PERSONA

By KathyCalanthe

958K 47.5K 33.2K

KARANLIK VE AYDINLIK SERİSİ / KISIM I Feray Eldem, psikoloji okurken aynı zamanda Karaköy'de bir sanat galeri... More

PERSONA / Karanlık
KOD ADI: Akhilleus'un Öfkesi
KOD ADI: Katil Ressam
KOD ADI: Chiaroscuro
KOD ADI: Gece
KOD ADI: Truva Atı
KOD ADI: Kayıp Leonardo ve Mesih
KOD ADI: Gizemli Sanat'ın Üçlemesi
KOD ADI: 11:11
KOD ADI: Aden Bahçesi
KOD ADI: Ambivalans
KOD ADI: Muhteşem Gatsby
KOD ADI: Maça Papazı ve Kupa Kızı
KOD ADI: Varolmayan Ülke
KOD ADI: Sırların Efendisi
KOD ADI: Kadın Ruhu
KOD ADI: Kendini Doğrulayan Kehanet
KOD ADI: Cehenneme İniş
KOD ADI: Işığın Karanlıktan Ayrılması
PERSONA KİTAP OLUYOR!

KOD ADI: Lux Noctis

13.9K 1.2K 1.4K
By KathyCalanthe


Bölümü beğenmeyi ve yorum bırakmayı unutmayın, özellikle satır arası yorumlarınızı eksik etmezseniz beni çok mutlu edersiniz.
Seviliyorsunuz! 🖤




KOD ADI: LUX NOCTIS

"Gecenin ışığı, karanlığın tek umuduydu."





Bir babanın gözyaşı çok şey ifade ederdi.

Sarsılmaz zannettiğin kalenin duvarlarının çatlaklarla döşenmiş olması, kalenin içinde yaşayan prensesin kendini güvende hissetmemesine neden olurdu. Benim duvarlarım üstüme yıkıldığında tahtımın sağlam olmadığını biliyor oluşum hayal kırıklığımın şiddetini azaltmıştı.

Yine de insan yenilmenin verdiği acıyı kolay kolay kaldıramıyordu.

Öfke, insanı yoruyordu.

Bitkin bir ruh haline bürünmemin nedeni dünyaya duyduğum kızgınlıktı. Başıma gelen her şeyin mimarı olarak kendimi görürdüm. Kararlarımın etrafımı çevreleyen dikenli teller olmasına alışmıştım. Kontrol bende olduğu sürece dengeyi kaybetmekten çekinmezdim. Şimdiyse bu inanca sahip değildim çünkü hikâyemi yazan kalemi artık ben tutamıyordum.

Hastalıklı bir zihin romanımı ele geçirmişti.

Onun parmaklarında hayat bulan her kelimede hikâyem daha karmaşık ve kasvetli bir hale bürünüyordu. Beni öldürmeyi dilemeyen zihniyet varlığımı süründürmekte kararlıydı. Aksi takdirde iki gün önce yaşananlar gerçekleşmezdi.

Büyükada'da bulunan o eski ve harabe köşkten çıktığımızdan beri aklımı ve bir parçamı o köhnelikte bırakmış gibi hissediyordum. Sanki bir yanım sonsuza dek orada kalacaktı.

Peşimizdeki ruh hastası bizi yüzleştirerek günahlarımızdan arındırabileceğini düşünmüştü ki bunun bana mantıklı gelen bir yanı yoktu. O virane yerde başımıza gelen tek şey, daha fazla bilinmezlik olmuştu. Gizem kavramı her defasında dönüp dolaşıp yüzüme çarpıyordu. Bir tokat gibi zihnime inen bu gerçeklik beni tüketiyordu.

Hayatına aldığı insanları dikkatle seçen kız, aslında bu işte pek de iyi sayılmazdı. Bunun doğruluğundan iki gün önce emin olmuştum çünkü en yakın arkadaşım dediğim kadının benden sakladığı şeyi öğrenmiştim. Ardını bilmesem de önümde duran şey belirgindi.

Afra, Cansel Hanım'ın ölümünü duyduğunda bile bana aslında onu tanıdığını, Taylan ile bir ilişkisi olduğunu anlatmamıştı. Bunu neden yaptığını öğrenmek için bir çıra misali yanıp tutuşuyordum fakat her şeyin bir sırası vardı. Önceliğim bir başkasına aitti.

Bu oyunda benim gibi bir piyon olan adamın sözlerini zihnimden silip atamıyordum. Sarf ettiği iki cümleyle beni felakete sürüklemişti. Aklımın bir köşesinde kendine yer edinen on bir yaşındaki çocuk zihnimi talan etmekle meşguldü.

On bir yaşındayken katil olan adamı, buna iten şey ne olabilirdi?

Bu soruya verebileceğim mantıklı bir cevap yoktu. Olsa dahi geriye boşluklar kalıyordu çünkü Hektor ilk cinayetim diyerek diğer ihtimallere kapı açmıştı.

Onun Hayalet ismindeki şehir efsanesi olduğunu düşündüğüm günü anımsadım. O fikre sığınarak aklımda kendisini yargılamış, cezalandırmış ve aklamıştım çünkü inancım vardı. Yaptığı şeylerin vicdanı doğrulukların eseri olduğunu düşünmüştüm. Şimdiyse emin değildim. Bir yanım aklımı kaçırdığımı söylüyor, ondan kaçmam gerektiğini haykırıyordu. Diğer tarafım ise ondan öylesine emindi ki sonsuz ve gereksiz bir inançla varlığına tutunmak istiyordu.

Beni bu denli aptallaştıran şey, ona her baktığımda içimde yeşeren çiçekler olabilir miydi?

Eğer öyleyse bitkilerimin kanla sulanacağını hesaba katarak hareket etmeliydim.

Belki de bu kadar negatif düşünmemeliydim. Konuşmalarımız her zaman belli kalıplara dayanmazdı. Ben babamın ölümüne neden olduğumu söyleyerek kendimce varlığımı etiketliyordum. Bunu yapmamın nedeni vicdanen duyduğum suçluluktu. Belki Hektor da aynı yönteme başvuruyordu. İlk cinayetimi işledim derken mübalağa ediyor olabilirdi. Benim gibi birine zarar verdiğini düşünerek kendine acı çektiriyor, zihninde ruhuna işkence ediyordu. Bu ihtimal bana daha inandırıcı geliyordu çünkü aklım küçük bir çocuğun cinayet işleyebilmesini algılayamıyordu.

"Feray Hanım."

İşittiğim sesle zihnimden düşerek fani dünyaya çarptım ve başımı kaldırdım. Bana bakan adamın yüzünde bir tebessüm vardı. Kapının önünde durup bir elini cebine atarak, gözlerini üzerimde dolaştırıyordu. Gülümsemesine karşılık vererek oturduğum sandalyeden kalktığımda, adam yanında dikildiği kapıyı aralayarak içerisini işaret etti. "Buyurun, lütfen."

Odaya girip siyah pantolonumun üstüne giydiğim aynı renk dar korseyi düzelttim. Dekolteden taşabilecek gibi duran göğüslerimi siyah paltomun altında kalan beyaz gömleğim ile örttüm. Kâküllerimi hizaya sokup huzursuzca kırmızı rujumu yedirmeye çalışır gibi dudaklarımı birbirine sürttüm. Yüzümdeki tebessümle odanın içinde ilerleyen adama baktığımda tok sesiyle konuştu.

"Kusura bakmayın, beklettim," diyerek masasının ardında kalan sandalyesine oturduğunda ayakta durduğumu fark etti. Doğrularak az ilerimde kalan sandalyeyi işaret etti. "Oturun, lütfen."

Sözleriyle gösterdiği yere geçtim ve omzumda takılı duran çantayı yere bıraktım. Bacak bacak üstüne atıp dizime gelen çizmelerimi çekiştirdim. Paltomu üstümden çıkardığım sırada masanın diğer tarafında kalan adamın sesini işittim.

"Bir şey içer misiniz?"

"Teşekkürler ama istemiyorum."

Arkama yaslanıp bakışlarımı karşımda kalan adamda dolaştırdım. Kırklı yaşlarında, oldukça yakışıklı ve bakımlı biriydi. Üzerine geçirdiği takım elbisesiyle yapılı vücudunu örtmüştü. Sarı saçları özenle taranmış ve şekillenmiş gibiydi.

Parmaklarını birbirine dolayarak yüzündeki tebessümle konuştuğunda, sesinin görüntüsüne tezatlık oluşturan bir inceliğe sahip olduğunu algıladım. "Gecikme için üzgünüm ama sizi görmeyi beklemiyordum. Uzun zamandır ortalarda yoktunuz. Umarım iyisinizdir."

"İyiyim, teşekkür ederim," diyerek doğrulduğumda derin bir nefes aldım. Vakit kaybetmeden konuya girmek istiyordum. "Babamla çalıştığınızı öğrendiğim ilk andan beri bir gün size işimin düşebileceğini biliyordum. Bu yüzden gözümü üstünüzden ayırmamaya çalıştım ve sanırım başardım."

Dudağımın kenarı kıvrıldığında karşımdaki adamın gözlerinde yeşeren kıvılcımları gördüm.

"Kendinizi iyi gölgeliyorsunuz." Bakışlarımı lüks ve pahalı bir zevkle döşenmiş olan odada dolaştırdım. "Görünüşte hukuk bürosu ama perde arkasında paralı asker."

Masanın ardında duran adamın feleğini şaşırttığımı fark etmek gülümsememi genişletti. Yüzündeki ifade komik bir hal almıştı.

"Endişelenmeyin. Sizle zıtlaşmak değil, anlaşmak niyetindeyim."

Az ilerimde duran adam yutkunarak âdemelmasını oynattığında arkama yaslandım. Bakışlarını üzerimde dolaştırarak ciddiyetimi ölçtü. Kararlılığımı görmesini umut ettim. Saniyelerin ardından az önceki kibarlığından eser barındırmayan bir tavır ile konuştu.

"Nasıl bir anlaşmadan bahsediyoruz?"

Hayatımın hiçbir döneminde üstünkörü hareket etmemiştim. El yordamıyla yol bulmaya çalışmak âdetim değildi. Bir şeyi istiyorsam alırdım. Yıllarca bu şımarıklığımın üstünü örtmeye çalışmıştım lâkin şimdi vakti gelmişti. Küçük prenses, krallığı saldırıya uğradığında korkup saklanabilirdi ama büyüdüğünde bir kraliçe olarak topraklarına geri döner ve hakkı olanı alırdı. Benim de yapmam gereken buydu.

Kontrolü elime almalı, iplerimi kesmeliydim.

"Babam geçmişimi sizin yardımınızla yok etti. Aksi takdirde ünlü ve saygın bir aile iki günde tarihten silinemezdi." Histerik bir tebessüm dudaklarıma yayıldı. Kızgınlığım geçmişimi kirleten alçaklaraydı. "Ailemin ve benim yeni kimliklerimizin mimarının siz olduğunuzu biliyorum. Babamın kimsenin bizi bulamaması için size milyonlar saçtığını da biliyorum." İç geçirerek tek kaşımı kaldırdım. "İtiraf etmeliyim, işinizde mükemmelsiniz."

Karşımdaki adam lacivert kravatını düzelterek gülümsediğinde, kendiyle gurur duyduğunu belli etmekten çekinmedi. "Teşekkürler."

"Şimdi de benim istediğimi yapmanız gerek."

Sözlerim ile ciddileşen ifadesine baktım. Mavi gözlerini bana diken adam, arkasına yaslanarak gülümsediğinde sarf edeceği sözleri söyleyeceğini tahmin etmiştim.

"Parada anlaşırsak neden olmasın?"

"Beş bin yeterli bir meblağ mı?"

"Başlangıç için, evet."

"Anlaştık."

"İsteğiniz benim için emirdir," dedi adını dahi bilmediğim adam. Doğrularak bakışlarımızı ayırmadan konuştuğunda, sesine yansıyan keyfi sezdim. "Dileyin benden ne dilerseniz."

İki hafta önce tek arzum, haz alamadığım ve mutluluğu nadiren tadabildiğim hayatımda savrulmak, ölüm kapımı çalana dek oyalanmaktı. Geçmişimi önemsememiş, onun karanlıkta saklanmasını umursamamıştım. Böylesi işime gelmişti. Şimdiyse her şey gözüme farklı gelmeye başlamıştı. Sanki kara gözlü adamın gelişiyle birlikte uyuşuk bir halde duran benliğime bir akım verilmişti. Canlanan ruhum açlık duyuyordu. Körelttiğim ne varsa sivrilmiş, kararan umutlarım yeşermişti. Aklımın kontrolünü ele aldığım her saniye kendimin daha çok farkına varıyordum. Pes etmek, stabil kalmak bana yakışmazdı. Bu zamana dek uslu durmuş olmam bile kabul edilemezdi.

"Geçmişimi istiyorum." Sıktığım dişlerimin arasından tıslarcasına konuştuğumda karşımdaki adam gerildi. "Derine gömdüğünüz ne varsa yüzeye çıkacak."

"Feray Hanım, babanız o olayla ilgili her şeyi imha ettirdi. Elimizde geçmişiniz ile ilgili tek bir belge bile yok. Üzerinden bu kadar zaman geçmişken de verileri tekrar elde etmemiz oldukça zor." Derin bir nefes alıp çatılan kaşlarımın süslediği yüzüme baktı. Geri adım atmayacağımı görmek başka bir çözüm yolu sunmasını sağladı. "İsterseniz araştırırım ama dediğim gibi yılların ardından güvenilir bir veri bulabilir miyiz, emin değilim. Her şeye sıfırdan başlamamız gerek."

"Başlayın o zaman," diyerek ayak direttim. Gözlerimi mavilerinden ayırmadan bütün ciddiyetimle inat ettim. "Kaçırılışımla ilgili elde edebileceğiniz her türlü bilgiyi istiyorum. Sadece o da değil, o günden sonra ailemin yaşadıklarını da öğrenin. Babamı intihara sürükleyen etkenin ne olduğunu bilmeliyim."

Hiçbir zaman inanmamıştım.

Belki de inanmak istememiştim.

Babamın zihnine yenildiğini düşünmek beni kahrediyordu. Bir neden olmalıydı. O soğuk ve karlı gecede silahın namlusunu şakağına dayayacak hale gelmesini sağlayan bir sebep olmak zorundaydı.

Psikolojik nedenler beni tatmin etmiyordu. Bana delil gerekirdi. Gözümün görmediği şeyi algılamaya çalışmaktan sıkılmış ve yorulmuştum. Mazimi hatırlayamıyor olmam, bilinçsiz kalmamı gerektirmezdi. Her detayı öğrenmeli, her olaya hâkim olmalıydım. Bu dileğimin ardında yatan başka bir motif daha vardı. Bizi avlayan ruh hastası, geçmişimi biliyordu. Benim bilmediğim şeyleri onun biliyor olması zihnime sunulan bir kabir azabından farksızdı. Önde olmak istiyorsam o manyağın hangi noktada mazime el attığını öğrenmeliydim.

"Peki, istediğiniz gibi olsun ama uzun süreceğinin altını çizmeliyim."

Başımı sallayarak bunun sorun olmayacağını belirttim. Aklıma değen düşünceyle şüphe duygumu sesime yansıtarak konuştum. "O zamana dair hiçbir şey hatırlamıyor musunuz? Sonuçta her şeyin üstünü kapatan insanlarsınız. Elbette bir şeyler anımsıyor olmalısınız."

Karşımdaki adam başını iki yana salladı.

"Sizin davanız sırasında ben çok gençtim. Aile işini birkaç yıl önce devraldım. Amcam sizin olayınızla ilgilenen asıl kişiydi. Kendisi de iki yıl önce öldü. Bir şey biliyorduysa da artık öğrenmemiz imkânsız. Ayrıca babanız siz ve ailenizi o olaya bağlayacak her detayı yok ettirdi. Sadece bizim elimizde değil, hiçbir yerde bu konuyla ilgili bir bilgi bulamazsınız." İç geçirdikten sonra kendini övmeyi atlamadı. "Ama merak etmeyin, işimde iyiyimdir. Ben isteğinizi yerine getirmek için her şeyi yapacağım."

İstemsizce tebessüm ederek onu onayladım. Ardından bakışlarımı kaçırdım ve ayağımı sallamaya başladım. Buraya gelişimin bir nedeni daha vardı. Sadece geçmişimi değil, bugünümü de bilmeliydim. Bu saçma oyunda bana yaverlik eden adam kudretli biriydi. Onu tanıyamıyor, anlayamıyordum. Her daim bilinmezlikleri harmanlayarak önüme sunuyor, bana bilmiş bir tavır ile yaklaşıyordu. Benim de aynı şeyi ona yapmam gerekirdi aksi takdirde ona karşı hep eğik dururdum. Dengeyi bulmalı, onun hakkındaki gerçeklere ulaşmalıydım. Karşı dairemde oturan, çoğu zamanımı birlikte geçirdiğim ve ruhumu yakan adamın tehlikeli bir katilden öte olduğunu sadece hissetmem yetmiyordu. Buna emin olmalıydım.

"Bir şey daha var." Başımı kaldırıp beni gözleyen adama baktığımda boğazımı düğümleyen arzumu dile döktüm. "Daha doğrusu biri. Hakkında öğrenebileceğiniz her şeyi bilmek istiyorum. En basitinden en karmaşığına kadar, bütün detayları bulmalısınız."                                                                

O biliyordu.

Nasıl öğrendiğini bilmiyordum lâkin gerçek adımı biliyordu. Bunu bir keresinde belli etmiş ardından salağa yatarak yalan söylemişti. Duvarda parıldayan baş harflerim onu gram şaşırtmamıştı ne de olsa bu beklediği bir gerçeklikti. Sadece ismim değildi üstelik karanlık korkumu da biliyordu. Zayıf noktası olan birini kolaylıkla ayırt edebileceğini söylemesi mantıklıydı çünkü bunu ben de yapabiliyordum. Fakat durum bundan daha öteydi.

"Kimlik bilgilerini verirseniz araştırırım."

"Sorun da bu," dedim isyankâr bir tonlamayla. "Adamın kimliği yok."

Karşımdaki adam kaşlarını çatarak afalladığını belli ettiğinde, doğru kelimeleri bulmaya çalıştım. Böyle söyleyince anlamsız gelen cümlemi destekleyecek kanıtlara sahiptim elbette lâkin hepsi oldukça absürd durumlardı.

"Feray Hanım." Sesine yansıyan şaşkınlık somutlaşmıştı. "Herkesin bir kimliği vardır."

Ama onun yoktu.

En azından insanlara gösterebileceği bir kimliğe sahip değildi.

Bu durum benim için büyük bir keşif gibiydi. Merakımın en yoğunlaştığı noktaydı. İki gün önce ben, kendi gerçekliğimi gözler önüne serdiğimde o da aynı şeyi yapmak zorunda kalmıştı. Tuşladığı yirmi iki rakamı isminin ve soyadının baş harfleriydi. Üç seçeneğin oluşturduğu kombinasyonlar düzinelerce idi ve her olasılık kayda değerdi.

"Herkes ona Hektor diyor. Soyadı yok." Bakışlarımı kaçırdım. "Varsa da ben bilmiyorum."

"Peki, Hektor hakkında bana ne söyleyebilirsiniz?"

Gözlerimi maviye bulanmış bakışlara çevirdim. Güzel soruydu. Yanıtım ise o kadar da çekici değildi. Kendi zihnimde bir liste yaratmıştım. Onun her detayını o listeye ekliyor, bir çıkarım elde etmeye çalışıyordum ama maddeler o kadar azdı ki bir sonuca varamıyordum.

"Kendisi karşı komşum olur." Boğazımda oluşan düğümü yutmaya çalıştım. "Ciddi ve mesafeli biridir. Her zaman bordo bereli edasında hareket eder." İç geçirerek zihnimde beliren hayalini tasvir ettim. "Siyah saçlı, beyaz tenli, kara gözlü, bir doksan altı boyunda. Maşallah dağ gibi adam," diyerek kulak mememi çekip az ilerimde duran masaya vurduğumda beni izleyen adam şaşkınlıkla kalakaldı. Ciddiyetime bürünerek konuşmaya devam ettim. "Çok güzel gülüyor, muazzam kokuyor. İnsanı bir bakışıyla taşa çevirir o derece çekici. Ama genel olarak çok gergin ve asabi." Gözlerimi kısıp mırıldandım. "Sanırım öfke sorunları var."

Odayı ele geçiren sessizlik kalbimin ritmini sekteye uğrattı. Dudağımdan dökülen kelimelerin garipliğini algılamak, oturduğum yerde huzursuzca kıpırdanmamı sağladı. Bana bakan adam aralık duran ağzını kapatarak başını salladı.

"Anlıyorum," dediği sırada attığı tuhaf bakışların altında ezildim. "Siz adamı gayet iyi tanıyor gibisiniz ama ben yine de araştırırım."

Masasının üstünde duran kâğıda not aldığını görmek rahat bir nefes vermeme neden oldu. Söylediklerimi dikkate aldığını bilmek yüreğime su serpmişti. Buradaki işimin bittiğini düşünerek ayaklandığımda paltomu alarak üstüme geçirdim. Yere bıraktığım çantamın sapını kavrayıp doğrulduğumda sandalyesinden kalkan adama baktım.

"Öyleyse sizden haber bekliyorum."

Başını sallayan adam bana elini uzatarak anlaşmamızı resmileştirdiğinde parmaklarını kavradım. Temasımızı sonlandırdığımda yüzündeki tebessüm ile sonunda kendini takdim etmeye karar verdi.

"Bu arada ismim Volkan." Masada duran kartvizitlerden birini alıp bana uzattı. "Bir şey bulursam sizinle iletişime geçerim ama herhangi bir durumda beni aramak isterseniz numaram burada yazıyor."

Kartviziti alarak gülümsediğimde gerek duymayacağıma emin olsam da sessiz kaldım. Odadan çıkarak kartı çantamın içine attım ve mekânı terk edip sokakta yürümeye başladım. Topuklu çizmelerimden yayılan ses tenha yolda yankılandı. Adımladığım kaldırıma doğru gelen taksiyi fark ettiğimde elimi kaldırdım. Beni görmesiyle duran sarı renkli aracın kapısını açıp arka koltuğa iliştiğimde gideceğimiz konumu belirttim.

"Karaköy, lütfen."

Taksici yola koyulduğunda çantamın içinde telefonumu aramaya başladım. Elime çarpan sert kâğıt ile içim titredi. Hissettiğim hayal kırıklığına eklenen öfkenin nedeni parmaklarımla kavradığım fotoğraftı. Çantamdan çıkarıp görüş alanıma soktuğum tabloya göz attığımda boğazım düğümlendi.

Afra'yı yıllardır tanıyordum. Bu büyük şehirde birbirimize sahip çıkıp yoldaş misali birlikte ilerlemiştik. Lâkin şimdi zihnimde filizlenen şüphenin salkımlarına dolanmıştım. Ruhumu zehirleyen yabancı, beni her şeyi sorgulamaya itmişti. Önümde duran gerçekler apaçık ortadaydı. Taylan ve Cansel Hanım'ın bir geçmişi vardı. Büyük ihtimalle galeride tanışıp görüşmeye başlamışlardı.

Peki Afra'nın bu ilişkideki yeri neydi? Ne ara birlikte yemeğe gidecek kadar samimi olmuşlardı? Ve en önemlisi benim bütün bu olanlardan nasıl haberim olmazdı?

Dakikaların ardından taksi durduğunda, ödemesini yapıp kendimi adeta araçtan attım. Hızlı adımlarla yürümeye başladığımda öfkem kamçılandı. Soğuk hava içimin buz tutmuşluğuna erişemiyordu.

Afra geçen sene kendine ufak bir dükkân kiralamıştı. Küçüklüğünden beri seramikle uğraşır, muazzam şeyler tasarlardı. Bir süre sonra bu hobisini işe çevirmişti. Şimdilerde kiraladığı o dükkânda hem zanaatını icra ediyor hem de yaptığı şeyleri satıyordu. Pazartesi günü yani bugün dersi olmadığı için dükkânda olmalıydı. En azından umudum bu yöndeydi zira köşeyi döndüğüm an hedeflediğim konuma varacaktım ve onu bulamazsam içimde biriken zehre yenik düşecektim.

Sola dönüp küçük dükkânın önünde durduğumda sertçe yutkundum. Açık tabelasında gözlerimi gezdirdikten sonra derin bir nefes alıp içeri girdim.

Çömlek makinesinin önünde duran kadında gözlerim dolaştı. Üzerine geçirdiği otantik şalvarı ve kazağıyla her zamanki şıklığından feragat etmişti. Sarı saçlarını topuz haline getirerek çıkan tutamlarını kulağının ardına sıkıştırmıştı. Ellerine bulaşan çamur ile vazosunu şekillendirdiği sırada başını kaldırdı ve beni fark etmesiyle gülümsedi.

"Feray, hoş geldin." Makinenin altında duran diskten ayağını çekip doğrulduğunda, kahverengi gözlerini kıstı. "Nereden çıktın sen? Bu akşam çizim yapacağını söylememiş miydin?"

Evet, öyle demiştim. Dün gece beni arayıp plan yapmak istemişti fakat kendimi hazır hissetmemiştim çünkü ne yapacağımı bilmiyordum. Onun gözünün içine baka baka hiçbir şey olmamış gibi davranamazdım. Yüzüm maskeli olabilirdi lâkin o maske sadece kendim içindi. Benim ötemdeki yalanlara tahammülüm olmazdı.

"Konuşmamız gerek," dediğimde kaşlarını endişeyle çattı. "Hayırdır, bir şey mi oldu?"

Çömlek makinesinin az ilerisinde duran ahşap masaya doğru adımladığımda Afra ellerini odanın köşesinde duran lavaboda yıkayıp yanıma geldi. Karşımda kalan banka otururken tedirgin bir tebessümü yüzüne yerleştirdi.

"Beni endişelendiriyorsun," diye mırıldandıktan sonra gülümsedi. "Çatlatma meraktan da anlat hadi."

Karşısında kalan banka oturup sıkıca kavradığım fotoğrafı masanın ortasına bir bomba gibi bıraktım. Kahverengi gözlerinin algıladığı görüntüyle güzel yüzüne korku ve endişe kombinasyonundan oluşan bir gölge çöktü. Nefes alamıyor gibi taş kesildi. Bakışlarımı mimiklerinde dolaştırdım. Aralanan dudaklarıyla öylece fotoğrafa bakmaya devam etmesi üzerine iç geçirdim. Bir tepki vermesini beklesem de sessiz kalmayı tercih etti. İçime düşen kor, cılız alevlerini yüreğime sapladı. Zaman anlamsızlaşıp düşüncelerim bir kılıç gibi keskinleşti.

"Bana anlatmak istediğin bir şey var mı?"

Sorum ile doğrulan kadın gözlerimizi buluşturdu. Bana yönelttiği bakışlarında bir tuhaflık vardı. Sanki ne diyeceğini bilemiyor, aklına gelen fikirleri toparlayamıyordu. Saniyelik bir zaman diliminde dudaklarından kayıp giden anlamsız kelimeler kaşlarımı çatmamı sağladı. Tek duymak istediğim mantıklı bir açıklamayken, onun sesinden dökülen sözler daha farklıydı.

"Bunu nereden buldun?"

Tek kaşım havalandığında öfkemin kontrolünü kaybedecek gibi hissettim. Ruhumun donukluğu sesime yansıdı. "Fark eder mi?"

"Bir dakika," dedi yüzüne yerleşen somut korkuyla. Gözleri irileşmiş, dili lal olmuştu. Adeta isyan ederek haykırdığında sesi titredi. "Bu tavrın ne? Yoksa Cansel'in ölümüyle bir ilgim olduğunu mu düşünüyorsun?"

Cansel...

Hanım sıfatını kullanmıyor oluşu eskide kalan samimiyetlerine dayanıyor olmalıydı.

Açıkçası o kadar da delirmemiştim. Karşımdaki sarışın kimseye zarar veremezdi. Örümcekten korkmasına rağmen bir canlı olduğu için onu bile incitmekten çekinir, günaha giremem derdi. Hastaneye gitmekten bile hoşlanmaz, tıpkı benim gibi mezarlığın önünden bile geçemezdi. Bu yüzden bir cinayet işleyebilecek potansiyele sahip olduğunu sanmıyordum. Bazı noktalarda kör olabilirdim fakat etrafa o kadar da at gözlüğüyle bakmıyordum.

"Cansel ile ne ilgin olduğunu düşünüyorum."

Dudaklarımdan kayıp giden kelimeler kalbime yük oldu. Öğrenmek istediğim şey, bu olayı bana neden anlatmadığıydı. Niçin onu tanımıyormuş gibi davranmayı tercih etmişti?

Afra yüzüne düşen tutamları ardına savurup, derin bir nefes aldığında omuzlarını dik tutamaz oldu. Asılan dudakları ve dolan gözleriyle oldukça hüzünlü gözüküyordu.

"Sana söylemem gerekirdi."

Titreyen sesinde parçalanan cümleleriyle bakışlarımızı buluşturdum. Bir damla yaş yanağından süzülüp çenesinde asılı kaldı. Fazlasıyla suçlu ve korkmuş gibiydi.

"Taylan aramızda kalmasını istedi. Biliyorsun, normalde asla senden bir şey saklamam ama o da benim arkadaşım. Resmen aranızda kalmaktan korktuğum için susmayı tercih ettim."

İşittiğim sözler ile kaşlarımı çattım. "Taylan neyin aranızda kalmasını istedi?"

"Taylan ile Cansel, mayıs ayında kısa bir süre sevgili oldular. Sanırım bir ay görüşmüşlerdi. Daha çok takılıyorlardı, aralarında ciddi bir şey yoktu. Özellikle Taylan için. Biliyorsun aslında senden hoşlanıyor. En azından iddiası bu yönde." Bir damla yaş daha yanağından süzüldü. "Bir keresinde hep beraber yemek yedik. Aklı sıra en yakın arkadaşıyla birlikte olduğu kadını yakınlaştırmak istemiş ama sana söylememem için bana söz verdirdi. İlişkilerinin uzun sürmeyeceğini biliyordu ve sana giden yolları tamamen kapatmak istemedi."

Sinirle yanağımı dişledim. Taylan'ın aklının neyle çalıştığını bilmiyordum fakat saçmalamakta bir dünya markası haline gelmeye başlamıştı.

"Zaten ilişkileri çok kısa sürdü," dedi sarışın bütün ilgimi çekerek. "Eylül ayı gibi Taylan yine şansını denemiş ama olmamış, sanrım Cansel başka biriyle görüşüyormuş."

Zihnimdeki çarklar dönmeye başladı. Galeride çalışan kızların dedikodularını anımsadım. Cansel Hanım'ın hayatında biri olduğunu konuşarak gülüştükleri o anları hatırlamak düşüncelerimi bulandırdı. Demek ki doğruydu. Taylan'ı reddetmesine neden olan başka bir adamla görüşüyordu.

Peki o adam şimdi neredeydi?

İlişkileri onun ölümünden önce sonlanmış olsa dahi adamın ortaya çıkıp ağıt yakması gerekmez miydi?

"Özür dilerim, Feray. Cansel'in öldüğünü duyduğumda onunla tanıştığımı söylemem gerekebilirdi ama konuların birbiriyle bir bağlantısı olmadığı için önemsemedim," dedi Afra. "Hem zaten eskimiş bir olaydı. Nasıl anlatacağımı bilemedim."

Ona kırgın ve kızgındım. Normalde bana bunu anlatmamasını sorun etmezdim ama ortada ölen bir kadın varken sessiz kalması, ne kadar olaylar bağlantılı gözükmüyor olsa bile susması tuhaftı.

Yine de bir noktada ona inanıyor ve güveniyordum. Tabii bu inancımın beni köreltmesine izin veremezdim. Karşımdaki kadın istemeden de olsa güvenimi kırmıştı ve biliyordum ki Afra bundan daha zeki bir kadındı. Bu yüzden politik davranmaya karar vererek yüzüme bir tebessüm yerleştirdim. "Sorun değil. Geç olsa da anlattın."

Rahatlamış gibi derin bir nefes aldığında yanağında biriken yaşları sildi. Ardından fotoğrafı işaret etti. "Ciddiyim, bunu nasıl buldun? Fotoğrafı Cansel'in telefonuyla çekmiştik ve bu resim bir tek onda vardı."

Bu sorusuna verebilecek bir cevabım yoktu. Geçen gün olanları ona anlatamazdım. İkiyüzlülük yaptığımın farkındaydım. Ona benden gizlediği bir bilgi olduğu için kızıyordum lâkin ben daha kötüsünü yapıyordum. Afra ve Simay'a anlatmadığım şeylerin listesi kalabalıktı. Maddeleri tek tek ele almaya kalksam konuşmamın bitmesi günler sürerdi. Bu yüzden fotoğrafı nereden bulduğumu söyleyemedim ve ona yalan attım. "Biri kapımın önüne bırakmış. Kim, niye yaptı bilmiyorum."

"Ama neden? Bu çok saçma."

Doğru tabir buydu; saçma, saçmalık.

Başıma gelen şeyler, yaşadıklarım öylesine anlamsızdı ki zihnim yıkılacak bir harabeye dönüyordu. Algılayamadığım şeyler vardı. Cansel Hanım'ın ölümüyle benim ve Hektor'un ne alakası olabilirdi? Niçin o ruh hastası bizi bir araya getirmek için bu kadar ileri gitmişti? Neden kendini kamufle ediyor, asla açık vermemek için bu kadar çabalıyordu? Ve ben ne zaman ona karşı bir hamle yaparak kayda değer bir bilgi elde edebilecektim?

"Bilmiyorum," diye mırıldandım. Doğrularak yüzüme bir tebessüm yerleştirdiğimde ikna edici gözükmeye çalıştım. "Ama öğreneceğim."

Arkadaşımın kahverengi gözlerine yerleşen endişe, içimi yaktı. Dudaklarını aralayarak bir şey söyleyeceği sırada açılan kapı dikkatimizi dağıtmıştı. Omzumun ardından bakıp dükkâna giren adamı görüş alanıma soktum. Yabancıyı tanımıyor oluşum onu incelememe neden oldu. Bir seksen boylarında, geniş omuzlu bir adamdı. Açık kumral rengindeki saçlarına eşlik eden ela gözleri vardı. Yakışıklı biriydi fakat aynı zamanda sıradan bir havaya sahipti. Bakışlarını yüzümde gezdirdiğinde afalladı. Hareket etmeyi sonlandırıp gözlerini Afra'ya çevirdi. Ardından dudaklarına buruk bir tebessüm yerleştirerek mırıldandı. "Merhaba, yanlış bir zamanda mı geldim?"

Sorusuyla kaşlarım çatıldı. Kim olduğunu dahi bilmediğim bir adamın sözlerini oldukça anlamsız bulmuştum. Ta ki en yakın arkadaşımın sesini işitene dek.

"Görkem, hoş geldin." Dudağından kayan şaşkınlık dolu nidasıyla oturduğu yerden kalktı. "Seni beklemiyordum."

Bedenimi döndürerek az ilerimde duran adamı tamamen görüş alanıma soktum. Demek Afra'nın uzun süredir görüştüğü kişiydi. Hakkında bir şeyler duymuştum lâkin şu ana dek hiç karşılaşmamıştık. Yüzüme bir tebessüm yerleştirip, başımı eğerek selam verdiğimde aynısını yaptı. Yanına doğru giden kıza gözlerini çevirdi ve elindeki karton poşeti kaldırdı.

"Acıkmışsındır diye düşündüm. Birlikte yemek yeriz dedim." Kırık bir tebessümle arkadaşıma baktı. "Emrivaki oldu ama bu ara çok yoğunsun. Bir türlü görüşemedik."

Dudağımı dişleyerek önüme döndüm ve masanın ortasında duran fotoğrafı alıp çantama attıktan sonra ayağa kalktım. Yüreğim bu görseli kaldıramazdı. Görkem nahif ve düşünceli birine benziyordu fakat benim avare sarışınım ondan sıkılmaya başlamıştı. Çok yakında kalbi kırılacaktı ve ben buna şahitlik etmek istemezdim.

"İyi yapmışsın," diye mırıldandı Afra. Ardından bana dönerek dikkatimi onlara vermeme neden oldu. Eliyle beni işaret ettiğinde tebessüm ettim. "Sana sürekli bahsettiğim arkadaşım, Feray."

Saniyeler önce oturduğum ahşap bankın yanından ayrılıp onlara doğru adımladığımda Görkem yüzündeki tebessüm ile elini uzattı. Parmaklarını kavrayarak sıktığımda tok sesini işittim. "Sonunda tanışabildik, Feray. Memnun oldum."

"Ben de." Bakışlarımı bizi izleyen arkadaşıma çevirip karşımdaki adamı biraz da olsa iyi hissettirmeye çalışarak konuştum. "Afra senden çok bahsetti. Seni tanıyor gibiyim."

Sözlerim büyük bir yalandı lâkin bunu bilmesi gerekmezdi. Görkem'in ela gözleri irileşip, bakışlarına bir parıldama geldiğinde pembe yalanımdan hoşnutluk duyduğunu anladım. Yüzünü kaplayan gülümsemeyle sarışına döndü.

"Öyle mi?"

Zavallı adam diye kendimce söylendiğimde, başımı sallayarak sorusunu yanıtlamış bulundum.

Saklayamadığı neşesiyle bakışlarını Afra'nın üzerinde dolaştırmaya devam etti. Gitme vaktimin geldiğini fark ettim. Önüme düşen bir tutam siyah saçı kulağımın ardına sıkıştırıp çantamı omzuma attığımda konuştum. "Ben artık gidiyim." Gözlerimi az ilerimde duran adama çevirdim. "Tekrar tanıştığıma memnun oldum."

"Yemeğe kalsaydın," diyerek elindeki poşeti salladı. "Afra ne sever bilemediğim için her şeyden aldım. Bir sürü yiyecek var."

Arkadaşım bu fikri beğenmiş gibi yüzündeki gülümsemeyle aynı şeyi tekrar edeceği sırada tekliflerini aceleyle reddettim.

"Güzel olurdu ama gitmem gerek. Yarın sınavım var, ona çalışacağım."

Yalan söylüyordum, yine...

"Başka zaman bir yerlere gider, öyle yeriz. Hem daha iyi tanışmış oluruz." Sözlerimle Görkem'in bakışlarında bir neşe belirdi. Sanki bu cümleyi kurmamı bekliyormuş gibi hızla konuştu. "Süper fikir, çok isterim."

Yanaklarımı acıtan tebessümüm ile Afra'ya sarılıp Görkem'e veda ettim ve dükkândan ayrılarak yürümeye başladım. Karaköy sokaklarında adımlayarak tenime vuran rüzgârın keyfini çıkarmaya çalıştığımda ruhuma demir atan kasvet yüzümü asmama neden oldu. Afra ile konuştuktan sonra rahatlayacağımı düşünmüştüm lâkin öyle olmamıştı. Şimdi kafam eskisinden daha karışıktı. O ruh hastası, bana o fotoğrafı vererek neyi bulmamı istemişti? Hayır, elime geçen tek bilgi Cansel Hanım'ın öldürüldüğü sırada bir sevgilisi olup olmadığı ihtimaliydi. Bu, beni nereye götürebilirdi ki?

Sinirle homurdandığımda omuzlarımı düşürdüm. Sorularıma cevap bulmaya çalıştığım her an daha büyük bir bilinmezlik ile sınanıyor olmam artık sabrımı taşırıyordu.

Telefonumdan yayılan melodiyi işittiğimde adımlarımı yavaşlattım. Çantamın içinden çıkardığım cihazın ekranına bakıp onun adını gördüğümde kalbim kasıldı. Gelen mesajın üstüne tıklayarak kilidi açtım. Bana bir konum gönderip konuşmamız gerektiğini söyleyen kişi, Hektor'du.

O harabe köşkten çıktığımızda, bizi ele geçiren sessizlik ile adadan ayrılmış ve kendi dairelerimize girerek olanları sindirmeye çalışmıştık. Pazar günü onu görmemiştim. Bunun en büyük nedeni de evde olmamasıydı. Ne zaman gitmişti bilmiyordum fakat yuvasını terk ederek kayıplara karışmıştı. Onu aramak, nasıl olduğunu sormak istemiştim ama yapamamıştım. Elim telefona gitmemişti. Oysa haklıydı, konuşmamız gerekiyordu. Sormak istediklerim vardı. Cevabımı alamayacağımı bilsem de denemeliydim. Ayrıca Cansel Hanım'ın telefonu ondaydı. Peşimizdeki manyağın neden onu bize verdiğini ve cihazın içinde ne olduğunu merak ediyordum.

Gönderdiği konuma baktığımda kaşlarım çatıldı. Tahmin etmediğim bir yerde bulunuyor olmasına şaşırmıştım.

Telefonumu kapatıp çantama koyduğumda yolumun sonunun onun yanı olduğuna karar kılmıştım fakat önce başka bir yere uğramalıydım. Görkem sayesinde acıktığımı fark etmiştim ve kara gözlü adamın da günlerdir ağzına lokma koymadığına emindim.

Sokağın köşesinde kalan restorana girdiğimde az ilerimde duran tezgâha yöneldim. Beni selamlayan garsona tebessüm ettim ve köşede kalan menüye bakarak düşündüm. Hektor ne sever, hangi yemekten hoşlanır en ufak bir fikrim yoktu. Yine de bu restorana sıkça gelen biri olarak, kendi sevdiklerimi ona denetebilir ve beğenmesini umabilirdim.

"Siparişiniz nedir?" Yüzündeki gülümsemeyle bana bakan kadına döndüğümde tebessüm ettim. "İki tavuk şinitzel, yanında patates kızartması da olsun. Bir tane kinoalı salata." Tekrar menüye bakıp kararımı gözden geçirdim. Canımın deli gibi tatlı istiyor olmasından dolayı kendime hâkim olamayarak mırıldandım. "İki tane de çikolatalı browni."

Siparişimi alan kadın görüş açımdan çıkarak uzaklaştığında, telefonuma gelen mesaj sesiyle çantama yöneldim. İçi eşya kaynıyordu. Bu yüzden aradığımı bulmam biraz uzun sürmüştü. Parlayan ekrana bakıp gelen mesajı okuduğumda gülümsedim.

Gelecek misin?

Yolladığı konuma görüldü atıp hiçbir şey yazmamam onu muallakta bırakmış olmalıydı. Dudağımı dişleyerek gülümsememi yüzümden silmeye çalıştım. Sanırım yılların ardından ilk kez bir mesaja nasıl cevap vermem gerektiği hakkında kafa patlatıyordum. Fazla istekli görünmek istemedim. Sonuçta her aradığında işsiz gibi ona koşacağımı zannetmemeliydi. Yine de sert bir tavır sergilersem zaten bir buz kütlesi olan adamı kendimden daha çok soğutabilirdim. Bu denli düşünmemin saçma olduğuna kanaat getirerek içimden geldiği gibi bir cevap yazdım.

Belki.

Gönderdiğim mesajı iki dakika içinde okuyan adam, tek kelime etmeden çevrimdışı olduğunda sinirle homurdandım. "Gıcık herif."

Siparişlerimi alıp ödemeyi yaptıktan sonra sokağa çıktım ve havanın karardığını fark ederek bileğimi saran saate baktım. Ne ara akrep yediye gelmişti bilemiyordum. Biraz yürüdükten sonra karşıma çıkan taksiye binip gideceğim yeri söylediğimde, yemeklerden yayılan sıcaklık ve koku midemi burktu. Neden acıktığımı şimdi daha iyi anlıyordum. Normal insanlar için yemek saatiydi. Tabii ben kendimi çalınan tablolara ve işlenen cinayetlere kaptırdığımdan günlük hayatın getirilerini unutmuştum.

Trafik saatine denk gelmiş olmam kısacık yolun upuzunmuş gibi hissettirmesine neden olmuştu. Yine de yirmi beş dakikanın ardından Ataköy Marina'ya giriş yapabilmiştim.

Taksiye ücreti verip kendimi aşağı attığımda, yemeklerin soğumadığından emin oldum. İnsan izdihamıyla dolup taşan kafelerin önünden geçtiğim sırada park edilmiş lüks araçlara baktım. Yanımdan geçmekte olan Ferrarili bir genç, camını indirerek beni baştan aşağı süzdü ve ben yüzümü ekşiterek önüme döndüm. Aldığı cevaba gücenmiş gibi gaza basıp kulaklarımı haşat ettiğinde, gözlerimi devirdim.

Sağa dönüp tekne ve yatların bulunduğu alana yöneldim. Girişte duran bekçiyle göz göze geldim. Ona yanaşarak konuşacağım sırada yüzündeki gülümsemeyle beni selamladı. "Feray Hanım, değil mi?"

Afallayarak duraksadığımda başımı salladım.

Bıyıklı adam gülümsemesini genişleterek kapıyı açtığında, başıyla ileriyi işaret etti. "Buyurun. Soldan yedinci yat."

Aralık kalan dudaklarımı birbirine bastırarak kendimi tebessüm etmeye zorladım. Tek kelime sarf edemeden iskeleye adımlayıp yürümeye başladığımda aralık ayına ters düşen ılık havayla sarmalandım. Beyefendi geleceğimden öylesine emindi ki güvenliğe ismimi bırakmıştı demek.

Adımlarım yavaşladığında bakışlarımı etrafta dolaştırdım. Soldaki lüks yatları sayarak yedincisini buldum ve gördüğüm manzarayla durdum.

Büyük yatın ışıkları açıktı. Giriş kısmındaki masada oturan adam, elinde tuttuğu viski bardağını kaldırıp içkisinden büyük bir yudum aldı. Geçen gün duvarı yumrukladığı için elinde hasar bırakmıştı. Boğumlarındaki yaralara merhem dahi sürmediğine emindim. Bakışlarımı yüzüne doğrulttum. Kara gözleri okuduğu kitabın sayfalarında dolaşıyordu. Dolunayın beyaz ışığı üzerindeydi. Kaşları hafifçe çatılmıştı.

Tanrım, kitap okurken bile ciddiyetinden ödün vermemeyi başarabiliyordu.

Üzerine geçirdiği siyah pantolon ve salaş gömlekle üşümüyor oluşuna hayret ettim. Sanırım bunun en büyük nedeni tepesine asılmış olan ısıtıcıydı.

Bakışlarım yatın uç kısmına karalanmış yazıya kaydı.

Lux Noctis.

Anlamını merak ederek yanağımın içini dişlediğimde olduğum yerde dikilmeyi bırakıp adımladım. Tekneye ulaşmamı sağlayacak olan demir ve dar köprünün üstüne çıktım. Geldiğimi işiten adam başını doğrulttu. Kara gözlerini üzerimde gezdirdiğinde, oturduğu yerden kalkarak kitabını bırakmadan yanıma geldi. Elini bana uzatarak yardım etmeye çalışmasıyla parmaklarını kavradım. Sıcak teni, buz tutmuş ruhumu eriterek beni mayıştırdı. Bir duvarı anımsatan, çelikten yapılmış ifadesiyle bana bakan adam mesafeli sesiyle konuştu.

"Geldin demek."

İçeriye adımlayıp aniden zeminin tahmin ettiğimden daha alçakta kalmasıyla dengemi kaybederek yalpaladım. Belimi kavrayan koluyla beni tuttuğunda nefesim kesildi. Bedenlerimiz birbirine dolandı ve kırmızıya boyadığım dudaklarım aralandı. İnsanı kendine hayran bırakan kokusuyla ciğerlerimi kutsayan adamın dudağının kenarı kıvrıldı. Ani gelişen yakınlığımız ciddiyetini bozmuştu.

Kara gözleri gözlerimden ayrılmadı. Saniyelik bir zaman diliminde dudaklarıma kayan bakışlarıyla soluklandım.

"Öyle oldu," diye mırıldandığımda yüzündeki yarım ağız tebessüm genişledi.

Dengemi bulduğumu fark etti ve temasımızı sonlandırarak geriye çekildi. Elimde duran poşeti görmesi kaşlarını çatarak sorgulamasına yol açtı. "O ne?"

Sersemliğimi üzerimden atmak isteyerek derin bir nefes aldım. Büyük mermer masaya adımlayarak kartonu kaldırdığımda tebessüm ettim.

"Elim boş gelmeyeyim dedim." Masaya bıraktığım poşetin içinden yemek kaplarını çıkarmaya başladığımda bilmiş bir tavır ile söylendim. "Dehşet açım. Yemek yemediğini tahmin etmiştim. Kibar bir insan olduğum için sana da alayım dedim." Şinitzel ile salatanın kapaklarını açıp tabak şeklindeki plastikleri masaya yerleştirmeye başladığımda bana doğru adımlayıp yanımda dikildi. Aldıklarıma bakarken hafifçe eğilmiş olması omuzlarımızın sürtünmesine neden oldu. Başımı geriye atarak gözlerine baktım ve son sözlerimin altını çizdim. "Ne sevdiğini bilmediğim için kendi favorilerimi aldım. Beğenmezsen de söyleme ve hepsini ye."

Dudaklarını kaplayan tebessüm, daha önce görmediğim bir güzelliğe ev sahipliği yapıyordu. İçimi ısıtan bir sıcaklık vardı gülümsemesinde. Sanki onu düşünmüş olmam, küçük bir çocuk gibi sevinmesini sağlamıştı. Öyle ki gözleri bile yaramaz bir oğlanın afacanlığı ile parıldıyordu.

"Gayet isabetli bir atış yapmışsın." Gözlerimin içine bakarak kurduğu cümle istemsizce sevinmeme neden oldu. Patates kızartmasından bir tane aldıktan sonra salatayı işaret etti ve patatesi ağzına atmadan önce konuştu. "Sadece bu pek olmamış."

Gözlerimi devirdikten sonra söylendim. "Tanıştırayım, Hektor. Bu bir salata. Oldukça sağlıklı ve besleyicidir. Arada bir tüket ki genç yaşta karaciğer yağlanmasından ölme."

"Üzerindeki şeyler ne?"

Gözlerini kısarak ciddi anlamda gördüğü şeyi anlamlandırmayı denediğinde kıkırdadım.

"Kinoa, çok lezzetlidir." Buna inanmamış gibi yüzünü astığında, boş bulunarak homurdandım. "İçkiyle beslenen biri olarak nasıl böyle bir fiziğe sahipsin anlamıyorum. Bu resmen diğer insanlara haksızlık."

Dudağımdan kayıp giden sözler alaycı bir tebessümün yüzünü ele geçirmesine neden oldu. Çekiciliğinin verdiği özgüvenle mırıldandığında boğazım düğümlendi.

"Nasıl bir fiziğe sahibim ki?"

Gözlerimi devirerek sorusunu görmezden geldim. Cevabı biliyordu hatta kendinden fazlasıyla emindi. Beklediği yanıtı ona vererek egosunu okşayacağımı sanıyorsa yanılıyordu. Poşetin içinden browni kaplarını çıkardığımda otoriter bir anne gibi konuştum. "Eğer salatadan yersen sana tatlı da vereceğim."

Sözlerim üzerine erkeksi bir kıkırtı dudaklarından döküldü. "Gerçekten de çok kibarsın, Feray."

Siyah saçlarımı savurduktan sonra bilmiş bir tavırla gülümsedim. Boşalan poşeti masanın üstünden alıp içeriye yöneldiğinde sesini işittim.

"Şarap getiriyorum." Duraksayıp bakışlarımızı buluşturdu. "Kırmızı mı istersin beyaz mı?"

"Kırmızı olsun."

Verdiğim yanıt ile gözden kaybolup içeri girdiğinde yüzümden gülümsememi silemedim. Nedensizce keyifli hissediyordum ki buna alışık değildim. Onunla vakit geçirmek tahmin ettiğimden daha büyük bir haz duymama neden oluyordu.

Bakışlarımı kaçırarak masanın üstünde duran kitaba baktım. Dakikalar önce okuduğu kitap olduğunu fark ettiğimde merak duygum alevlendi. Fransızca olduğunu tahmin ettiğim eser tanıdık geliyordu. Sanırım okuduğu romanı daha önce görmüştüm. Jean-Paul Sartre'ye ait olan kitabı nereden anımsadığımı hatırladım. Fransız lisesinde okuduğum için hocalarımızın bize dili öğretirken tavsiye ettiği romanlardan biriydi bu. Kitabın kapağını aralayıp, üstünkörü cümlelere baktığımda Hektor'un bazı yerlerin altını çizdiğini gördüm. Paslanmış Fransızcam ile gözüme çarpan dizeleri okuduğumda içimde bir burukluk oluştu.

Kendi geçmişimi elimde tutamamış olan ben, bir başkasının geçmişini kurtaracağımı nasıl umabilirim?

Bende anlamsız bir hüzün yaratan sözler zihnime kazındı. Bir kitabın yarattığı aşinalık hissi, insanı aynı anda hem yaralar hem sarardı. Hiç tanımadığın belki de senden yıllar, asırlar önce yaşamış olan başka birinin de senin hissettiklerini ve yaşadıklarını deneyimlemiş olması... Bu, bütün ruhların bir noktada ortak bahçede adımladıkları anlamına gelmez miydi?

Kitabın kapağını kapatıp üstümdeki paltoyu çıkardım. Hektor'un karşısına geçerek yanımda kalan boş sandalyeye eşyalarımı bıraktıktan sonra oturdum. Tepemde asılı duran alet benliğimi kavuracak bir ısıya sahipti. Korsemi düzelterek arkama yaslandığımda bacak bacak üstüne attım. Saniyeler içinde görüş açıma giren adamda bakışlarımı gezdirdim. Bir elinde ters duran iki kadeh ve şarap şişesi vardı. Karşıma oturmadan önce elindekileri masaya bıraktı. Saniyelerin ardından Hektor kadehleri şaraba buladı. Kırmızı sıvıyla parlayan kadehi bana uzatıp önüme çatal ve bıçak bıraktığında, açlıktan uyuşacak hale gelmiştim.

Hektor arkasına yaslanıp şarabından büyük bir yudum aldığında, benim şinitzelimi parçalara bölmemi izledi. Ağzıma attığım lokmayı neredeyse çiğnemeden yuttuğumda sesini işiterek ona baktım.

"Günün nasıl geçti?"

Sorusuyla şarabımı yudumladım. Ona Afra ile geçirdiğim konuşmayı anlatmam gerekirdi çünkü fotoğrafı görmüştü. Aklından olur olmayacak şeyler geçirmesini istemezdim. Evet, benden sakladığı şeyi bunca zaman anlatmaması şüphe uyandırıcıydı ama bu onun kötü biri olduğunu göstermezdi.

"Afra ile konuştum ve ona fotoğrafı sordum."

Sözlerimle doğrulup gözlerime baktı. Yüzünde bir merak peydahlanmıştı. "Ne dedi?"

"Taylan ile Cansel Hanım, mart ayında bir süre takılmışlar. O sırada Taylan kadını Afra ile tanıştırmış. İkisi çok yakınlardır," dedikten sonra içkimden bir yudum daha aldım. "Sonra ayrılmışlar. Taylan üç ay önce şansını yine denemiş ama Cansel Hanım kabul etmemiş. Hayatında biri olduğunu söyleyerek Taylan'ı reddetmiş."

Karşımdaki adam kaşlarını çattı. İfadesini ele geçiren gerginlikle konuştuğunda sesine yansıyan soğukluk bedenimi titretti. "Taylan, senden hoşlanmıyor muydu?"

On gün önce karşılaştıklarını hatırladım. Hektor'un elinden tabletimi almak için sırtına tırmandığım sırada açılan kapı, garip bir tablonun gözler önüne serilmesine neden olmuştu. Omuzlarımı silkerek açıkça konuştum. "Taylan onu her defasında reddediyor olmamı bir oyun haline getirdi. Bana âşık değil, sadece yasak meyve olduğum için tatlı geliyorum. İlgisini çeken her kadında şansını dener o."

"Yavşağın teki demek." Hırlarcasına konuştuğunda gözlerim büyüdü. Kara gözlerine yerleşen ateş ile sarsıldığımda gülümsedim ve kendimi tutamayarak mırıldandım. "Öyle de denebilir."

Sinirle iç geçirip arkasına yaslandı ve bakışlarını kaçırarak düşüncelerine daldı. Söylediklerimi değerlendiriyor gibiydi. Benim de merak ettiğim bir şey vardı. Sürekli çevremdeki insanlar hakkında konuşuyorduk ama artık onun yakınlarını da işe dahil etmemiz gerekiyordu.

"Peki sen?" dediğimde gözlerini gözlerime kilitledi. "İlyas Bey ile konuştun mu?"

"Hayır." Dudaklarından dökülen cevap üzerine kaşlarımı çattığımda konuşmaya devam etti. "Senin aksine ben yüzleşmektense bir süre onu gözlemlemeyi tercih ediyorum."

Sözleriyle anlamsız bir şaşkınlık yeşerdi ifademde.

"Ama niye?" diye mırıldandıktan sonra asıl merak ettiğim şeyi sordum. "O fotoğrafın anlamı neydi?"

Ben Afra ile sınanmaya çalışılmıştım. O fotoğraf sayesinde bilmediğim yeni bir veriye ulaşmıştım. Hektor'un gördüğü fotoğrafın da böyle bir amaca hizmet etmesi gerekirdi. En azından ben böyle düşünüyordum.

"İlyas yaklaşık altı aydır İstanbul'da." Tok sesinde hayat bulan kelimelere odaklandım. "Senin videon elime geçtiğinde, onu arayıp senin hakkında bulduğum bilgileri teyit ettirmesini istedim. Bu yüzden kısa bir süre seni izledi."

Beynimden vurulmuşa döndüğümde aralanan ağzımı kapatamadım.

İlyas Bey beni takip etmişti ve ben bunu fark etmemiştim, öyle mi?

"Sorun şu ki o fotoğraf benim ona verdiğim emrin bir ay öncesine ait," dediğinde kaşlarımı çatarak yüzüne baktım. Ne dediğini anlamıyor, kelimelere odaklanamıyordum. Bunu fark etmiş gibi daha açık konuştu. "Fotoğrafta yüzünde ufak bir yara var. Üç ay önce ettiği bir kavgada aldığı yara sayesinde fotoğrafın ne zaman çekildiğini anlayabildim. Yani İlyas, ona seni izleme emrini vermeden önce bir nedenden ötürü galerinin önündeymiş ve o ruh hastası, bunu kanıt niteliğinde belgelemiş."

Aklımın tenhalarında çınlayan düşünceyle geri çekildiğimde aceleyle mırıldandım. "Belki de sana o videoyu gönderen kişi İlyas'tır." Hissettiğim panik dalgası şiddetlendi. "Belki de bir nedenden dolayı bütün bunları o yapıyordur ya da yapan kişiye yardım ediyordur."

"Hayır." Net ve öfkeli sesiyle bana karşılık verdiğinde, son derece kararlı gözüktüğünü fark ettim. Bu ihtimale inanmıyordu. "Onu tanırım. Bana ihanet etmez."

Arkama yaslanıp derin bir nefes aldım. Bize bütün bunları yaşatan ruh hastası, etrafımızda dolaşıyordu. Bu sayede bize hem yakın hem de uzaktı. Belki o kişi İlyas değildi ama bir nedenden dolayı o ruh hastasına yardım ediyor olabilirdi.

"Buna emin olamazsın." Karanlığın kutsadığı bakışlarına tutunarak onu laflarım ile sarsmaya çalıştım. "Herkes belli nedenlerle kendini düşünerek hareket edebilir. Belki de arkadaşın reddedemediği bir teklif karşısında sana olan sadakatini sattı ya da bilmiyorum, başka bir çıkarı var."

Sözlerime karşılık başını iki yana salladı. Bu ihtimallere asla inanmıyor gibiydi. Onu suçlayamazdım. Sonuçta ben arkadaşını tanımıyordum. Ayrıca ben de Afra'ya inanmayı seçmiştim çünkü onun özünü bildiğime inanıyordum. Aynı şekilde Hektor da yanında barındırdığı insanı en iyi bilebilecek kişiydi.

"Her şey göründüğü gibi değildir, Feray."

Sözlerindeki haklılık ile boğazım düğümlendi. Karşımdaki adam son derece sağlam bir tezi önüme sunduğunda tek kelime edemedim.

"Belki de o ruh hastası tam olarak böyle düşünmemizi istediği için o fotoğrafları önümüze çıkardı. Sevdiğimiz insanlarla aramıza bir duvar koymaya, bizi şüpheci hale getirmeye çalışıyor olabilir. Sonuçta sen gidip Afra'yla konuşma cesaretini göstermeseydin içten içe onu sorgulayıp, güvensizlik duymaya devam edecektin." Tek kaşını hafifçe kaldırdı. "Sırf o manyak bir şüphe tohumu ektiği için on beş yıllık arkadaşımın celladı kesilerek o tohumu sulamam."

Sözlerindeki doğruluk payı büyüktü. Neden böyle düşündüğünü anlayabiliyordum ama onun kaçırdığı bir nokta vardı.

"Evet ama şüphem de tamamen yanlış çıkmadı. O fotoğraf yüzünden daha büyük bir ihanetle yüzleşeceğimi sandım ama beklediğimden daha hafif bir sıyrıkla atlatabildim. Yine de yara aldım mı?" Tek kaşımı kaldırdım. "Aldım."                                                       

"Ben daha büyük yaralara neden olmamak için şu anlık sessiz kalmayı tercih ediyorum."

Söyleyecek bir şey bulamıyordum. Karşımdaki adama zorla bir şey yaptıramazdım. Böylesinin daha doğru olduğunu düşünüyorsa ona karşı çıkmayacaktım. Yine de gözüm arkadaşının üzerindeydi. Özellikle de kısa bir süre de olsa beni izlediği için. Normalde kişilik haklarımın böyle ihlal edilmesine hırçınlaşır ve öfkelenirdim ama bunu yapamazdım zira saatler önce onun peşine de kendi adamımı takmıştım.

Ayrıca sözleri aklımı çelmişti. O ruh hastasının önümüze bıraktıkları, ufak yemlerden ibaretti. Bize bir şeyleri fark ettirmek ister gibi davranıyordu ama durum bunun aksiydi. O bir şeyleri fark etmememiz için bizi oyalıyor gibiydi. En azından içimdeki bir ses bana bunu fısıldıyordu.

Ortama yerleşen kasveti dağıtmak için konuyu değiştirme gereksinimi duydum. "Senin günün nasıl geçti?" dedikten sonra ağzıma bir parça şinitzel daha attım.

Hektor bakışlarını bana çevirip yemeğinden bir çatal aldı. Ağzına attığı lokmayı çiğnerken geriye doğru bedenini büküp, pantolonun cebinden bir şey çıkardı. Görüş alanıma giren telefon ile yutkunamadım. Boğazımda kalan yudum ile şarap kadehime uzandığımda Hektor cihazı masaya bıraktı. Alkolden büyük bir yudum alıp az ilerimde duran telefona baktım. Cansel Hanım'a ait olan cihaz göğüskafesimin sıkışmasını sağladı. Geçen gece bize verilen delilin, o manyakta ne aradığı hâlâ koca bir soru işaretiydi. Delillerin arasında olması gereken telefon nasıl bize ulaşabilmişti bilmiyordum fakat asıl merak ettiğim neden bize ulaşabildiğiydi.

"Telefonun şifresini kırdım," dediğinde yüzüme yerleşen şaşkınlıkla ona baktım ve aceleyle konuştum. "Bir şey bulabildin mi?"

"Bakmadım, seni bekledim."

Tıkandığımı hissederek yerimde huzursuzca kıpırdandım. Elimi uzatsam alabileceğim bir mesafede duran telefonda bakışlarımı gezdirmek, içimi sıkıntıya boğdu. Neyle karşılaşabileceğimi bilmiyordum fakat görebileceklerimden korkuyordum. Huzursuzlandığımı belli ederek yüzümü astığımda az ilerimde duran tatlı kasesine uzandım. "Dur önce tatlımı yiyeyim. Kötü bir şey görürsem şekerim düşebilir."

Sözlerim ile kahkaha atan adama bakışlarımı çevirdim, gayet ciddi olduğumu gördü. Gözlerini kaçırarak dudaklarını birbirine bastırdığında, çikolatalı browniden büyük bir ısırık aldım. Strese girmemden kaynaklanan bir tat kaçıklığı, ağzımın içine yayılan kekin lezzetini böldü. Yüzümü asarak çemkirdiğimde Hektor gözlerini üzerimde dolaştırdı.

"Hiç de güzel değilmiş."

Tatmin olmamamdan mütevellit elimdeki browniye tuhaf bakışlar atmaya başladığımda Hektor eğildi ve bileğimi kavradı. Keki kendine yaklaştırarak az önce benim dudaklarımın değdiği noktadan bir ısırık aldı. Geriye çekilip ağzındaki lokmayı çiğnemeye başladığında onu izledim. Bileğimdeki eli parmaklarıma doğru yol almış, saniyelerin ardından tenimi esir etmişti. Ağzındaki lokmayı yutup kalite kontrol belirtisinde bulundu.

"Ben beğendim."

Aralık duran dudaklarımı bastırarak ona bakmaya devam ettim. Gözlerim dudağının kenarında oluşan kıvrımda dolaştı. Başımı iki yana sallayarak karşı çıktım. "Sen browni görmemişsin. Bu ne böyle, içinde doğru düzgün çikolata bile yok."

"Sen daha iyisini yapabilir misin?"

"Tabii ki." Bilmiş bir tavırla gülümsedim. "Benim elim çok lezzetlidir."

Sözlerimle bakışlarını parmaklarını dolamış olduğu elime çevirdi. Alaycı bir tonlamayla mırıldandığında yüzüne yerleşen karanlık arzu benliğimi ikiye ayırdı. "Öyle mi?"

Aniden sarf ettiği sözler duraksamama neden oldu. Beni alaşağı eden ifadesi, dünyanın en güzel manzarası gibiydi.

"Bir gece bana yemek hazırla." Alaycı tebessümü genişledi. "Ben de ellerin ne kadar tatlı göreyim."

Ruhumu sızlatan bakışları hayra alamet değildi. Gözlerimi parmaklarına çevirdiğimde yüzümdeki tebessüm burkuldu. Parmaklarının eklem kısımlarına yerleşen yaralara bakmak içimi sızlattı. Paravan niteliği gören duvara geçirdiği yumruklarından sonra elleri kana bulanmıştı. Elimi elinin içinden çekip parmak uçlarımı boğumlarında dolaştırdığımda beni izleyen adama bakmadan mırıldandım. "El demişken şu yaralarına bir şey sürsek iyi olur."

Bir süre sessiz kaldığında bakışlarımı ona çevirdim. Her daim bükülmez bir çeliği anımsatan ifadesi bu sefer bambaşkaydı. Tebessümünde saklı kalan bir minnettarlık vardı. Sanki onu düşünmemden hoşnut kalmıştı. Öyle ki kara gözleri bile şimdi bana o denli siyah gelmiyordu.

"Gerek yok." Temasımızı sonlandırarak geri çekildiğinde, bakışlarını gözlerimden ayırmadı. "Artık acımıyor."

Normalde erkeklerin her daim yıkılmaz ve sarsılmaz görünmeye çalışmaları bana komik gelirdi. Bunu kendilerini daha çekici göstermek için yaptıklarını düşünür ve irite olurdum lâkin karşımdaki adam böyle değildi. Nasıl biliyor, nasıl anlıyordum ben de çözemiyordum ama bir şey vardı. Bakışlarına yerleşen ağır esaretten görebiliyordum. Hektor gerçekten güçlü ve kudretli bir adamdı çünkü öyle olmak zorunda bırakılmıştı. Ailesini kaybettiğini öğrendiğim andan beri bazı şeyleri daha rahat analiz edebiliyordum. Büyük ihtimalle küçük yaşta kaybetmişti onları. Bu yüzden de erken olgunlaşmak zorunda bırakılmış, hayatın sillesini yemişti. Birinin onunla ilgilenmesine, ona şefkat göstermesine alışık değildi. Bundan dolayı ne zaman ona karşı bir sıcaklık göstersem gardını kuşanıyordu.

Erkekler her daim kadınların şefkatine hayran kalırdı, kadınlar da erkeklerin korumacılığında huzur bulurdu. Çünkü içimizdeki çocuklar ancak böyle anlarda kendilerini güvende hissederdi. Erkek onu bir anne kadar sevecek kadını, kadın ise onu bir baba gibi kollayabilecek adamı isterdi. Ne de olsa insanlar en çok bu iki noktadan yaralanır ve yine en çok bu iki noktadan onarılma ihtiyacı duyardı.

Güzel yüzünden bakışlarımı çekip yanımdaki sandalyenin üstüne bıraktığım çantanın içini karıştırmaya başladım. Bulduğum kolonya ve kremi alarak yerimden kalktığımda beni izleyen adamın yanındaki boşluğa iliştim. Dibindeki sandalyeye oturarak bedenimi ona doğru döndürdüm ve afallamış gözlerini fark ederek tebessüm ettim. Masanın üstünde duran eline uzanıp parmaklarını kavradığımda kremi bir kenara bıraktım. Elini masadaki kendi tarafıma yaklaştırmam ile bana yanaşan adamın, alanıma intikal eden kokusu derin bir nefes almamı sağladı.

Masanın ortasında duran peçetelerden birini alıp kolonyanın kapağını açtım. Kolonyayı yaralarının üstüne sıktığımda tepki vermedi. Boğumlarını ıslattığım sıvıyı, peçeteyle yedirip nazikçe silmeye başladım ve belli etmese bile canının yanabileceğine inanarak yaralarının üstüne üfledim. Tenine değen sıcak nefesimle kaskatı kesildiğinde gözlerimizi buluşturdum. Yüzünü mesken edinen garip ifadeyle afalladım. Kaşlarını hafifçe çatmıştı. Öyle ki sanki canını yakan verdiğim soluktu.

Bakışlarımı kaçırarak yaralarını sildikten sonra doğruldum ve peçeteyi bir kenara bırakarak genelde yüzüme sürdüğüm kremi aldım. Kendisi aslında yaralar içindi. Ben ise yüzüm pürüzsüzleşsin, sivilcem çıkmasın diye kullanıyordum. İşe yarıyordu ve böyle durumlarda da yardımcı olduğu bir gerçekti. Sanırım yanımdaki adamın etrafında olduğum sürece çantamda ilkyardım seti taşımalıydım.

Parmağımın ucuna iliştirdiğim sarımtırak renkteki krem ile eline değdim. Kadifemsi tenine dokunmak boğazımda bir düğüm oluşturdu. Kara gözlerinin üzerimde dolaştığını hissedebiliyordum. Beni izliyor, onunla ilgilenmemden duyduğu hoşnutlukla mayışıyordu.

"Bir şey keşfettim," diye mırıldandığımda geçen geceki konuşmamıza atıfta bulundum. Beni kendine yakın tuttuğunda sessizleştiğimi söyleyen adama bakarak tebessüm ettim. "Sessizleşmeni istediğimde sana dokunmam gerekiyormuş." İç geçirerek bakışlarımı eline çevirdim. "Bunu öğrendiğim iyi oldu."

Sözlerim üzerine doğrulan adam bedenimin üstüne eğildi. Sıcaklığı alanımı işgal edip kokusu ciğerlerime dolduğunda, hafifçe başımı geriye attım. Bir karışlık mesafede asılı kalan ifadelerimizle birbirimize bakar olduk.

"Adama konuşmayı sevdirirsin, Lilith." Bakışları dudaklarıma kaydı. "Sen böyle dersen ben susmam."

Badem gözlerim dudaklarını buldu. Doğal bir kırmızılığa sahip olan şekilli dudakları, insana cehennemin cennet olduğunu düşündürtürdü. Aynı anda tekrar gözlerimize tutunduğumuzda hissettiğim heyecan bedenimi kamçıladı.

Nedensiz bir ürkeklikle bakışlarımı kaçırıp tenine kremi yedirdim ve geriye çekilerek aramıza koyduğum mesafede sakinleşmeye çalıştım. Bakışlarını yüzümde gezdirmeye devam etmesiyle ortama yerleşen sükûnet, zihnimdeki gürültüyü de susturdu.

Dudağımı dişleyerek az ilerimde duran telefona bakmaya başladığımda asıl odaklanmam gereken şeyin o olduğunu hatırladım. Hâlâ beni izlemekte olan adamın yanına ilişerek telefonu aldım. Hektor bedenini bana çevirerek kolunu ardıma, sandalyenin baş kısmına yerleştirdi. Üzerime doğru eğilerek parmaklarımda duran telefonu daha rahat görebilecek bir pozisyona geldiğinde, nefesi saçlarıma karıştı. Ayaklarımı kendime doğru çekerek tabanlarımı sandalyenin oturduğum kısmının ucuna yerleştirdim. Yanında küçük bir kız gibiydim.

Ona baktığımda hazır olduğuna emin olmak istedim. Bana güç veren gözlerinden aldığım onayla önüme döndüğümde ekranın üzerine dokundum.

Aydınlanan fotoğrafa baktım. Yüzlerindeki gülümsemeyle poz vermiş iki kadın vardı önümde. Biri tam on altı gün önce ölen patronum, Cansel Hanım'dı. Diğeri ise benim için tamamen yabancıydı. Uzun, bakır renkteki saçlarıyla fazlasıyla güzel olan kadın yanında duran arkadaşının yaşlarında gibiydi. Belki de arkadaşı değil, kardeşiydi. Pek benzedikleri söylenemezdi ama her olasılığa açıktım.

Tuhaf bulduğum nokta, Cansel Hanım'ın kadını hayatının merkezine koyduğunun bariz olmasıydı. Öyle ki telefonunun ekran fotoğrafı bile onunla paylaştığı bir anıydı. Bu denli değer verdiği biri, onun ölümünde nasıl ortaya çıkmazdı?

Cenazeye gitmiştim ve bu kadını asla görmediğime emindim.

"Kadını araştırdım," dedi Hektor.

Gözlerimizi buluşturduğumda hissettiğim şaşkınlığı yüzüme yansıttım. O da benim gibi durumdan şüphelenmiş olmalıydı.

"İsmi Dilhan Pektaş. Haber muhabiri, aynı zamanda gazeteci. Cansel'in yakın arkadaşıymış. Lisede çekilen fotoğraflarına kadar buldum. Anladığım kadarıyla arkadaştan öte, kardeş gibilermiş."

İçim sızladı. İnsanın en yakın arkadaşını kaybetmesi ne de ağır bir acıydı. Her anını birlikte geçirdiğin, diğer yarın olarak gördüğün birini yitirmek üzücü olmalıydı. Simay ya da Afra'ya bir şey olduğunu, onlarsız kaldığımı düşünmek bile delirecek gibi hissetmemi sağlıyordu. Bu acımasız dünyada yüreğime su serpen yegâne kişiler onlardı. Yoklukları benim için bir nevi bedenimin uzuvlarından birini kaybetmek ile orantılı olurdu. Ayakta kalamaz, dengemi bulamazdım.

"Peki neden cenazeye gelmedi?" diye mırıldandım.

"Dilhan bir aydır kayıp. Cansel ölmeden iki hafta önce sırra kadem basarak ortadan kaybolmuş," dedi ve ekledi. "Olayı araştırdım. Kadın bir ay önce peşinde olduğu haber için yurtdışına çıkmış ve bir daha da geri dönmemiş. Cansel kayıp ilanı için polise başvurmuş, konsolosluklar birbirine girmiş ama kadına dair tek bir iz bulamamışlar." İç geçirdi. "Sanki buhar olup uçmuş gibi ortadan kaybolmuş."

Dilim lal olmuştu. Tepki veremiyor, düşünemiyordum.

Cansel Hanım öldürülmeden önce en yakın arkadaşı kayıplara karışmıştı. Kendisi mi kaçmıştı yoksa başına bir iş mi gelmişti, beni asıl muallakta bırakan kısım buydu. Eğer kendisi gittiyse neden kardeşi gibi gördüğü kadını endişe ve korkuya mahkûm ederek sırra kadem basmıştı? Kendisi gitmediyse ve başına bir şey geldiyse kim, neden ona zarar vermek istemişti?

"Bir saniye," diyerek elimi kaldırdım. "Yani Cansel Hanım ölmeden iki hafta önce en yakın arkadaşı kayıplara karıştı ve hâlâ ona dair bir gelişme yok. Eğer kendi isteğiyle ortadan kaybolduysa kardeşi gözüyle baktığı kadınla yakınlığını koruyamamış olmalı ki ölmesini dert etmedi. Yani belki de arkadaşlıkları bozulmuştu." Kendi tezimi yalanlarcasına mırıldandım. "Ama o zaman Cansel Hanım kaybolmasına bu denli endişelenir miydi? Onun için polis ve konsolosluk arasında mekik dokur muydu?"

Hektor bütün sorularıma cevap olacak bir öneriyle karşılık verdiğinde kara gözlerindeki alevler büyüdü. "Öğrenmek istiyorsak telefonu karıştırmalıyız."

Elimdeki varlığını unuttuğum telefona dönerek aceleyle ekran kilidini açtım. Karşıma çıkan menüde gözlerimi gezdirip mesaj kısmına girdiğimde nefesimi tutarak ekranı süsleyen isimlere baktım. Hektor daha iyi görebilmek için bana yanaştı.

Onu öldüren kişi sayesinde gecenin bir vakti bana ulaşan mesaj en üstte duruyordu fakat Cansel Hanım'ın en son attığı mesajın asıl sahibi, hikâyemize giriş yapmış olan kayıp kadındı.

Mesajlara tıklayıp yukarıya çıktım ve ilk mesajdan sona doğru okumaya başladım. Zihnime işlenen her cümlede ürperiyor kaşlarımı çatıyordum.

Cansel: Nasıl ama beğendin mi?

Dilhan: Yakışıklı adam fakat niye onu görmemden bu kadar rahatsız oldu anlamadım.

Cansel: Biraz utangaçtır.

Dilhan: Keşke ben gitmeden önce yüz yüze tanışsaydık. Neredeyse iki aydır hayatında ama daha benimle karşılaşmadı. Görüntülü konuşmak ve bu şekilde tanışmak içime hiç sinmedi, söyleyeyim.

Cansel: Döndüğünde hep beraber yemeğe gideriz. Sahi uçağın ne zaman?

Dilhan: Yarın sabah. Gidince haber veririm. Sana Tayland'dan hediye getireceğim.

Cansel: Aman istemem. Kendine dikkat et yeter. Kaynağı belli olmayan bir haberin peşinden gidiyor olmana hâlâ inanamıyorum. Başına bela alacaksın.

Dilhan: Hissediyorum Cansel, büyük balığı yakalamak üzereyim.

Boğazımda oluşan düğümle titredim. Benliğimi sendeleten bu mesajlar karşısında ne düşüneceğimi şaşırmıştım. Demek aralarında bir sorun yoktu. Dilhan, ülkeyi terk etmeden hemen önce Cansel Hanım ile konuşmuştu. Aynı zamanda onun hayatındaki adamla tanışma şerefine erişmiş, sadece konuşmamış onu görmüştü. Tayland'a gitmeden bir gece öncesine şahit olduğumu fark etmek kanımı dondurdu. Parmağımı ekranda kaydırıp diğer mesajları okudum.

Cansel: Umarım istediğini elde edersin. Şimdi yatmam gerek, yarın çok işim var. Uçağın indiğinde beni aramayı unutma.

Dilhan: Tamamdır, beni özle...

Konuşmanın bundan sonrasında Dilhan tek bir mesaj dahi atmamıştı. Cansel Hanım ise arkadaşının dileğini yerine getirerek ona duyduğu özlem ile yazmaya devam etmişti.

Cansel: Uçağın indi mi?

Cansel: Telefonun neden hâlâ kapalı?

Cansel: Şarjın bitti sanırım. Telefonunu açınca ara.

Cansel: Endişelenmeye başlıyorum, niye hâlâ telefonunu açmadın?

Cansel: Delireceğim! Eğer partilere dalıp beni unuttuysan bil ki öldün.

Cansel: Dilhan, iki gün oldu. Polise gideceğim, lütfen aç şu telefonu.

Bir korku filmi izliyor gibi hissetmekten kendimi alıkoyamadım. Sanki her an köşeden biri çıkıp ani hareketiyle aklımı alacaktı. Gerçi yaşadıklarımdan sonra bana yetecek kadar bile aklım kalmamıştı.

Cansel: Polise haber verdim. Konsolosluk ile konuştular. Ülkeye giriş yapmışsın ve hâlâ orada gözüküyorsun ama rezervasyon yaptırdığın otele gitmemişsin. Allah aşkına, neredesin sen?

Cansel: Neredeyse bir hafta oldu. Hâlâ sana ulaşamıyorlar, bugün patronun arayıp kovulduğunu söyledi. Sanırım seni Tayland gecelerinde eğleniyor, uyuşturucunun dibine batıyorsun zannediyorlar. Oysa ben endişeliyim. İçimde kötü bir his var. Lütfen aç artık şu telefonu.

Cansel: Cehennemin dibine kadar yolun var! Konsolosluktan geliyorum. Polis ve hastanelerde kaydın olmadığını öğrendim. Demek ki gayet iyi ve sağlıklısın. Hangi çukurda alkol komasındaysan orada kal ve bir daha sakın gözüme gözükme!

Atılan son mesaja baktım. Cansel Hanım'ın ölmeden bir saat önce yazdığı mesaj feleğimi şaşırttı. Hektor bile nefesini tutmuş, çatılan kaşlarıyla mesajı okuyordu.

Cansel: İki hafta oldu. Gittiğinden beri on dört gün geçti ve ben seni çok özledim. Yıllardır birbirimize aile ve sırdaş olmadık mı? Niçin beni böyle yarı yolda, bir başıma ve habersiz bıraktın? Seni tanıştırdığım, şu içine sinmeyen adam var ya... Bir saat önce onunla buluşmam gerekiyordu. Restorana gittim ama gelmedi. Dakikalarca onu bekledim. Öyle üzgünüm ki istediğim tek şey, sana bunu anlatıp beni teselli etmene izin vermek ama sen yoksun. Eve gitmem gerekirdi ama ben galeriye gelip tabloların arasında ağlamakla meşgulüm çünkü işimden başka sahip olduğum tek bir şey bile yok. Umarım iyisindir, Dilhan. Umarım en yakın zamanda görüşürüz.

İnsan bazen dudaklarından kayıp giden sözlere dikkat etmeliydi zira o cümleler eşref saatine denk gelirse aniden gerçekleşebilirdi.

Ne düşüneceğimi şaşırmış, afallamıştım. Okuduklarım karşısında içime yerleşen kasvet beni boğuyordu. Boynumdaki görünmez eller sıkılaştı. Aklımın dağınıklığını toplamak isteyerek dudaklarımı araladığımda benden farksız olan adama baktım.

"Dilhan, Cansel Hanım'ın hayatındaki adamla tanışmış ve adam nedense bundan rahatsızlık duymuş. Uçağa binerek Tayland'a gitmiş ama otele giriş yapmamış. Hastanelerde ve poliste kaydı yok ama başına bir şey gelmiş olma ihtimali yüksek. Yoksa bunca zaman illa ki yaşadığına dair bir haber verir ya da Cansel Hanım'ın vefatını duyarak ortaya çıkardı." Mırıldanışlarım yakarışa dönüştü. "Hektor, ben anlamıyorum. Bu okuduklarımız neydi?"

O da en az benim kadar sersemlemiş gözüküyordu. Sanki ne diyeceğini bilemiyordu. İç geçirerek bakışlarını kaçırdıktan sonra edindiğimiz bilgilerden yola koyularak çıkarımlarda bulundu.

"Dilhan, kaynağı belli olmayan bir haber alarak Tayland'a yola çıktı. Ülkeye giriş yapmış olsa da bunca süre haber alınamaması normal değil." İçimi ürperten gözleriyle bana baktığında sarf ettiği sözler kanımı dondurdu. "Bu işte büyük bir bela var, Feray. O kadının yaşadığını hiç sanmıyorum."

Aralanan dudaklarımdan kayıp giden soluğum ile titrediğimde Hektor hızla ayağa kalktı ve acele adımlarla içeriye girerek gözümün önünden kayboldu. Fikirlerim birbirine dolanıp düğüm haline gelmişti.

Saniyeler içinde elindeki son model bilgisayarıyla yanıma oturan adam ekranı açtı. Doğrularak ne yaptığını görmeye çalıştığımda anlamadığım manzaralar ile sınandım. Bir yerlere giriyor, veri tabanlarında dolaşıyordu. Yine ulusal güvenlik kuruluşlarının sitelerine sızmaya başlamıştı. Bunu yaptığını her gördüğümde kendimi büyük bir suç işliyormuş gibi hissediyordum. Hızla klavyenin üstünde dolaşan elleriyle kaşlarını çatarak ekrana bakmaya devam etti. Bir şey bulamıyor olmalıydı ki ifadesini bir öfke esir almıştı. O kendi hünerlerini konuştururken, ben oturduğum yerde mırıldanmaya başladım.

"Cansel Hanım'ın hayatındaki adam her kimse Dilhan ondan hoşlanmamış. Kendi tecrübelerimden yola çıkarak söylüyorum eğer en yakın arkadaşın bir adamdan hoşlanmıyorsa onda kesin bir sorun vardır." Dudağımı kemirerek bakışlarımı kaçırdığımda içime yerleşen huzursuzluğu tasvir edebilecek kelimelere sahip değildim. "Cansel Hanım'ın öldüğü gece adam ile buluşması gerekiyormuş. Belki adam yemek randevularını ekmeseydi, Cansel Hanım olmaması gerektiği halde galeride bulunmaz ve ölmezdi."

Son cümlelerim benliğimi titretti.

İnsanın herhangi bir adımı veya kararıyla hayatı bambaşka yollara sapabiliyordu.

"Adam niye randevuyu ekti ki?" diye mırıldandığımda gökyüzünü süsleyen yıldızlara baktım. Sesli düşünüyor olmamdan rahatsızlık duymayan adamın bir yandan da beni dinliyor olduğuna emindim. Öyle ki daha önemli bir soruyu zikrederek bakışlarımı ona çevirmeme neden olmuştu.

"Asıl sorun randevuya gitmemesi değil. Bir gün öncesine kadar görüştüğü kadın öldüğünde, ortaya çıkarak tek kelime etmemesi."

"Randevuya gitmemesi de önemli," diye mırıldandığımda bana ciddi misin der gibi baktı. Bir kadın olarak ekilmenin nasıl travmatik bir durum olduğunu tahmin edebiliyordum. Yine de odaklanmamız gereken nokta bu değildi. Gözlerimi devirerek bana bakan adama doğru konuştum. "Ama senin dediğin daha önemli tabii."

Kara gözlerini bilgisayar ekranına çevirdiğinde içkimden büyük bir yudum aldım.

Savcı Onur, bu detayı kaçırmış olabilir miydi? Ona Cansel Hanım'ın görüştüğü bir adam olduğunu söylemiştim. Belki de adamı bulup sorgulamıştı ama bizim haberimiz yoktu. Bakışlarımı yanımda oturan adamda gezdirdim. Ben bilmesem bile Hektor böyle bir şeyi mutlaka öğrenirdi. Öyleyse bu gizemli adam, neden ortalarda yoktu?

Telefonun kararmaya başlayan ekranına dokunup, Dilhan ile olan konuşmadan çıkarak geriye kalan iletilere baktım. Kargolardan, sitelerden gelen mesajlar dışında kayda değer tek bir şey dahi yoktu ki bu oldukça garipti. Cansel Hanım adamın randevuya gelmemesine kızarak onunla olan konuşmalarını silmiş olabilir miydi?

Mesajlardan çıkarak telefon rehberine girdiğimde tanıdık birkaç isim görsem de geri kalanına oldukça yabancıydım. Bana aşinalık veren tek bir numara veya isim yoktu. Rehberden çıkıp galeriye girdiğim sırada Hektor'un sıkıntılı bir ifadeyle arkasına yaslanması üzerine ona baktım. Bütün bedeni gerilmiş, gözlerine bir karanlık çökmüştü. Ne bulmuştu bilmiyordum ama öğrendikleri asla hoşuna gitmemişti.

"Kadın kredi kartını hiç kullanmamış. Başka bir otele giriş yaptığına dair işlem yok. Cansel konsoloslukla görüşüp polise kayıp başvurusunda bulunmuş ama sisteme geçirmemişler bile. Telefonunun verdiği son sinyal Bangkok'ta bulunan Soi Cowboy yöresinden."

"Orası neresi?" diye sordum çekinerek.

"Tayland'ın fuhuş merkezi. Sadece Tayland'ın değil, dünyanın en berbat seks ticaretinin işlendiği yer." Başını hafifçe iki yana salladı. "Güzel ve yabancı bir kadının tek başına girip sağ salim çıkma ihtimalinin oldukça düşük olduğu bir cehennem çukuru."

Beynimden vurulmuşa döndüm. Canımı yakan sözler nefesimi kesti. İşittiklerimi sindirememiş olmam midemin bulanmasını sağladı ve rüzgârda kalan cılız bir yaprak misali ellerim titredi. Başıma saplanan ağrı ruhuma işleyen korkunun yan etkisiydi.

"Telefonu uçağının indiği gün o bölgeden sinyal vermiş. Bir daha da ses seda yok." Gözlerini bana çevirdiğinde ne hale düştüğümü umursamadan bütün çarpıcılığıyla konuştu. "Dilhan ölmüş olabilir. Yaşıyorsa da bir ölüden farklı değildir."

Dilhan, kötü insanların eline düşmüş olabilir miydi?

Gerçi bunu sormam bile aptallıktı. Gördüklerimizden sonra başka bir olasılık yok gibi duruyordu.

"Büyük bir balık yakaladığını düşünmesini sağlayan bir istihbaratın peşinden bu bölgeye gitmiş olabilir. Belki de seks ticaretiyle alakadar olan ünlü bir işadamını ifşalamak derdindeydi ya da Tayland'dan ülkemize yapılan seks işçisi kaçakçılığıyla ilgili bir delil yakaladı." Sıkıntıyla söylendi. "Bilemiyorum, Feray. Emin olduğum tek şey büyük bir belaya bulaşmış olması." Ekranı işaret etti. "Burada yazanlara göre oldukça hırslı ve asi bir kadınmış. Kimsenin cesaret edemeyeceği haberleri yazıp güçlü insanlarla karşı karşıya gelmekten çekinmezmiş. Belki de birilerinin ayağına bastı. Onlar da kadını ortadan kaldırdılar."

Pekâlâ, sanırım istifra edecektim.

"Asıl anlayamadığım bu durumun bizimle ne alakası var?"

Adeta bağırmış, öfkeden delirdiğini düşünmeme neden olan bir ifadeyle yakarmıştı. Sandalyesini ittirerek kalktı ve lüks yatının içinde volta atmaya başladı.

"Dilhan, Cansel'in birlikte olduğu adamı gördü. Belki de bizim peşimizdeki manyak o adamdır. Bütün bunları yapabilmek, her şeyi başlatabilmek için bir fitil ateşlemesi gerekiyordu ve Cansel'i kullanarak bunu yaptı." Sinirle homurdanıp bakışlarını gökyüzünde dolaştırdı. "Ama öyleyse niye onu teşhis edebilecek tek insanı bulmamızı istiyor?"

Bu, benim de aklıma gelmişti. Eğer bizi avlayan manyak, Cansel Hanım'ın gizemli sevgilisiyse neden bu telefonu bize vermişti? Elimde duran cihaz yardımıyla ona giden yolda zafer elde edebilirdik. Belki de Dilhan'ın öldüğünü düşünüyor hatta daha korkutucu bir ihtimalle öldüğünü biliyordu, o zaman bu durum bize ne kazandıracak ya da kaybettirecekti?

"Bence bu kadının bizim oyunumuzdaki yeri daha farklı." Dudağımdan kayan mırıltılar ile gözlerimiz buluştu. "Cansel Hanım'ın gizemli sevgilisi bir şaşırtmaca olabilir. Belki peşimizdeki ruh hastası böyle düşünmemizi isteyerek okları kendinden uzaklaştırmaya çalışıyor. Senin söylediğin ihtimal olsaydı kendisiyle ilgili olan mesajları silerek bize bu telefonu verebilirdi. Böylelikle sadece kadına odaklanmamızı sağlardı. Ama o gizemli adamı da işin içine katarak kafalarımızı karıştırmaya çalışmak istedi."

"Başardı," dedi Hektor. "Peki bu kadının oyundaki yeri ne?"

Sorusuyla dudağımı dişledim. Başımı eğerek elimde duran telefona baktım. Ekranda parlayan fotoğrafın sağ köşesinde duran kızıl saçlı kadının bir piyon olma ihtimali yüksekti.

Parmağımı kaydırarak ekranın açılmasına neden olduğumda yanlışlıkla dokunduğum için cihazı kapatacaktım ki gözüme bir şey çarptı. Kalbimin deli gibi atmasını sağlayan görselle dudaklarım aralandığında, göz ucuyla seçebildiğim şeyi daha yakından görmek isteyerek galeride bulunan son fotoğrafın üstüne dokundum.

Zihnimde dönüp dolaşan sözler ruhumda filizlendi.

Artemisia'nın kadınları ipleri sıkıca dolarlar parmaklarına.

Ne şehvet arar o kadınlar ne din.

Öfkeyle yanar ve saldırırlar.

Karanlığın içinden doğan ışık misali parlayan fotoğraf, önümüze serilmiş olan haritaya saplanan kırmızı başlı bir iğneydi. Dudağımın kenarı kıvrıldığında bana çatık kaşlarla bakan adamın ismini mırıldandım. "Hektor."

Sesimdeki şaşkınlıkla bana doğru gelen adam, ne gördüğümü merak etmişti. Yanıma oturarak bedenini bedenimin üstüne eğdiğinde, aynı şeye bakmaya başladık.

Dilhan yüzündeki büyük gülümsemeyle kameraya poz vermiş, elinde duran biletleri kaldırarak heyecanını mimiklerine yansıtmıştı. Parmaklarımı hareket ettirerek sağ elinde duran biletleri yakınlaştırdığımda tebessümüm genişledi. Sanırım cevabımızı bulmuştuk. Kırmızı renkte, dörtgen şeklinde olan biletlerin üstünde altın rengiyle bir yazı parıldıyordu.

Artemisia'nın Kadınları Derneği, on dokuz Aralık Salı günü Çırağan Sarayı'nda gerçekleşecek olan yardım gecesinde sizleri de aramızda görecek olmaktan mutluluk ve onur duyar.

Yarın geceye ait olan biletler, elimize geçen sonuncu zarfın bilmecesine işaret ediyordu. Bu yüzden o manyak telefonu bize vermişti. Gözlerimin değdiği fotoğrafı görmemizi isteyip gizemli sevgiliyle dikkatimizi dağıtmaya çalışmıştı. Dördüncü zarfa giden yoldaydık ve acele etmeliydik çünkü her an bir engelle karşılaşabilirdik.

Hektor dudağının kenarını kıvırarak, insanın kanını kaynatan bir cazibeyle bana baktığında içimde kelebekler raks etti. "Lilith, yarın geceni benimle Çırağan Sarayı'nda geçirmek ister misin?"

Dudağımı dişleyerek kıkırtımı gömmeye çalıştım. Derin bir nefes alıp ona doğru yanaştığımda resmiyetiyle örttüğü alaycılığının bir benzerini ona yaşattım. "Ah, bu teklife nasıl karşı koyabilirim ki?"

Yüzümüzü ele geçiren gülümsemelerle birbirimizde asılı kaldık.

Gökyüzü ise bir kurban verdi.

Aramızdaki boşluktan bir yıldız kaydı.

B Ö L Ü M   S O N U

Seviliyorsunuz!

Continue Reading

You'll Also Like

ZEVAHİR By Çiğdem

General Fiction

4.1M 216K 82
"Lütfen... Hayır," dedim adımlarım geri geri giderken. Buradan uzaklaşmalıydım. Silahtan, bağlı adamdan, karşımdaki gözü dönmüş adamdan... Hepsinden...
3.4M 192K 39
Güneş: Polis ol, polisle birlikte ol ama asla polislik olma demişler ya Güneş: Halt etmişler Güneş: Tutuklayanım sen olacaksan polislik olmaya razıy...
7.4M 530K 59
Tamamlandı MaaşıYatırmayanAdam: Ne? Siz: Ne için yazdığımı unuttum ben. Siz: İsmini görünce hatırladım. Siz: Maaşları yatırsana amk 04.02.2022 #kur...
1.2M 86K 51
"Seni altımda inletmek için sabırsızlanıyorum." Mırıldanışım geceye sis bulutu halinde karıştı. "Ama zevkten değil acıdan." *** Ansızın kendini hacke...