Gecenin İzi

Από 1merve_w

6M 327K 586K

Ben Zümra Akça... Bu dünyadaki bütün acıları tadan, ufacık kalbinde sarılacak bir yara bırakmayan kadınım. B... Περισσότερα

2 - Bölüm
3 - Bölüm
4 - Bölüm
5 - Bölüm
6 - Bölüm
7 - Bölüm
8 - Bölüm
9 - Bölüm
10 - Bölüm
11 - Bölüm
12 - Bölüm
13 - Bölüm
14 - Bölüm
15 - Bölüm
16 - Bölüm
17 - Bölüm
18 - Bölüm
19 - Bölüm
20 - Bölüm
21 - Bölüm
22 - Bölüm
23 - Bölüm
24 - Bölüm
25 - Bölüm
26 - Bölüm
27 - Bölüm
28 - Bölüm
29 - Bölüm
30 - Bölüm
31 - Bölüm
32 - Bölüm
33 - Bölüm
34 - Bölüm
35 - Bölüm
36 - Bölüm
37 - Bölüm
38 - Bölüm
39 - Bölüm
40. Bölüm
42 - Bölüm
43 - Bölüm
44. Bölüm - |Birinci Kitap Finali|
Ö.B. - FISILTI
45 - Bölüm
46 - Bölüm
47 - Bölüm
48 - Bölüm
49 - Bölüm
50 - Bölüm
51 - Bölüm
52. Bölüm
53 - Bölüm
54 - Bölüm
55 - Bölüm
56. Bölüm
57 - Bölüm

1 - Bölüm

462K 10.3K 14K
Από 1merve_w

' Kitap final olduktan sonra düzenlemeye alınacak, yazım hatalarından rahatsız olanların şimdi okumasını önermiyorum. '

İlk deneyimimin verdiği heyecanla yazdığım satırları okumaya Hoş Geldin!

Keyifli okumalar.

Başlangıç Tarihi -

🌕

- Gecenin İzi -

Pencerenin önünde duran ufak saksı yağmurdan dolayı rengini kaybetmiş, daha da koyu bir hal almıştı. Kış ayına girmiştik artık. Yağmur sesi... Bu ses omuzlarıma, zihnime yük olmayacak tek ses olmalıydı.

Yağmur damlaları yaprakların üzerine damlıyorken, yapraklar eğri bir hal alıp düşecek gibi duruyordu. Ama onlarda bizler gibi, tahmin ettiğimizi değil etmediğimizi yapıp su damlasını üzerinden atıp, eski halini almasını sağladı. Bu rüzgarın, senin gibi soluk bir yaprağı o ağacın dalında nefes almana izin vereceğini düşünmüyorum.

Zihnimde dönen bu karmaşayı kenara ittim.

Gözlerimin önünde duran kitabın kapağına baktım. Uçurtmalarına bakan iki erkek çocuk. Uçurtma Avcıları...

Bugüne kadar okuduğum en güzel kitap olabilirdi. Tek bir cümle aklımın ucunda kodlanmıştı.

"Çocuklar boyama kitabı değildir, onları en sevdiğiniz renge boyayamazsınız."

Ben ne renk olduğunu bilmeyen bir çocuktum. Hayır Zümra, artık çocuk değilsin.

Ne siyah, ne de beyaz olamayan çocuklardan biri olmuştum.

Tek isteğim geleceğimin beyaz ya da siyah olarak belirlenmesiydi. Geç de olsa bir renge sahip olmak istemek, bunca zaman ayakta durmama bahane oluyordu.

Ruhun penceresinden akan sıvı yavaşça bedenimi lekeliyordu. Görüş açım gün geçtikçe geriliyor ve beni çıkmaz bir sokağa sürüklüyordu. Bu her şeyi görüp, hiçbir şey yapamamak gibi bir şeydi.

Ve ben hayatımın tamamını bu kural ile yaşadım.

Her şeyi bil, ama hiçbir şey söyleme.

Biz, yani bu evdeki kurallar; her zaman sadık kalınan kurallardan biriydi.

İkinci kural her şeyden daha zordu.

Ağlama, ağlamak yasak!

Ne kadar sürecekti hiçbir fikrim yoktu. Bunu pek de düşündüğüm ve üzerine düştüğüm de söylenemezdi.

Pencerenin kenarlarındaki kahverengi ton gözlerimden daha da açık bir renge aitti. Cam, yağmur damlalarından dolayı dışarıyı gösteremeyecek bir kıvama gelmişti. Bu kıvam içimi huzursuz ediyordu. Birilerinin beni her an izlediğini düşünüp, rahatız oluyordum. Belki de babamın beni her saniye gözünün üzerinde tuttuğu için bu tarz panormal olayları kafamda kuruyordum.

Kitabımı elime alırken içinde duran fotoğrafı çıkardım. Ablam ve annem ile son kez çekilmiş ve son kez güldüğüm tek fotoğraf. Yapraklar yavaşça kapanırken araya sıkışan kurumuş yaprak tanesini fark ettim. Ne zaman koyduğuma dâir hiçbir fikrim yoktu ama çok güzel bir şekle sahip olduğu gayet belli oluyordu.

Kitabın sayfasına tekrardan yerleştirdiğim yaprağın ardından kitabı örttüm. Yatağımdan yavaşça doğrulamam ile ayaklarım zemine değmeden gök gürültüsü ile refleks ile tekrardan yatağımın üzerinde dizilerimi bağladım. Genel olarak her zaman şimşek çakardı ama bu sefer sanki Tanrı birine kızmıştı da, bütün öfkesini yeryüzüne yansıtıyormuş gibiydi.

Kalp atışlarım, bir annenin yavrusunu kaybetmiş halini andıracak kadar şiddetliydi. Nefes alış verişlerimi kontrol etmeye çalışsam da, bunu başaramıyordum. Ani gelen bu olaylardan her zaman korkmuşumdur. Zaten şimşek de çakmadan hazır ol geliyorum demiyordu.

Kapının ani açılışı ile kafamı ağırca kaldırıp telaşlı ağabeyim ile göz göze geldim. İlk önce bana ardından da gür sesin yankılandığı gökyüzüne baktı.

"Ne yapıyorsun?" dedi, sanki korktuğumu düşünüp yanıma gelmemiş gibi. Ve ağabeyim, Serdar Akça; beni bazen gerçekten sevdiğini düşünürken bazen ise nefret ettiğini düşündüğüm koca adam.

"Uyuyacaktım," dedim, düz bir ifadeyle. Bakışları nefret doluydu. Kardeşine nefret ile bakmasına rağmen kardeşi bu durumu umursamıyordu. Ya da kardeşi olan ben, üzüldüğümü bariz belli edecek kadar küçük değildim artık. Büyüdüm. Büyüdüm ve artık onun bakışlarının altında kalan bir kaldırım taşı gibi yerin dibinde olmamam gerektiğine karar verdim.

Ve bu karar egosu tatmin olmayan insanların her zaman zoruna gidecek bir karardı.

Gözünde sigara izmariti kadar değerim olmadığına yemin edebilirdim. Aramızdaki bu mesafe beni üzmüyor değildi, ne de olsa o benim ağabeyimdi. Ama yaptıkları gün geçtikçe ağrıma gidiyordu. Bana bakışları, bana karşı olan acımasızca tavırları gün geçtikçe inanılmaz derece de ağır ve sonsuz bir nefret tohumu yetiştiriyordu ruhumun derinliklerinde. Yanıma oturması ile şaşkın bakışlarım gözlerinde takılı kaldı. Halimi hatırımı sormayan çocuk şu anda benim yanıma oturmuş ve gülümsüyordu.

"Hayırdır?" dedim, imalı bir havayla. "Durduk yere bana gülümsemezsin sen."

Daha da içten bir gülüş sergiledi. "Babam," dedi, tiksinircesine. Sevmediği adamın kuklası olmuşken böyle konuşması fazlasıyla saçmaydı. "Yarın seninle bir yere gitmek ister ise bir bahane bulup evde oturuyorsun. Karnım ağrıyor de, gerekirse tuvalette dur bütün gün," dedi, uyarıcı ve sezdiğim korkulu sesiyle. Ne oluyor? Yine benden ne saklıyorlar?

"Sebep?" derken, kaşlarım benim kontrolüm dışında havalandı. Gülümseyişi donuklaştı. Sert yutkunuşu benim de yutkunmama sebep olmuştu. Bu durum saniyeler içerisinde büyük bir sessizliğe melodi olmuştu. Nefes alış verişlerimiz odada iğrenç bir melodi yayarken, ağabeyim son kez içli bir nefes aldı.

Bir derdi mi vardı?

Yoksa sarhoş da ben mi anlamamıştım?

Bu son ihtimal bile değildi, sarhoş olsa çöp kokardı.

Elini bana yaklaştırması ile geriye doğru çekildim. "Ne oluyor? Neden birden bire iyi kardeş rolü oynuyorsun?" Sesim kutuplardaki buzlar kadar soğuk, uçları kadar keskindi.

Yüzü kaskatı kesildi. Donuk bakışları üzerimde donuk halde hareket ediyordu. Ruh gibiydi. "Sana karşı dürüst olacağım Zümra," dedi, ilk defa bana karşı dürüst olacağını belirterek. O dürüstlüğün içerisinde ne kadar fazla yalan olduğunu tahmin etmem gerekiyordu.

"Babam büyük bir halt yedi ve sonu fena halde seni etkileyebilir. Bu yüzden temkinli davran ve babam ile hiçbir yere gitme. Bir çözüm bulabilirim." Duraksadı. Bakışları bana ve kendine acıyor gibiydi. "Bulacağım."

Nasıl bir çözüm? Neye çözüm?

"Serdar," dedim, titrek dudaklarımdan çıkan fısıltısıyla. "Babam ne yaptı da sonucu bana yansıyacak?"

İçimde dehşet derecede bir korku körüklenmeye adım attı. Köz parçalarının tenime değmesinden farksızdı ruhuma bıçak gibi saplanan acı. Kıskıvrak yakalamış ve etrafımda çemberden ateş halkaları ile sarmıştı her yerimi. İşte bu duyguyu babamı her gördüğümde hissediyordum.

Ağabeyim hiçbir şey söylemedi. Sessizlik odanın içerisine hakim olurken, yağmur damlaları penceremin camına sertçe çarpıyor ve sessizliğin içinde ufak bir melodi yayıyordu.

Çarpma sesleri kalp atışlarım gibiydi. Sessiz ortamda baskıyla duyulan, sesli ortamda duyulmayan.

"Bunu düşünme ve rahatça uyu. Korkmazsın, öyle değil mi?" dedi, kaşları usulca yukarıya kıvrılırken. Küçükken korkuyorum diye kapısının önünden kalkmadım günlerden bahsediyor olmalıydı.

"Korkmuyorum," dedim, her zamanki gibi ona karşı çıkan mesafeli sesimle. "Çıkarsan uyuyacağım."

Kafasını aşağı yukarı sallarken gözü bir anda kitabıma değdi. Eline alacakken ondan önce davranıp kitabımı elime aldım. "Bir bu kitabı saklayabildim, şimdi bunu da mı alacaksın?" Sesim öfke ile beslenen bir kızın sesiydi. Öfkemle değildi ümidimle ayakta durmaya çalışsam da, öfkenin yüksek sesini kısamıyordum.

Son kez baktı gözlerime. Hüznün hissettirdiği bakışlar kalbimde büyük bir sızı oluştururken, ben donuk bir surat ifadesi ile bakıyordum.

"İyi geceler," diye mırıldandı. "Karanlıktan da korkma. Hayaletler gündüz gülümseyemeyen insanları, geceleri güldürmek için çabalar." Hayalet değil, hayallerdi bahsettiği. Hayaller ufak da olsa tebessüme neden olurdu.

"Keşke güldürmeyen sizlere de geceyi zehir etseler." Gülümsedim. Kırık tabağı bantlar ile eski haline döndürmeye çalışan bir çocuğun, kırık ve eski gülümsemesi ile karşılık verdi.

Yutkundu. Sesli yutkunuşu sebepsizce benim de yutkunmama sebep olmuştu. Kafamı pencereye doğru çevirip, onun çıkmasını bekledim.

Kapı açıldı. Ve tekrardan kapandı. Odada tekrardan yalnız kalmıştım. Yalnız değildim aslında, o vardı. Vardı ama onu göremiyordum. Hissediyordum.

Ölmüştü. Nihal Akça. Ablam. Bir zamanlar bu oda onundu, şimdi benim. Sonum nasıl, nerede olacak, bilmiyordum. Onun sonu gibi olmasından korkmuştum her zaman, hâlâ da korkuyordum.

Ölmek istiyor, ama bir yandan da yaşamak için savaşıyordum. Ne gibi bir faydası var diye sorsalar 'Dünyaya gelmenin bir sebebi olduğunu hissetmek için' der, bir kere daha varlığıma inanırdım.

Göz kapaklarım yavaşça aşağıya doğru indi. Tamamen karanlık olan odanın içini aydınlatan şimşekler, kapattığım gözlerimin içindeki karanlığı aydınlatamadı. Ve beni derin karanlığın arasına bırakıp, kayboldu.

🌕

Kapının açılışı ile gözlerim irice açıldı. Korku bedenime dökülen bir benzinin ardından ateşin harlanışı kadar kuvvetliydi. Refleksin yönlendirdiği hareket kalbimi yerinden çıkaracak kadar kuvvetle çarpmasına neden oldu.

"Kalk hadi, işimiz var," diye söylenen kişi tam olarak baba demeye mecbur kaldığım adamdı. Bakışları soğuk ve öfkeliydi.

Yatağımdan ne zaman doğrulduğumu bile anlayamadan kafamı kaldırdım. "Saat daha yedi," diye mırıldandım. Uykulu sesimden dolayı mırıldanışım bile hırıltılı çıkmıştı.

Alayla güldü. Gülüşü mide bulandırıcı bir sirke kokusundan daha da iğrençti. "Kalk, işimiz var seninle," dedi, yüzündeki gülüşü ezen ciddilik saniyeler içinde yerini aldı.

Ağabeyimin söylediği her bir kelime zihnimde yankı yaptı. Vücuduma bir yanardağın ucunda durmuşum gibi yakıcı bir sıcaklık yayıldı. Kollarım nemleniyor, dudaklarım kurumaktan tenimle aynı renge dönüşmeye adım atıyordu.

"Ben biraz rahatsızım, baba. Karnım dün geceden beri şiddetle ağrıyor, geçer diye düşündüm ama geçmedi. Midem de bulanıyor, önemli bir mesele değilse kalkmayayım," dedim, yüzüme yalancı bir halsizlik yaymaya çabalasam da başarılı olduğumu düşünmüyordum.

Kaşları çatıldı. "Yürüdüğün zaman geçer," dedi katı sesi ile. Kalkamamı istiyordu ama ben kalkmak istemiyordum.

"Bab-" Cümlemi kuramadan büyük bir ses yankılandı. Elini sertçe kapıya vurmuş ve kapının sertçe duvara çarpmasını sağlamıştı.

Hiçbir şey olmamış, yaşanmamış gibi oturuyordum. Artık karşı koymaktan yorulmuştum. Konuşmam hiçbir şey ifade etmiyordu onun için. Çöp yığınlarının içinde bir kuru ekmek arayan çocuk ben, o ekmeğe bile göz koyan babamdı.

Kafamı kaldırıp yüzüne baktım. "Nereye götüreceksin beni?!" Yüksek sesim kulaklarımın alışık olmadığı bir çınlama ile karşılık verdi bedenime. "Yürüyecek halde değilim. Çok sancım var... Regl olmuşum." Başka türlü beni rahat bırakmayacaktı.

Verdiği öfkeli nefesi kusma isteğimi güçlendirmişti. Kapıyı çarparak odamı terk etti. Arkasından üzerine saldırmasını beklediğim yırtıcı hayvanlar sadece hayal dünyamda yaşıyordu. Yırtıcılar onun her bir yerini yiyerek bedenini kanlar içinde bırakacaktı. Evet, sadecee bunu görmek istiyordum. Ve yine maalesef evet ki bu benim sadece hayal dünyamda gerçekleşiyordu.

Dizlerimi karnıma doğru çekerek çenemi diz kapağıma yasladım. Ve boş duvar ile her gün yaptığım gibi aynı şekilde bakıştık. Ben hareket etmeden çığlık attım, o da hareket etmeden beni dinledi. Gözümde koyulaştıkça koyulaştı. Büyük bir kara deliğin içine çekiliyormuşum gibi hissediyordum. Bunların hepsi kafamı kurcalayan sorulardandı.

Aslında evet, karnım ağrıyordu ama bu regl zamanım geldiği için değildi. Soğuk algınlığı olmalıydı. Uyumak istiyordum ama uyku bile şu anda bana kabus ile karşılık vercekmiş gibi hissettiriyordu.

Telefonumun çalışı ile eski, ufak masanın üzerindeki telefonuma baktım. Ekranda Derin'in ismini görmem ile ağrım sızım yok olmuş gibi yerimden doğruldum.

"Efendim?" dedim, şu anda araması şans olamayacak kadar mucizeviydi.

"Naber?" Boğuk sesi uzaktan gelince beni hoparlöre aldığını anladım. Tıkırtı sesleri gelince bir süre yanında biri var diye konuşmadığını düşündüm. "Konuşsana Zümra, neden sustun? Yanında biri olduğu zaman direkt suratıma kapat diyorum telefonu. Sonra geliyor buluyor seni o baban."

Kıkırdadım. "Kimse yok. Ama iyi ki aradın, farklı birinin sesini duymak iyi geldi," diye söylendim.

"Bir şey mi yaptı yine? Sen, böyle konuştuğuna göre kesin bir şey yapmıştır o," dedi Derin, farelerden bahsederken nasıl tiksiniyorsa babamı dile getirdiğinde de tiksiniyordu. Fareler, babandan daha yararlı Zümra.

"Yok bir şey, sen nasılsın? Bu saatte uyanman bir mucize," dedim, onunla alay etmeye yeltenerek.

"Burak ile buluşacağım," dediğinde sesi tabii ki sevdiği çocuktan bahsettiği için huzurlu ve heyecanlı çıkmıştı.

Ve Burak; benim okul arkadaşım, erkek kardeşim gibi sevdiğim ve en yakın dostumun sevdiği ama karşılık alamadığı kişi.

"İyi, git ve gününü gör. Akşam mızmızlandığın zaman. 'Sorun ben de olmalı Zümra, ne yapacağım?' Demezsin o zaman!" Belki biraz sert çıkışmıştım ama zaten dağınık geçen hayatını daha da dağınık hale getirip, kendini bitirmesini istemiyordum. En azından bir erkek için. Bu erkek en yakın dostum olsa da, Derin'in de fena halde takıntılı aşkıydı. Önceden böyle bağlanan insanlar varmı diye düşünürdüm, ta ki Derin'i görene kadar.

"Okey... Sonra konuşuruz. Seviyorum seni esmer bomba," dedi, sıcacık sesini derinden hissettirerek. Bu lakabı sevmesem bile Derin, İzmir'i olduğu için şaka da olsa bomba deyip duruyordu. Burak'a, 'Sarı bomba!' Diye seslendiği günü hatırlıyordum. Tam bir rezillik anıydı!

Zilin çalışı ile gelen kişiyi tahmin etmiştim. Halam. Bu saatte ondan başladı gelmezdi. Kafamı yastığa yasayarak gözlerimi kapattım. Uykum gelmiyordu ama onunla muhatap da olmak istemiyordum.

"Zümra nerede?" diye soran halamın sesini duymam ile dudaklarımı dişledim. Cehennemin dibinde Zümra! Zebanilerle sizi bekliyor.

Kapının açılması ile hareketsizce uyuma numarası yapmaya devam ettim. "Kız! Uyudun mu?" diye bağıra bağıra konuşması ile ne kadar zeki ve anlayışlı insanlar ile kaldığımı anladım. Zaten uyuyan insana bağıra bağıra uyudun mu, diye sorulurdu.

Kafamı kaldırıp, "Kör müsün, geri zekâlı?" diye suratına bir tane çarpasım geldi.

Bir süre sessiz kaldığında beni izlediğini anladım. Kapıyı sertçe çarptığı an yastığa kafamı gömerek dişlerimi sıktım. Bu kadın da, ağabeyi de şizofren olmalılar.

Camın önüne konan kumru kuşunu görmem ile sakince onu izledim. Sanırım biraz pencereye yaklaşsam hızla uçardı. "Keşke benim de kanatlarım olsaydı," diye söylendim kendi kendime. Uçup, uzaklara gitsem. Başka insanların, başka hayatların, başka bir yuvaya konabilsem. Kuş penceremin önünü terk ederken gözlerimi üst üste kırptım. Sanki uçmamış gibi hâlâ pencerenin önündeydi. Kafamı yavaşça kaldırarak psikolojimi sorguladım.

En iyisi kafamı yastığa gömerek evde kimse yokmuş gibi duvarı izlemekti.

----

Pencerenin ucuna oturmuş, lacivertlenmiş gökyüzüne bakıyordum. Yağmurun sinmiş hali yavaşça bulutların esiri olmaktan kurtularak, birbirlerinden uzaklalmaya başlamıştı. Sanırım tek sevdiğim yağmur damlalarının saatlerce zemine çarpmasıydı.

Bir anda ilkokul zamanında öğretmenimizin sorduğu soru geldi aklıma. "Kendinizi nasıl görüyorsunuz?" O zaman çocuk olduğum için sessiz kalmıştım. Şimdi böyle bir soru sorulsa saatlerce cevap verebilirdim.

"Ayakları zincirlenmişken, anahtarını çizen kızım. Bedenine kocaman bir taş bağlanmasına rağmen uçmaya çalışan kelebeğin de umuduydum. Açılan makasın arasında kalan karınca kadar da çaresizim." Fısıldayışım yavaşça yere çakılarak tekrardan sessizliğe hapsetti etrafımı.

Aynanın karşısında dimdik duran bedenime baktım, ruhumun paramparça olmuş halini göstermiyordu. Pencerenden sarkan bacaklarım, soğuk havanın etkisi ile karıncalanmıştı.

"Zümra." Yukarıdan gelen ses ile kafam benim kontrolüm dışında havaya kalktı. Yukarı katta oturan Semiha teyzenin oğlu Murat ağabeyi görünce gülümsedim.

"He?" diye yanıtladım, onun gibi sempatik bir ifadeyle.

"Bugün güzel bir gün, intihar etme," derken sesi acınası çıkmıştı. Bunu gizlemek için çabaladımı bilmiyordum ama bana acımasını hissetmek bile iğrençti.

"Bugünü güzel kılan nedir ki?" diye sordum merakla. İntihar etmeyecektim, intihar etmek son çareydi. Son serüven.

"Hava güzel mesela," dediğinde gülmemek için dudaklarımı bastırdım. O ise bunu söylerken inanmayıp, beni inandırmaya çalışmıştı.

"Hmm," diye mırıldandım alayla. "Hangi havalarda intihar etmemi önerirsin Murat abi? Fikirlerini inan not edeceğim," dedim.

Duraksadı. Düşünüyor gibi gözüküyordu. "Zümra," dedi tekrardan. "İntihar etmek günah, cehennemi boylarsın bak. Sonra Murat abim dedi, dersin."

Dayanamayarak gülmeye başladım. Karşılık verirken benden daha gür çıkıyordu sesi.

"Eğer cehennemi boylarsam zebanilere kesinlikle, "Murat abi demişti," diyeceğim. Aklın kalmasın," diyerek alay ettim.

"Ciddiyim, ölmek çözüm değil. Sen öleceksin, arkandakiler mutlu mesut yaşayacak. Benim adaletimde bu yok. Ona göre, aklını başına topla!" diye azarlayacı tavrıyla çıkıştı.

Yanaklarımı şişirirken gözlerimi devirdim. "Hava almak için çıktım, intihar edeceğimi de nereden çıkarttın acaba?" dedim imalı bir tavırla.

"Ne bileyim, camdan ayaklarını sarkıtıyorsun. Dördüncü katta oturduğunu hatırlatmam gerekiyor herhalde," dedi ve dikkatimi bu sefer gerçekten dağıttı.

Kafamı eğerek aşağıya baktım. Zemin gecenin arasındaki karanlığında bir kuyuyu anımsattı. Kendimi bıraksam buradan düşecek ve kuyunun kanlı dibini boylayacaktım. Ya da izlediğim çizgi filmlerde olduğu gibi kuyunun dibinde bir canavar ile karşılaşacaktım. Ya da ben kafayı yemeye başlamıştım. Evet evet, tam olarak bu.

"Ölmek isteyeceğim şeyler yaşadım ama ölmekte cesaret ister değil mi? Şahsen ben buradan atlayamazdım. Parçalara ayrılmazdım buradan düşersem ama beynim bana kanlı vücudumu yansıtır ve bunu engellerdi. Bir dergide okumuştum, boş boş konuşuyor bu kız deme yani," derken bilmiş bilmiş gülümsüyordum. Bir Derin, bir Burak, bir de arada bir Murat abi ile konuşur rahatladım.

Bazen en büyük ceza yalnızlık olur.

Bunu kimsenin yaşamasını istemezdim.

"Eğer okuluna devam etseydin eminim ki çok başarılı olurdun. Bir kere içinde bunları öğrenme hevesi var. Hem, bir şey olsa beni sen kurtarır, masraftan da yırtardım. Ah be! Milletin komşusu avukat, doktor oluyor; bizimkinin biri tinerci, biri alkolik, aha biri de aşağıda oturmuş intihara teşebbüs modunda temiz hava alıyor. Etrafımda bir tane normal insan yok," diye hayıflandı. Sigara kokusunu aldığımda gözlerimi yumdum. Bu koku sebepsizce hoşuma gidiyordu.

"Neyse, iyi geceler," dedim konuyu kapatarak.

"Sana da," diye yanıtladı Murat abi.

İçeriye girerek penceremi örttüm. Arkamı dönmem ile korkuyla tiz bir çığlık koparmam bir oldu. Serdar karşımda durmuş, kolları birbirine bağlı şekilde beni izliyordu. Zifiri karanlık olan bir odada böyle belirmesi hiç iyi değildi.

"Naber kardeşim?" dediğinde yüzünde ufak ve alaycı bir gülümseme vardı.

"Seni görmeden önce mükemmeldim kardeşim!" dedim onun zıttına yüzümü ekşiterek.

Yatağıma otururken pür dikkatle beni izliyordu. "Çıkmak istedi mi?" diye sordu sessizliği ve bakışı sonunda keserek.

Sıkıntılı bir nefes verdim. "Evet," diye yanıtladım.

"Ne söyledin de gitmediniz?" diye sordu bu seferde. Bir dedektif gibi gözlerini kısmış, kollarını birbirine bağlamıştı.

"Gitmediğimizi nereden biliyorsun? Gecenin ikisi sonuçta, gidip de dönmüş olabiliriz," dedim direterek. Ağzındaki baklayı çıkarmasını bekliyor, hem de merak ediyordum.

"Eğer gitseydin dönemezdin," dediğinde kaşlarım çatıldı.

"Beni nereye götürecekti?" dedim merakım daha da şiddetle artarak. Gözlerindeki ifadenin yansıması farklıydı. Korku ve endişe birbirine karışmış, endişe baskın kılmıştı.

"Bilmiyorum..." diye mırıldandı. Yalan söylediğini daha da belli edemezdi.

"Bilmiyorsan dışarıya çıkabilirsin," dedim ters bir tavırla. Bu üç gündür bana hiçbir zaman davranmadığı gibi iyi ve sıcakkanlı davranmaya başlamıştı. Bu tavrının altında elbette bir şey arıyordum.

"Babam yok," dedi bir şey ima eder gibi. "Yemek yemediğini de az çok tahmin edebiliyorum. Mantar aldım... Sen seversin. Ama ben yaparsam sevmezsin. Birlikte yaparsak seversin." Lafı o kadar döndürüp durmuştu ki, gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırdım. Gel demek bu kadar zordu sanırım bizim abi-kardeş ilişkimiz için.

"Peklâla," dedim oturduğum yerden kalkarak. "Sen çık, ben geliyorum." Kafasını sallayarak odadan çıktı. Dolabın kapağını açarak üzerime daha kalın bir kazak giymek için kurcaladım. Bordo kazağı kafamdan geçirerek saçlarımı tepeden topladım. Yoksa Serdar "Bu yemeğin adını Zümra'nın saçları koyalım, içine tüm saç tellerin döküldü!" diye tutturur, başımı ağrıtırdı.

Mutfağa yaklaşırken yüksek sesle şarkı sözleri mırıldandığını duydum. Sesi de uysa daha iyi olabilirdi. "Dertlerin kalkınca şaha, bir sitem yolla Allah'a..." diye söyleniyordu. Sanırım yıllarca dinlemesine rağmen asla soğumayacağı bir şarkıydı bu. "Görecek günler var daha,
Aldırma gönül aldırma..." Bazen onun dinlediği şarkıların ardında aslında içten içe umut ettiği şeylerin olduğunu düşünüyordum. Ya da böyle düşünerek onu gözümde iyi biri olarak avutmaya devam ediyordum.

"Mantar öyle kesilmez, kabuklarını bile soymamışsın. Zehirli mantar almadığına emin misin?" dedim gözlerimi tereddütle kısarak.

"Dağlara tepelere çıkıp zehirli mantar topladım, Zümra! Marketten aldım, merak etme," dedi. Mantarları yapamadığını söylediğim için kenara çekilerek eli ile benim yapmamı işaret etti.

Zaten sonunda yine benim yapacağım belliydi ki!

"Sen neden erken geldin ki?" diye sordum. Mantarları da bir yandan hızlı hızlı kesiyordum.

"Babamın olmadığı günler erken geldiğimi biliyorsun değil mi?" dedi hatırlatmak ister gibi bastırarak.

"Hı hı," diye mırıldandım. Ve işimi yapmaya devam ettim.

Aradan geçen bir saat içinde Serdar beni deli etmişti. Kırk yıllık şefmiş gibi "O öyle olmaz, ne biçim yapıyorsun, aç kaldık." deyip durmuştu. Ve şu anda çaprazımda bulunan sandalyenin üzerine oturmuş, tabağındaki mantarı iştahla yiyordu.

"Ellerine sağlık," dedi sonunda bardağındaki suyu yudumlayarak.

"Afiyet olsun."

"Babama bir yalan uydurup Derin'in evinde kalmanı sağlayacağım," dediği an sevinçle kafamı kaldırdım. Öyle bir gülümsemiştim ki, gören sevdiğim birinin son anda ölümden döndüğünü falan düşünürdü.

"Gerçekten mi? Yalan söylemiyorsun değil mi?" dedim nefes almayı bir an unutup hızla konuşarak.

Kahkaha atması ile gülüşüm biraz da olsa hafifledi. "Ciddiyim Zümra, ama söz vermedim. Sonra bana söz verdin deyip durma. Elimden geleni yapacağım," dedi tembihler gibi.

Kafamı sallayarak onu onayladım. Bu evden dışarıya çıkardım ama annem öldükten sonra bu biraz kısıtlandı. Hatta baya baya kısıtlandı. Babam tüm gün evde oturup televizyon izler, ağabeyim ise işe gider akşam dönerdi. O döndüğünde çıkma zamanı babama gelirdi. Gece hayatı, alkollü eve dönmediği bir gün görsem gözlerim yaşarırdı. Aslında annemden önce bu kadar içmezdi ama annem öldükten sonra iyice delirdi. Her zaman çekindiğim adamdan artık korkuyordum. Delirecek kadar.

Sofrayı toplamış, salonda oturuyorduk. İnsan ağabeyinin yanında rahat ederdi, değil mi? Benim içimdeki bir duygu rahat etmemi, diğeri ise kasılmama neden oluyordu. Göz ucu ile ona baktım. Gözlerini televizyona dikmiş, aksiyon filmini pür dikkatle izliyordu.

Ona güvenmiyordum.

Bu davranışlarının altında bir şey arıyordum, çünkü o diğer türlü böyle davranmazdı.

"Bana bakmaya devam edecek misin?" dediği an bakışları da ekrandan benim yüzüme çevrilmişti.

Kafamı çevirsem de hâlâ bana bakıyordu. "Hayır," dedim önüne dönmesi için.

"Bir şey mi söyleyeceksin?" diye sordu.

"Sence de sormam gerekmiyor mu?" dedim soruya soruyla cevap vererek. En sinir olduğum davranış olsa da uyguluyordum.

Bir süre boş bakışları ile beni izledi. Dikkatimi çekmemiş gibi tabağımdaki mantarı yemeye devam ettim. Kafama bir çuval geçirilmiş de onun bana baktığını göremiyormuşum gibi bakıyordu.

"Ne oldu? Hatta ne oluyor? Uzun uzun bakmalar, iyi abi pozları, birlikte yemek yemeler... Bir şey mi isteyeceksin, diyeceğim ama bunun içinde bu kadar uğraşmaz direkt söylerdin," dedim düz bir ifadeyle.

"Bir şey olduğu yok, Zümra. Vakit geçirmek istiyorum seninle, eskisi gibi," dedi. Dilinin ucuna konan bir uğur böceği vardı da, o çıkartıyordu sanki bu yumuşak sesi.

Alaylı güldüm. "Eskisi... Ta yıllar yıllar öncesinden bahsediyorsun sanırım. Daha ben yedi belki de sekiz yaşındayken falan," dedim. Yıllar önceki halimizi tekrardan yaşamak istemesi aptalcaydı. Tüm yaşananları unutacağımı düşünüyordu sanırım.

"Doğru söylüyorsun. Bunu denemem bile saçma, annem öldükten sonra bunun hiçbir imkanı yoktu zaten," derken yüzüme tükürmüş gibi hissettim. Yanaklarımı ısırırken yüzüne bakmamıştım.

Kafama okkalı bir darbe yedim. Ruhumun çarpıntısı ile senselendim. Annem hakkında ne söylerse söylesin cevap vermeye hakkım yoktu. Bedenime yayılan sıcaklık bir an alevlerin arasında kalacakmışım gibi hissettirdi.

Alevlerin arasında kalmak kadar korkunç bir şey yoktu benim için.

Ve ben bunu defalarca hissediyordum.

Televizyonu kapatarak ayağa kalktı. "Bana güvenmiyorsun, aklın kalmasın ki ben de sana güvenmiyorum. Kendini melek zannetme Zümra!" diye sertçe çıkıştı. Her kelimesi küçülüp bir deliğin içine girmem için çalışıyordu.

"Biliyorum," dedim kafamı kaldırıp yüzüne bakarak. "Benim yaptığımı yapmamış olman da seni melek kılmaz."

Öfkeyle kafasını iki yana sallayarak beni boş salonda yalnız bıraktı. Elbette haklıydı. Sadece bu konuda haklıydı belki de. Konuşmaya hakkın var mıydı? Zannetmiyorum. Ama kendisinin hiç suçu yokmuş gibi davranması da zoruma gidiyordu.

Odama geçip uyumadan önce ışığı kapatmak için çekmeceli masanın yanına doğru ilerledim. Tam kapatacakken kenarda duran ilacı fark ettim. Elime aldığım hap şişesinin kutusuna bakındım. Kullanma talimatına bakacaktım ama yoktu. Sadece şişe vardı ve onun da üzerinde bir şey yazmıyordu.

İlacı yerine geri bırakırken kapı açıldı. Babamın içeriye yorgun bakışlarla girerken elimdeki şişeyi görmesi ile gözleri irice açıldı. Ceketini asmadan hızla elimden şişeyi çekti. Gözlerindeki korkuyu sezdim. Neden bu kadar panik olduğunu da anlayamadım.

"Ne yapıyorsun? Neden aldın bunu?" diye hesap sormaya başladı ama bağırmıyordu. Gayet medeni bir insan gibi soruyordu.

"Işığı kapatacakken gördüm, bir şey yapmadım," diyerek kısa kestim. Sırtımı ona dönerek odama doğru ilerledim.

Yaptığı hareketler ilginç gelmişti. Birden bire normal konuşması ve özellikle gözlerindeki korku... İşte bunu ablamın ölümünden sonra ilk kez görmüştüm.

O ilaç neydi bilmiyorum, ama onun için bilinmemesi gereken bir şey olduğu belliydi.

🌕

Akrep ve yelkovanın birbirine her an kavuşup ayrılmasını tamı tamına on dakikadır izliyordum. Evet, bu çok sıkıcıydı. Ama zaman geçmiş miydi, geçmişti.

Kahvaltı masasına oturdum. Babam hızlı hızlı yerken etrafında kimse yokmuş gibi kafasını tabağına gömmüştü. Kahvaltıyı hazırlarkeb dün gördüğüm ilaca da baktım ama yoktu. Onu kaldırmıştı. Serdar'ın sandalyeyi çekerek yerine oturması ile göz göze geldik. Gözlerini kaçırarak kaynar çayında büyük bir yudum aldı. Yanma hissini ben hissederken o hissetmemiş gibi yemeğini yemeye başladı.

Bedenindeki kasılma onu sonu olmayan bir uçuruma sürüklüyor, damarındaki kanı boşaltmak için oradan yere çakacaktı. Buradan bakıldığında böyle bir çaresizlik görüyordum.

Boğazını temizlemesi ile babam dünyaya tekrardan dönerek ağabeyime baktı. "Ferit ağabey ile konuştum, baba," deyince beni ilgilendirmeyen bir konu olduğu için kahvaltımı etmeye devam ettim.

"Ne konuştunuz?" diye sordu babam.

"Bize uğrayacakmış," dedi Serdar. Sesi gittikçe kısılıyordu. "Zümra için."

"Nasıl Zümra için?" diye sordu babam. Kahvaltımı etmeyi bırakmış, pür dikkatle Serdar'a dönmüştüm.

"Hani çocuğu olmuyormuş ya..." Duraksadı. Yüzüme baktı. "Ondan Zümra'yı istiyormuş, senin de oynayın varsa tabii."

Elimdeki çatalın dört sivri ucu avuç içime saplanmış, derimin içindeki damarlarımı koparmak için tüm kuvvetiyle çalışıyordu.

Saniyenin yerinde sayması beni arafın arasında bıraktı. Sağ tarafımda da cehennem vardı, sol tarafımda da cehennem vardı. Benim için bir araf yoktu, benim dünyamın yörüngesinde cehennem ateşinin gölgesi haricinde bir şey yoktu.

"Boşanmış mı ki?" diye sordu babam, sanki tek sorun evli olmalıymış gibi. Kendinden beş yaş küçük bir adama kızını vermeyi aklından geçirmesi kusma isteğimi kabartmıştı.

"Hayır... Bilmiyorum. Seninle konuşacakmış," dedi Serdar güçlükle. Ona baktım. Nefretle, kinle, acımasızca, tiksintiyle.

Kör ruhumun yavaş adımlarla sokağa atılmasının ardından kurduğu ufak düşünceleriyle tökezlemeye yer arıyordu. Duvarların yavaşça üzerime doğru atılmasını bekliyor, karanlık odanın arasında tekrardan hapis kalmak istiyordum. Ama bunların hiçbirini duymamış olmak suratiyle.

Gözlerimin arasında ağ yapmış örümcek yerini yadırgıyor, ağlamaya yüz tutmuş gözlerimin önündeki yuvasını parçalıyordu.

"Gelmesin. Olmayacak bir şey için vakit kaybetmenize gerek yok," dedim araya atılarak. Dişlerimin arasından çıkan hırıltılı sesin çığlıklara dönüşmesine ramak kalmıştı.

"Bir gelsinler baba..." dediğinde Serdar, tüm iradesiyle çaba sarf ettiğini gördüm. Gözlerindeki ısrarcı ifade ondan daha da fazla iğrenmeme neden oldu. "Konuşulur."

"Ne konuşulur? Benimle evlenme şartı ile ne kadar para isteyeceğini mi? Hanginiz daha karaktersiz onu mu konuşacaksınız? Nasıl bir teklif sunduğunu farkında mısın, sen!" diye bağırdım gür sesimle. Duvarlara çarpan cümlelerim hızla yere çakıldı.

Babam elindeki çatalı masaya fırlattığı an bakışlarım Serdar'ın üzerinden yavaşça ona doğru kaydı. Gözlerindeki kararlılık ile yüzleştiğim an yüzüme sert bir tokat yediğimi hissettim. Ruhumun parçalara ayrılıp bedenimi kanaması ardından oluşan görüntü iğrendiriciydi.

"Senin dilin iyice uzadı!" diye bağırdığında yüzüme iğrenç şekilde tükürdüğünü hissettim. Serdar'a dönüp, "Çağır akşama gelsinler," dedi.

Avuç içimdeki damarları koparırcasına sıkıyor, hislerimi örtecek kadar yakıyordum.

"Gelseler ne fark edecek? Evlenmiyorum! Evlenmeyeceğim! Evli bir adam ile isteseniz de evlenemem," diyerek sandalyeden fırlamış ayakta dikilmiştim bile.

Serdar sıkıntılı bir nefes verirken kafasını iki yana ağır ağır salladı. "Ben akşam gelmeleri için haber veririm," dedi ayağa kalkarak.

Umursamazlığı tüylerimi diken diken etmeye yetmişti. Zihnimin içinde dün geceki anılar bir bir oynamaya başladı. İğrendim. Ona gülümsediğim andan konuştuğum ana kadar.

"Ver ver, polise de uğra. İki kişilik yer ayırtsınlar sizin için!" diye çıkıştım, bedenimdeki öfkenin tırnaklarını onun yüzüne geçirmemek için kendimi dizginlemeye çabalıyordum. Açık açık tehdit etmiştim ve belki de bu babamı deli edecek en büyük hamleydi.

Babamın ayağa kalkması ile kafesin arasında tıkılıp kalmış kalbim çıkacakmış gibi çarpmaya başladı. Yüzümde tek bir mimik oynamasa dahi içimdeki korku vücut ısımı yükseltmişti bile.

"O kız ile görüşmene izin vermekle hata yaptım ben, o seni böyle kışkırtıyor. Bir de polis diyor..." Kararlı bakışıyla Serdar'a döndü. "Telefonunu al, kapıyı da kilitle. Hiçbir yere gidemesin de görsün dünyanın kaç bucak olduğunu!"

Arkasını dönüp çıkmak için hazırlandığı an çıldırmışcasına bağırdım. "Bu dünyanın kaç bucak olduğunu sen göremeyeceksin! Eğer o adam bu eve adım atarsa, yemin ederim bu evden cesedimi çıkartırsınız."

"Çıkta, nasıl çıktığının bir önemi yok."

Büyük bir darbe ile sarsıldı içimdeki küçük kız. Yavaşça hem gülüşü, hem de anıları siliniyordu. İstemediğini bu kadar derinden hisseden kızın kalbi kararak genç kızın kalbinin köşesinde yer edindi. Yeri artık kara bir mıknatıs gibi bedenimdeydi.

Arkasını dönüp evden çıktı. Arkasından dolu gözlerle baktım. Ne korkuyordum şu an ne de tereddüt ediyordum. Yalnızca ağlamamak için kendimi sıkarak kafamı iki yana salladım.

Serdar'a baktım. Sanki bu teklifi o sunmamış gibi rahatlıkla oturuyordu.

"Amacın buydu değil mi? Bu yüzden dün gece iyi kardeş numarası yapıyordun..." Sessiz kaldı. "Konuşsana! Neden yapıyorsun bunu bana? Ben senin kardeşinim, düşmanın değil!"

Kafasını kaldırarak yüzüme baktı. "Senin için," dedi yalnızca. Başka bir şey söylemeden ayağa kalktı. Gitmesine izin vermeden kolundan tuttum.

"Benim için mi evli bir adam ile evlenmemi istiyorsun? Hukuken bile bunun bir karşıtı yok. Bu bir suç!" diye bağırırken kafamı ağır ağır iki yana salladım. Kime ne anlatıyordum ki ben. Suçtan, hukuktan bahsettiğim kişi yıllarca suçlara batmış babamın biricik oğlu.

Odama hızla girerek kapımı kapattım. Telefonumu elime almam ile Derin'i aramam bir oldu. Biriyle konuşmam gerekiyor, hatta direkt yardım istemem gerekiyordu.

"Derin Yıldırım'ın telefonu, buyurun?" diye her zamanki gibi neşeli sesiyle telefonu açtı Derin.

"Zümra Akça ben, sanırım bunu birkaç gün sonra mezar taşıma bakarak söyleyeceksiniz. Çünkü bu sefer yıllardır sorduğun sorunun cevabını veriyorum, yardım et bana," dedim sessiz bir fısıltıyla.

Kapının açılması ile elimdeki telefonun çekilmesi bir oldu. Serdar ilk bana, ardından da telefon ekranına baktı. Geri vermesini beklemiyorken telefonu bana uzattı. "Konuş, sonra alacağım telefonunu," dedi koca yürekli ağabeyim. Ne kadar da merhamet doluyum ama.

Telefonu elime almam ile Derin'in bağırışını duymam bir oldu. "Polis teşkilatını kapıya dizmem için neden söyle," dedi telaşla. Bana her zaman bunu söyler ama bir neden de isterdi. Neden vardı da delilim yoktu.

Ve elinde de büyük bir koz vardı. Ben onu polise şikayet ettiğim an o da ederdi. O iki gün sonra çıkardı ama ben hayatımın yarısını kaybederdim.

"Polis olmaz Derin. Umursamıyor bile polisi, durumu biliyorsun. Benim bir belge ile..." Duraksadım. Ruhumun içinde düğümlenen nefesim çıkış yolu bulmak için çırpındı. Kaskatı bedenimin arasında çırpınan yapraklar dallarından koparcasına bir fırtına çıkarttı. "...katil olduğumu ispat eder."

Az önce gür sesi ile hevesle bağıran arkadaşım susmayı tercih etmişti. O da bundan iyi bir sonuç elde edemeyeceğimizi anlamıştı.

"Peki..." diye mırıldandı düşünür gibi. "Ben sebebini sormadım, neden birden bire karar değiştirdin?" dediğinde asıl sorun kısmına gelmiştik.

"Evlendirmek istiyor beni, hem de Ferit ağabey ile... Adam evli, diyorum cevap yok. Benden büyük, diyorum ama yine cevap yok." Derin bir nefes aldım fakat nefesimin içinde boğuk bir hisle takıldım.

"Biliyor musun?" diye sordu. "Senin baban öldüğünde helvadan tut, ilk toprağını bile atan ben atacağım. Ve toprağına tüküren de ilk ben olacağım!" diye bağırdı son cümlenin ardından. Benim kadar öfkelenir, hatta üzülürdü.

Bu yüzden yanımda her zaman o vardı.

"Telefonumu alacaklar... Bu akşam ne olacak bilmiyorum ama eğer istemediğim bir şeye zorlanırsam, bu evde asla kalamam. Yarın bize gelmen gerekiyor. Sabah erken gel ki babam uyuyorken konuşalım. Olur mu?" diye sordum. Derin'i ne kadar kardeşim olarak görsem de bu konuda yardım istemek kötü hissettiriyordu.

"Tamam, yarın sabah ezanında sizdeyim," dedi beni neşelendirmek amacıyla heyecanlı ve alaylı bir ifadeyle. "Ciddiyim Zümra, canını sıkma. Bir yolunu buluruz elbette, karamsar düşüncelerle kendini delirtme."

"Tamam..." dedim içimdeki sorunu ona yansıtmamaya çalışarak. "İyi ki varsın."

"Ah, evet! İyi ki varım." Kıkırdadı. "İyi ki varsın."

Gülümsediğimi görmese de hissettiğini biliyordum. Telefonu kapatarak odadan çıktım. Serdar koltuğa oturmuş, kafasını ellerinin arasına alarak düşünceli şekilde zeminin üzerinde çizgiler oluşturuyordu.

Telefonu yanına fırlattığım an kafasını kaldırıp derin düşüncelerden koptu. İlk önce telefona ardından da bana baktı. Ayağa kalkarak yanımdan hızla geçip gitti. Arkasından bakarken sırtına ucu zehirli bir bıçak saplamak istedim. Hem zehirle, hem de yara ile kıvranmasını istedim.

Birden bana döndü. "İstediğin bir şey var mı dışarıdan?" diye sorduğunda ağzım açık bakakaldım.

Şaka mıydı bu?

"Fare zehri alırsan sevinirim, yemeğiniz tatsız tuzsuz olmasın," dedim dalga geçer gibi. Çünkü o şu an tam da bunu yapıyordu.

Gülümsedi. "Tatlı şakalar, tam da senlik," dedi.

Bir ben mi delirmek üzereydim? Az önce masada hayatımı altüst edecek şeyi teklif etmemiş gibi benimle şakalaşıyor muydu?

Arkasını dönüp evden çıktı. Kapıyı kilitlediğini duyduğum an umursamadan koltuğa oturdum. Kafamın içinde sayıklayan seslerin bir sahibi yoktu. Bir sahibi de olamazdı. O sesler nereden geliyordu, bilmiyorum. Ama beni deli gibi hissettirecek kadar gür bir sesi de vardı.

Bazen yalnızca, "Ölmelisin," diyordu. Bense aval aval onu duymuyor, dinlemiyormuşum gibi hâlâ yaşıyordum.

Çünkü yaşamak için bir nedenim olduğuna inanıyordum.

İnanmak istiyordum.

-----

Karanlık gece gökyüzüne hakim olurken ay ışığı ile korkutucu simasını örtüyordu. Gecenin içerisinde parlayan yıldızlar ufak ufak birbirinden uzaklaşıyor, küs kalpleri ile geceyi aydınlatmayıda bırakıyordu.

Kalp atışlarımın ısrarla çarpmasının nedeni şu anda içeride Ferit denen adam ve karısı vardı. Şaka gibi ki içeriye girdikleri andan beri gülüşlerinin seslerini duyup duruyor ve delirmemek için yorganımı tüm gücümle sıkıyordum.

"Zümra! Hadi kızım," diye seslenen kişi keyifli babamın ta kendisiydi. Boğazındaki hırıltılı sesin gölgesi etrafımı sarmalamıştı.

Ayağa kalkarak düşüncelerim ile birlikte mutfağa doğru ilerledim. Habersiz bir anda gelmeleri daha da kabusa sürüklüyordu.

Bardak sesini duymam ile dalgınlığımın nedeniyle irkildim. Kalp atışlarımın hızlanmasını engellemeye çalışarak arkamı döndüm. Ve kocasına kız bakmaya gelen Sevilay abla ile göz göze geldim.

Bu iğrenç duyguyu benim değil de içeridekilerin hissetmesi gerekmiyor muydu?

Bakışları baştan aşağı üzerimde gezindi. Titreyen sağ eline kaydı gözlerim. Eli sarılmıştı fakat parmak uçlarında soyulan derisini görebiliyordum.

O, Ferit'e göre daha da gençti aslında. Aralarında on yaş vardı. Ve Ferit abiye göre katca iyi ve güzeldi. Böyle bir kadını hak etmiyordu.

"Ee..." diye mırıldandım. "Bir şey mi istemiştin Sevilay abla?" diye sordum içimdeki utancımı saklayarak. Utanması gereken ben değildim. Ama bu hissi içimden koparıp atmak istesem de başaramıyordum.

"Kaç," dedi sessizce. Gözlerindeki büyük korku yavaşça benim gözlerimin arasına aktı. Harelerime onun kızarmış damarları ilişti.

"Sen iyi misin?" dedim baştan aşağı bu sefer ben onu inceleyerek. Süslü kıyafetler ile bedenini süslemesine rağmen ruhundaki acıyı gizleyemiyordu. Gözleri onu ele veriyordu.

"Benimle severek evlendi Ferit, şu an güya sevdiği kadınla kızı yaşındaki seni istemeye geldi. Ve beni nasıl ikna etti, biliyor musun?" diye sordu gözleri yaşarırken.

Kafamı iki yana ağır ağır salladım. "Hayır," diye yanıtladım.

Sargılı sağ elini bana doğru uzattı. Elindeki sargı bezi yeniydi. "Elimi kezzap ile yaktı desem de bana inanamazsın, değil mi?" diye sorduğu an etrafımdaki duvarların artık onun kulağında fısıldadığını anladım.

Boş boş baktım sargılı eline. Acısını hissetmiş gibi avuç içimi sıktım. Gözlerimin içindeki yaşarmanın sebebi ise karşımda ağlamamak için direnen kadındı. Buraya gelmenin onun içinde ne kadar büyük bir acı yarattığının farkındaydım.

"İnanırım ama inanmak kötü hissettiriyor," dedim elinden bakışlarımı kaçırarak. O anki acısını düşünmek bile korkutucuydu.

"Kabullenmek de öyle," derken gözlerini sıkıca yumdu. O anı tekrardan yaşıyormuş gibi sarsıldı. "Kaç Zümra, babanın kararına saygı duyma. Kaç!"

"Sevilay." Bakışlarım bir diğer kaba sesle kapıya çevrildi. Ferit ağabey kapının önünde durmuş, ciddi yüz ifadesiyle Sevilay ablaya bakıyordu. Ve bu beni şu anda fazlasıyla endişelendirmişti.

"Teşekkür ederim Sevilay abla, kahveyi öyle yaparım," dedim hızla. Ne kadarını duyduğunu bilmesem de bir işe yarardı belki de bu. Onunla konuşmalı, bu adamın yanında daha fazla durmaması için ikna etmeliydim. O benim gibi değildi, bu çok fazlaydı.

Gülümsedi ve kapıdan hızla çıktı. Ferit ağabey kapının önünde durmak yerine mutfağa girdi. Elindeki gülleri bana uzatırken gayet keyifli gözüküyordu. Sanki az önceki kadının yansıyan korkusunun sebebi o değilmiş gibi.

Gülleri bana uzatırken gözleri üzerimden bir saniye dahi ayrılmadı. Elime aldığım gibi çöpün içine atmam bir oldu. Onunla konuşmanın bir faydası olmayacağını elbette biliyordum.

"Beğenmedin mi?" diye sordu ciddi ciddi bunu dert edecekmişim gibi.

"Beğenmedim. Yaşlı, kırışık bir yüze dönmüş, budala bir adamı kim beğenir ki?" dediğimde yüzündeki teklifkar yansıma silindi.

Zoruna gitmiş olacak ki dişlerini öfkeyle sıktı. Çenesi kasılırken hafif şekilde beyazlaşmış sakalları da gerildi.

Bana doğru yaklaştığı an tezgahın üzerindeki bıçağın ucunu şah damarına bastırmam bir oldu. Az önce kasılan çenesi içe çökerken gözleri korkunun verdiği refleksle irice aralandı. "Ben o eve adımımı atarsam sen gün yüzü görür müsün?" diye sordum gözlerimi kısarak. "İkimiz de biliyoruz... Birini ilk defa öldürmediğimi. İkincisi, birincisi kadar masum olmaz."

Cümleler dilimin ucuna akan kan gibi sızlattı bedenimi. Bunu söylemek, birini öldürdüğüm dile getirmek bile içimde sakladığım çocuğun gözyaşlarını akıtmasına, bana acıyan gözlerle bakmasına yetiyordu.

Hele ki zarar verdiğim, ruhunun bedeninden kopmasına neden olduğum kadın, ruhumu yıllarca temiz tutmuş kişiyken.

Özür dilerim. Bunu dile getirdiğim için özür dilerim. Şu an her şeye mecburum.

"Evlenmek istemiyorsan polise gitmelisin," derken keyfi tekrardan yerine gelmişti. "Ya da teslim olmak için... Sen neden hapiste değilsin Zümra? Nasıl ört pas ettin suçunu?"

Bilmiyorum. Neden hapiste olmadığımı, neden otopsi raporundan bir şey çıkmadığını bilmiyorum.

"Bu yüzden bu kadar güveniyorsun kendine, polise gidemeyeceğimi biliyorsun." Kafasını sallayarak beni onayladı. "Seninle evleneceğime yıllarımı hapiste geçirmek daha cazip bir gösteri açıkçası. Düşüneceğim." Onu alaya aldığımı düşünmesi daha da öfkesinin kabarmasına neden oluyordu.

Bıçağı şah damarından çekerek eline baktım. O an zihnimde Sevilay ablanın derisi soyulmuş parmak uçları sergilendi. Parmak uçları böyleyse, elleri nasıldır?

Bana inanamıyordu. Onu öldürebilme ihtimali bile gözünde alaycı bir görünüştü. Kanıtlayabilirdim.

Bıçağı gözümü bile kırpmadan yüzük parmağına sapladım.

Gür sesiyle attığı çığlık duvarlara çarparak yere çakıldı. Gözleri acıyla kapanmış, bedeni hareket etmemek için direniyordu.

Kendimi sorguladım. Bu cesaretimin nereden geldiğini. Sonra anladım ki bu bir cesaret değildi. Bu korkunun en acı haliydi. Korku öldürmeye teşebbüs edecek kadar körükleyici bir duyguydu. Onunla aynı evde kalmak bile korkunç geliyordu.

Korkunun esiri olanlar, kendilerini cesur olmadığı halde cesur ilan ederler.

Aynı ağabeyim gibi.

Çünkü buna ihtiyaçları vardır.

Kapının önünde ilk beliren kişi aklımın ucundaki kişi olmuştu. Ferit ağabeyin eline ardından da bana baktı. Gözlerinde endişe vardı ve buna adım kadar eminim ki benim için değildi.

"İyi misin?" diye sordu Serdar, bir yandan kana tiksinircesine bakarak. Kandan hep tiksinirdi. Kendi kanı haricinde bir damla kan görse kusma derecesine gelirdi.

Kollarımı birbirine bağlayarak rahat bir tavır sergilemeye çalıştım. Umursamaz, rahat ve gözümün karardığını görmek onu geri çekebilirdi. İhtimalde olsa.

Bir ihtimale bağlamak istemiyordum geleceğimi.

Hızlı hareketlerle eline bir bez verdi. Ferit denen yüzsüz gözlerini acıyla yummuş, derin derin nefesler veriyordu.

"Hastaneye gidelim, hemen," dedi Serdar telaş içerisinde.

"Hayır," dedi Ferit gözlerini aralayarak. "Bu akşam ne için geldiysek, onu halletmeden gitmek olmaz."

Ben bıçağı eline sapladığım için korkmuşken, o nasıl böyle rahat olabiliyordu. Hiç mi korkmamıştı?

"Peki..." diye cevapladı Serdar ama benim kadar şaşkındı da. Kırk canlı zebaninin tekiydi bu adam.

Ferit bezi eline daha da sıkı sararak mutfaktan hızla çıktı. Serdar ise anında bana döndü. "Bunun insan olduğuna emin miyiz?" dedi şaşkınlıkla.

"Sizin insan olduğunuza ikna olduktan sonra onunki pek de ilginç gelmedi," dedim yapmacık bir gülümseme ile tersleyerek.

Serdar kaşlarını çatmış olsa da onu önemsemedim. Bipolardı sanki, bir dediğinin uyguladığı ile alakası yoktu. Her işin zıttını yapıyordu.

"En son bu evde bıçağı ablam çekmişti Zümra, unutma," dedi tembihler gibi. Kafama kodlamam, bunu unutmamam için her hafta mutlaka söylediği cümleyi dört aydır söylememişti.

"Evet, sonra da özgürlüğüne kavuşmuştu," dedim.

"Ölmüştü." Kaskatı çıkan sesi ile irkildim.

Omzumun arkasından ona baktım. "Ölüm, özgürlüğün gölgesidir," dedim yakıcı bir hissiyatla.

Düşündüğünü hissettiğim an kafamı ümitsizlikle iki yana salladım. Gözlerim her an daha da yanıyordu. Kibritin tutuşmasını sağlayan sertlik göz bebeklerimdi artık, kibrit her yandığında göz bebeklerimde yanıyordu.

"Hiç yapmadığın iyiliği bir kere yaparak kahveyi sen götürür müsün?" diye sordum ona bakmadan. Sessizce yanımdaki tepsiyi alarak mutfaktan çıktı.

Serdar'ı anlamak gerçekten zordu. O kadar zordu ki, bazen onun bir ruhu yokmuş gibi hissediyordum. Düz bir beden ve işe yaramaz davranışlar. Sonra aklıma küçüklüğüm geliyor; ruhu olmadığını düşündüğüm adamım bana uzaktan ruhu ile sarıldığı zamanlar dönüp duruyor.

O çocuğun gerçekten öldüğünü düşünüyordum.

İçeriden seslerin gelmesi ile yere çöktüm. Kafamı duvara yaslayarak konuştuklarını dinlemeye başladım. Başlamam ile dibe battım.

"Sebebi ziyaretimiz bellidir, Mahmut abim," diye söze atıldı Ferit. Sesi gür ve keyifli çıkıyordu. "Allah'ın emri peygamberin kavliyle, kızın Zümra'yı kendime istiyorum."

Allah peygamber diyor bir de, Allah verecek belalısını haberi yok.

Babamın bir süre sessiz kalması ile heyecanla yerimden doğruldu. Belki de Ferit'in parmağını görünce ne kadar gözümün döndüğünü anlamıştı. Belki de vazgeçmişti.

Ta ki o cümleyi duyana dek. "Verdim gitti. Hayrını gör!"

Dört kelime içinde bir kızın hayatı batmıştı. Nefesi artık nabzının ortasında hissediyordu. Son kez.

Söylediği cümle zihnimden kopabilecek miydi? Beni kendi zihnimle kavga etmeden bırakıp, beni değersiz gösterecek bir darbe ile senselemeyecek miydi? Edecekti.

Tekrar etti cümlesi. Bir kere değil, iki kere değil, üç kere değil... Defalarca tekrar etti. Duvarlara kazınan sözlerin lekesi akmaya başladı. Siyah mürekkebi andıran bu renk iğrençlikleriydi.

Ve ben hiçbir şey yokmuş gibi kafamı dikleştirdim. Hiçbir şey duymamış gibi boş duvara gülümsedim.

Kaç saat geçmişti hiçbir fikrim yoktu. Sonuna kadar açık penceremin ardından odama yansıyan loş ışığı seyrediyordum.

Vazgeçmek istiyordum. Bunun bir çözüm, bir kurtuluş olduğunu düşünüyordum.

Ölüm özgürlüğün gölgesiyse, ölmek ne kadar büyük bir hediyedir, diye düşünüyordum.

Ve ölmek için içimde kendi kendime büyük bir ümit besliyor, bunun kötü bir düşünce olmadığına inandırıyordum.

Adımlarım açık pencerenin yanına daha baskın şekilde yaklaştı. Esen sert rüzgar tenimi kızgın demir misali yarıp geçti. Ve ben o acıya doğru bir adım, bir adım, bir adım... Ve son bir adım daha attım.

Korkum ve zihnim birbiri ile kavga halindeydiler.

Zihnim bana şunu söylüyordu: 'Bunca zaman bu yola başvurmamışken bu sefer pes edemezsin. Bir renge ait olmak, bir sebepten bu dünyaya gözlerini açtığını düşünüyorken; hiçbir sebep bulamadan, hiçbir renge ait olamadan mı öleceksin?'

Korkum ise tam tersini söylüyordu: 'Evlenmek zorunda kalırsan ne olacak? Babanı polise şikayet edersen ondan hemen sonra sen girersin dört duvar arasındaki cehenneme. Öl ve sonsuz bir özgürlüğe kavuş.'

Sandalyenin üzerine adım attı korkum. Zihnim ürperdi. Korkunun altından kalkabileceğimi düşündü, yıllardır düşündüğü gibi.

Ayakta dimdik durduğumda zemin yüksek bir uçurum gibi ayaklarımın altına serilmişti. Bir adım sadece bir adım ile tüm hayatım bitecekti.

Ve ben ölsem de kurtulamayacağımı bile bile buna adım atmıştım.

Son kez gökyüzüne kaldırdım başımı. Korku, hayalet bir el ile belime baskı uyguluyor, düşmemi hızlandırıyordu.

Zihnimse o elin olmadığını sayıklıyor, inmem için avaz avaz bağırıyordu.

Gözlerimi yumdum. Son adım... İşte o adım tamamen sonsuzluğu kapılmamı sağlayacaktı. Sonsuz bir cehennem ya da sonsuz bir mükafat.

Gözyaşım benim iznim olmadan akarken bunun korku değil de duygusallık olduğunu anladım. Ölmek istediğimi düşünüyor fakat bunu düşünürken kendimi hiç olmadığım kadar kötü hissediyordum.

Sondu bu, sonsuzluğun sonu.

Gözlerimi açtım. Bunu yapacak cesaretim yoktu. Olmayacaktı da. Kafamı iki yana kendime lanet ederek sallarken aşağıya indim.

Arkamı dönmem ile beni izleyen iki çift ela hareler ile karşılaşmam bir oldu. Gözlerinin dolduğuna şahit olmamı istemiyormuş gibi hızla eliyle silikçe sildi gözlerini.

"Ne yapıyorsun?" diye sordu.

"Ne mi yapıyorum?... Ölmeyi yeğliyordum, seni öldürmeyi yeğlemeliydim!" diye bağırdım. Sesim öfkenin iniltisi gibi döküldü dilimin ucundan.

"Ne yapıyorsunuz içeride?!" diye bağıran babamın yüksek sesini işittim. Hangimiz öleceğiz, oynuyoruz!

"Elinin körünü!" diye söylendi Serdar sessizce. "Bir şey yok, baba," diye seslendi bu sefer yüksek sesle.

Onu umursamadan yatağıma oturdum. Yatağımın ucuna oturmuş bana bakıyordu. Yüzüne bakma tenezzülünde bulunmuyormuş gibi davrandım.

"Özür dilerim."

Tiksinir gibi baktım yüzüne. "Öl, Serdar." Gözlerime donukça baktı. Bu sözlerim onun kalbine zarar vermezdi fakat benim kalbimin her dakika daha da acıyla çarpmasına neden oluyordu.

Benim aksime o gülümsedi. "Öleyim ama sen şahit olma," derken sesi titremişti. "Affetmesen de üzülürsün sen, tanıyorum ben kardeşimi."

Yüzümü ekşittim. "Ne saçmalıyorsun? Kardeşim diyor bir de! Bu duruma beni sen düşürdün, farkında mısın?" diye sertçe çıkıştım.

"Zümra..." diye mırıldandı acıyla. "Bana baba dediğin günü hatırlıyor musun?..." Kafamı hatırlamama rağmen iki yana salladım. "Ben hatırlıyorum, ve ben sana söylediğimi de hatırlıyorum."

"Babansam, senin için yaptıklarımı göstermem. Baba olmak bunu gerektirir. Tamam mı Zümra?"

Kapıyı açtı. Odadan tam çıkacakken, "Ama sen kardeşsin, baba değil," dedim harflerin boğazımdaki düğümden koparılması için direnerek. İçimde biriktirdiğim o kadar çok şey vardı ki, hangisini söyleyeceğimi bilemezdim bazen.

"Haklısın... Ben baba olmayı becerebilecek bir adam değilim," dedi durgunca. Sesindeki kırgınlığı kolaylıkla dışarıya vurmuştu.

"Çık," dedim yastığa kafamı koyarak. Kapının sesini duyduğum an çıktığını anladım ve gözlerimi yavaşça yumdum.

Kuşun gökyüzünde bulduğu huzuru karanlığımda bulmak için yumdum.

🌕

Sonbaharın sert rüzgarı çarpıyordu bedenime. Adımlarımız daha da hızlandı. Derin yanımda oflayıp, küfürler savuruyordu. Bunların hiçbiri işe yaramıyordu ama.

"Bir adam tutalım, Ferit'te kafa göz dalsınlar. Gözünü korkutursak belki geri çekilir!" diye heyecanla konuştu.

"Hmm, sonra?" dediğimde boş boş suratıma baktı. "Sonrası daha kötü olur. Ferit zaten tekin bir adam değil Derin, çoğu kişi onu tanıyor. Bunu yapmakta saçmalık olur."

Tekrardan ofladı. "Keşke canını bugün alsa Azrail," dedi Derin, kollarını sitemle birbirine bağlayarak. Ferit'ten ben ne kadar nefret ediyorsam o da ediyordu.

Kafamı kaldırmam ile kafama okkalı bir darbe yediğimi hissettim. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken Derin de benim gibi köşede samimi, abi-kardeş gibi gülüşen Burak ve Ferit'e bakıyordu.

Dişlerimi sıkarken umursamıyor gibi davranmayı düşündüm. Fakat bu doğru olmazdı. Burak'ın hiçbir şeyden haberi olmadığına adım kadar emindim. Yoksa burada, onunla birlikte asla konuşmazdı.

Derin büyük adımlarla onların yanına doğru ilerleyince ben de arkasından ilerlemek zorunda kaldım. Burak'ın bizi görmesi ile içten gülüşünü sergilemesi bir oldu.

"Geziyorsunuz ve bana haber vermiyorsunuz," dedi dargınmış gibi sahte bir tavırla. "Bir de kardeşiz diyorsunuz," diye devam ettiğinde bana bakıyordu.

Gözlerim bir anda baştan aşağı beni inceleyen Ferit'e kaydı. Dün gece olanlardan sonra hiç mi geri çekilmeyi düşünmemişti?

Onu öldürürdüm. Bunu yapardım.

"Gezmeye değil, bıçak seti almaya çıktık. En keskininden, kurban keserken kullanılan bıçaklardan hatta!" diye imalı imalı konuştu Derin. Gözleri öfkeyle Ferit'in üzerinde sabitlenmişti.

"Ne alaka?" dedi Burak, bu sefer daha ciddi ve merakla bakıyordu. Derin'in birden bire öfkelenmeyeceğini biliyordu.

"Katır keseceğiz," dedi Derin sahte bir gülümsemeyle.

Burak'ın kaşları şaşkınca eğilirken Ferit'in ağzından 'Ya Sabır." cümlesi duydum.

"Çeyiz için çıktık," dedim kısa keserek. Bir şeyler düşünecek, fakat bunu belli etmeyecektim. Ferit ne kadar yaşını aşmış olsa da aptal bir adam değildi. Bir şey sezdiği an babamı uyarırdı.

"Ne?" dedi Burak, afallamış gibi gözüküyordu.

"Duydun işte..." diye söylerken Ferit'in yüzündeki alaycı gülüşü gördüm. Sinirden atan nabzımın sesini kısmaya çalışır gibi gözlerimi üst üste kırpıştırdım.

"Bilmiyordum," dedi Burak şaşkınca. Ardından Derin'e kaçamak bir bakış attı. Neden onun bildiği halde söylemediği tuhafına gitmişti. "Hayırlı olsun... Kim o şanslı?" dedi sonunda canlanarak.

Ferit'in, "Benim aslanım," diye araya girmesi bir oldu.

Burak'ın kahkahası sessiz sokakta dalgalandı. Ferit'in koluna dostça vurdu. "Aynen Ferit abi," dedi espri olarak algılayarak.

Ardından tekrardan bana döndü. "Söylesene kızım! Kimine evleniyorsun?" dedi Burak sabırsız bir çocuk gibi. Eminim aklındaki senaryoda benim sevdiğim adam ile evlendiğim bir kesit vardı.

"Duydun," dedim, kaşlarımla Ferit'i göstererek.

Burak bir bana bir de Ferit'e baktı. Sanırım bu bakışı bir dakikadır devam ediyor, ve gittikçe daha da sinirli bir hale bürünüyordu.

Anlamıştı. Babamın zoru ile olduğunu. Bakışları kızgınca benim üzerimdeydi. Ona söylememi istiyor olabilirdi ama öfkeli davranacağını biliyordum. Bu yüzden söylememiştim.

Ferit'te dönmesi ile büründüğü siniri savurmaya başladı. Yumruğunu onun sakallı suratına geçirirken hiç görmediğim kadar öfkeli olduğuna şahit oldum. Ferit'in senselenip kendini yere bırakması bir oldu.

Ferit'in, "Ne yapıyorsun ulan sen!" diye sesini yükselttiği an korkuyla Burak'ın kolundan çekmeye çalıştım. Ama hiçbir tepki vermeden kolunu kurtararak bir yumruk daha attı. Darbesi ile bir kez daha yüzü yere çöken Ferit'in ağzından acı bir inilti döküldü.

Burak'ın bir darbe daha vuracağını anladığım an kolundan tutup kulağına yaklaşmam bir oldu. "Bunu döverek yardımcı olmuyorsun, yardımcı olmak istiyorsan gelebilirsin," demem ile kolunu indirmesi bir oldu.

Sertçe yutkunurken geriye doğru adımladı. Kafasını iki yana ağır ağır salladı. Acıyan gözlerle Ferit'e bakarak, "Arsız herif!" diye bağırdı.

Kolumdan tutması ile beni sokaktan çıkarması bir oldu. Ağzının içinde ettiği her bir küfürü duyuyor, bazılarına hayret ediyordum. Küfür anlayışları mükemmeldi.

Burak'ın bizi bir kafeteryaya getirmişti. Yaklaşık yarım saattir bir çözüm aramaya çalışıyorduk.

"Giresun'a, teyzenin yanına gidemez misin?" diye sordu Derin birden beni tek isteyecek akrabamın adını kullanarak.

Kafamı iki yana olumsuzca salladım. "İlk oraya giderler zaten Derin, hem de orası olmaz. Teyzem, kayınvalidesi ile oturuyor. Benim oraya gitmem, teyzemin eziyetine hazırlık olur. İki sebepten de olmaz," dedim durgunca. Ümidim her geçen saniye tükeniyordu. Zaman beni bir mıknatıs gibi çekse de, kara delik kadar sonsuz bir hapise tıkmayı da o zamanın içine sığdırmaya çabalıyordu.

Evet, teyzem asla gelme demezdi. Ama zaten ilk oraya gelecek, beni orada arayacaklardı. Bu süreçte de eniştem teyzeme baskı uygular, benim yüzümden açık olan araları daha da fazlalaşır.

"Tamam, polise gidiyoruz. Artık yetti babanın yaptıkları da," dedi Burak hararetle. Ayağa kalkarak bize baktı. Kalkmamızı bekledi. Ne Derin ne de ben kalmadık.

"Olmaz, polis olmaz Burak. Son seçenek olmalı," dedim omuzlarımı yavaşça kaldırarak.

"Neden?" diye sordu.

Derin hiç konuşmuyordu. Konuştuğu an yanlış bir şey söyleyecekmiş gibi kafasını da kaldırmıyordu.

"Nedeni yok Burak, polis olmaz. İki güne çıkartırlar," dedim bunu bahane ederek. Burak sinirle yerine oturdu.

"Başka bir şehirde tanıdığınız yok mu? İlla senin akraban olmasa da olur Zümra, bizim tanıdığımız insanlardan birinde de geçici süreliğine kalabilirsin. Her şey son bulana, senin peşini bıraktıları ana kadar devam eder," dedi Burak, bir öğretmen gibi otariter şekilde. Ardından Derin'e baktı ama bir cevap alamadı. Derin'in de pek bir çevresi olmadığını biliyorduk.

"Buldum!" diye bağırdı Derin ani bir heyecanla. İkimiz de Derin'in yüzüne ümitle baktık. İçimdeki korku bir anlığına silikleşti. "Helin'in yanına... Mardin'e gidebilme ihtimalimizi kimse düşünemez."

Helin zihnimdeki açık kapıların içindeki kategorilerde değildi. Onun yanına gitmeyi hiç düşünmemiştim ama gayet mantıklıydı.

Helin; Derin ile beni tanıştıran, çocukluğumdaki güzel anıların arasındaki tek kişiydi. Babam bana davranmadığı gibi ona davranır, o istiyor diye yasak kurallarını es geçerdi. Helin benim çocukluğum, kardeşimdi.

"Helin için sorun olur mu?" dedi Burak düşünceli şekilde.

O, bizim kadar tanımıyordu Helin'i. O zaman bu kadar samimi de değildik. Uzun süre önce Mardin'e, memleketine taşındığı için fazla sohbetleri de olmamıştı. Ve şu anda fazla tanımadığı birine de tam anlamıyla güvenemiyordu.

"Arar anlatırım. Ama sorun edeceğini zannetmiyorum. En fazla iki hafta kalırız onun evinde, sonrasında kendimize iş bulur, ev tutarız," dedi Derin, nefes nefese kalacak derece hızlılıkla.

"Kalırız mı?" dedim kaşlarımı havaya kaldırarak. Tek takıldığım nokta bu kısım olmuştu.

"Evet, seni yalnız bırakacağımı mı düşünüyorsun?" diye sordu yalancı bir gücenmişlikle.

"Buna gerek yok Derin, Helin ile konuşalım. Ama düzenini dağıtmana gerek yok," dedi Burak sanki aklımı okur gibi. Kafamı sallayarak onu onayladım.

"Düzenim var da benim mi haberim yok?" dedi Derin ikimizi de kınar gibi bakarak. "Bir ailem, bir ortamım yok. Kirada oturuyorum zaten, onun yerine Zümra ile gider, orada otururum. Hem bizim hayalimizdi, imkansız olduğunu defalarca dile getirmiştik... Tabii kaçarak olacağını tahmin etmemiştik ama bir önemi yok. Sonuç olarak hayalimiz gerçekleşecek."

Gülümsedim. Ama bu gülümsemem fazla samimiyetizdi. Evet, Derin'in burada bir ailesi yoktu. Annesi öldükten sonra babası da yurt dışına yerlelmiş, orada kendine yeni bir hayat kurmuştu. Derin'in sonradan kız kardeşi dahi olsa da, asla oraya gitmek istemedi. Bana tam bahsetmese de, üvey annesinin onu istemediğini açık açık ima etmişti. Bu yüzden babasına da öfkeliydi. Hele ki Burak, Derin onsuz yapamazdı.

Bunu söylerken gece gündüz Burak'ın fotoğraflarına bakarak aşk yaşadığını unutuyordu sanırım.

"Kolay olmayacak Derin, bilmediğimiz bir şehirde yaşamak zor. Hele ki yeni bir hayat kurmak, bu hiç kolay değil. Benimle bu kadar zorluğu çekmene gerek yok," dedim net bir ifadeyle.

Tabii ki de gelmesini isterdim. Hiç kimse bilmediği şehirde yalnız kalmak istemezdi. Ama çekeceğim zorluklar kısmını es geçemezdim. Derin sabırsız bir kızdı, yolunda gitmeyen bir şeyler döndüğü an bunu belli ediyordu. Hem de herkese karşı.

"Bu konuda size fikrinizi sormadım. Seni yalnız bırakmayacağım, bırakamam!"

Burak ile aynı anda birbirimize baktık. Kafasını salladığı an kabul etmişti ama ben hâlâ tereddüt içerisindeydim. Kaçmak... Düşüncesi bile ilginç geliyordu. Herkesten uzak, gizli yaşamak tuhaftı.

Yaşanan her şey tuhaftı. Hayatımın bir düzeni yokmuş gibiydi. Biri tarafından kontrol ediliyormuş gibi.

🌕

Her şey hazırdı. Derin, Helin ile çoktan konuşmuştu. Bu gece yarısı planladığımıza göre gidecektik. Tabii yakalnmazsam.

Zilin sesini duymam ile yatağımdan hızla doğruldum. Bu da kimdi şimdi? Gelmezler gelmezler, kaçacağım gün gelirler.

Odamdan çıkmam ile televizyon başında uykuya dalmış babamı gördüm. Dikkate almadan kapıya doğru ilerledim. Kapıyı açmam ile şaşkınlığım yüzüme çarptı.

İmamın burada ne işi vardı?

"Buyurun?" dedim düz bir şekilde.

"Nikah için gelmiştim, doğru yer mi?" diye sordu bir yandan da daire sayısına bakarak.

Evet, şu an bu bina yıkılsın ve ben dahil herkes enkaz altında kalarak can verelim.

"Hayır!" dedim sessizce. "Burası değil."

Tekrardan daire sayısına baktı. "Adres burası ama," diye direttiğinde sabırla dudaklarımı dişledim.

Tam konuşacakken imamın arkasında Ferit denen arsızın belirmesi bir oldu. Ve yanındaki Serdar'ın da. Sadece ona bakıyordum. Dün gece özür diledikten sonra babamın fikrini değiştirmek yerine, erkenden nikah için uğraşması tam da onluk bir hareketti.

İmamın yanımdan hızla içeriye girmesi ile Ferit de içeriye girdi. Bakışlarındaki zafer çağlığı kulaklarımı kanatıyordu.

En sonunda yine Serdar ile ikimiz kaldık. Bakışlarını bir saniye üzerimde tutmuyor, ellerini ne yapacağını bilemeden saçma şekilde kaldırıp indirdi.

"Başörtü alırsın annemin kalan eşyaları arasından," dedi ve yanımdan gitmek için bir adım öne atıldı ki engel oldum.

"Annemin kefenine de sarabilecek misin?" dedim kaskatı sesimle.

Bu gece bu nikah olmayacaktı ama Serdar ömür boyu vicdan azabı çekecekti. Çekmeliydi.

"Hadi!" diye bağırdı küçümser bakışlarla.

Bedenime çarpan bağırışı zihnime kazındı. Okyanusun dev dalgalarının arasında kalan kayalıklar kadar ayakta durabiliyor, canımın yanışını gizliyordum. En zoru da buydu. Acın yokmuş gibi, üzülmüyormuş gibi davranmaktı.

Onu aldırış etmemeye çalışarak hızla odama girdim. Derin'e mesaj çekerken bir yandan da içeride konuşulanları dinlemeye çalışıyordum. İmam acele işim var, deyip duruyordu.

Mesajı atmamın ardından iki dakika geçmeden Derin'in araması belirdi ekranda. Telefonu açtığım an Burak'ın telaşlı sesini işittim. "Kim var? Ne oldu da nikahı bu kadar erkene almışlar?" dedi.

"Bilmiyorum," dedim yalnızca. "Ve iki kişiler. Biri Ferit, biri imam. Acelem var da deyip duruyor. Şimdi evden çıkmam imkansız!" dedim içimdeki son ümidi de toprağa gömerek.

"Tamam, geliyorum," diyen Derin'in sesi ile telefonun kapanması da bir oldu.

Kapının çalışını tekrardan duyduğum an saate baktım. Beş dakika içinde gelmiş olması zaten yakınlarda olduğunu açıklıyordu. Hızla ayağa kalkıp kapıyı açtım.

Derin'in neşeli halini gördüğüm an suratına bön bön bakakaldım. Yanağıma bir öpücük kondurarak yanımdan geçerek, salona girdi.

"Kambersiz nikah mı olur?" diye çıkıştı ama sesi kabaca değil de alınmış gibi çıkıverdi.

"Söyle, dediydim Zümra'ya," dedi babam kısa keserek. Derin'den hiç hoşlanmazdı. Derin de doğal olarak ondan hoşlanmazdı.

"Eminim ki haberi olsaydı söylerdi, Mahmut amca!" dedi Derin gözlerini kısmış, yalancı gülüşünü sergileyerek.

Babam yüzünü buruşturarak önüne döndü. Bu adamın umursamazlığı öldürecekti beni.

"İmamın acelesi varmış," dedi babam, bu sefer ciddi bir ifadeyle. "Gel otur da olsun bitsin."

Söylediği cümlenin ne kadar can yakıcı, ruhu yakacak kadar tutuşturduğunun farkında bile değildi. Olsun bitsin demek bu kadar kolay olmazdı. Olmamalıydı.

"Olmaz," dedi Derin rahatlıkla.

"Neden olmazmış?" dedi babam sesini yükselterek. Derin'in engel olmak için geldiğini tabii ki de anlamıştı. "Biz kahveleri yapmadık. Kahvesiz nikah uğursuzluk getirir bizim oralarda, sor bakalım bizim İzmir'lilere, hangisi kahvesiz nikah kıyıyor."

Derin'in kahve demesi ile aval aval yüzüne baktım. Söylediğine takılan tek ben değildim ki herkes ona dönmüştü. Ve herkes bana nazaran ters ters bakıyordu.

"Neden bakıyorsunuz öyle? Kahvesiz olur mu hiç? Adetler yerini bulmalı Mahmut amcam!" dedi Derin, alaycı bir gülümsemeyle. Öyle bir konuşuyordu ki, babamı her gün sever sorar gibi.

"Bence de," dedi Serdar birden Derin'e destek çıkarak. "Bir kahve içelim." Gözleri bir an bana kayda da hızla geri çekildi.

"Acele edin, benimki şekerli olsun," dedi babam arkasına yaslanarak. Bu cevabı ile Derin'in yüzündeki alaycı gülümseme dona kaldı. Hayretle babama bakarken hâlâ nasıl bu kadar umursamaz olduğunu idrak etmeye çalışıyordu.

Mutfağa girmiş, hiçbir şey konuşmamıştık. Derin hiçbir şey olmamış gibi fincanlara köpük dolduruyor, bir yandan da ismini bilmediğim bir şarkının sözlerini mırıldanıyordu.

"Ne yapıyorsun Derin?" diye sordum sonunda konuşmayacağını anlayarak.

Şaşkınca bana baktı. "Kahve yapıyorum Zümra," dedi normal bir şey gibi.

"Hmm," diye mırıldandım. "Benimki lütfen sade olsun, acı acı içerken çekelim diğer acımızı."

Bu cümlemin üzerine gülmeye başladı. Sesi içeriye gitmesin diye eli ile ağzını kapattı. "Ya anlasana, uyutucağız. Yani, sanırım... Umarım... İnanıyorum..." diye kararsızca söylendi kendi kendine.

Alayla güldüm. "İçimi ferahlattın Derin. Hele ki sandığın, umduğun, inandığın ama her türlü bir ihtimal olan planınla," derken hiç bozulmamış gibi konuştum. Ona kızmaya hakkım yoktu. Bana elinden geldiğince yardım etmeye çalışıyordu ve elinden bu kadarı geliyordu.

Sıkıntılı bir nefes verdi. İçindeki korkuyu sezebiliyordum. "Burak'ın bir arkadaşı vardı, ona en hızlı uyutacak ilacı vermesini istedik. Durumunu da anlattık tabii, aslında bunu sabahtan aldık yanımıza, ne olur ne olmaz diye. Ve bak, lazım da oldu," dedi fakat sesindeki ümitsizlik avaz avaz bağırıyordu.

"Ne dedi ki eczaneci?" diye sordum.

"Normalde reçetesiz olan ilaçlardan verecekti ama o uyku ilaçları bir saat içinde anca uyutuyordu. Yani bir saatlik süremiz de olamazdı acil bir anda," derken kahveleri fincanlara doldurmaya başladı. "Çok ısrar etti Burak, bu ilaç on beş dakika sonra uykuya dalmanı sağlıyor. Ama ilacın yan etkileri var ve bu yüzden hastaneden rapor alır da bizi şikayet ederlerse biz bittik! İflas ettik! O zaman anca koğuşta tesbih yaparız."

Öyle çok moda girmişti ki birazdan filmlerde gördüğü sahnedeki kadınlar gibi konuşacaktı.

"Suçu üstlenirim öyle bir şey olursa, şu an kurtulayım da başka bir şey istemiyorum," dedim. Diğer suç ile bu aynı değildi ne de olsa. Hem de şikayet edeceklerini düşünmüyordum.

Kafasını salladı ama yüzü düşmüştü. Bense bunun işe yarayacağına emindim. Bir uyku ilacı en az sekiz saatte uyutuyordu. Uyandıklarında da dinç olamayacaklardı. Fazla zamanım olduğunu düşünüyordum.

Derin elindeki şişeyi fincanların içine dökmeye başladı. Genelinden biraz daha fazla koyarken eli titriyordu. Belli etmezdi, hiçbir zaman hem de ama şu anda bu durumun işe yaramama ihtimali ile korkutuyordu.

"Özür dilerim," diye fısıldadım durgunca. "Seni bu duruma düşürmeyi istemezdim... Biliyorsun, senden başka yardım isteyeceğim kimse yok."

Koca, kara bir kulenin arasında kalmıştım da, Derin bana yardım etmek zorundaymış gibiydi içinde bulunduğum bu karmaşıklık. Eğer elinde bir delil olmasaydı onu hiç düşünmeden polise şikayet ederdim. Ama sonucunda o çıkar, ben kalırdım.

Masumların düzeneği, suçluların cezası olması gerken adalet, masumların kabusu olmayı tercih eden insalar tarafından yönetilmeye başladı. Artık bir düzenek kalmadı.

Omzunun arkasından bana döndü. "Saçmaladığının farkındasındır umarım, sen bana bunu zorla yaptırmıyorsun. Ben bunu istediğim için yapıyorum. Kendine kızma," dedi azarlar gibi. Ardından tepsiyi bana uzattı. "Konuşup duracağım, en az on beş dakika geçmeli. Ondan sonra yavaş yavaş kendilerini kaybederler büyük ihtimalle."

Kafamı sallayarak tepsiyi elime aldım. Omzumu dikleştirerek içeriye doğru ilerledim. Kahveleri tek tek servis ederken kalbim yerinden fırlayacak gibi çarpıyordu. Kalbimin etrafına sarılmış duvarlar çatlamış, kötü korkuyu içeriye hapsetmeye adım atıyordu.

Sonunda yerime oturarak derin bir nefes verdim. İçimdeki korku kat ve kat arttıkça duvarların üzerime doğru geldiğini düşünüyordum. Piyanoyu andıran hisler her an değişiyordu. Piyanonaya her dokunduğum da başka bir duygu oluşuveriyordu. Korku duygusallığı, duygusallık ümidimi, ümidim ise yaşama isteğimi oluşturuyordu.

Herkes kahvelerini yudumlarken Serdar boş bakışlarını benim üzerimde gezdiriyordu. Kahvesinden bir yudum bile almadığını fark ettiğimde içimdeki huzursuzluk katlandı.

Derin, "İmam hocam," diye öne atıldı. Bu seslenişi gülünç olsa da tepkisizce ona döndüm.

"Efendim?"

"Şeytana tapan bir kadın ile müslüman bir adam evlenebilir mi dinen?" diye sordu. Aklına gelen soru tuhaf olsa da vakit geçirtebilirdi.

"Tövbe, evlenemezler," dedi hoca.

Derin'in elinin tersini avucuna vurması bir oldu. Yaptığı hareketin yankısı birkaç saniye içinde hızla kesildi. "Hocam, ben söylemeyeyim dedim ama bizim kız dinsiz, imansız! Bu şeytanı da geçtim ineklere tapıyor... Hiç et yediği de görülmemiş. Babasından çekindiği için de söyleyemezdi ama çok günahsa ben bu vebalin altında kalamam," dedi, film sahnelerinde ortalığı karıştıran kadının yüz ifadesi eşliğinde.

Bir kere ben ete bayılırım. Babamın yanında löp, löp kavurma yediğimiz günleri unutuyordu sanırım.

İmamın kaşları anında çatıldı. Babama döndü. "Dinde zorluk mu olur? Günahtır Mahmut. Kıza dini nikah düşmez," deyip bana döndü. "Sen neden söylemiyorsun kızım?"

Derin anında bana döndü. "Başta deseymişim kurtuluyormuşuz zaten, kaçak iş yapmadan önce aklımıza gelse şaşardım zaten!" diye fısıldadı kulağıma sitemle.

Babam anında öne atıldı. "Yok hocam, kızım Müslüman. Arkadaşı şaka yapıyor yine, ineğe tapan iki tabak etli yemek yer mi?" deyince sitemle kafamı kaldırdım.

Derin'in kıkırdamasını duyduğumda ters ters ona baktım. "İki tabak mı? Yuh Zümra! Bari başka din söyleseydim," diye sitem etti Derin ama hala gülüyordu.

"Evet, şaka," dedi Derin yapmacık bir gülümsemeyle. Ardından bana baktı. Soru sormamı istiyordu. Kaç dakikamız vardı daha?

"Ee..." diye mırıldandım kendi kendime. "Erkek arkadaş yapmak günah mı, hocam?" diye sordum. Sanırım bu çok klişe ve basit olmuştu.

Hocanın yüz hattı anında değişti. "Tabii ki günah!" dedi. Az önce beni dinsiz görürken bu kadar körüklenmemişti.

"Ne kadar günah tam olarak hocam?" dedi Derin araya girerek. "Flörtleşmek farkı bir şey ya, olabilir mi?" dedi Derin şüpheyle. Konu zaman kazanmaktan çıkmış, Derin'in günahına sevabına gitmişti.

"O da günah kızım," dedi hoca ters ters Derin'e bakarak. Sorduğu sorular hoşuna gitmemiş olmalıydı.

Ferit bardağını masanın üzerine indirdi. İlk bana ardından imama baktı. Dudaklarını aralaması ile Derin'in, "Bir sorum daha olacaktı hocam!" diye yüksek sesle araya tekrardan girmesi bir oldu.

Hoca sıkıntılı bir nefes vererek kafasını salladı. "Sorun," dedi.

Derin boğazını temizleyerek, "Cinler ile konuşmak günah mıdır? Ne olur ne olmaz, belki büyüye bulaşmak zorunda kalırım," dedi göz ucu ile Ferit'e bakarak.

Hay ben senin sorduğun soruya Derin! Sen değil konuşmak ismi geçince kulaklarını tıkayan kişisin. Bir de büyü yapacakmış.

"Büyü yapmak en büyük günahlardandır. Sakın ha, kendi başına da iş açarsın," dedi hoca uyarıcı bir tavırla.

Derin kafasını aşağı yukarı sallarken saate baktı. Kahveler sorular derken aradan on dakika geçmişi. Bize on dakika süre daha gerekiyordu.

"Siz kahvelerinizi içene kadar ben üzerime hırka alayım," dedim fakat bu bahanenin ne kadar saçma olduğunun da farkındaydım. Serdar hâlâ kahvesini bitirmemişti ne de olsa.

Hızla ayağa kalkarak odama doğru ilerledim. Derin'in hocayı sıkan sorularını dinlerken gülmemek için kendimi zor tutuyordum.

"Siz hiç mi sevgili yapmadınız hocam?" diye sormuş ve ardından koca salonda derin bir sessizliğe neden olmuştu.

Kapının çalınmadan açılması ile bakışlarımdaki gülünçlük korkuyla o tarafa çevrildi. Serdar durgun bakışlar eşliğinde kapıyı örterek odama adım attı.

"Gelmiyor musun?" diye sordu az önceki durgun yüzüne gülümseme ekleyerek.

"Geliyorum," dedim öfkeyi yüzüne çarparak. Ona karşı sakin olursam anlardı bir işler çevirdiğimi.

Bana doğru birkaç adım attı. Elleri bir an yüzümde yer edindi. Sıcak avuç içi buz tutmuş yüzümü titretti. "Seni sevmediğimi düşünme, olur mu?" derken gözlerinde sezemediğim bir yansıma belirdi.

"Elbette, nefret ettiğini biliyorum," dedim yalancı bir gülümseme eşliğinde. Kollarından kurtulmaya çalıştığım an daha da sıkı kavradı bileklerimi.

"Özür dilerim... Gerçekten özür dilerim. Hiçbir şey böyle olsun istemedim," dedi dudaklarını yavaşça kıvırarak. Bana karşı çocukluğumdan beri ilk defa masumca gülümsediğinde şahit olmuştum.

Ve bu beni çıldırtıyordu!

Şu anda, kaçacağım an da mı kardeş gösteriliği yapıyordu?

Ben ne olduğunu idrak etmeye çalışırken kollarını bedenime sıkıca sardı. İtmek istedim ama sıkı sıkı sarılmakta istedim. Nefretimin baskın çıkmasına minnet ettim. İçimdeki sevginin fazla olması beni düşürdüğü durumu açıklamıyordu.

"Bırak!" diye fısıldadım dişlerimin arasından.

Bıraktı. Ve yanağıma ufak bir buse kondurdu.

Yüzüne bakmama izin vermeden odadan çıkıp gitti. Her zaman yaptığı gibi. Kafamı öfkeyle iki yana sallarken yatağımın üzerine oturdum. Avuç içimi öyle sıkıyordum ki damarlarımın arasına sivri uçlu bıçaklarla çizik atılıyormuş gibi hissediyordum. Kanım akacak, avuç içimi kızıl kan dolduracaktı.

Ayağa kalkarak aynaya baktım. Kendimi toparlayarak odadan çıktım. Salondaki sessizlik hoşuma gitmişti. Derin ile göz göze geldiğimde gülümsüyordu. İşe yaramaya başlamıştı.

"Geç oldu hocam," dedi Ferit fakat sesi geldiği anki kadar dinç ve katı değildi. Eli ile alnındaki teri silerken kafasını kaldırıp bana baktı. Anlamıştı. Gözleri kısılırken nefes alış veriş seslerini duyabiliyordum.

Hocanın yüzüne baktım. Gözlerini yummuş, kafası tekli koltuğun kenarına düşmüştü. Sanırım yaşlılıktan dolayı daha çabuk düşmüştü bedeni. Ama zaten zamanı da gelmişti. On beş dakika geçmiş, yirmi dakika olmuştu.

Babamın kafasının yavaşça geriye doğru gitmesini, Ferit'tin telefonunu almak için elini cebine atmasını fakat başaramadan başı düşmesini izledim. Ve Serdar, sona kalmıştı. Yavaş yavaş içmişti kahvesini.

Kafasını kaldırıp yarı kapalı göz kapağı ile bana baktı. Gülümsedi. Ve gözlerini yumdu. Sanki o gözleri açık görmem sayılı bir şans gibiydi.

Derin'in sevinç çığlığı ile zorla gülümsedim. Serdar tüm dengemi altüst etmişti. Kollarını bedenime sıkıca saran Derin kulağımın dibinde bağırıyordu. Karşılık verirken ben de gülümsedim.

En az sekiz, en fazla on beş saat yatacaklardı.

"Hemen çıkalım," dedi Derin. Kafamı sallayarak odamdan hazırladığım çantamı aldım. Sırtıma hızla çantayı takarak kapıda beni bekleyen Derin'in yanına doğru ilerledim. Ayakkabımı giyecekken omzumun arkasından Serdar'a baktım.

Bir an öldüğünü hissettim. Ölen o değildi, ona karşı içimde beslediğim merhametimdi. Ve bu asıl beni öldürüyordu.

Evden kendimi hızla atarak dışarıya çıktım. Burak'ın arkadaşından iki saatliğine aldığı beyaz arabaya doğru ilerledik. Arabaya binmemiz ile Burak soru yağmuruna tuttu Derin'i.

Ben kurtulmuştum ama ben kötü hissediyordum. Canım yanıyordu ve bunun sebebini bilmiyordum. Gülmek, keyifle konuşması gereken bendim ama ağlamak, saatlerce ağlamak istiyordum.

Kurtuluşum için değil, kurtulmak istediğim kişilerin ailem olmasından.

"İyi misin?" Burak'ın bana yönettiği temkinsiz soru ile gülümseyerek kafamı salladım.

"Hem de çok," dedim.

Gülümsedi ve arabayı çalıştırdı. Geçen süreyi hesap etmedim. Sadece otogara geldiğimizi ve etraftaki kalabalığı gördüğüm de dikkatle kafamı kaldırdım.

İşte o an veda vaktinin geldiğini anladım. Burak ile göz göze geldim. Buruk bir gülümseme yer edindi yüzünde. Ama içinde benimki kadar acı bir kıvranma olduğuna emindim. İstesem de mutlu olamıyordum.

"Ağlama faslının geldiğini hissediyorum, iyi ki makyaj yapmadım," dedi Derin ortamı eğlendirici bir hava katmaya çalışarak. Bunu yaparken sesinin hüzünlü çıkması daha da tuhaf hissettiriyordu.

Burak alayla güldü. "Niye ağlayalım ki? Ben de gelirim ileride, bu meseleler kapanınca siz geri dönersiniz," dedi rahat bir tavırla.

"Evet, gelirsin... Gelirsin değil mi?" dedi Derin aniden toparlanarak. Burak onun her zaman hassas tarafı olacaktı.

Onun, Burak'ı sevdiği gibi sevilmek isterdim.

Arabadan indiğim an Mardin otobüsünü gördüm. Yarısından fazlası dolmuştu. Burak çantamı alacakken kafamı iki yana salladım. Ufak bir çantaydı, otururduğum yere koyabilirdim.

Derin kollarını aralayan Burak'a sıkı sıkı sarıldı. "Özle bizi, tamam mı? Hiç kimseye güvenme biz yokken, önerdiğim filmleri de izle. Biri kavga çıkartırsa da erkeklik taslama ve arkana bakmadan kaç," diye uyarıcı şekilde konuşmaya başladığı an kahkaha attım. Burak da benden farksızdı.

"Tamam, zaten sensiz kavganın keyfi çıkmaz. Zümra polisi ararım diye tehdit etmiyor, sen adamın kafasına çantayı vurmuyorsan benim ne işim olur kavgada?" diye alay etti Burak.

Ne yapsaydım? Adamlar onu eşek sudan gelene kadar döverken olmayan hayali silahımı mı çekseydim?

Derin omuz silkerek geriye doğru adımladı. Bana doğru açtığı kolları ile dönen Burak'a sıkıca sarıldım. Ona sarıldığımda içimde güven vardı.

"Üzülme, bitti," diye fısıldadı kulağıma doğru yumuşak bir kıvamda. "Sen de beni özle. Ve de kimseye güvenmeyin." Güvenmeyin kelimesini kafama kodlamamı ister gibi baskılamıştı.

"Güvenmem," diye mırıldandım. Umarım kimse de yalancı güven vermez.

Burak kollarını ayırdığı gibi dolmuş gözlerini bizden kaçırdı. "Hadi hadi!" diye elini salladı ilerlememiz için.

Derin ile birlikte otobüse binerken koltuklarımıza oturduk. Camdan son kez Burak'a baktık ve el salladık. Karşılık verirken otobüs hareketlendi ve Burak gözden tamamen kayboldu.

Derin bir nefes verdim ve yanımdaki kız arkadaşıma baktım. Durgundu. Özleyeceği kişi ile vedalaşmak zor olmalıydı.

Bir süre sessiz kaldık. İkimiz de dalgındık ve uykuya hazır şekilde kapanmaya yüz tutan gözlerimizi zar zor açık bırakıyorduk. Buna son vererek kafamı cama yasladım ve gözlerimi yumdum.

🌕

Göz kapağımın üzerine çarpan güneş ışığı ile göz kapaklarımın üzerine çöken ağırlığı kaldırdım. Güneş yeni doğmuş olacak ki hâlâ etrafa tüm ışığını saçmamıştı.

Otobüsün durma anını gördüğüm an omzuma kafasını yaslamış Derin'i dürttüm. "Kalk hadi, mola zamanı." Kafasını kaldırmadan gözlerini araladı. Sanırım o benden sonra uykuya dalmıştı.

Otobüs durdu ve çantalarımız ile birlikte indik. Ben hızla bir banka oturdum. "Lavaboya gelecek misin?" diye sordu Derin. Kafamı iki yana salladım. Derin lavaboya giderek yanımdan uzaklaştı. Bense etrafıma bakındım. Herkes gülüşüyor, etraftaki büyük restoran ya da ufak büfelerde yemek yemeye gidiyorlardı.

Ne kadar süre geçtiğini bilmiyordum. Derin yanıma doğru gelmeden önce büfeye doğru ilerlemiş, atıştırmalık bir şeyler almıştı. Elindekini bana uzatırken çantasını bankın yanına bıraktı.

"Birazdan yine uyuyacağım ve gidene kadar uyanmayacağım," dedi Derin yanakları koca lokmalar nedeniyle şişmiş şekilde.

Güldüm. Yemeğimizi yiyerek otobüse geri döndük. Derin söylediğini yaparak kendini uykuya bıraktı. Ama az bir yolumuz kaldığını söylemişlerdi.

Geçen zaman içinde otobüsün ufak mini televizyonlarından belirli kanallarından bir şeyler izledim. Çoğu kanal donuk olsa da çeken kanallarda vakit geçirecek şeyler izleme fırsatım olmuştu.

Ve otobüs durmuş, sonunda varmıştık. Başka bir şehir, başka bir yer farklı hissettiriyordu. Sanki burada hiç zarar görmeyecek, kendimize temiz bir sayfa açma fırsatımız olacaktı.

Bizi karşılayan güneşli şehre baktım.

Bizi kabul eden şehre baktım.

Merhaba Mardin.


- Bölüm Sonu -

İlk bölümü nasıl buldun?

Oy vermeyi unutmaa 🦋

Συνέχεια Ανάγνωσης

Θα σας αρέσει επίσης

UMAY Από Beyza Nur

Περιπέτεια

2.8M 155K 107
Hayat, fırtınanın dinmesini beklemekle ilgili değildir... Yağmurda dans etmeyi öğrenmekle ilgilidir. "Umay?" "Operasyondayız." "Benimle evlenir misin...
867K 79K 46
jeon jeongguk, busan'daki okulunda sorun yaşayarak seoul'e taşındığında kuzeni park jimin'in arkadaş grubu arasında bulmuştu kendini.
1.9M 96.7K 78
"Çocukken yanağıma kondurduğun öpücük sayesinde tüm acılarım geçmişti. Şimdi ben senin kalbinden öpsem geçer mi? Tüm acıların diner mi?" İlk görüşte...
NOKSAN | ✓ Από Elçin

Μυστήριο / Τρόμου/ Θρίλερ

404K 15.1K 50
O, bir kraliçeydi; hayran kaldığım ancak asla ulaşamadığım. Güzeller güzeli, fakat acımasız olan, beni gidişiyle noksan bırakandı. ...