?

Yara bandını çekmeye çalıştığımda acımın kabuğu kalktı.

"Yirmi gün önce gece yarısı bir mesaj geldi telefonuma. Mesajda Cansel Hanım galeriye gelmemi istemişti. Ben de dediğini yapıp gittim ve onu ölü buldum." Kırık sesimdeki çaresizlik bedenimi titretti. Dilhan'ın gözlerinin içine bakamıyor, birazdan söyleyeceklerimin ağırlığının altından kalkamıyordum. "Cansel Hanım, ölmedi," dedim bir çırpıda. "Öldürüldü."

Bir yakarış bekledim.

Çığlık ve feryat işiteceğimi sandım ama beklentilerim karşılanmadı.

Dudakları aralanmış, sözlerim onu şoka sokmuştu. Zayıf ve güçsüz bedeni titriyordu. Yüreğine yerleşen ateş yanaklarını al al etmiş, omuzları düşmüştü.

Çaresizliğin dibini sıyırarak, buz kesen parmaklarımı ona doğru uzatıp eline dokundum. Bir hıçkırık dudaklarından beraat etti.

"Ben çok üzgünüm." Bütün içtenliğimle destek olmaya çalıştım. "Başımız sağ olsun."

Parmaklarımın altındaki eli titremesini artırdığında Dilhan'ın bedeni seğirdi. Ağlaması hiddetleniyor, gözünden akan yaşlar çenesine doğru süzülüyordu. Güçlü durmaya çalışarak bana baktığında ona uzattığım eli sıkıca kavradı. İstemsizce canımı yakmasına aldırış edemeyecek kadar hüzünlüydüm.

"Kim?" Sesindeki cılızlık içimi paramparça etti. "Kim yaptı bunu ona?"

Keşke bu soruya bir cevap verebilseydim.

Keşke ona bütün olanları anlatabilseydim.

Ama yapamazdım. Onu daha fazla tehlikeye atamazdım. Dilhan'ın gözlerinde görüyordum. O her şeyini yitirmiş bir kadındı ve ona içinde can çekiştiğimiz oyunu anlatırsam dahil olmak isterdi. Bu felakete zemin hazırlayamazdım. Onun nefes aldığı her gün iblislerle yüzleşmeye devam etmesine izin veremezdim. Cansel Hanım, bunu istemezdi.

"Bilmiyoruz," diye mırıldandım. "Katili daha yakalanmadı."

Elimi kavrayan parmakların baskısı arttı. Acısını ve kederini içine gömmeye çalışan kadın boşta kalan eliyle gözyaşlarını sildi. Yas tutmayı ötelemiş gibi başını dikleştirdiğinde gözlerine yansıyan ateşi gördüm.

Doğru tahmin etmiştim. Dilhan, arkadaşını öldüren canavarı bulmak için kendini feda edebilecek bir kadındı.

"Nasıl olur? Şüpheli de mi yok? Ne yapıyor bu devletin polisi?" Artık konuşmuyor, bağırıyordu. "Niye bulamadılar kardeşimi öldüren yaratığı?"

"Araştırıyorlar." Göz ucuyla Hektor'a baktıktan sonra tekrar Dilhan'a döndüm. "Biz de araştırıyoruz. Cansel Hanım'a ne olduğunu bulmaya çalışıyoruz. Bu yüzden bildiğin her şeyi bize anlatman gerek."

Karşımdaki kadın kaşlarını çattığında bizi şüpheyle sorguladı. "Siz niye araştırıyorsunuz ki?"

Haftalardır kapalı bir kutunun içinde yaşam savaşı veriyor olmasına rağmen akli dengesi yerindeydi. Sözlerimin ardından bizi sorgulaması çok doğaldı. Mesleğinin getirdiği merak da eklenince işimiz zorlaşıyordu. Bizi avlayan manyaktan bahsedemezdim çünkü karşımdaki kadın bütün olanlar için bizi suçlarsa kendimi savunamazdım.

"Katil şimdi de benim peşimde," dediğimde bütün gözler üzerime döndü. Yalan söylüyor oluşum kendimden tiksinmemi sağlasa da gerçeği anlatamazdım. Eğer dürüst davranırsam ve Dilhan polise giderse başımız büyük belaya girerdi. Bunca zaman sessiz kaldığımız için yargılanırdık. Savcı Onur'un gözünde şüpheli listesinin başındaydım. Daha fazla göze batamazdım. Hem Hektor'un illegal işleri ortaya çıkarsa bu sefer ikimiz birlikte dibi boylardık.

Dilhan şaşkınlıkla bana baktı. "Nasıl?"

"Cansel Hanım'ı o şekilde bulmam beni çok etkiledi. Üstüne üstlük polisin bu konuda gerektiği kadar çabalamadığını fark etmek beni öyle sinirlendirdi ki dayanamayıp bu işi kendim çözmeye çalıştım."

Beni can kulağıyla dinleyen kadına baktım.

"Belki inanmayacaksın ama masum bir kadının öldürülmesine kayıtsız kalamazdım. Bu yüzden cinayeti araştırmaya başladım ve o ruh hastasının dikkatini çektim. Haftalar önce takip edildiğimi fark ettiğimde o manyağın beni de öldürebileceğini anladım. Bu yüzden Hektor ile dün görmüş olduğun adamı yani İlyas'ı kendime koruma olarak işe aldım."

Kalbimi sıkıştıran sözlerimdeki netlik yalancılığıma şaşırmama neden oldu. Geri dönülemez bir yola girmiştim ama bunu yapmak zorundaydım. Cansel Hanım'ın cinayetiyle ilgili medyaya çok az şey yansıtılmıştı. Emniyet bu konuyu tamamen gizli tutuyordu ve karşımdaki kadının benim sözlerimden başka edinebileceği bir bilgi yoktu.

"Bu işi arşınlamaya başladığımızda birkaç ipucu bulabildik ve bir tanesi bizi sana getirdi," diyerek okları kendimden çekerek bütün sözü ona bıraktım. "Cansel Hanım'ın bir ilişkisi varmış. Katilin o adam olabileceğini düşünüyoruz."

Hikâyemi destekleyebilecek bir doğruyla harmanlamış olmam Dilhan'ı ikna etti. Ellerini geriye çekti ve başını hızla sallayıp beni onayladı.

"Tabii ya, o adam." Bakışlarını kaçırdığında öfkelendiğini anladım. "Cansel'in erkek arkadaşı. Neden bilmiyorum ama gördüğüm an ondan rahatsızlık duydum. Zaten bir tuhaftı. Cansel kaç kez bizi tanıştırmak için planlar yapmış ama adam her defasında bir bahaneyle buluşmalara gelmemişti. Sanki yüzünü göstermek istemiyordu."

Sözleriyle ürperdim.

Bir insan kendini neden sır gibi saklardı?

"Nasıl bir adamdı?" diyen Hektor'un tok sesiyle titredim.

"Yüzünü birkaç saniye gördüm." Dilhan gözlerini yumup sıkıntılı bir ifadeyle ellerini şakaklarına iliştirdi. "Üstünden çok zaman geçti hatırlayamıyorum."

Arka cebime uzanıp telefonumu çıkardım. Galeriye girdim ve Taylan ile çekildiğimiz eski bir fotoğrafı açtım. Onu yakınlaştırarak kendimi tablodan çıkardıktan sonra ekranı Dilhan'a çevirdim ve şüpheli listesini daraltmaya çalıştım. "Gördüğün bu adam mıydı?"

Gösterdiğim fotoğrafa baktı. "Yok, bunu tanıyorum. Cansel'in eski sevgilisi gibi bir şeydi."

"Adamı tarif etmeye çalışamaz mısın?" dedi Hektor huzursuzluğunu sesine yansıtarak. "Gözüne çarpan bir şey olmadı mı?"

Karşımdaki kadın ellerini yüzüyle örtüp düşünmeye başladığında, eve yerleşen sessizlikte nefes dahi alamadım.

"Sarışın değildi." Dilhan ellerini indirse de gözlerini açmadı. "Ortam loş olduğu için yüzünü pek göremedim zaten dediğim gibi hemen kaçıp gitti ama sanırım esmerdi ya da koyu saçlıydı işte. Boyu Cansel'den uzundu. Gömlek giydiğini hatırlıyorum. Beyaz bir gömlekti ve..." Aniden gözlerini araladığında daha önce hatırlamadığı bir şeyi fark etmesiyle gülümsedi. Sağ kolunu uzatıp iç kısmını işaret etti. "Burasında kocaman bir yıldız dövmesi vardı."

Yıldız.

Gökte parlayan yıldız. Bileğimde dövmesi olan yıldız. Bir yazılım şirketinin adı olan yıldız. Küçükken cebimde bulduğum yıldız, Cansel Hanım'ın avucuna bırakılan yıldız ve potansiyel ruh hastasının kolunu süsleyen yıldız.

Afallamış ifadem ile Hektor'a baktığımda o da en az benim kadar şaşırmış gözüküyordu. Bu işin iyice çığırından çıktığını fark etmek beni altüst etti. Peşimizdeki her kim ise bizi tanıyordu. Bizim bile gözden kaçırdığımız veya bilmediğimiz gerçeklere hâkimdi. Bu hastalıklı oyunu başlatan kimdi bilmiyordum fakat onunla bir an önce yüzleşmeliydim çünkü bunca yıldır aklımı kurcalayan bütün soruların cevabı onda olabilirdi.

"Dövmesinin yıldız şeklinde olduğuna emin misin?"

Hektor'un sorusuyla Dilhan başını salladı. "Evet, bayağı büyüktü. Gözüme öyle çarptı ki sıfatına bile detaylı bakamadım."

"Cansel mutlaka sana ondan bahsetmiştir." Gözlerine tutunduğum kadına adeta yalvararak bana başka bir veri daha söylemesini diledim. "Ne iş yapıyormuş, kaç yaşındaymış ya da ne bileyim onunla ilgili herhangi bir şey anlatmadı mı?"

Başına bir ağrı saplanmış gibi şakağını ovuşturan kadın kem küm etti. Titreyen parmaklarını kupasına uzatıp soğuyan kahvesinden büyük bir yudum aldı. Üzerine fazla gittiğimizi anladım. Kadın çok zor günler geçirip adeta hayatta kalma savaşı vermişti ve biz resmen onu sorguluyorduk.

"Kahretsin ki onunla ilgilenemediğim bir dönemdi."

Harika, şimdi de travma geçirmiş bir kadını kendini suçlamaya itmiştik. Gerçekten psikolog olmamam gerektiğini bir kez daha iyice anlamıştım. En iyisi tuval boyamaya devam etmemdi.

"Sibel Akkan'ı yakalamaya o kadar odaklanmıştım ki gecemi gündüzümü delil aramak, onu izlemek ile geçirmiştim. O boşlukta Cansel kendine sevgili yaptı zaten." Yanağından süzülen bir damla yaşı elinin tersiyle sildi. "Belki onu dinleseydim, ona vakit ayırsaydım o şerefsiz ile ilgili size daha fazla bilgi verebilirdim. Hatta belki de arkadaşımın yanında olur, öldürülmesine olanak tanımazdım."

"Kendini suçlama," dedi Hektor. Sesi buz gibi olsa da sözlerinde bir sıcaklık vardı. "Onu öldüren her kimse bu kaderi hiç hak etmeyen bir insana bunu yaşattığı için pişman olacak." Tınısındaki kudretle karşımdaki kadına güvence verdiğinde içim sızladı. "Sana garanti ederim."

Dilhan minnetle Hektor'a baktı ve tebessüm etti. Bu sözleri duymaya ihtiyacı olduğunu görebiliyordum. Ayrıca yanlış sorular soruyorduk. Bizi bu oyuna dahil eden kişi fazlasıyla zekiydi. Gerçek adını, işini ya da herhangi bir kişisel bilgisini paylaşmayacak kadar akıllıydı. Ayrıca yanılıyor olma ihtimalimiz hâlâ vardı. Belki de Cansel Hanım'ın sevgilisi, peşimizdeki manyak değildi. Sadece bir kukla olma ihtimali vardı.

"Tayland'a neden gittin?"

Sorum ile bana bakan kadın omuzlarını düşürdü. Hâlâ kendini suçluyordu ve ona her soru sorduğumda daha kötü oluyordu ama bunu yapmak zorundaydım.

"Dediğim gibi Sibel Akkan'ın peşindeydim. Artemisia'nın Kadınları Derneği'ni paravan olarak kullanıp kadın kaçakçılığı yaptığını biliyordum ama elimde delil yoktu. Ben de kanıt aramak için geçen gece düzenledikleri bir partiye bilet aldım." Boşluğa dalan bakışlarıyla mırıldandı. "Sonra çok tuhaf bir şey oldu." Tekrar bana baktığında gözleri kısılmıştı. "İsimsiz bir kaynaktan haber aldım. Evime bir zarf bırakılmıştı ve zarfın içinde Sibel Akkan'ın Tayland'dan bir konteyner göndereceğiyle ilgili bir belge vardı. Tarih, saat ve liman bütün detaylar o kâğıtta yazıyordu."

Hafızasını zorlayarak anımsadığı her detayı dile dökmeye başladığında, zangırdayan parmaklarını gerdanına iliştirdi.

"Belgenin içindekileri araştırıp doğru olduğunu öğrendiğimde, patronuma gidip yalvardım. Kanıt bulduğumu, o kadını bitirebileceğimizi söyledim ama beni umursamadı. Eğer bu olayı araştırmak istiyorsam tek şansım radarın altından uçmak yani yalnız başıma hareket etmekti. Bu yüzden Tayland'a gitmeye karar verdim." Derin bir nefes alıp arkasına yaslandı. "Elimde koordinatlar vardı ve ben her şeyi kendi gözlerimle görüp kaydetmek istedim."

Hektor camın kenarından ayrılıp mutfağın içinde adımladı. Başımızda dikilen adam telefonundan bir resim seçip ekranı bize doğru çevirdiğinde, gördüğüm detayla kanım dondu.

"Belgenin üstünde böyle bir damga var mıydı?"

Gözlerini ekranda dolaştıran kadın kaşlarını çattı. Şüpheyle bana ardından Hektor'a baktı. "Evet, om sembolü belgenin üstündeki mühürdü. Siz bunu nereden biliyorsunuz?"

"Cinayeti araştırırken bulduk," diye sözü devralan adama baktım. Öylesine kendinden emindi ki bir an söylediklerine ben bile inandım. "Katil dikkatli ama atladığı detaylar oluyor. Biz de bunları ortaya çıkarıyoruz. Mesela sen..." Sorgulayıcı bir üslupla konuşan adamın tek derdi, sahne ışığını üzerimizden çekmekti. "Sen onun atladığı ilk detaydın. Yüzünü gördüğün için bir tehlike haline geldin. Bu yüzden senden kurtulmak istedi ve Tayland'a gitmene neden olacak belgeleri sana o gönderdi."

Katran karası gözlerini karşımdaki kadının üstünde dolaştıran adama baktım. Teorisi mantıklıydı. Eğer peşimizdeki ruh hastası, Cansel Hanım'ın sevgilisiyse bazı şeyler netleşirdi.

"Ama belge bana Tayland'a gitmeden üç gün önce gönderildi." Dilhan çatık kaşlarıyla mırıldandı. "Ben onun yüzünü Tayland'a gideceğim akşam gördüm." Kafasının karıştığını bakışlarından anlayabiliyordum. Ne düşüneceğini bilemiyor gibi homurdandı. Aniden gözleri irileşti. Oturduğu yerden kalkıp kazağının kollarıyla oynamaya başladı ve boğazı kurumuş gibi sertçe yutkundu. "Haklısın, bunu o yaptı. Beni o cehenneme o gönderdi." Eliyle başına vurup sinirle çenesini sıktı. Sanırım artık bazı şeyler onun için de daha netti. "Cansel sürekli bizi tanıştırmaya çalışıyor, adamın üstüne gidiyordu. Eğer Tayland'a gitmeseydim Sibel Akkan davasından vazgeçeceğimi ve Cansel'le ilgilenmeye başlayacağımı anlamış olmalı. Cansel'le vakit geçirmem demek o adamla tanışmam demekti."

"Ve bunu istemedi," dedim hızla. Parçalar birleşmeye başlamıştı. "Seninle tanışırsa onun gerçek yüzünü görebileceğini biliyordu. Sonuçta ömrünün bir kısmı böyle insanları fark etmekle geçti. Şüphelenir ve onu araştırırsan hakkındaki gerçekleri bulabileceğini anladı."

Dilhan küfürler yağdırarak mutfağın içinde adımladı ve beni tedirgin eden soruyu dile döktü. "İyi ama bu adamın gerçeği ne? Cansel'den ne istiyordu da bu denli detaylı bir plan yapıp beni ekarte edecek kadar sistematik çalıştı?"

Yine yalanımı doğruyla harmanladım. "Cansel Hanım'ın öldürüldüğü gece galeriden bir eser çalındı. Oldukça pahalı ve ünlü bir tabloydu. Bir kasanın içinde saklanıyordu ve şifreyi bilen kişi Cansel Hanım'dı."

Aslında iki tablo çalınmıştı fakat karşımdaki kadını detaylarla boğmama gerek yoktu. Dilhan sözlerimle afallamıştı. Bana baktığında gözlerine yerleşen hayal kırıklığı canımı acıttı. Titreyen dudaklarına eşlik eden bedeni, yorgun bir savaşçının mabediydi. Öylesine tükenmiş görünüyordu ki kendimi kötü hissediyordum. Ona yardımcı olmam gerekirdi ama yaptığım tek şey yaralarını deşmekti.

"Kardeşim, bir tablo için mi öldürüldü?"

Kahretsin ki bilmiyordum. Artık neyin doğru, neyin yalan olduğunu kestiremiyordum. Her şey öylesine mümkün geliyordu ki imkânsız ne demekti hatırlayamıyordum. Kafam birbirine girmiş, fikirlerim dengesini kaybetmişti. Her şey ortadaydı fakat bir o kadar da ortada hiçbir şey yoktu.

Hektor titreyen kadına doğru yanaşıp ellerini omzuna yerleştirdiğinde, Dilhan bütün dikkatini ona verdi. Tok sesindeki ciddiyeti kaybetmese de parçalara ayrılan kadının aklını toplamaya yardımcı olmak isteyerek nahifçe konuştu. "Bu soruya cevap bulabilmemiz için bize her şeyi anlatman gerek. Odaklan, Dilhan. Uçaktan indikten sonra neler oldu?"

Dilhan bakışlarını kaçırarak boşluğa daldığında düşüncelerinin esiri oldu. Haftalar öncesinde kalan o anları hatırlamak ifadesinin sarsılmasını sağlamıştı. Hüznün bir görüntüsü olsaydı manzaramı süsleyen kadın canlı bir kanıt olurdu.

"Uçaktan indikten sonra vakit kaybetmek istemedim." Yavaş ve tane tane konuşuyor arada iç geçiriyordu. "Ucuz bir motele eşyalarımı bırakıp üstümü değiştirdim. Bana gönderilen belgelerde Bangkok'un Soi Cowboy bölgesindeki bir mekânın adı yazılıydı. Kadınları orada muhafaza ettiklerini ya da çalıştırdıklarını düşünerek o ortama ayak uydurabileceğim bir şeyler giydim." Yüzünü ekşittiğinde dilinde acı bir tat varmış gibi tiksintiyle mırıldandı. "İğrenç bir yerdi. Bütün sokak, köşe başlarında bekleyen kadın ve trans bireyler ile kaplıydı. Hepsi yüzlerine taktıkları tebessümler ile insanları kendi mekânlarına çekmeye çalışıyordu." Bir kıkırtı dudaklarından beraat etti. "Görseniz zannedersiniz ki kendi isteğiyle oradalar." Tekrar ciddileşti. "Ama öyle değil. Hepsi esir düşmüş diyebilirim."

Dilhan yanında kalan sandalyeye oturup anlatmaya devam etti.

"Kızıl Ejder," dediğinde kaşlarım çatıldı. "Belge de yazan kulübün adı buydu, Kızıl Ejder."

Benim için anlam ifade etmeyen sözler karşımdaki kadın için dünyalara bedel gibi duruyordu. Yüzünü ele geçiren acı, gölgeye tutulan bir ışık gibi kayboldu. Yerini ise korku devraldı.

"O mekân benim mezarım oldu." Zar zor konuşuyor, gözlerini odaklandığı boşluktan ayıramıyordu. "Neler olduğunu öğrenmek için mekânı gözlemeye başladım. Her türlü yolsuzluğun işlendiği bir gece kulübüydü. Sadece adamlar içeriye giriyor, mekânın önünden kadın geçmiyordu."

Dudağının kenarı kıvrıldı. Yüzündeki acı öylesine yoğun bir hal almıştı ki şiddetini göğsümün altında hissedebilirdim.

"Ben küçükken yurtta bir kız ölmüştü. Herkes intihar ettiğini sanmıştı ama ben öyle olmadığını biliyordum. Gece bekçisi tarafından tecavüze uğradığı esnada, çığlık atamasın diye adamın ağzını kapatması sonucu nefessizlikten ölmüştü. Bunu ortaya çıkarttıktan sonra gazeteci olmaya karar vermiştim çünkü kimsenin adaletsizliğe mahkûm edilmesini istemiyordum."

Başını kaldırıp gözlerimizi buluşturduğunda, içime yerleşen acıyı tasvir edebileceğim sözcüklere sahip değildim.

"Bu yüzden bir an olsun düşünmeden, bir delil bulacağımı sanarak o kulübe girdim."

İşittiklerim boğazımı düğümledi. Hektor'un sözleri aklımda çınladı. Bahsettiği bölge için oldukça tehlikeli bir yer demişti. Güzel ve genç bir kadının girip sağ salim çıkamayacağını söylemişti ve haklıydı. Dilhan düştüğü cehennem çukurunda büyük bir parçasını kaybetmişti. Bunu gözlerinde görebiliyor, duruşundan dahi anlayabiliyordum.

"Bahsettiğin yerin olayı bu," dedi Hektor. "O bölgedeki mekânların insan haklarından haberi yok. Herhangi bir mekâna girersen orada çalışmaya başlarsın. Kadınların gidiş amacı bu olarak görülür ve kabul edilir."

İnanamıyor, bunu kabul edemiyordum. Tayland cennet gibi bir ülkeydi. Doğasıyla insanı büyülerdi ama bir yanında cehennemi de bulunduruyordu. Gerçi bu Tayland'a özel bir durum değildi. Dünyanın her yerinde güzelliğin yanına çirkinlik iliştirilirdi. Göz dolduran manzaraların altında bataklıklar saklanırdı. Çünkü insan kılığına girmiş iblisler her yeri kuşatmıştı.

"Keşke bunu bir ay önce biliyor olsaydım. Cahilliğim ve kibrim ile düşüncesizce hareket ettim. O kulübe adım attığım an hayatım kontrolümden çıktı. Yabancı bir kadındım ve beni her gören taze et olduğumu düşündü." Tek kaşı havalandığında puslu sesi çatladı. "Mekânın patronu da listenin ilk sırasındaydı. Şimdi anlıyorum ki tuzağa düşmemiş, o pusuya kendi ayaklarımla yürüyerek gitmişim."

Histerik kıkırtısıyla başını geriye atan kadın titrememe neden oldu.

"Bana o belgeyi gönderen kişi, mekâna adım atacağım an öleceğimi ya da bir ölüden farksız olacağımı biliyordu. Biri beni ortadan kaldırmayı o kadar çok istedi ki böyle bir plan tezgâhladı. Tabii, sonuçta öksüz bir kadınım. Delinin tekiyim, haber peşinde parçalanırım. Kimse yadırgamazdı benim gidip dönmememi." Bir damla yaş çenesine giden patikaya yol açtı. "Cansel dışında kimse merak etmezdi beni."

İçim yanıyordu.

Biri Dilhan'ı ekarte etmek istemişti ve bunun için mantıklı bir nedene sahip olan tek kişi Cansel Hanım'ın sevgilisiydi. Dilhan kaybolmadan önce tanınan ve saygı duyulan bir şirkette çalışıyor, haberlere çıkıyordu. Bu yüzden onu Cansel gibi öldüremez, cinayetten kolayca yırtamazdı. Aklını çalıştırarak bu korkunç planı hazırlamıştı. Dilhan'ın edindiği istihbaratın peşinden gideceğini biliyordu. Onu Kızıl Ejder'e gönderdiği an kendini yormadan öldürebilmişti. En azından buna inanmıştı.

Mantığımı zorlayan şeyler vardı. Peşimizdeki ruh hastası, Cansel Hanım'ın eski sevgilisiyse ve bütün bu kötülükleri Dilhan'a yaşattıysa neden onu bulmamızı istemişti?

"Kulübe girdikten sonra ne oldu?"

Tok sesiyle dağılan konuyu toparlamaya çalışan adama bakan kadın, konuşmaya devam etti.

"Mekânın patronu benimle konuşmaya başladı. İlk başta sorun etmedim. Bana içki ısmarlamasına müsaade edip ağzından laf almaya çalıştım. Ben sandım ki normal bir bardayız ve adamın teki bana asılıyor." Başını iki yana salladı. "Öyle değildi. Benden daha fazlasını istiyordu. Bunu kabul etmediğimde ise gururu incindi." Dişlerini sıkıp bakışlarını kaçırdı. "Beni adamlarına dövdürdü. Öyle büyük bir şiddete maruz kaldım ki bilincimi kaybettim. Beni öldürmeleri gerekirdi ama hâlâ iş görebileceğimi sanmış olmalılar."

Sanırım bayılacaktım. Duyduğum cümlelere karşı güçlü kalamıyordum ve tek kişi değildim. Az ötemde duran adam yüzündeki tiksintiye karışan öfkesiyle titriyor, yumruk yaptığı ellerini zar zor kontrol ediyordu.

"Uyandığımda konteynerin içindeydim. Gerçekten de Sibel Akkan'a giden bir sevkiyat vardı ve ben de ona yollanan diğer kızların arasındaydım." Yanağında biriken yaşları sildikten sonra tebessüm etti. "Aldığım istihbarat bir yere kadar doğruymuş."

Doğruyla temas eden yalanlar renk değiştirirdi.

Siyah ve beyaz göze kolay çarpardı ama gri dikkat çekmezdi.

"Senin kayboluşundan iki gün sonra o bölgede yabancı bir kadın cesedi bulunmuş," diye mırıldandığımda bu bilgiyi neden paylaştığımı bilmiyordum. Sanırım beynim durduğu için işlevselliğim ne yapıp diyeceğini şaşırmıştı. Dilhan bana bakarak iç geçirdi. "Orası cehennem gibiydi, Feray. Her gün düzinelerce kadının öldüğüne eminim. Asıl anlamadığım, benim neden ölmediğim?"

Sorusuna yanıt veren kişi Hektor oldu. "Çünkü dediğin gibi onun gururunu kırdın. Kendisine saygısızlık ettiğin için seni öldürmek değil, süründürmek istedi. Onu reddettiğin gibi satılacağın adamları reddedemezdin. Bu şekilde seni cezalandırıp egosunu tatmin edecekti."

Tamam, şimdi emindim ki istifra edecektim.

Dilhan işittiği sözlerin yarattığı etkiye karşı koyamadı. Oturduğu sandalyede sendeleyerek düşecek gibi olduğunda Hektor ile aynı anda ona doğru uzandık. Gözlerini yumup sağ elini şakağına bastırmaya başladığında, onu yorduğumuzu anladım. Kadın otuz küsür gündür bir konteynerin içindeydi. Sayısız travma geçirmiş, çok kötü şeyler yaşamıştı ve biz ona bütün acılarını hatırlatmakla kalmamış üstüne yenilerini eklemiştik.

"Tamam, yeter bu kadar," dedim endişeyle. "Senin uzanman gerek."

Kollarımı ona dolayarak doğrulmasına yardım ettim. Ağzının içinde bir şeyler gevelese de karşı çıkamadı zira bayılmak üzere olduğunun farkındaydı. Yavaş adımlar ile onu yatak odama götürüp uzanmasına yardımcı oldum. Üstünü örterek saniyeler içinde uykuya dalmasına şahitlik ettiğimde yüzüne bakmak, yüreğime kor bir alevin sarılmasına yol açtı. Daha gencecik bir kadındı ama yaşadıklarını unutmaya yetecek kadar zamanı yoktu. Bir ömür geçse yine de kötü günlerini geride bırakamazdı.

Odadan çıkıp ardımdan kapıyı kapattığımda sarsak adımlarla mutfağa ilerledim. Edindiğim her bilgi, ruhuma açılan yeni bir yara etkisi yarattığı için berbat hissediyordum. İşittiğim kısık ses yürüyüşümü noktaladı. Dikkat kesilerek Hektor'un konuşmasını duymaya çalıştım.

"Evet, mekânın adı Kızıl Ejder." Alçak sesle konuşan adamın sözleri beni olduğum noktaya çiviledi. "Patronu kim, orada ne haltlar dönüyor, her şeyi öğren ve beni haberdar et."

Dudağımı dişleyerek gözlerimi yumdum. Tabii ki öğrendikleri karşısında kayıtsız kalmayacaktı. Hektor zalimlik gördüğü zaman hiddetlenirdi. Yanlış bir şeyi sonlandırmadan içi rahat etmezdi. Tam olarak bu yüzden onun Hayalet olduğuna inanmıştım çünkü adaletsizliğe karşı savaşmak gibi bir huyu vardı. Yüzümdeki buruk tebessüm ile gözlerimi araladım. Bu özelliğine hayran olduğumu söylemeliydim.

Mutfağa adım attığımda konuşmayı sonlandırıp, telefonunu tezgâha bıraktı ve gözlerini yüzümde gezdirerek öylece dikilmeye devam etti.

Yanına ilişip kalçamı tezgâha yasladım ve kollarımı göğsümde birleştirdim. Bir süre sessiz kalarak öğrendiğimiz gelişmeleri aklıma kazımaya çalıştım. Artık belirgin bir şüphelimiz vardı. Cansel Hanım'ın eski sevgilisi hikâyemize bomba gibi düşmüştü. Kolundaki yıldız dövmesi tesadüf olamazdı. Dilhan ile tanışmak istememesi ve yüzünü gördükten hemen sonra kadının kayıplara karışması asla ama asla kaderin işi değildi. Peşimizdeki ruh hastası, o adam olabilirdi ama kafama yatmayan şeyler vardı.

"Sence bizi avlayan psikopat, Cansel Hanım'ın eski sevgilisiyse neden onu teşhis edebilecek tek kişiyi bulmamızı istedi?" Kafamın karışıklığı sesime vurdu. "Anlamıyorum, ilk önce kadından kurtulmak istedi sonra da onu bulmamız için ipuçları bıraktı."

Sorum üzerine aynı anda birbirimize baktık. Gözlerinden anlayabiliyordum, o da aynı şeyi düşünüyordu. İkimizin de şüpheleri hiç olmadığı kadar şiddetliydi.

"Cansel'in eski sevgilisinin sadece bir piyon olduğunu düşünüyorum. Bence bu oyunu tezgâhlayan başka biri. O adam sadece bir kukla." Gözlerini kısarak bakışlarını kaçırdı. Tekrar gözlerimin içine baktığında sorgulayıcı tavrının üstüne düşen öfkesi içimi titretti. "Ama dövmesi fazla kişisel. Yıldız sana ithaf edilmiş gibi."

"Adam bir piyon olsa dahi işimize yarar. Artık ona dair somut bir delilimiz var. O adamı bulursak peşimizdeki manyağı da buluruz."

"Aynen, artık gördüğümüz her adamın kolunu kontrol ederiz."

Tek kaşım havalandı. "Mantıklı."

Gözlerini devirip bana baktığında omuzlarımı silktim. Dalga geçiyordu ama ben ciddiydim. O dövme bize bir yol sunarak şüpheli listesini daraltırdı.

"Diyelim ki peşimizdeki manyak, Cansel Hanım'ın eski sevgilisi." Gözlerine tutunup bedenimi ona doğru çevirdim. "Amacı bizimle oyun oynamak. Bizi bir araya getirmek için bir başlangıç yaratması gerekiyordu. Bunu da Cansel Hanım'ın hayatına sızıp galerideki tabloyu çalarak yaptı. Cesedi benim bulmamı istedi çünkü ortada ölen bir kadın varken tereddüt etmeden ateşe atlayacağımı biliyordu."

Hektor benim gibi adımları takip ederek teori üretti. "Bence Cansel'i öldürmek niyetinde değildi çünkü Cansel'in o saatlerde galeride olmaması gerekiyordu. Belki de Cansel adamı iş üstünde yakalayınca ardında tanık bırakmamak için onu öldürdü."

Başımı yavaşça iki yana salladım ve bu tezini geçersiz kılarak konuştum. "Bilemiyorum. Cansel Hanım başından beri denklemde olmalı gibi geliyor. Sonuçta ikinci zarfı onun kitabının arasında buldum. Katil, Cansel Hanım öldükten sonra odasına gireceğimi ve zarfı bulacağımı biliyordu."

Fikrim aklına yatmamış olmalıydı.

"Belki de birinci zarftaki Milena'ya Mektuplar atfını, Cansel ölse de ölmese de bulacağını düşündü. Ya da Cansel öldükten sonra oyunun seyrini değiştirerek böyle bir iz bıraktı."

Açıkçası bu da mantıklıydı.

"Tamam, öyle olsun," diyerek giriş bölümünü geçtim. "İkinci zarf beni sana getirdi. Bizi birleştiren oydu. Sonra tablo çalındı ve onu bulduğumuzda üçüncü zarfı da elde ettik. Yani her zarf bir sonrakine giden basamak oldu. Şimdi ne değişti? Dördüncü zarf nerede ve niye onu değil de Dilhan'ı bulduk?"

İkimiz de bu sorulara cevap veremiyor, tahmin dahi yürütemiyorduk.

Kendime bir tablo hazırlamam gerekiyordu. Evet, herkesin resmini panoya yapıştırıp olayları anlatan küçük kâğıtlar yazmalıydım. Aksi takdirde birbirine giren beynimin içinde can verecektim. Normalde odaklanabilen bir insandım ama bu saçmalıkta o kadar faktör ve etken vardı ki sürekli dikkatim dağılıyordu.

Yanımdaki adamın çalan telefonuyla düşüncelerimden sıyrıldım. Ardına dönerek tezgâhın üzerinde duran cihazı aldı. Bakışlarım ekrana kaydı. Bahri amcanın aradığını görmem ile endişelendim. Dün onun yanına bıraktığımız kız hakkında kötü bir gelişme duyarsam artık gerçekten olduğum yere bayılır, bir süre de ayağa kalkamazdım.

Hektor aramayı yanıtladığında dudaklarımı kemirmeye başladım.

"Efendim?"

Yanına yanaşarak parmak uçlarımda yükseldim ve kulağımı cihaza yaslamaya çalışıp Bahri amcanın sesini duymaya çabaladım.

"Hektor, kız uyandı," diyen adamın sözlerini işitmek rahatlamama neden oldu. Yüreğimin üstündeki sızı şiddetini azaltmış, bir gülümseme dudaklarıma yayılmıştı. Ardından duyduklarım ise mutluluğumun kısa sürmesini sağladı. "Ama pek iyi değil. Beni görünce korkup ağlamaya başladı. Konuşmaya çalıştım ama dinlemedi bile."

"Tamam, ben yarım saate orada olurum."

Hektor telefonu kapattığında yanından ayrılıp salona doğru yürümeye başladım. "Ben giderim, sen Dilhan ile kal." Koltuğun üstünde duran ceketimi aldım. "Kız, hemcinsini görürse kendini daha güvende hisseder."

Ceketi üzerime geçirip ardıma döndüğümde, bir duvar gibi karşıma dikilen adam kaşlarını çatmıştı. "Evet çünkü Dilhan uyandığında evde benimle yalnız olduğunu anlarsa kendini çok güvende hisseder."

Göz ucuyla koridorun sonunda kalan odaya baktım. "Daha yeni uyudu, hemen uyanmaz. Ben gider gelirim çabucak."

"Nereye gideceğini bile bilmiyorsun," diyen adama gözlerimi devirip kapıya yöneldim. "Bana adresi mesaj ile yollarsın."

Daireden ayrılıp asansöre doğru hızlı adımlarla ilerlediğimde, peşimden gelen adam beni vazgeçirmeye çalışmaya devam etti.

"Feray, olmaz." Sesindeki tınıdan sabrının tükenmek üzere olduğunu anladım. "Taksiyle oraya gidemezsin yol çok ıssız."

Daha fazla vakit kaybetmek istemiyordum. Saat neredeyse altıydı ve tartışmamız saçmaydı. Adı Mint olan o genç kız bana bakarak ona yardım etmemi istemiş, bana yalvarmıştı. Şimdiyse korkuyor, kendini güvende hissetmiyordu. Beni görürse rahatlardı. Ayrıca benim de onu görmem gerekiyordu. İyi olduğuna emin olmalıydım.

Bu yüzden asansörün kapısını açıp Hektor'un ardımdan gelemeyeceğini düşünerek kendimi içeriye attım. "Merak etme, bir şey olmaz. Sen konumu yolla yeter."

Asansöre girip ardımdan kapıyı kapattım ve giriş katının düğmesine basarak sırtımı aynalı kısma yasladım. Saniyelik bir zaman diliminde açılan kapıyla gözlerim bakışlarını buldu. Öfkesine eklenen korkuyla bana bakan adam düşünmeden asansöre bindi. Hissettiğim şaşkınlıkla dudaklarımı araladığımda itiraz edecektim ki asansör çalışmaya başladı. Kaskatı kesilen bedeniyle iki adım ötemde dikilen adamın beti benzi atmıştı.

"Hektor!" diye yakardığımda yaptığı hareketin saçmalığını sorgulamak istedim. Bir şey söyleyecek gibi dudaklarını araladı ama sesi çıkmadı. Dudağımdan dökülen küfürler ile alt katın düğmesine basıp yolculuğumuzu kısa kesmek istedim ama başarılı olamadım. Aniden duran makineyle asansör hareket etmeyi bırakmıştı.

Bu bir şaka olmalıydı.

Bakışlarımı içinde mahsur kaldığımız küçük kutuda dolaştırdım. Havalandırma çalışıyor, ışıklar yanıyordu. Yani elektrikler kesilmemişti. Sanırım yıllık bakımlardan biri atlandığı için motorda oluşan arıza bu saçmalığa neden olmuştu. İnanamıyor, olanları algılayamıyordum. Kırk yılın başında asansöre binmiştik ve o da bozulmuştu.

Endişeyle parlayan gözlerimi karşımdaki adama çevirdiğimde soluğum kesildi. Gördüğüm tablo kalbimi binlerce parçaya böldü. Hektor'un geniş ve yapılı bedeni titriyordu. Teni bembeyaz olmuş, dudakları aralanmıştı. Gözlerine yerleşen dehşet dolu azap, aklımın keskinliğini biledi. Tepki vermiyor, konuşmuyor, sanırım nefes dahi almıyordu.

Tamamen transa geçmiş gibiydi.

Kendime duyduğum sinirle içten içe söylendim. Neden peşimden gelmişti ki? Ve ben neden onu korkusuyla sınayarak bu demir yığınına binmiştim?

"Hektor."

Sesimde hayat bulan ismini duymadı. Zihnine hapsolmuş bir adam vardı karşımda. Katran karası gözleri boşluktaydı. Alnında birikmeye başlayan terlere hızla inip kalkan göğsü eşlik ediyordu. İyi değildi. Bunu fark etmek beni alarma geçirdi çünkü karşımdaki adam her an krize girebilirdi.

Yanından sıyrılıp asansörün tuşlarına bastım. Zil şeklindeki alarmı defalarca kez tuşlasam da ses duyulmadı.

Kalbimi ele geçiren pişmanlığa kendime duyduğum nefret eklendi. Biri asansörün bozulduğunu fark edene dek burada kalmamız gerekebilirdi. Hayır, bu olamazdı. Hektor o kadar süre kapalı bir alanda duramazdı. Buradan hemen çıkmamız gerekiyordu.

Ona bir şey olacak korkusuyla titreyen parmaklarımı yanaklarına iliştirip gözlerine baktığımda, dokunuşumla soluklandığını fark ettim. Tenine temas eden tenim, nefes almasını sağlasa da içine düştüğü boşluktan onu çıkartamamıştı. Hâlâ transtaydı. Bana bakmıyor, beni görmüyordu. Alnından süzülen terlere ardından titremesini artıran bedenine baktım. Bu haline şahitlik etmek, ölmeyi dilememe neden oluyordu.

"Bana bak." Kırılgan sesimi işitse de tepki vermedi. "Bana bak, Hektor." Yanaklarını okşayıp varlığımı ellerine sundum. "Korkmana gerek yok, ben buradayım."

Sözlerim ona işlemiyordu. Dokunuşlarımı bile fark etmiyordu.

Bir puttan farksız öylece duran adamın omuzlarına dokunarak onu yana çekmeye çabaladım ama kıpırdamadı. Göğsünün üstüne yerleşen avuç içlerimi döven kalp ritmi endişemi ikiye katladı. Deli gibi atan yüreği her an bedeninden çıkıp ellerime düşecek gibiydi. Dudaklarını açıp kapattığında bir şey söylemeye çalıştığını düşündüm ama dediğim gibi zihnine öylesine hapsolmuştu ki etrafında bir ben olduğumu bile görmüyordu.

Yanından sıyrılarak asansör kapısını yumrukladım ve bağırmaya başladım. "Yardım edin! Kimse yok mu?" Avazım çıktığı kadar haykırmam üzerine birilerinin beni duymasını diledim. "Asansörde kaldık. Yardım edin!"

Elimi defalarca kez kapıya vurmaya devam ettim. Saniyeler birbirinin üstüne devrilirken çelik kapıya bir tekme attım. Bu şuursuz hareketim ile içinde bulunduğumuz kutu sallandı. Aniden hareket etmesi ardımdaki adamın dengesini sarstı. Hektor aynalı bölmeye sırtını dayayarak sağ eliyle yakasını çekiştirmeye başladığında berbat bir haldeydi. Ona dönerek gözlerimi üzerinde gezdirdim.

Güzel yüzü daha önce görmediğim bir korkuyla süslenmişti. Bedenindeki titreme mümkünmüş gibi şiddetini artırmıştı. Ara ara soluklanıyor, doğru düzgün nefes alamıyordu. Gözlerinin üstüne bir perde örtülmüştü.

Savaşta kalmış bir askerden farksızdı. Burada ve benimle değil, zihnindeydi.

Ona doğru hareket edeceğim esnada titreyen sesinden can alıcı bir komut döküldü. "Yaklaşma."

Bakışları ardımdaki boşluğa odaklıydı ve her geçen saniye daha kötü görünüyordu. Sırtını kaydırarak yavaşça yere oturduğunda, bacakları küçük alana sığmadı. Dizlerini kırarak bacaklarını kendine çekti ve titreyen parmaklarını saçlarının içinden geçirdi.

"Hektor." Bir mırıltı halinde dudaklarımdan dökülen ismiyle ona doğru adım attığımda, yerimden sıçramama neden olan bir hiddetle haykırdı. "Yaklaşma!"

Gözlerindeki korkunun yerini yavaşça öfke ele geçirdi. Beklemediğim bir anda kendine vurmaya başladığında buz kestim. Ellerini başına geçiriyor, aklından bir şeyi atmak ister gibi kendine zarar vermeye çalışıyordu. Sanki zihninde yankılanan bir şeyler vardı ve attığı her darbede onları öldürmeyi deniyordu.

Suratını ele geçiren ifade bana öylesine yabancıydı ki ürperdim. Artık tamamen içinde bulunduğumuz andan soyutlandığını düşünüyordum. Her şeyi ve herkesi unutarak sadece zihninde yaşamaya başlayan adam, dakikaları yaratan saniyelerin ardından mırıldandı. İlk başta sözlerini işitemedim çünkü daha çok fısıldar gibiydi. Kendine vurmayı bırakıp sadece sarf ettiği kelimelere odaklanmaya çalışırcasına gözlerini yumdu. Başını geriye attığında titremesinin şiddetini azaltan tekerlemeyi işittim.

"Bir yıldız kaydı, iki yıldız kaydı, üç yıldız kaydı, dört yıldız kaydı."

Onun dudaklarında intihar eden sözler, benim ruhumu hayata döndürdü. Puslu zihnimin derinliklerinde iki ses yankılandı. Biri küçük bir kız çocuğuna, diğeri ise ufak bir oğlana aitti. Birlikte tekerlemeyi mırıldanıyor ve acılarının geçmesini bekliyorlardı. Öylesine gerçektiler ki bir an içinde bulunduğum anın sahiciliğini sorguladım.

Hatıralarımdan yayılan buruk acı kalbimi hançerledi.

Tekerlememi söylüyordu.

Karanlıktan korktuğumda zikrettiğim kelimeleri tekrarlıyor, kendi korkusunu böyle yenmeye çalışıyordu. Bunu bilinçsizce yapıyor, alışkanlığı yüzünden istemsizce mırıldanıyordu.

Nasıl bilebilirdi?

Benden başka kimsenin dilinde var olamayan bu tekerlemeyi nasıl bilebilirdi?

Ruhuma zincirlenen Gece beni dürtüyor, sorularımın cevabını bildiğini söylüyordu. Ona bakmak, doğruları işitmek istemiyordum. Hektor'u ilk gördüğüm andan beri ona niye aşinalık duyduğumu öğrenirsem bunca zaman kabullenemediğim her fikrim için pişmanlık duyardım. Ona dokunduğumda, sesini duyduğumda kalbimin ritmini değiştirdiğini görmezden geldiğim için kendimden nefret ederdim.

Bu doğru olamazdı.

Bu doğru olmamalıydı.

Tekerlemeyi sayıklayan adama baktım ve gözündeki tırnak izine odaklandım. Küçükken âşık olduğu, babasının arabasını çalarak görmeye gittiği, karanlık korkusu yüzünden onu sakinleştirmeye çalışan küçük oğlanı yaralayan kişi bendim.

Hektor'un ilk aşkı, Gece'ydim.

Tekerlememi biliyor olmasının başka açıklaması olamazdı. Bu mümkün değildi. Her şey ortadaydı. Tanıştığımız ilk andan beri hissettiğim bütün şüphelerim doğruydu. Bu yüzden bir araya getirilmiştik.

Mazimiz ortaktı ve geleceğimiz de bir edilmeye çalışılıyordu.

"Yedi yıldız kaydı, sekiz yıldız kaydı, dokuz yıldız kaydı," dedi geçmişimin parçası.

Onu hatırlamıyordum.

Tekerlememi bilen bu adamı hatırlamıyordum. Onu tanıdığımı bütün hücrelerimde hissediyordum lâkin geçmişimdeki varlığını anımsayamıyordum.

Sol gözümden akan yaş yanan kalbimin üstüne düştü. Mantığım bile susmuş, duygularımı dinlemeye başlamıştı. Neler olduğunu bilmiyordum fakat yapmam gereken şey ortadaydı. Benim zayıf noktalarımda dayanağım olan adamın, zayıf noktasında dayanağı olmalıydım. Titreyen bacaklarımı harekete geçirerek ona doğru adımladım. Bacaklarının arasında ilerleyerek, girdiği transtan çıkamayan adamın önünde diz çöktüm.

Vereceği tepkiden korkmadan bedenimi ona iliştirdim ve sağ dizine oturarak kollarımı boynuna doladım. Sıcaklığım buz kesen tenini etkisi altına aldı. Boynundaki damarın üstüne bıraktığım parmaklarım kalbinin ritmiyle kutsandığında gözyaşlarıma engel olamadım.

Zihnimdeki Gece, bütün varlığıyla karşımdaydı. Geçmişinin bir parçası olan adama yaklaşmak, onu güvende kılıyordu çünkü kendini evinde gibi hissediyordu.

O halinden memnundu, ben ise delirmek üzereydim.

Siyah saçlarını okşadığım adamı kendime doğru çekerek başını göğsüme yasladığımda, tekerlemesine eşlik ettim. "On bir yıldız kaydı, on iki yıldız kaydı, on üç yıldız kaydı."

Bana azap veren saniyelerin ardından kokumu içine çekerek kollarını belime dolayan adamın titremesi azaldı. Başımı eğerek ona baktığımda gözlerini yumduğunu gördüm. Yuva bellediği göğüskafesime sızan adam, soluklanıyordu. Kokumu içine çektikçe sakinleşiyor, yavaş yavaş kendine gelmeye başlıyordu. Bedenimi öyle sıkı sarmalamıştı ki canım acıyordu lâkin yüreğimdeki sızı daha şiddetliydi.

Yüzünü okşayarak her detayına minnet ettim.

Şimdi daha net görüyordum.

Ona her yabancı gibi davrandığımda, benim için öyle olduğunu söylediğimde neden yüzünde kırgın bir ifade oluşuyordu artık daha iyi anlıyordum.

Kalbimin ritmini dinleyerek titremesini sonlandıran adamın kulağına doğru fısıldadığımda, dakikaların ardından rahatlamaya başladığını gördüm. "Yıldızları düşün, Hektor. Göz alıcı yansımalarını hayal et."

Varlığımda şifa bulan adam başını kaldırıp kendini geriye attığında, kucağında minicik kaldım. Bir saniye olsun bakışlarımızı ayırmamış, bizi birbirimize mühürlemek ister gibi beni daha sıkı kavramıştı. Uykusundan uyanmış gibi sersemlemişti. Göğsünün üstünde asılı kalan elimi kavrayarak parmaklarımı nazikçe okşadığında tok sesindeki boğuklukla konuştu. "Teşekkür ederim."

Katran karası gözlerine yerleşen sıcaklık kalbimi dağlıyordu.

Yüzüme buruk bir tebessüm yerleştirdim. Uzanıp buz kesen parmaklarıyla gözyaşlarımı sildi. Mahcup ifadesiyle bakışlarını kaçırdığında çalışan asansör ikimizin de dengesini sarstı.

Bana bir ömür gibi gelen dakikaların ardından asansör dairelerimizin olduğu katta durmuştu.

Titreyen bedenimi doğrultmaya çalışıp başarısız olduğumda, Hektor belimdeki kolunu iyice etrafıma doladı ve kendiyle birlikte beni de kaldırdı.

Ondan uzaklaşarak demir kapıyı ittirip kendimi dışarıya attım. Ardımdan geldiğinde gözlerimi üzerinde dolaştırdım. Öylesine yorgun ve sersemlemiş gözüküyordu ki bu hali beni üzüyordu. O böyle kötüyken onu bırakıp gidemezdim. Bu yüzden parmaklarımı koluna yerleştirip sanki hiçbir şey olmamış, az öncesi yaşanmamış gibi mırıldandım. "Benim çok başım dönüyor. Uzanmam gerek."

Sertçe yutkunup hafifçe başını salladı. Belimdeki eliyle beni daireme doğru yönlendirdiğinde deli gibi atan kalbim, yavaş yavaş normal ritmine dönmeye başladı. Aralık kalan kapıyı ittirip içeriye girdik. Önüme düşen saçları kulağımın ardına sıkıştırdım. Hektor ardımızdan kapıyı kapattığında ceketimi omuzlarımdan kaydırarak çıkardım ve kanepeme doğru ilerledim.

Kararan hava yüzünden loş bir ortama dönen evimi aydınlatan kişi ardımdaki adam oldu. Yanan ışıklar ile karşılaştığım görsel ise ilk defa karanlıkta kalmak istememi sağladı.

Salonum bir mahşer alanından farksızdı. Kahve masasının üstündeki kitaplarım yere saçılmıştı, ortasında duran ve Afra'nın hediyesi olan seramik kâse parçalara bölünmüştü. Köşede kalan bitkim yere devrilmiş, toprağı parkelere yayılmıştı. Hiddetli bir kovalamacanın yaratmış olabileceği görsele bakarken neler olduğunu anlayamadım. Ardımda dikilen adamın şüpheyle etrafı taraması üzerine fark ettiği detay küfretmesine neden oldu.

Bakışlarını takip ederek onu dehşete düşüren şeyi gördüm.

Tekli koltuğumun hemen ardında yerde yatan bir beden vardı.

O tarafa doğru aceleyle yürüyüp parkelerime uzanmış kadının tamamını görüş alanıma soktuğumda, nefesim kesildi. Yukarıya bakan avuç içlerinin birinde siyah kâğıttan yıldız origamisi, diğerindeyse kırmızı zarf vardı. Kızıl saçlarını etrafa saçan kadının bedeninden oluk oluk kan akıyordu. Kalbinden beraat eden kanlar bedeninden kayarak zemini kırmızıya boyuyordu. Yeşil gözleri açıktı ve doğruca bana bakıyordu.

Işığı sönmüş, ruhu çalınmıştı zira artık bir ölüydü.

B Ö L Ü M   S O N U

Seviliyorsunuz!

Continue Reading

You'll Also Like

2.8K 440 5
Kitabın Geçtiği Tarih: 1940-1950 yılları Kitabın Türü: Gerilim/Gizem Kitapta Sizi Bekleyenler: -Psikolojik Gerilim, -Hastalıklı bir aşk hikayesi...
763 59 4
"Adı hiç duyulmamış o adalet, kan gölüne düşen nettis gururu. Sen, seni var eden nefretin içinde boğulurken menferin içinden çıkıp gelecek; ıssız vad...
66.9K 270 2
Kitap düzenlemeye girmiştir anlam hatları olabilir düzenleme bitene kadar başlamamız önerilir "Ada abla biraz gezelim mi Babam sen ben üçümüz " dedi...
5.3M 218K 18
🍁 Cehennemin Soğuk Haritası kitabının yazarından Gizem-gerilim türündeki bu hikâyede, korku dolu anlara kapılarınızı aralamak ister misiniz? ▪️◾◼️G...