ANTKAYZON

By Pride352

45.7K 1.5K 1.3K

Şimdiye kadar Tuğrul Atalay için hiçbir görev bu kadar zor olmamıştı. Tarihi eser kaçakçılarının peşindeki bi... More

TANITIM - 1
TANITIM - 2
TANITIM - 3
TANITIM - 4
TANITIM - 5
1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
14. Bölüm
15. Bölüm
16. Bölüm
17. Bölüm
18. Bölüm
19. Bölüm
20. Bölüm
21. Bölüm
22. Bölüm
23. Bölüm
24. Bölüm
25. Bölüm
26. Bölüm
27. Bölüm
28. Bölüm
30. Bölüm
31. Bölüm
32. Bölüm
33. Bölüm
34. Bölüm

29. Bölüm

909 19 52
By Pride352

Bölüm şarkıları;

Batu Akdeniz - Katiller Cenazede

MILCK - Devil Devil





Hakikat kuyunun dibinde gizli değildir, aksine en görünen yerdedir. Hakikati geniş vadilerde değil, doruklarda aramalıyız. Fazla ışık zihnimizi dağıtır; gözümüzü kırpmadan uzun süre bakarsak, Venüs bile gökyüzünde kaybolur.

Edgar Allan Poe


Başlangıç ile son arasındaki mesafenin ne kadar olduğu tüm zamanların en merak edilen konularından biri olmuştur. İnsanlığın ortaya çıkardığı teknolojik devrim; dünyanın neresinde olunursa olunsun tek bir zaman ölçeğini yaratma gerekliliğini ortaya koyunca da bu mesafe, içinde bulunulan zaman dilimini öğrenme isteğine atfedilmiştir. Diğer bir ifadeyle dünyanın sıfır noktasına... Zamanın başlangıç noktası olan Greenwich'e götürür bu merak bizi. Sıfır olan boylam derecesinin doğusunda Güneş hep daha erken doğar, batısında ise daha geç... Diğer taraftan; insan için akıp giden zaman dışında, başlangıç ve son yerine konulabilecek sonsuz seçenek vardır.

Başlangıç sözcüğünde; akla ilk gelen dünyada ciğerlere doldurulan ilk nefestir, kimi için ise çok daha öncesidir bu; imkânsız görünen bir olasılık içinde hayatta kalma şansını yakalamış olmaktır. Kimi için canının yandığı ilk an, ettiği ilk isyan, yaşadığı ilk ihanet, hatıra düşen ilk anı, insanın artık bir yetişkin olunduğunu anladığı ilk zaman, ölene kadar izi taşınacak olan ilk hayal kırıklığı, okunduktan sonra insanı bir daha aynı bırakmayan ilk kitap, aşık olunan ilk kişi, ölümle yüzleşilen ilk andır... Başlangıca ve sona giden öyle çok ve çetrefilli yol vardır ki, bunların her birini deneyimlerken, sanki anne karnında bağlı olduğu kordonu zamanın makasıyla keser gibi, sıfırdan bir hayata başlar insan. Hep yeniden, yeniden doğar. Yorulmadan, bıkmadan. Sona ulaşana dek tüm başlangıçların içinde yüzmek ister gibi ısrarcıdır. Bu olayları kucaklarken, dirayetli olduğu anlar kadar çoktur dizlerinin üzerine düştüğü anlar. Fakat ayağa kalkıp devam eder. Çünkü her şeye rağmen devam etmek fıtratındadır. Acısa da kanasa da baştan aşağı yara bere içinde de kalsa, varlığını sürdürmek doğasında vardır. Yitip gidenlerin ardından o klişe cümlenin, yani her sonun yeni bir başlangıç olduğunun söylenmesinin nedeni de budur. Kendi kuyruğunu yiyen ouroboros gibi sonsuz bir döngüdür bu. Hiçbir şey sona ermez, her şey dönüşür.

En sıradan istekler de alır zamanın zorbaca boyun eğdirdiği bu dönüşümden nasibini, gözü kör eden en büyük tutkular da... Bu yüzden insanların yeni başlangıçlar türeterek sürekli kaçtıkları son, aslında hiç var olmamıştır. Yaşamın her saniyesi kancasına geçmişi takmış, geçmiş bugüne asılarak geleceğe dikmiştir gözünü. Başlangıcı da sonu da içinde barındıran tek bir zaman vardır. Ne dünümüzdür o, ne de yarınımız. Dönüşüm bugünümüzdedir. Vazgeçilen her karar yeni bir olasılığın ortaya çıkışıdır, gidilen her yol beraberinde bir dönüş taşır, her tanışma bir veda, her ayrılık başka bir buluşmadır.

Bundan dokuz yıl önce; kendi başlangıcı için en cesur adımı atmıştı Zeynep. Babasıyla ilk ciddi kavgası, kendi dönüşümünü başlattığı ilk andı. İstanbul Alman Lisesi'ndeki mezuniyetinden sonra babası başta olmak üzere tüm çevresinin ondan beklediği, babasının yanında yer alarak Karyel Holding için hazırlanacak olması ve bunun için de yine babasının istediği gibi dünyanın en iyi üniversitelerinin ilk sıralarında yer alan Münih Teknik Üniversitesi'nde lojistik eğitimi almasıydı. Elbette bu, Melih Karyel'in Zeynep için biçtiği kaderdi. Ancak onunla lise bitimine dek çok da sert tartışmalara girmemiş olan Zeynep'in, kendi hayatı üzerindeki yönetim hakkını özgürce kullanmak için çok daha farklı planları vardı.





24 Aralık 2014

"Mitoloji dersinde hoca o soyağacını ilk açtığında anladım ağzımıza sıçacağını, ben bu dersten büte kalırım demiştim." dedi sınıf arkadaşlarından biri Zeynep'e. "İnsan zihninin sikik fantezilerini bu kadar ayrıntılı işlemek şart mıydı? Çoğu da aklımda kalmıyor."

"O sikik fantezileri işin yapmak için gelmedin mi sen buraya?" dedi Bahar çocuğu iğneleyerek. "Ha, senin derdin aileden uzakta mis gibi şehir, yiyeyim, içeyim, sıçayım sonra da baba parasıyla kendimi başka bir yere itelerim, değil mi? Antalya olsun da neresi olursa olsun diye gelince böyle oluyor tabi."

"Senin babanın müzeyle bağlantısı olmasa da bayılarak yazacaktın burayı öyle mi?" diye sordu Mete Bahar'a sinir bozucu bir tonla. "Hayal görmeyin kızım. Haydi sen baban sayesinde paçayı kurtarır kazıda, müzede filan iyi kötü bir iş ayarlarsın. Diğerleri ne olacak sanıyorsun?" dedi alaycı bir ifadeyle fakülteden çıkan sınıf arkadaşlarını işaret ederek. "İyi bak! Dört yıl sonrasının ezik işsizler ordusu karşında."

"Uzatma Mete." diye araya girdi Zeynep. "İyisi mi sen yanımızdan uzaklaş. Bölümle ilgili fikirlerini duymayı isteyeceğim son kişisin."

"Zeynep..." dedi Mete, Bahar'ın böcek ezmek ister gibi tiksindirici bakışlarına takılmadan gülerek başını iki yana sallayarak. "Sen çok hoş kızsın, akıllısın da... İlk yarıyıldan Murat Hoca'nın takdirini kazanmış tek kişisin sonuçta. Ama ne kadar çalışırsan çalış, arkanda biri olmadığı sürece bölümde kalmayı unut." derken kızın saçına attı elini. "Boşa kürek çekme derim, bu güzelliğine yazık." Onun elini bileğinden tutup aşağı indirdi Zeynep. "Defol." dediğinde "Ne yaptım ki?" dedi Mete ellerini masumca havaya kaldırarak.

"Kibar kızdır o." dedi Bahar ikisinin arasına girip çocuğu hafifçe geriye ittirerek. "Uza yerine defol dedi. Ama ben değilim. Uza Mete!" dediğinde iki kızın Radyo, Sinema Televizyon bölümünde üst sınıflardan arkadaşı olduğunu bildiği Anıl da kendilerine doğru yaklaşmaya başlamıştı. Daha önce ufak bir tartışmaları olduğu için çocuğun uzatmaya niyeti yoktu. İnce bir defteri taşıdığı elini havaya kaldırarak gidiyorum işareti yaptı. "Öyle olsun."

"Ağzının payını vermemek için zor tuttum kendimi, sana söz vermesem Melih Amca'yı..." dediğinde Bahar'ın sözünü böldü Zeynep. "Bahar... Bilinsin istemiyorum, lütfen."

"Nereye kadar?" diye sordu Bahar. "Melih Amca da bu küskünlüğü mezun olana kadar sürdürecek değil ya... Neden burayı, bu bölümü seçtiğini anlayacak merak etme."

Başıyla ileriden kendilerine yaklaşan kumral, uzun boylu çocuğu işaret ederek onu susturdu Zeynep. "Şimdi bunları düşünmek istemiyorum. Boş ver."

Mete hızlı adımlarla uzaklaştıktan sonra Anıl da ikisinin yanına geldi. "Geldi mi yine bu tipini siktiğim?"

"Koruyucu meleğimiz geldi." dedi Zeynep dalga geçerek. "Biraz geç kaldın ama, Bahar neredeyse üstüne çıkacaktı. Böcek ezesi gelmiş."

"Üstüne çıkmak filan ayıp oluyor ama..." dedi Bahar. "Anıl'ın yanında böyle şeyler söyleme, kuzenim diye fedailiğe soyunuyor sonra." dediğinde kıkırdadı Zeynep. "Eee ne yapıyoruz?" derken Anıl'ın omzuna asıldı. "Bizim restorasyon dersi iptal, hoca hastaymış."

"İyi ki de olmuş." diyen Bahar'a güldü Anıl. "Tamam! Bakın, bizim çocuklar daha önce söylediğim yerle anlaşmış, bugün ilk sahneleri. Gidelim işte hep beraber."

İki kız da aynı anda "Olur!" diye cıvıldayınca "Ama önce yemek!" diye bir ses geldi arkalarından. Dişleriyle ısırarak tuttuğu çantasının kısa sapını, kabanını sırtına geçirdikten sonra eline alarak yanlarına geldi Duygu. "Blok ders diye kaç saattir içerdeyiz ya biz? Yemin ederim insaf yok bu adamda. Karnımın gurultusu amfinin öteki ucundan duyulmuştur. Öldüm ya acımdan." dediğinde, gözleriyle anlaşan üçlü sessizce birbirine baktı. Suratları asılmıştı.

Kabanın kemerini sıkıca bağlayan kız onlara iyice yaklaşınca yüzlerindeki ifadeyi gördü. "Ne yani beni almayacak mıydınız?" diye düştü enerjik ses tonu. "Bensiz mi gidecektiniz?"

Anıl üzgün bir ifadeyle Duygu'ya yaklaşarak elini kızın omzuna koydu. "Yani şimdi Duygu..." dedi makul bir sesle. "Mekân yeni açılıyor bahsetmişimdir."

"Evet." dedi Duygu olayın kendisiyle ilgisini anlamaya çalışırken.

"Açılış için insanlar önceden davet edildi, ben de bizimkilerin kontenjanından gideceğim anlarsın ya." derken arkasına, Zeynep ve Bahar'a baktı. İki kız da suskun bir şekilde bekliyordu. "Yanımda en fazla iki kişiyi götürebilirim ben de."

Duygu'nun bakışları yeniden geriye, Zeynep'le Bahar'a kaydığında onlardan bir ses çıkmadığını görünce yüzü iyice düştü. Bunun üzerine Anıl kahkahayı koyuverdi. Arkasından da Zeynep'le Bahar...

"Ya çok adisiniz!" dedi Duygu hemen düştüğünü anlayıp Anıl'ın omzuna vurarak. "Resmen saf duygularımla dalga geçtiniz yazıklar olsun."

"Nasıl bozuldu ama." diye gülmeye devam etti Zeynep. "Kızım biz seni arkada bırakır mıyız?" diye ekledi Bahar da. "O zaman gidiyoruz?" diye sordu Anıl.

"Gidelim." diyen Zeynep onların önüne geçerek fakülte çıkışına doğru birkaç adım attı. Tam o sırada giriş kapısına yönelen bir adam, aylardır özlemini çektiği, konuşmayı özlediği, kendisini anlayacağını umduğu bir adam da kendisine doğru yürüyordu.

"Ne oldu, neden durdun?" diye sordu Duygu. Bahar ise geleni gördüğünden hiç ses çıkarmadı.

Bu şehirdeki ilk aylarında en büyük destekleri olan arkadaşları, bir sac ayağı gibi arkasında yükselerek ona güç vermişti. Ancak babasının yokluğu, sevdiği pek çok şeyi yine de buruklaştırıyor, Antalya'ya geldiğinden bu yana aralarında devam eden soğukluk alışmaya çalıştığı şehirde bir kanadını savunmasız bırakıyordu. Şimdi ise karşısında hiç ummadığı bir anda beliren bu görüntü; İstanbul'daki evlerinden valiziyle çıkıp her şeyi arkasında bıraktığını düşündüğü o günün gri gölgelerini üzerinden çekmiş, içinde neşeli bahar çiçeklerini açtırmıştı. Anıl da tam arkasında durduğunda, "Babam..." dedi Zeynep derin bir nefes alarak. Gülümsedi. "Babam geldi..."


***

"Babam..." dediğinde Tuğrul da karşılarındaki aracı inceledi. "Baban sürprizleri seviyor anlaşılan..." derken motoru kapatmıştı. Melih Karyel'in şoförü arabadan indikten sonra takım elbisesinin önünü ilikleyerek arka kapıya yöneldi. O sırada Tuğrul kapıyı kilitlerken, Zeynep de arabadan inen adama yöneldi. Babası aylar sonra her zamanki şıklığıyla karşısındaydı şimdi. Lacivert bir takım içine giydiği beyaz gömleğinin yakalarını açık bırakmış, arabadan iner inmez Antalya'nın sabah saatlerinde bile göz almaya başlayan güneşin etkilerinden korunmak için gözlüğünü takmıştı. Onun güneşe maruz kalmaktan nefret ettiğini bilen Zeynep gülümsedi. Babası, gittikleri tatillerde de çoğunlukla serin ve kuytu yerleri tercih eder; denizin tadını da gece çıkarmayı severdi.

"Kızıma ulaşmanın en garantili yolunu buldum," dedikten sonra "Baba..." diyerek onun açılan kollarına gitti Zeynep. "Biliyorum ihmalkarlığımı ama anlatınca hak vereceksin sen de..." derken sıkı sıkı sarıldı adama. Tüm gece diken üzerinde olduktan sonra, sığınabileceği bu kucak ona öylesine iyi gelmişti ki, adamın her zamanki gibi traşlı, yumuşak yanağına kocaman, ıslak bir öpücük kondurdu. Bu kavuşma gerçekleşirken, tüm olanların sorumlusu olarak gördüğü adamın tam arkasında, onları dikkatle izlediğini bile neredeyse unutmuştu. Babası "Asistanını mı aramalıydım yoksa?" diye takılırken ekledi. "Belki de ona nereden geldiğini sormakla başlarım." derken doğrudan Tuğrul'u hedef almıştı.

Adamın kollarından ayrılırken "Tuğrul Hoca..." dedi ne diyeceğini çok da kestiremeden. İkisini uzun süre yan yana tutup tanışma seremonisini uzatmaya hiç niyeti yoktu. "Dün gece kazıda tatsız durumlar oldu. Geç saatlere kalınca da..." diye devam ederken Tuğrul da kendilerine yaklaşmıştı.

"Kızınızı alıkoyan bendim." diyerek girdi araya. "Pek normal bir karşılaşma olmadı. Dr. Tuğrul Atalay..." diyerek elini uzattı adama. Tuğrul'un kendine özgüvenli duruşunu beden dilinden çözen Melih Karyel de tıpkı onun yaptığı gibi sert bir tutuşla sıktı elini. "Tuğrul Hoca da dün kazı alanındaydı." diye açıklama zorunluluğu hissetti Zeynep. İçinde bulundukları karşılaşma öyle saçma sapan bir şekilde gerçekleşmişti ve zaten kafasında öyle çok soru vardı ki, bir de üzerine babasının bu zamansız ziyareti tuz biber olmuştu. Babası zaman zaman bu ani baskınları yapan biri olsa da onun bu dönemdeki yoğunluğunu iyi bildiği için geleceğine hiç ihtimal vermemişti. "Memnun oldum Tuğrul Hocam." diye karşılık verirken "Yine de..." derken kol saatine hoşnutsuzca bakarak devam etti. "Kızımı bu saatte evine bırakma sebebinizi merak ediyorum."

"Baba lütfen..." diye araya girdi Zeynep. Artmaya meyilli gerilimi hemen savuşturması gerekiyordu. "Bunlar ayaküstü konuşulacak şeyler değil. Ayrıca yeni geldin."

"Zeynep'in dediği gibi tatsız bir durum." dedi Tuğrul ölçülü bir tavırla. "Önemli olmasa Zeynep'i bu saatte alıkoymayacağımdan emin olabilirsiniz." diye devam etti. "Ona zarar gelmesini ya da zor durumda kalmasını istemem." derken Melih Karyel'in kaşları ilgiyle havaya dikilmişti. "Sizi ayakta tutmayayım. Vaktiniz olursa fakültede çay ya da kahve ikram edelim. Sohbet etme fırsatımız da olur." derken Zeynep'in imdat çağrısı gözlerinden okunuyordu. Melih Karyel belli ki kızını başka erkeklerle paylaşmayı sevmeyen bir babaydı. "Hakkı var." diye düşündü Tuğrul içten içe. Zeynep onun tek çocuğuydu. Babaların kız çocuklarına olan düşkünlüğünü göz önünde bulundurursa adamın tepkisi doğaldı. Belki de kendisini, kızını kendinden alıp uzaklara götürecek potansiyel bir tehlike olarak görmüştü. Zeynep'e karşı içindeki o sahiplenici yanı yükselirken, "Hakkı var." dedi yine. Bu düşünceden fazlasıyla hoşlandı.

Bu durum onu keyiflendirse de Zeynep'in rahatsızlığını apaçık gördüğü için uzatıp zor durumda bırakmaya niyeti yoktu. Melih Karyel sitenin içine doğru ilerlerken kendisi de arabasına yaklaştı. Arabanın kapısını açtığında onun arkasından koşarak gelen Zeynep kolunu kavradı.

"Telefonum..." dedi aceleyle. Ön camı işaret etmişti. "İçeride kaldı, alabilir miyim?"

"Bende yaptığın nezaketsizlikten pişman olup geri döndün sandım."

"Ne nezaketsizliği Tuğrul, ne diyorsun?"

Arabanın kapısına dayadı tek kolunu Tuğrul. Sitenin içini işaret ederken alınmış gibi alnını kırıştırdı. "İçeri davet etmedin."

"Dalga mı geçiyorsun?" dedi kapıya bakan Zeynep. Babasına telefonunu almaya gideceğini söylemişti. Fazla vakti yoktu. "Verecek misin? Burada durup çene yarıştırmayacağım."

Onun bu telaşlı halini gören Tuğrul'un gülümsemesi büyüdü. Zeynep beş dakika içinde Melih Karyel'in yanında küçük bir kız çocuğuna dönüşmüştü. Kapıyı açıp iki koltuk arasındaki boşluğa düşmüş olan telefonu aldı. O ararken, Zeynep de acele ettiği ve nerede olduğunu görmek istediği için arkasından eğilmişti. Tuğrul aniden doğrulunca, sırtı kızın üst bedeniyle temas etti. Zeynep bu temaslarından ötürü geri çekilmeye kalktığında ise onu kolundan tutarak hızla yönlerini değiştirdi. Şimdi Zeynep'in sırtı kapıya yaslı dururken, bir elini araba camına yaslamış olan Tuğrul da tam karşısındaydı.

"Babana hak vermiyor değilim." diyerek telefonu uzattı. Sorarcasına baktı ona Zeynep. "Hangi konuda?"

"İnsanın böyle bir kızı olunca..." derken gözlerinde farklı ışıklar yanıp söndü. "Herkesten saklamak istemesi normal. Kimseyle paylaşmak istemez." Biraz daha eğildi Zeynep'in üzerine. "Ben de istemezdim."

"Ben kimseden saklanmıyorum." Uzatmanın hiç sırası değildi belki ama ondan fiziksel olarak uzaklaşmak ve konuyu istediği yöne çekmek için iyice dikleştirdi başını Zeynep. "Sen?"

"Ben açık bir kitap gibiyim." dedi Tuğrul ellerini iki yana açarak. "Biliyorsun."

"Bilmez olur muyum?" diye karşılık verdi onun alaycı sözlerine. Tuğrul'un elini indirip kıskacından uzaklaştı.

"Meydan Larousse. İçinde dünyanın bütün gizemini barındırıyor gibi, süslü püslü cildinin altında da dolu dolu paragraflar... Kapağı kaldırdığında hepsi bildiğin şeyler gibi geliyor ama bir bakmışsın aslında hiçbir şey bildiğin yok. O yüzden T harfinde de öğrenilecek çok şey vardır eminim. Çevir çevir oku."

Tuğrul'u arkasında bırakıp ters yöne yürürken içindekileri yüzüne dökemediği ve o an hiçbir şey yapamadığı için yanakları öfkeden kızarmıştı. İçine fısıldamaya devam etti. "Okunacak, açığa vurulacak çok şey var.  Yalancılığın, riyakarlığın, düzenbazlığın, oyunculuğun...Ellerini nasıl kirlettiğin, nasıl bir hırsın kurbanı olduğun..."


***

"Hangi hatunun koynundan çıkamadın yine diyeceğim ama üç aydır rahip hayatı yaşıyorsun. Ağaç oldum oğlum burada. Kökümü Ruslardan birine salmak üzereyim."

Doğan'ın arabanın içinde yankılanan sesine "Abartma," diye karşılık verdi Tuğrul. Zeynep'i bıraktıktan sonra havaalanına geçip Doğan'ı alacaktı. Melih Karyel'in beklenmedik ziyareti planlanan saatte ufak bir gecikmeye sebep olsa da söz konusu olan Doğan'dı. İner inmez oyalanacak bir şeyler bulacağından emindi. Bu yüzden pek de umursamamıştı Tuğrul.

"Ananın karnında dokuz ay nasıl durdun lan sen? Patlama, geliyorum iki dakikaya. Zeynep'i evine bıraktım. Babasıyla karşılaştık." derken araya iki kadının kıkırdaması ve Doğan'a bol kepçeden savurdukları iltifatlar girdi. Tam tahmin ettiği gibiydi. Doğan Karatay, vatana dönüşünü ilan etmek için fazla beklemeyecekti.

"Vay vay vay! Kayınpederinle de tanıştın demek sonunda. Kaleyi içten fethedeceğim diyorsun ha? Ulan Tuğrul az pezevenk değilsin! Ha gayret. Bu hızla gidersen yakında manastır hayatına son verebilirsin."

"Özder başıma bela diye mi yolladı oğlum seni? Ama sen merak etme, nefes aldırmayacağım lan sana burada. Özder'le konuşup ilk görevi sana kitledim bile."

"Sıçayım ya! Ulan nerede şampanyalı kutlama ekibi? Nerede hatunlar? Sen sevişemiyorsun diye benim hayatımı niye sikiyorsun? Kıskanç herif!"

"Ne düşünmüştün?" dedi Tuğrul dalgayla. "Elimizde Doğan Karatay yazılı pankartla mı karşılayacaktık? Stuttgart'da yan gelip yatmaya benzemez tabi. Antalya diye tatile geliyorum mu sandın oğlum sen? Tatil bitti! Kıçını kaldırma vakti."

Antalya Havaalanı'nın giriş kapısından içeri girerken dijital ekrana dokunarak görüşmeyi sonlandırdı Tuğrul. Güvenlik kontrol noktasından yaklaşık beş yüz metre sonra sola dönerek ikinci dış hatlar terminaline yöneldi. Yaz sezonuna yaklaştıkları için yurtdışından gelmeye başlayan pek çok firmanın uçağı bu devasa alanda yan yana sıralanmıştı. Terminal'in çıkış kapısına yanaştığında, lacivert bir bavulun sapını çekerek uzatan Doğan'ın omzuna elini atmış kadının dibine girerek kulağına bir şeyler fısıldadığını gördü. Yanında kumral uzun boylu bir kadın daha vardı ve her ikisi de Doğan'ın söylediklerine kahkahalarla gülüyordu.

Arabadan çıkmadan yalnızca Doğan'ın oturacağı tarafın camını indirmişti Tuğrul.

"İşte hanımlar, şoförüm de geldi." diyerek onu işaret etti Doğan Rusça konuşarak. "Biraz geç kaldı ama... Maaşından keseceğim."

"Doğan!" diyerek gürledi Tuğrul Doğan'ın tarafındaki kapıyı da otomatik olarak açarak. "Bırak zevzekliği de bin şu arabaya."

"Siz onun böyle dağ ayısı gibi böğürdüğüne bakmayın." dedi Doğan numarasını telefonuna kaydettiği kadına doğru eğilerek. "İstediği zaman kadınların dilinden anlamayı iyi bilir. Bu ara mesleki deformasyon nedeniyle piçlik butonu devre dışı kalmış." Tuğrul'a yürürken doğru göz kırptı ve arkaya yönelerek arabanın bagajına attı valizini.

"Kız babalarını etkilemek için efendi adamı oynuyor."

Ön kapıyı tutup kendini küt diye koltuğa bıraktığında, kendisine el sallayan kadınlara işaret ve orta parmağını birleştirerek öpücük attı. "Hadi ama..." dedi direksiyonla trampet çalan Tuğrul'un sabırsızlığına gülerek. "Beni özlemediğini söyleyemezsin."

El frenini indirdikten sonra gaza bastı Tuğrul. "Tek kelime daha edersen, şehirde itlik yapamadan Akdeniz'in çok sevdiğin sıcak sularında bulacaksın kendini."


***

Öğleden sonra...

"Bunlardan hangisi?" diye düşündü Zeynep. Tuğrul'un Serhat'ı geri dönülmez bir kavşağa sürüklerken destek aldığı kişiler bu kalabalıktaki onlarca kişiden hangileriydi? Cenazeye gelen öğretim üyelerinin yüzlerinde dolaştırdı bakışlarını önce. Hangi yüz maskeliydi, hangisi gerçekti nasıl bilebilirdi? Profesör'ün ve Tekin'in yaptığı kalp masajını gözleriyle görmüştü. Murat Hoca... Hem akademide hem insan ilişkilerinde nasıl şefkatli ve duyarlı olduğunu, oğluyla yaşayıp bitirdiği ilişkisinde bile asla taraf olmadığını, işine, ailesine, kendisine duyduğu saygıyı düşündü. Sonra Eray Hoca'nın Serhat'ın annesine verdiği desteği izledi uzun uzun. Yıllardır birlikte çalıştığı kimseye konduramadı bu zalimliği.

Kazı alanından gelen çalışanlara dikti sonra gözünü. Hepsi gerçekten üzgün görünüyordu. Ama kafasında devinip duran düşünceler yalanı da gerçeği de birbirine karıştırabilirdi. Öyle gürültülüydü ki zihni; düşünceleri imamın okuduğu duayı bile olanca kuvvetiyle bastırıyordu. Bakışları kasvetli yüzlerin birinden diğerine, suçluyu bulup zihnine yerleştirmek ümidiyle; uygun bir konak bulmak için adaylar arasında adeta kan emici bir bit gibi koşuyordu. Sanki bulabilse, Tuğrul gibi o kişiye ya da kişilere de yapışıp kalacak ve suçlu olduklarını ispat edene kadar da yapıştığı yerden çekilmeyecekti. On yedi yıl öncesine benzer bir manzaranın önünde bu kez seyirci olarak duruyordu. Bir başka aile kendisinden kopup gideni uğurlamak için bekliyordu. Serhat Pektaş için önce Antkayzon'da kısa bir tören düzenlenmiş, ikindi namazından sonra da cenaze aracı kazı alanından kabristana gelmişti. Rektörlüğün, Fakültenin ve Demirkan Holding'in yaptırmış olduğu çiçekler sırayla adamın mezarına iliştirilirken; eşinin mezarın kenarındaki bitkin duruşuna ve güçlükle sağladığı ayakta kalma çabasına baktı Zeynep. Gözünü bile kırpmadan. Yanında babası, Duygu, Fatih ve Bahar; hemen önünde de Profesör Fischer, Murat Hoca, Salih Dinçer ve Tuğrul vardı.

Tuğrul... Yeni kapatılan mezarın başında öyle kayıtsız bir şekilde duruyordu ki ona olan öfkesi büyüdükçe büyüdü, katlandıkça katlandı. Şimdi bu kalabalığa rağmen, herkesi yok sayıp hesap sormak ister gibi öne atılmak istiyordu. Adamın o yıkılmaz görünen bedenini, önünde durduğu toprağa doğru iteleyip katil olduğunu yüzüne söylemek... Ne aşağılık biri olduğunu oradaki herkese ilan etmek... Onu iki yakasından tutarak sarsmak. Ona inanıp güvendiği için kendinden bile nefret ettiğini yüzüne haykırmaktı tek istediği... Ama bunu yapabileceği hiçbir dayanak yoktu elinde. O küreği eline nasıl almıştı dakikalar önce? Nasıl aldığı canın üzerine böyle kolayca toprak atmıştı?

Tuğrul Atalay mükemmel bir oyuncuydu. Rolünü, bedeninde asla sırıtmayan siyah kot pantolonu ve toprak atacağı sırada sakince kollarını katladığı gömleği gibi öyle güzel giymişti ki üzerine; kendisi de bir aptal gibi bölümdeki ve kazıdaki varlığının doğallığına, onu gerçekten önemsediğine ve kendisine bir şeyler hissettiğine inanmıştı. İnsanlara kolay güvenmezdi Zeynep. Buna rağmen onun sıkı sıkıya örülmüş duvarlarını bile ustalıkla aşabilmişti. Kışkırtarak, önce üzerine gelip sonra yakın davranarak, ona karşı kalkanlarını indirdiği an oluşturduğu zaafı en mükemmel biçimde kullanarak. Yani ona dokunarak... Kadınları nasıl etkileyeceğini çok iyi biliyordu hiç kuşkusuz. Bu yüzden Zeynep'in dayanamadığı bir diğer şey; muhtemelen aynı taktiği kullandığı diğer kadınlar gibi kendisinin de bu tuzağa düşüşüydü. Çok akıllı geçinen kendisinin. Ondan nefret ettiğini içinde tekrar tekrar dile dökerken; bu birkaç ayda kolayca ona doğru çekilmiş olmanın aptallığını kaldıramıyordu.

Etraftaki kalabalık yavaş yavaş dağılmaya başlarken birkaç adım ileride, daha kuytu bir köşede duran Tekin Demirkan'a yaklaştı Murat. "Şu aileyi Hatay'a gönderme mevzusu..." diye fısıldadı Tekin'in kulağına. "Kadın ve kızı için orada ayarlanmış bir ev var. Sadece iki haftalığına kirası ödenmiş. Belki de dışarı gitmeleri için geçici bir ikamet yeri..."

"Yardım eden kim?" diye sordu Tekin sadede gel dercesine.

Tekin gözünü kabristan çıkışındaki kalabalığa diktiğinde daha da yaklaştı Murat adama. "Issos Antik Kenti Kazı Başkanı..." dediğinde sert bir bakışla ona çevirdi Tekin yüzünü. Murat da Tekin'in aklından geçenleri onaylar biçimde başını salladı. "Evet. Antkayzon'un eski kazı başkanı Dr. Lang... Fischer buraya gelmeden önce de Serhat'la birlikte çalışmışlar. Araları da bayağı iyiymiş. Serhat Pektaş'a yardım eden, onunla bağlantı kuran ve muhtemelen eserleri de onun desteğiyle kazı alanı dışına çıkaran kişi Dr. Lang olabilir." dediğinde dağılanların oluşturduğu gürültünün arasından Tuğrul ve Fischer'in Almanca konuşmalarına takıldı kulağı.

"Şu Tuğrul denilen adamdan ve Profesör 'den boşuna mı şüphelendik patron ne dersin?"

"İhtimaller denizinde sadece bir düşünceye odaklanırsak, boğulmak kaçınılmaz." diye cevapladı onu Tekin. "Serhat'ı dalga geçer gibi gözümüzün içine baka baka harcadılar. Sansar denilen iti hala bulamadık. Sponsorluk gecesine Lang'i de davet edelim. O arada Serhat'ın evi tutmasına aracı olan adamla da anlayacağı dilden konuşun. İşin ucu Lang'e bağlanıyorsa, gecenin sonunda küçük bir sürpriz hazırlarız kendisine."

Biraz ileride babası Salih Dinçer'in yanına geçmiş olan Bahar'a takıldı gözü. Murat'a gitmesini ifade eden bir bakış attıktan sonra onlara doğru yürüdü. Onun geldiğini gören Salih de Bahar'la konuşmayı sonlandırarak yönünü Tekin'e çevirmişti. Elini ilk uzatan Tekin oldu.

"Nasılsınız?" derken bakışları adamın sıcak tonlu kahverengi gözlerinden Bahar'ın mavi gözlerine kaydı. Kızın arkeolojik alanlarda bulunmaktan gerçek ten rengine kıyasla birkaç ton koyulaşmış teni ve ince, uzun yapısıyla babasından çok annesine benzediği kesindi. Omuzlarına uzanan kumral saçlarını, o gün kazı evinde gördüğü gibi yine tepeden toplamış, kendisi gibi siyah bir pantolon ve ceket geçirmişti üzerine. Gözünü ona diktiğinde Bahar da kaçınmadan aynı karşılığı verdi Tekin'e. Adamla sahte bir selamlaşma yapmak istemediği için de bu bakışa karşılık; başını Tekin'le muhatap olmak istemediğini vurgular gibi hafifçe eğdi.

"Böyle karşılaşmak istemezdim." dedi Salih Dinçer eliyle Serhat'ın ailesini işaret ederek. "Serhat yıllardır Antkayzon'a emeği geçmiş, başarılı bir arkadaşımızdı. Kaybı hepimiz için çok üzücü." derken Tekin'in gözünden geçip giden ışığı fark etti. "Erken ya da geç bir önemi yok elbette." dedi Tekin'in aklından geçenleri tahmin ettiğini düşünerek. "Her ölüm zamansız. Giden her zaman tamamlanamayacak bir parçayı bırakıyor arkasında. Sizin de oradayken yardım etmeye çalıştığınızı biliyorum." diyerek kızına baktı. Kaşları çatıldı Bahar'ın. Babasıyla adam hakkında konuştuğu apaçık şekilde ortaya çıkmıştı.

"Baba..." diye uyardığında, "Ne var canım?" diye üsteledi Salih Dinçer. "Gençlik işte. İki kelime ettirmiyor. Tekin Bey yabancı sayılmaz. Üstelik erdemli bir davranış her zaman takdiri hak eder." derken adama gülümsediğinde Tekin de kafasındaki soru işaretleriyle "Maalesef işe yaramadı." diye karşılık verdi.

"Elinizden geleni yapmışsınız." dedi Salih. Murat Aydın'ın kendisine işaret ettiğini gördüğünde onlara doğru gitmek için hareketlendi. "Birazdan geliyorum." dediğinde Bahar da başını sallayarak Tekin'le yüz yüze gelmemek için Zeynep'lerin bulunduğu kalabalığa doğru ilerlemek istedi. Dümdüz bir ifadeyle "İyi günler." diyerek döneceği sırada kolundan tuttu Tekin.

"Benden övgüyle bahsetmen..." derken onun kolunu sımsıkı kavrayan eline baktı Bahar şaşkınlıkla. Bunun üzerine tutuşunu gevşetti Tekin. "Şaşırtıcı."

"Övgüyle bahsettiğimi nereden çıkardın, anlamadım." dedi Bahar küçümser bir gülüşle. "Olan biteni anlattım babama o kadar. Tabi etrafında seni pohpohlanmaya alıştıran yaverlerden bol miktarda olunca..." derken Tekin'in geride bekleyen adamlarına bakmıştı. "Hakkında konuşulan her şeyi övgü olarak algılaman normal. Bünye aksine alışık değildir." Onun neyi kastettiğini bilen Tekin, hafifçe dönüp arkasına baktıktan sonra başıyla adamlara dağılın işareti verdi. Yeniden Bahar'a dönü. "Pohpohlanmaya ya da başkaları tarafından onaylanmaya ihtiyacı olan bir adam gibi mi duruyorum?"

"Sırf güç sahibi diye önemsiz gördüğü insanlara köle muamelesi yapan, sırf öfkeli diye insan ezmeyi erkeklik sayan, saygın iş adamı kimliğiyle caka satıp sahte güler yüzünü de magazin sayfalarına gösteren, dışı yaldızlı içi boş tenekenin teki olduğunu düşünüyorum. Tabi ben senin paranla tuttuğun uşağın olmadığım için düşündüklerimi çok net söyledim. Yani... Tüylerini parlatmak istiyorsan, doğru adres ben değilim."

Cümlelerinin başında adamın yüzünde beliren ince gülüş, bitirdiğinde giderek büyüdü.

"Dün gece kendimi yanlış tanıtmış olabilirim." derken ellerini ceplerine soktu Tekin. "Yine de bu sözler fazla ağır olmadı mı?" dedi Bahar'ın havaya dikilmiş kaşlarına ve öfkeden parlayan iri gözlerine keyifle bakarak. "Babana bu kısımdan bahsetmemiş olman ilgimi çekti."

O gece kendisini sarsan adama söyleyemeyip içine attığı her şeyi sanki bu hamlesini bekliyormuş gibi arka arkaya sıralamıştı Bahar. Ellerini göğsünde bağlayarak ona tepeden baktı. "Ne yapacağımı sandın?" diye karşılık verdi adama. "Beş yaşındaki çocuk gibi babama koşup zırlayacağımı filan mı? Ya da senden korktuğumu mu? Kendini nasıl tanıttın bilmiyorum ama dün geceki sessizliğimi çok yanlış algılamışsın. Daha fazla uzatmaya gerek yok." derken dağılan kalabalığa göz gezdirerek ses tonunu iyice düşürdü. "Bu konuşmanın da ne yeri ne de zamanı üstelik." dedikten sonra babasının geri dönmesini beklemeden, dağılan kalabalığın arasına karışmak için Tekin'in yanından ayrıldı.


***

"Dur kızım dur!" diye seslendi Fatih, cenazenin ertesi günü buldukları ilk boşlukta Zeynep'le birlikte yanına gelen Duygu'ya. "Oturma, kırık o sandalyenin ayağı. Almaya gelecekler."

"Üç aydır..." dedi sağlam olan tek sandalyeye çoktan oturmuş olan Zeynep. Duygu da ayağı kırık olanı bırakarak Fatih'in masasının kenarındaki kağıtları iteleyip oraya oturmuştu.

"Murat Hoca'nın en sevdiği asistanı ben değilim ne de olsa." dedi Fatih imayla. "Üstelik bu bölümde pozitif ayrımcılık olduğunu herkes biliyor! Kadın olmak varmış arkadaş."

"İkna edemedim, oyalanıyorum demenin diğer şekli değil mi o?" dedi Duygu kalemlikteki tükenmez kalemlerin kalite kontrolünü avuç içinde yaparken. İki dakikada yarısını dışarı çıkarmıştı bile. "Evraklardaki silik imzaların da nedeni belli oldu."

Kalemleri diğer tarafına çekerek, Duygu'nun önünden aldı Fatih. "Hediye kızım onların çoğu. Ondan atamıyorum. Üstelik yalan değil. Özellikle Zeynep'i herkesten çok tutuyor Murat Hoca. Ha, Levent hıyarı yüzünden diyeceğim ama adam çoktan tarih oldu. Gelinlikten istifa edip daimî makamı olan araştırma görevliliğinde kalma konusunda ısrarcı çıktı bizim kız." derken sırıttı. "Yapın bir güzellik arkadaşınıza da yenilensin şu oda." derken Zeynep'in düşünceli halini alındığına yordu. "Şşşt!" diye seslendi yeniden. "Ciddiye almadın herhalde."

"Unutma ki idari görevler geçici, akademik kadrolar kalıcıdır Fatih'cim. Levent'i de kısa süren idari görev gibi düşün." dedi Zeynep gülümseyerek. "Yalnız zaten sevimsiz günler yaşıyoruz. Bir de bu eski sevgililik mevzusunu açmayalım şimdi."

"Tamam tamam." dedi Fatih. "Baban ne kadar kalacakmış?" diyerek konuyu değiştirdi. "Konuştun mu?"

"Fırsat olmadı ki... Dün cenaze vardı. Sonra görüşmeleri... En fazla birkaç gün daha kalır sanırım."

"Melih Amca'nın cenazeye katılacağını hiç sanmıyordum ben." dedi Duygu şaşırdığını belli ederek. "Murat Hoca'yla mı konuştular ne dersin? Hala aktif görüşüyorlar demiştin."

"Olabilir." dedi Zeynep önündeki dergiyi karıştırırken. "Benim Levent'le görüşmemem, onların da görüşmeyeceği anlamına gelmiyor. Levent'le iş için iletişimde kaldığını da zaten biliyorum ama uzak durmayı tercih ediyorum. Sormuyorum da... Ama Murat Hocayla, Serhat Abi'nin ailesi ile ilgili bilgileri almak için konuşmuştur mutlaka." derken gözü rüzgârdan gıcırdayarak varlığını belli eden kapıya takılmıştı.

"Fatih şu kapıyı neden tam kapatmıyorsun?" derken sesini alçalttı. "Her seferinde biri tarafından dinleniyoruz gerilimini yaşatıyorsun bana ya..." dediğinde masadan indi Duygu. "Ben hallederim."

"Kapatma!" diye yükseltti sesini Fatih.

"Neden?" diye sordu Duygu gülerek. "Bizim bilmediğimiz bir fobin falan mı oldu senin, hayırdır?"

"Murat Hoca kapalı kapılar ardında konuşanlardan hazzetmiyor kızım. Bölüm içi derin devlet konusunu çok ciddiye alıyor adam. Daha geçen gün Eray Hoca'nın odasına girmeden duydum." diye açıkladı. "Hatırlatayım 50/d'liyiz biz. Doktora bitince kadro alamadık bahanesiyle kapının dışında kalmak istemiyorsunuz herhalde. Bir de kız öğrenciler de girip çıkıyor."

"Eee..." dedi Duygu gülmeye devam edip yeniden masaya oturarak. "Bu konuşma ilginçleşmeye başladı."

"Kız öğrenciler içerideyken de kapatmıyorum. Ne olur ne olmaz."

"Sen öğrencilere o gözle mi bak..-" derken sözünü kesti Fatih. Sesi sertleşmişti. "Ben sen miyim?"

"Ne demek o?" diyen Duygu bozulmuştu bu kez.

"Bu konularda radarı en iyi çalışan sen değil misin? Ne anladıysan o."

"Fatih canını kim sıktıysa git ona patla. Yapamıyorsan da adam gibi anlat derdini, çözelim. Canımız sıkkın zaten, yanına kafa dağıtmaya geldik tavra bak ya..."

"Hey hey..." diye araya girdi Zeynep. "Ne oluyor size Allah aşkına?" dediği sırada hafif açık olan kapı sonuna kadar ittirilmişti.

"Sohbet mi var?" diyerek kapının önünde duran Tuğrul'u gördüklerinde ilk hareket eden Duygu oldu. O masanın üzerinden inerken, sandalyesini geriye çekerek masanın sol köşesine ayaklarını uzatmış olan Fatih de hemen toparlanmıştı. Hareketsiz kalıp donuk bir ifadeyle yüzüne bakan tek kişi ise Zeynep'ti.

"Hayır."

"Evet!"

Duygu'nun tereddütlü, Zeynep'in ise kesin cevabı aynı anda ulaştı Tuğrul'a. Bu Zeynep tarafından açıkça yanımıza gelme uyarısıydı ama elbette Tuğrul'un bunu önemsediği yoktu. Uzun adımlarla masaya yaklaştığında Duygu ve Fatih ayaktaydı, Zeynep ise elinde tuttuğu bir arkeoloji dergisinin son sayısını bırakıp oturmaya devam etmişti.

"Buyurun Hocam." dedi az önceki gerilime bir de Zeynep'le Tuğrul'unkinin eklenmesini istemeyen Fatih. "Biz de çay içecektik. Size de yapıyorum." diyerek ayaklandı.

"Kalsın Fatih." dediğinde Zeynep'te belirgin bir rahatlamaya odaklandı. Önünde kavuşturduğu elleri, bu sözüyle ikiye ayrılmış; yavaşça inip kalkan göğsü de kendisi için bir tehdittin olmadığını ispatlar gibi onu rahatlatmıştı.

"Zeynep çayını benim odamda içer." diyerek elindeki kâğıt yığınını onun kucağına bıraktı. Fakat Zeynep penceresinden bakıldığında kucağına bırakılan şey; sanki kelimelerin üzerinde dans ettiği sistematik bir bilgi yığını değil de ummadığı bir anda pimi çekilerek parmakları arasında tutmaya zorunlu bırakıldığı bir bombaydı.

"Bunlar..." derken iki yüze yazdırılmış makalelere baktı Zeynep. "Antik Yunan ve Anadolu uygarlıklarında yönetim yapısı..." diye mırıldandı makalelerin başlıklarına göz gezdirirken. Ayağa kalktı. "Ne yapmamı istiyorsunuz Hocam?"

"Bunları mailime gönderen sendin unuttun mu?" dedi Tuğrul tok sesiyle.

"Unutmadım ama, çalışmak için henüz hazırlanmadım. Yani belirlediğimiz anahtar kelimelerle arama yapıp konumuzla örtüşenleri söylediğiniz gibi size gönderdim o kadar."

"İyi ya." dedi Tuğrul ondaki rahatsızlığın üzerine giderek. "Ben de üzerinde konuşmak için fırsat veriyorum işte sana."

"Ama..."

"Beş dakikaya odada ol." dedi Tuğrul kapıya yönelerek. "Kolay gelsin arkadaşlar." Kapıyı sert bir şekilde çekerek çıkmıştı.

"Adam fırtına gibi geldi fırtına gibi gitti." dedi Fatih çıktıları Zeynep'in elinden alarak. Konulara hızlıca göz gezdirdi. "Cidden hazırlık yapmadın mı?" dedi sonra inanamayarak. "Hayır, bu Zeynep Karyel tarihinde bir ilk olabilir de..."

"Yapmadım Fatih! Pat diye gelip şimdi çalışacağız diyeceğini nereden bileyim? Bir de beş dakikaya gelmemi emretti," derken öfkeyle çekti kağıtları.

"Tamam be anladık." dedi Fatih. "Bu çalışma için çok hevesliydin ya, ona şaşırdım."

"Sadece Murat Hoca varken. Hazırlanmadığım çalışma hakkında ne konuşacağım, beş dakika bile sürmez." diyerek yanlarından ayrıldığında; kendi atışmalarını unutup Tuğrul'un odasında kopması muhtemel kıyamet hakkında tahmin yürütmeye başlayacak iki arkadaşını arkasında bıraktı.

Tuğrul'un kapısına iki kez vurup içeri girdiğinde, adamın masasının üzerinde açık iki ekran olduğunu gördü. Biri masa üstü bilgisayarına diğeri de laptopuna aitti. Adam, fakültede bu tarzıyla görmeye alışık olmadığı şekilde, üzerinde geniş omuzlarını ve sırtını muntazam şekilde saran beyaz gömleği ve siyah kumaş pantolonuyla dik bir şekilde oturuyordu.

Kapının hemen girişindeki elbise askısına bakınca orada giydiği takımın ceketinin ve kırçıllı, siyah-bordo bir kravatın olduğunu da gördü Zeynep. Murat Hoca'yla katılması gereken bir toplantı ya da davet edildiği bir organizasyon olmalıydı. Kıyafetlerinin hemen yanında da üniversitenin ambleminin olduğu, doktor öğretim üyesi olduğu için iki kolunu da birer şeridin çevrelediği, lacivert-siyah öğretim üyesi cübbesi sanki Tuğrul'un onu varlığıyla doldurmasını beklermişçesine ütülü bir şekilde, üzerine de şeffaf bir koruyucu geçirilmiş olarak duruyordu. Dönem ortasında geldiği için Tuğrul'u o cübbenin içinde hiç görmemişti Zeynep. Ama yaklaşık bir buçuk ay kadar sonra giyecekti. Cesur olmaları gerektiğini simgeleyen dik yaka, paraya itaat etmeyeceklerini ve bilim dışında hiçbir şeye biat etmeyeceklerini ortaya koyan bu cepsiz ve düğmesiz kumaş onun için çok şey ifade ediyordu.

Zeynep için Antalya'da bir hayat kurduğundan beri sahip çıkmaya çalıştığı şeylerin bir toplamıydı o cübbe. İçinde olmaktan hep gurur duyduğu bu bölümün en önemli parçalarındandı. Fakat şimdi onu giymeyi asla hak etmeyecek bir adam tarafından, üzerine kocaman, kopkoyu, kanlı bir gölge düşürülmüştü. Üstelik kendisi ortaya hiçbir şey çıkaramazsa aralarında olmaya devam edecek, belki başka canlara da kıyacak ve sırtına geçirdiği cübbenin gerektirdiği tüm değerleri hiçe sayarak mezun ettikleri öğrencilerin ellerini sıkacaktı. Bu düşünceyle midesi kasıldı. Masaüstü bilgisayarında hızlıca bir şeyler yazmakta olan adam, Zeynep'in girişi ile durdu. Çok sık kullanmadığı, Zeynep'in de en son Tekin Demirkan'ın müzesinin açıldığı gece kısa bir süre yüzünde gördüğü siyah çerçeveli gözlüğünü çıkarırken Zeynep'e içeri gel işareti yaptı.

Kapıyı kapatırken odanın içindeki diğer detaylar da gözüne çarptı. Tuğrul'un masasının önündeki geniş sehpada Antkayzon'un da varlığını sürdürdüğü döneme ait bir Likya Uygarlıkları haritası vardı ve bu harita, kazı alanından geldiği belli olan iki mermer parça ile kıvrımların üzerine tutturulmuştu. İnce bir kâğıt parçasından ziyade parşömene benzer bir dokusu varmış gibi görünüyordu. Masanın uç kısımlarındaysa bölümlerine ait Türkçe, Almanca ve İngilizce dilinde yazılmış pek çok kitap üst üste ve yan yana, biraz dağınık biçimde sıralanmıştı. Onların yanında da idari işlerle ilgili bazı evraklar, Tuğrul'un verdiği derse ait yoklama listesi ve açık kahverengi renkteki sınav tutanağı teslim kâğıdı zarfı ağzı kapalı şekilde duruyordu.

Detayları inceledikçe "Oda..." diye düşündü Zeynep. Açık ekranlara yeniden baktı. Bir şeyler yapması gerektiğini düşünüyordu ama babasının gelişi ve cenazenin kalkmasıyla yalnız kalıp düşünecek, plan yapacak hiç vakti olmamıştı. Önce kazı alanına yeniden gidip, dikkat çekmeden bir şeyler bulmaya çalışmaktan çok daha mantıklıydı bu odayı araştırmak. Ancak bir sorunu vardı. Fatih'le Duygu'nun yanında gelmek istemediğini bir ağzıyla söylemediği kalmıştı. Şimdi çalışmaya çok istekli gibi çark etse iyice şüphelendirecekti adamı. Kaosun etrafında dolaşırken Tuğrul'un karşısında tökezlememeli ve oynamaya devam etmeliydi.

"Bir şey mi diyeceksin?" dedi Tuğrul sandalyede geriye yaslanarak. Durum öyle sinir bozucuydu ki kahkaha atmak istedi Zeynep. Yapamayacağı için yanağının içini dişledi. Belki hissettiklerini en azından yarı yarıya doğru söylerse daha doğal olabilirdi. "Söyledim..." derken masaya yaklaştı. "Gerçekten doğru düzgün bir şey hazırlamadım. İşin doğrusu bu olayların üzerine bugün böyle bir şey isteyeceğini hiç düşünmedim. Kafamı toplayamıyorum."

"Bu yüzden çağırdım." dedi Tuğrul önünde açık olan sekmelerden bazılarını kapatarak. Sonra ayağa kalktı. Sandalyesini geriye kaydırarak Zeynep'e döndürmüştü. "Otur." dedi tepesini tutarak.

"Ne yapacağız?" dedi Zeynep şaşkınlıkla. Yine de sözünü ikiletmeden oturdu onun rahat sandalyesine. Bu arayıp da bulamadığı fırsattı. Eğer birkaç dakikalığına Tuğrul bu odadan çıkarsa masasında ya da bilgisayarında bulacağı küçük bir şey bile önünü açabilirdi. O zaman Serhat'ı kurtarmak için çabalayan Profesör Fischer'e, Murat Hoca'ya veya Salih Dinçer'e bir şeyler anlatabileceğini düşündü. Tuğrul ona güveniyordu. Makul davranırsa bunu kendi lehine çevirebilirdi. Kalbi bu düşünceler içinde heyecanla çarptı. Bu sırada Tuğrul'un dudakları yukarı büküldü. Sandalyeyi tutmayı bırakmadan, tam arkasına geçerek onu masaya itti ve arkasından hemen çekilmeden kulağına doğru eğildi. "Ne yapalım istersin Zeynep?"

Başını Tuğrul'un boğuklaşan sesiyle hızla yana çevirdiğinde, dudakları adamın yanağına değmek üzereydi. Kirli sakalını bu sabah kesmişti. Tıraş losyonunun yaydığı o erkeksi koku burnuna doldu. Tüylerinin diken diken oluşunu aklı kabul etmiyordu. Oda sıcak diye ceketini Fatih'in odasında çıkarmış ve sıfır kollu siyah bluzu ile kalmıştı. Tuğrul'un havaya kalkan tüylerini fark etmemesini umdu. "Geri zekâlı." dedi içinden. "Yaklaş dediysek o kadar da değil."

Önüne dönerek ekranı gösterdi. "Masanı bana teslim etmene şaşırdım. Pek paylaşımcı biri gibi değilsin." Onun geri çekilişine ve cümleyi kıvırmasına gülümsedi Tuğrul.

"Paylaşmayı sevmediğim şeyler var." dedi üzerinden biraz doğrularak. "Ama bu çalışma onlara dahil değil. İş birliğine ihtiyacımız var. Fischer'in odasında çalışabildiğine göre aynı şeyi burada da yapabileceğini düşündüm. Yanılıyor muyum?"

Omzunu silkti Zeynep. "Ayrıca..." diye devam etti Tuğrul. "Senin en hazırlıksız halinde bile mutlaka söyleyecek bir şeylerin vardır. Bunu biliyorum. Düşünceli bir adam olarak, kafanı toparlaman için gereken sakin ortamı da sağladım. Bundan sonrası sende. Toparladığın bilgilere bir göz atalım."

"Pekâlâ..." diyerek flash belleği Tuğrul'un laptopunun USB girişine taktı Zeynep. Masaüstü bilgisayarındansa burada bir şeyler olma ihtimali daha yüksekti. İtiraz edecek mi diye bekledi ama bir şey dememişti Tuğrul. Rahatlayarak öne çıkan penceredeki klasörlerden birini açtı.

"Antkayzon'un kendisine bağlılık yemini eden bazı şehir devletlerini kapsayacak şekilde merkezi bir idare sistemi oluşturduğuna II. Klemenos döneminde, akropolde yapılan kazılardan aldığımız bilgilerle ulaşıyoruz." diye giriş yaptı Zeynep. Elde edilen tabletlerden ve diğer yazıtlardan çevrilen bilgileri açtı. "Synhedrion dediğimiz ortak bir meclis. Bölgedeki diğer şehir devletlerinin geçmişine baktığımızda; hepsinin bir, iki veya üç üye ile güçleri doğrultusunda temsilci yolladıklarını görüyoruz. Ayrıca Likya tarihine baktığımızda önemli kararları almak için oluşturulan meclislerin; her yıl farklı bir şehirde toplandığını görüyoruz. Antkayzon'da ise bu işleyiş daha farklı. Meclis her seferinde Antkayzon'da ve Klemenos'un başkanlığı altında bir araya geliyor. II. Klemenos ölümüne kadar Arykanda, Rhodiapolis, Limyra, Karydalla, Phonikos ve Gagai şehir devletlerini kendi buyruğu altında toplamış görünüyor. En azından arşiv odasından çıkarılmaya devam eden tabletlerden bazıları, bize bunu söylüyor. Makalede Antkayzon'un yönetim yapısını ele alırken; genel bir alt yapı ve bakış açısı oluşturmak için önce Anadolu'da kurulan diğer uygarlıkların yönetim yapısına ait bilgiler toplamamız gerektiğini düşündüm. Aradaki benzerlikler ve farklılıklar hakkında karşılaştırmalı bir tablo da olabilir. Sana gönderdiklerim arasında Likya şehir devletleri dışında; Hititler, Urartular, Lidyalılar, Frigler hakkında bu konu başlığı altında yapılan çalışmalar da var."

Zeynep'in geri getirdiği çıktılara bakarken "Ağırlığın II. Klemenos dönemine verilmesi gerektiğini düşünüyorsun." dedi Tuğrul masanın üzerindeki yazıt çevirilerini de eline alarak. "Ama Antkayzon bu şekilde organize bir teşkilatlanma yapısına sahip olmadan önce de Perikhellos döneminde bazı atılımlar yaptı, biliyorsun. Perikhellos yönetim yapısını güçlendirmek ve saldırılara karşı daha hazırlıklı olmak için Pers tehditlerine karşılık bir istihbarat sistemi kurmak istemiş."

"Olabilir, ama bak..." dedi Zeynep bir başka tablet çevirisini göstererek. "Bu hafta çevrilenlerden." derken sandalyede ileri geri kıpırdandı. "Profesörden çevrilir çevrilmez bana göndermesini rica etmiştim." dediğinde mayınlı araziye girdiğinin farkındaydı. "Neyse... Buradaki metinlerde Perikhellos'un istihbarat sistemini kuramadan veba nedeniyle öldüğü ifadeleri geçiyor. Yani II. Klemenos'un başa geçmesi, Antkayzon için bir nevi altın çağı başlatmış. Belki babasının yarım bıraktıklarını tamamlamak için belki de halkın ağır vergilerin altında ezilmesine katlanamadığı için, başa geçtikten sonra diğer şehir devletlerini bir çatıda toplamak istemiş ve onların askeri güç desteğiyle bu bölgedeki Pers istilasının önüne geçmeye çalışmış. Üstelik yaptığımız basın toplantıları nedeniyle şu anda herkesin gözü II. Klemenos döneminin aydınlatılmasında. Mezar yerine dair verdiğimiz bilgiler, özellikle şair Paunitas'ın yazdığı şiirlerde ve zafer adına dikilen yazıtlarda geçen taç..." derken sesi istemsizce tarazlandı.

Yüzünü yeniden Tuğrul'a çevirdiğinde, tereddütsüzce "Devam et..." diye karşılık verdi adam.

"Uluslararası düzeyde bir başarı sağlamak istiyorsak bunlardan faydalanmamız gerek. Bu yüzden yayında da ön planda tutmamız gereken bu dönem olmalı." diyerek diğer düşündüklerini de arka arkaya sıraladığında birden bütün kafası boşalmış gibi aniden durdu. Herkesin gözünü diktiği kral. Ulaşmayı umdukları mezar. Tabletlerde ve yazıtlarda tasvir edilen taç... Her şey bunun içindi.

İçindeki deprem durmuyordu. Bir tarafı hala duyduklarının yanında yöresinde dolaşıp kendisini kör etmeye hatta tüm sinir sistemini felce uğratarak elini kolunu etkisiz hale getirmeye çalışırken; diğer tarafı Tuğrul'un ağzından çıkan cümleleri o geceden sonra, unutmaktan korktuğu bir bilgiyi zihnine kazımak ister gibi tekrar ediyordu. Bu ikilem canını yakıyordu.

Buz tutmuş bir gölün yüzeyinde dolaştığını hissediyordu. Altındaki suyun tamamen donup donmadığı hakkında tereddüt ederken, üzerinde yürümekten de bir türlü vazgeçmiyordu. Yürürken kayıp düşmekten korkuyordu. Durduğundaysa üstlendiği sorumluluğun ağırlığıyla buzu kırıp gölün dibini boylamaktan...

Verdiği kararın sonucunun tüm vücuduna binlerce bıçağın aynı anda batması olabileceğinden çekiniyordu. Soğuk suyun ağzından boğazına izleyeceği dar geçidi takip etmekten, ciğerlerinin cam gibi patlayıp dağılışını hissetmekten... Depoda tanıklık ettiği o son görüntüler aklına geldikçe, boğazını sıkan ip gerildikçe geriliyor, ancak paniğe kapılarak yanlış bir adım atmak da istemiyordu. Bu yüzden; bir çıkış yolu bulmak için aklı başında hareket etmesi gerektiğini kendine tekrar edip duruyordu. Bu düşüncelerinin baş aktörü olan Tuğrul'a yeniden baktığındaysa, adamın yüzünde bu olaylarla hiçbir ilgisi yokmuş gibi beliren beğeni dolu bir gülümseme vardı.





M.Ö. 524

LYKIA, ANTKAYZON

Zaman ilerliyordu. Mevsimler yer değiştiriyor, gökyüzü maviliği, kızıllığı, karanlığı Zeus'un talimatlarına göre biçimlendiriyor, Akdeniz bazen kırkını devirmiş bir adamın bilgeliği ve olgunluğu gibi durulup bazen de yeni yetme bir delikanlının doludizgin ateşiyle harlanıp, kendini kanıtlama güdüsüyle dolup taşıyordu. Gün doğuyor, gün batıyor, ekinler yeni doğan bir bebeğin anne sütüne açlığı gibi yeraltındaki tüm suyu içip serpiliyor, hızlı koşup çabuk yorulan insan ruhunu teslim etmeme arzusuyla zamanın elini tutmak istiyor ve kökünden sökülmeye direniyordu. İnsanların Kharon'un kayığına binmemek için son nefesine dek gösterdiği bu zavallı çaba, gece tanrıçası Nyks'in çocuklarını güldürürdü.

İnanışa göre; üç kader olarak da adlandırılan bu tanrıçalardan Clotho'nun kader ipliğini eğirdiği, Laches'in ipin uzunluğunu ölçtüğü, Atropos'un da ölüm anı gelip çattığında o ipliği kestiği düşünülür. İnsanoğlu ne yaparsa yapsın Clotho'nun elinde tuttuğu yazgı ipliğini asla çalamaz, Laches'in o ipe biçtiği uzunluğa karışamaz ve Atropos'un elinden hayatla bağını kesecek o makası alamaz. Kaderi tanrılar yazar ve zaman da yalnızca onlara dokunmaz. Bu iki kavramın boyun eğdirmediği bir ölümlü olduğu ise görülmemiştir. Elbette bu düşüncenin içinde kaybolmak insanı büyük bir umutsuzluğa sürükleyebilir. Ancak bu gerçeği her ölümlünün bilmesine rağmen yaşama güdüsünü ayakta tutan önemli bir şey vardır. Işığın her zaman karanlığa baskın çıkacağı düşüncesi... Çünkü hayat ipliğinin üzerinde hiçbir yetkiye sahip olmadan; tanrılara armağan edilen bir kurban gibi yalnızca kesileceği günü beklemenin, insana katıksız bir acıdan başka vereceği bir şey yoktur. Süresi belirsiz bu yolculukta insana güç veren yegâne şey; uzunluğunu ve ne zaman kesileceğini kontrol edemese de o ipin üzerinde nasıl yürüyeceğine kendisinin karar verebilecek oluşudur.

II. Klemenos yeri geldiğinde yazgıya boyun eğmeyi bilecek kadar korkardı tanrılardan. Ancak rüzgârı uygun koşullarda tersine döndürmenin onları kızdırmayacağına inanırdı. Onların lanetini üzerine çekmeden de şişirebilirdi kadırgalarının yelkenlerini, bileyebilirdi kılıcını. Poseidon'a bunun için yalvarır, önünde diz çökerdi. Kölelik edeceği yalnız tanrılarıydı. O bir kral olarak hem yönetici hem de tanrıların sadık hizmetkarıydı. Bu yüzden bildiği en iyi şey ölümlüleri yönetmek için tanrılara hizmet etmek gerektiğiydi.

Onları arkasına nasıl alacağını bilecek kadar akıllı bir adamdı genç kral. Bilirdi ki tanrılar her zaman hatırlanmak isterdi. Hatırlanmalarını kolaylaştıracak tapınaklar inşa edilmesini beklerlerdi... Büyüklüklerine yaraşır bu kutsal yapılarda; insanların dudaklarında taşıdıkları minnet dolu yakarışları, itaatle çöken dizleri, adlarına ayrılmış en güzel hediyeleri görmek isterlerdi. Bu yüzden Kral Smyros döneminde yaptırıldıktan sonra yaşanan savaşlar ve sonrasında meydana gelen depremler nedeniyle tahribata uğrayan ve bir kısmı yıkıldığı için küçülen Athena tapınağı, II. Klemenos'un talimatıyla genişletilmiş ve çok daha görkemli bir hale getirilmişti. Akropolün tepe noktasında bulunan tapınağın son basamağının son mermer parçası bugün tamamlanmış, ona adanan kurbanların kanlarıyla bugün yıkanmış, rahiplerin, devlet adamlarının, tüccarların, köylülerin ve askerlerin katılımıyla şehrin daimî koruyucusu olduğunu bildiren son yazıtlar bugün diktirilmişti kapısına.

Zeus ile birlikte en büyük heykel olarak yükselen merdivenlerin girişinde duran Athena'nın altın püsküllerle süslü kalkanı Aegis, güneşten daha parlaktı, keçi derisinden yapıldığı varsayılan pelerini Antkayzon'daki en usta heykeltıraşların elinden çıkmıştı. Sağ elinde tuttuğu, temreni altın kaplamalı görünen kahverengi mızrağının ve sol omzundaki baykuşun üzerindeki taze boya kokusu etrafa yayılmaktaydı.

"Aklın ve sağ duyunun temsilcisi Athena!" diyerek heykelin önünde durmuştu şair Paunitas hayranlıkla.

"Sen misin topraklarımızı koruyacak büyük tanrımız?

Kaç askere bahşedeceksin Aegisin sağlayacağı kutsal korumayı?

Kaç düşmanın üzerine salacaksın mızrağını?

Onları gafil avlamamız için baykuşunun keskin gözlerini verecek misin bizlere?

Yoksa hassas kulaklarıyla mı fark edeceğiz savaş arabalarının korku salan gıcırtısını?"

Giderek kalabalıklaşan meydanda çocukların, kadınların ve mağrur bakışlarla görkemli tapınaklarını süzen din adamlarının sesleri birbirine karışmıştı. Gün boyu halkın uğrak noktası olan tapınak, açık gökyüzündeki parlak yıldızlar göz kırpmaya başladığında, dua etmekten yorgun düşmüş bedenlerin evlerine çekilişiyle ıssız bir yalnızlığa bürünmüştü. Liondros'un II. Klemenos'un beklediği haberi Antkayzon topraklarına getirişi tam da tanrılarını mutlu ettikleri günün ertesi sabahına denk gelişi, şehirde olan biteni her daim gözlemleyen Paunitas için asla bir tesadüf değildi. Kralın en sadık adamlarından birinin, atı üzerinde dört nala giderek şehir kapısından içeri girişinden kısa süre sonra birkaç askerle gece boyu içtiği içkinin sarhoşluğundan sıyrılmaya çalıştı.

II. Klemenos'un o gece bir kısım askerine verdiği izinle, düzenlenen şenlikte eğlenip halkla beraber geç saatlere kadar içmişlerdi. Sonunda herkes ya kucağında yarı çıplak bir fahişe ya da elinde kalan yemek artıkları ve şarap dolu kadehlerle bir köşeye sızıp kalmıştı. Kendisinden önce kaç kişinin yattığını bilmediği kirli fakat yumuşak olan döşekte doğrularak yerde duran toprak maşrapanın içinde kalan bir miktar suyu içti, birazını da kafasından aşağı döktü Paunitas. Omuzlarına dek uzanan ince telli, düz saçlarından kirpiklerine ve ağzına sızan su damlalarını yüzünden uzaklaştırmak için, başını su birikintisini silkelemeye çalışan yağmurda kalmış bir köpek gibi iki yana salladı. Ancak onun bu hareketiyle eline, yüzüne, kıyafetine sıçrayan su damlalarını fark eden askerlerden biri uyanmıştı. Suyla ve şarapla ıslanmış beyaz giysisinin göğüs kısmından tutarak, çelimsiz bedenini homurtuyla kendine çektiğinde, Paunitas'ın uykunun mahmurluğu ile kısılmış yeşil gözleri korkuyla açıldı. Ancak askerin bir şey söylemesine fırsat kalmadan omzuna dokunan başka bir el ile onu bir çuval gibi olduğu yere geri bırakmıştı adam. Derin bir nefes alarak toparlanmaya çalışan şair, askerlerin aralarında konuştuklarına kulak kabarttı. Kralın yanına gidecek Liondros'a eşlik edeceğini söyleyen adam, kendini çekiştiren askerin görev yerine dönmesi gerektiğini bildiriyordu.

Gagai'den beklenen haber nihayet gelmişti. Liondros'tan teslim aldığı yazıtı baştan sonra okudu II. Klemenos. Babası Kral Perikhellos'un ölümünden sonra değişen konumu ile yerel halkın ve devlet adamlarının kendisine sunduğu bağlılık sevindirici ancak yeterli değildi. II. Klemenos'un asıl hedefi çevresindeki şehir devletlerini kendi buyruğu altında toplayarak Perslere karşı duracak bir askeri ve siyasi desteğe hızlı bir şekilde kavuşmaktı. Bu iş için görevlendirdiği adamı Liondros, günler sonra beklediği haberi nihayet ellerine bırakmış, Antkayzon'un dostlarıyla dost, düşmanlarıyla düşman olacağını açıkça bildiren Gagai kralı, Korydalla'dan sonra müttefiki olacağını bildiren ikinci kent olmuştu.

"Kahraman Kral Perikhellos'un oğlu, cesur Syderissos'un kardeşi,

Tanrıların huzurunda kabul ederim, Antkayzon (otorite) senin üzerinde olacak.

Atalarımız istilaya karşı savaştı. Barışa köleler verildi, onlara (Persler) elçiler gönderildi.

Ülkeni korurken, bizler onun için (Antkayzon/Gagai) savaşıp onun için öleceğiz.

Gagai kralı bu ahdi tanrılarının huzurunda hazırlandı (ve) sizin tarafınızdan (onaylanıp) ilan edilecektir...

Bağlılığımızın sembolü hediyeleri böylece kabul edin."

Bir savaşı kazanmak için iyi bir dosttan daha mühim olan tek şey ortak bir düşmandı. Çünkü tehlikenin fısıltısını uzaklardan duyan ve ölümün kol gezdiği sokaklara henüz uğramamış iyi bir dost, elini o anki aklının ve gücünün yettiği ölçüde uzatırdı. Fakat esaret zincirlerini topraklarının boynuna tüm nefesini kesecek şekilde sıkı sıkı dolayan güçlü bir düşman, ancak onun kadar tehdit altında olan ve özgürlüğü için varını yoğunu ortaya koyan eş bir düşmanla yıkılırdı.

Elinde tuttuğu yalnızca bir taş parçası değil, Likya'daki otoritesini sağlamlaştıran ikinci büyük adımdı. Bir müttefik daha kazanmış, düşman saldırılarına karşı ördüğü duvara yeni bir kalkan daha eklemişti II Klemenos. Düşmanının düşmanı dostuydu ancak henüz bilmediği, Antkayzon'da kendi iradesi dışında, tam karşısında yer alarak aynı adımı atacak güçlü bir adamın bütün planlarını bozmak üzere tetikte durduğuydu.


***

"Murat Hoca'nın bu iş için neden seni seçtiğini anlamak zor değil." dedi Tuğrul, duyduklarından hoşnut bir şekilde. Zeynep'in dosyaları açar açmaz dönemin içine girişini ve detayları kendini kaptırarak anlatışını, kafasında beliren haritadan kuşku duymadan kendisini yönlendirme isteğini gözleri parlayarak izlemişti. "Diğer uygarlıkların yönetim yapısıyla ilgili yaptığın şu özet tabloyu da aç..." dediğinde masanın diğer ucundaki sabit telefon çalmaya başladı.

Tam karşısında oturan Melih Karyel'den gözünü ayırmadan telefonuna uzanan Murat Hoca'nın araması, ikinci çalışta cevaplandı.

"Merhaba Tuğrul..." dediği anda Tuğrul'dan da aynı karşılığı alan adam fazla uzatmadan konuya girdi.

"Zeynep senin yanında öyle değil mi?" dedi sabırsızca. Öncesinde Zeynep'in odasını aramış, telefonu açan Duygu da Zeynep'in Tuğrul'un yanına gittiğini söylemişti.

"Doğrudur Hocam." diye yanıtladı onu Tuğrul gözünü Zeynep'e dikerek. "Sizinle konuştuğumuz makaleye bakıyoruz. Bir isteğiniz mi vardı?"

"Babası ziyaretimize geldi." diye karşılık verdi Murat Hoca çayından bir yudum alarak. "Çalışmaya kısa bir ara verin. Sonra devam edersiniz."

"Anlaşıldı Hocam." dedi Tuğrul ahizeyi iyice önüne doğru çekip yeniden Zeynep'in tepesine dikilerek. "Zeynep'i gönderiyorum."

Onun son cümlesini duyan Melih Karyel, Murat Hoca'ya hatırlatmak ister gibi işaret parmağını havaya kaldırdı. "Seni de bekliyorum." dedi Murat Hoca bunun üzerine.

"Melih Bey'in sana da kahve sözü varmış. Fazla vakti yok, onu da aradan çıkaralım dedi. İkiniz de gelin."

Bu hamleyi beklediği için, adam karşısındaymış gibi başını salladı Tuğrul. Melih Karyel'in sitenin önündeki kısa sohbetlerinden sonra onu yakın markaja almak istediği açıktı. "Geliyoruz."

Telefonu kapatır kapatmaz "Nereye gidiyoruz?" diye sordu Zeynep. Murat Hoca'nın aradığını anlamıştı anlamasına ama adamın dahili hattan arayışına homurdandı içten içe. Tuğrul yanından ayrılmadığı için ne laptopa ne de çekmecelere bakmaya vakti olmuştu. Oysa odayı karıştırmak için eline geçebilecek en iyi fırsatlardan biriydi bu. "Murat Hoca bir şey mi istedi?" derken sandalyeden kalktı. Zeynep'in yerine oturarak flash bellekle olan bağlantıyı koparıp ona geri verdi Tuğrul. Sonra da yaptığı sınavın kağıtlarını da ortadan kaldırmak için eli olağan şekilde sağ tarafındaki üst çekmeceye uzandı. Onu araladığı anda, hemen üstte yer alan ve Serhat'ın isminin yazdığı dosyayı saniyelik de olsa gördü Zeynep.

Fakat açtığı gibi hızla kapattı adam çekmeceyi. Başını diğer tarafa çevirdi Zeynep. Bir şey görmemiş gibi davranmak ve ellerini de heyecanlandığını belli etmemek için göğsünde kavuşturmuştu. Hemen bir altındaki çekmeceyi açarak elindekileri oraya bıraktı Tuğrul.

"Baban seni makamında ziyarete gelmiş." dedi Zeynep'in karşısına geçerek. Şaşırmış görünmüyordu. Fatih'in odasının önüne geldiğinde Levent'le ilgili konuşmaların bir kısmını duymuştu. Babasının Murat Hoca'yla arasındaki bağı, Mehmet Özder'in Zeynep'in dosyasını önüne koyduğu andan beri biliyordu. Zeynep Levent'le irtibatı kesse de iki adamın ara sıra bir araya geldiği belliydi. "İstanbul'da kolayca sahip olabileceği fiyakalı bir odayı, unvanı ve devralabileceği büyük yetkileri elinin tersiyle iten kızının pişman olup olmadığını görmek istemiştir belki de..."

Bakışları Tuğrul'un ilk defa dillendirdiği bu gerçekle iyice koyulaşan Zeynep "Sen bunu nereden..." dediği sırada kesti sözünü Tuğrul.

"Karyel Türkiye'de iyi bilinen bir soy isim...Öyle olmasa bile bu, hakkında kulaktan kulağa söylenenleri engellemez. Baban da seni çalıştığın bölümde ziyaret etmek istediğine göre, senin aksine bu gerçeği saklamak istemiyor demektir."

"Yeni hobin Sherlock'culuk oynamak galiba Tuğrul Hocam." dedi Zeynep alayla. "Hayatımla bu kadar yakından ilgilendiğini bilmiyordum. Ne oldu? Yoksa sonunda kendi hayatından sıkılıp başkalarınınkine mi sardın?"

"Bir lojistik devinin varisinin bu kadar mütevazı bir hayat seçmesi öyle sık rastlanan bir durum değil." diye karşılık verdi Tuğrul onun bu saldırısına. "Haksız mıyım?"

Gülümsemesini genişletti Zeynep. Ona doğru bir adım atarak öfkesini ustaca saklayan yumuşak gözlerle yüzüne baktı ve hafifçe başını yatırdı. "Babama kahve teklifi yapmıştın. Geçmişimi didikleyip görüşmeye de bu kadar hevesli olunca, yönetim katında bahsettiğin o fiyakalı odalardan birine talip olduğunu düşünmeye başladım."

Onun bu iğneleyici cevabına başını geriye atarak güldü Tuğrul. Zeynep'in bu açık davetini görmezden gelmeyecekti.

"Karyel Holding'in yönetim katına çıkmak için ya doğuştan Karyel olmak ya da sonradan birinci dereceden akraba olmak gerek." dedi Tuğrul, ona aynı ölçüde yaklaşarak. Gelecekleri için kesinleşmiş ve tartışmaya açık olmayan bir kararı kıza bildirir gibi parladı koyu kahve gözleri.

"Bu durumda bana uyan ikinci seçenek... Ne dersin?"

Yaptığı imaya karşılık, sırtında sakladığı son oku büyük bir iştahla çekip, gererek adama doğrulttu Zeynep. "Bu kadar araştırdığına göre kız kardeşim olmadığını da biliyorsundur." dedi hüzünlü bir ses tonuyla. "Yani, elimizde erkek kuzenler kalıyor." derken kaşlarını kaldıran Tuğrul'un karşısından çekilip kapıya doğru yürüdü. Kapının koluna asılırken de çok sevdiği o ölümcül atışı yaptı.

"Tercihin bu yöndeyse, senin için bir randevu ayarlayayım. Şansını bir dene istersen."

Tuğrul'un bir şey söylemesine fırsat bırakmadan hızlı adımlarla çıkıp merdivenlerden inse de ona yetişmişti adam. Koridorun boş olmasından istifade Zeynep'in kapıya vurmak için kaldırdığı elini bileğinden tutarak kapının hemen yanına çekti onu. "Ne dedin?" diye sordu Tuğrul insanın damarlarını buzlu suyla dolduran bir tonlamayla. "Gay iması mı yaptın sen az önce bana?"

"Yönetici koltuğunu evlilik akdiyle bağlamak istediğini ima eden sensin?" dedi Zeynep omuzlarını kaldırarak. "Ben de sana işine yarayacak basit bir seçenek sundum, hepsi bu."

"Bana bak..." dedi Tuğrul onu duvara doğru iyice yaslayarak. Tam o sırada iki adamın kapıdan kendilerine taşan sesi ulaştı onlara ve kapı aniden açıldı. İçeriden çıkan görevliyle aynı anda birbirlerinden uzaklaştılar. Elindeki boş tepsiyle onlara selam vererek uzaklaşan kadının ardından birbirlerinin peşi sıra Murat Hoca'nın odasına girdiklerinde, dördü için söylenen kahvelerin içeriye bırakılmış olduğunu gördüler.

"Zeynep, Tuğrul gelin..." dedi Murat Hoca eliyle Melih Karyel'in karşısındaki boş koltukları işaret ederek. "Geçin, oturun..." 

Zeynep "Sağ olun hocam," diyerek doğrudan oturduğunda Tuğrul da "Hoş geldiniz," diyerek Melih Karyel'in elini sıktı. Bir müddet farklı konulardan bahsettikten sonra konu dün yapılan cenaze töreninden konu açılmıştı.

"Zeynep'in dediği gibi en büyük yıkım eşi ve kızı için..." dedi Murat Hoca üzgün olduğu belli ses tonuyla ellerini masasında birleştirerek. "Üstelik kadın işten de yeni çıkarılmış. Üzerine eşini kaybetti. Çok zor bir durum."

"Zeynep anlattı." dedi Melih Karyel kahvesinden kısa bir yudum daha alırken. "Madem konu açıldı, bununla ilgili söylemek istediğim şeyler var."

Serhat'tan ve ailesinden konuşmaya başladıklarından beri içindeki huzursuzluğu bir türlü dizginleyemeyen Zeynep Tuğrul'dan tarafa bakmamak için büyük çaba göstermişti. Sanki duyduğu cümlelerin oluşturduğu derin kesiklerin şahitliğinde Tuğrul'un ellerinden akan kan, o sustukça üzerine ıslak bir giysi gibi yapışıyordu. Kanıt gösterecek bir şey bulamadıkça Serhat'ın henüz kurumamış toprağı, çamuruyla şekillenip katılaşarak ona hesap soruyor, buna sebep olanların kirine kendisini de ortak ediyordu. Sanki bir an adamın yüzüne baksa, bir barajın içine düşen son damlanın yükü ile onu tutan kapaklarını zorlayarak yıkıp geçişi gibi, kalbinden diline dolup taşan hiçbir cümleye dur diyemeyecekti.

"Zeynep'e söyleme fırsatım olmadı ama o da burada öğrenmiş olsun. Yakın zamanda burada yeni bir yatırımımız olacak. Serhat'ın eşine yeni faaliyete geçecek ofislerden birinde istihdam sağlayabiliriz."

"Burada..." dedi Zeynep şaşırarak. "Antalya'da öyle mi?" diye sorduğunda memnuniyetle başını salladı adam.

"Ama benim senden istediğim..." dediğinde elini kaldırdı adam. "Telaş etme. Babanın buraya kazık çakacağını düşünmüyorsun herhalde." diye takıldı kızına. "İstanbul'dan ayrılma gibi bir niyetim yok."

"Baba onu demek istemedim." dedi Zeynep, gözleri Murat Hoca'yla babası arasında gidip gelerek.

"Ufaklığa gelince..." dedi onun söylemek istediği diğer konuya geçerek. Serhat'ın kızıyla ilgili aralarında geçen konuşmayı unutmamıştı. "Eğitim hayatı boyunca tüm masraflarını Karyel Vakfı üstlenecek. Elimizden gelen başka bir şey olursa o konuda da yardımcı oluruz."

"Melih Bey, Zeynep'in bu konudaki hassasiyetini zaten biliyoruz." dedi Murat Hoca araya girerek. "Geçen yıllarda öğrenci kulübümüzle de sosyal sorumluluk projeleriyle yakından ilgilendi. Duyarsız kalacağını zaten düşünmedim. Sizin desteğiniz de bizim için önemli."

Tuğrul'un da benzer cümleler kuruşuyla ilgisini yeniden ona yöneltti Melih. "Tuğrul Hocam sizi de buraya kadar yorduk ama malum iş hayatında zaman kısıtlı. Antalya'da fazla kalmayacağım; uğramam gereken başka yerler de var."

"Rica ederiz." dedi Tuğrul oturduğu koltukta iyice arkasına yaslanarak. "Daha geniş bir zamanda sizi daha iyi ağırlamak isteriz."

"Birkaç gün daha kalacağını sanıyordum." diye araya girdi Zeynep.

"Önümüzdeki hafta program çok yoğun. Bakanlıkla da bazı görüşmeler var. Buradaki birkaç işi halledip döneceğim. Gördüğüm kadarıyla..." diye devam etti adam radarını yeniden Tuğrul'a çevirerek. "Siz de yoğunsunuz."

Geldiğinden beri Tuğrul'la ikisini sürekli yan yana görmüştü. Adamın Zeynep'in hayatında özel bir yeri olup olmadığını merak ediyordu. Her ne kadar Zeynep böyle bir şeyin olamayacağını, Tuğrul'la yalnızca hoca-asistan ilişkisi sınırı içinde olduklarını söylemiş olsa da bunun böyle olduğunu gözleriyle görmek onu rahatlatmıştı. Kızının beden dilinden ondan hoşlanmadığını okumak kendisi için yeterli bir referans olmuştu.

"Yoğunluk demişken..." diye devam etti Tuğrul, Murat Hoca'ya hitaben. "Çalıştığımız makale için Zeynep'e sahada daha çok ihtiyacım var. Buradaki vaktim kısıtlı. Süreci hızlandırmak için Zeynep'in buluntuları da yerinde incelemesi daha doğru."

Biraz düşündükten sonra "Tamam," dedi Murat Hoca bunun üzerinde pek durmadan. "O konuya bakarız. İkinize de uyacak bir ayarlama yapılır."

Tuğrul kalkması gerektiğini söyledikten kısa bir süre sonra Melih Karyel de ayaklanmış, Zeynep de onu otoparka kadar geçirmişti.

"Yoğun kızımın, akşam için bu yaşlı adama ayıracak vakti var mı?" diye sordu Melih, kapıyı açan şoförüne beklemesini işaret ederek.

"Randevulaşıyor muyuz?" dedi Zeynep flörtöz bir tavırla gülüp onun koluna girerek. "İş görüşmelerin var sanmıştım. Bizimkilerle çıkacaktım ama bu kadar yakışıklı bir beyi geri çevirmem çok zor. Kaçta buluşuyoruz?"

"Kızımı almaya bizzat kendim gelmek isterim."

Tuğrul'un odasından çıktığından beri gözünün önünden gitmeyen Serhat Pektaş isimli dosyaya ulaşma isteğiyle sıkıntılı bir şekilde saatine baktı Zeynep. "Halletmem gereken bir iki şey var baba." diye açıkladı. "Üstelik favori mekânın için biraz özenmem gerek. Bu kadar şık bir adamın partneri olmanın hakkını da vermeliyim, değil mi?"

"Anlaşıldı." diye güldü adam. Zeynep'in bu hevesi hoşuna gitmişti. "Başına buyruk kızım her zaman olduğu gibi yine kendi göbeğini kendi kesecek." Gözlüğünü takarak aracın arka kapısına yöneldi. "Akşam sekizde." diyerek oturduktan sonra kapısı kapandı.

"Gökhan, araştırın bakalım bu Tuğrul Hoca kimmiş? Neciymiş?" dedi önde oturan, otuzlarının başındaki adamına seslenerek. "Zeynep nasıl bir adamla çalışıyormuş; bir de kendi kaynaklarımızdan öğrenelim."

Şoförüne gideceği yeri söyledi Melih Karyel. İçeride bu konuşma gerçekleşirken; Zeynep de babasının planlarından habersiz, hareket eden aracın arkasından el salladı. Aklında ise yalnızca Tuğrul'un odasına o olmadan nasıl girebileceğine dair bir dolu soru işareti vardı.


***

Kendisi için kapattığı küçük restoranın arka masalarından birinde yemeğini bitiren adam, ağzını önündeki kumaş peçeteyle silip masanın kenarına bıraktığında; karşısındaki iki kanatlı kahverengi kapı, gürültülü bir şekilde açıldı.

Fischer'in yüksek tonlu "Afiyet olsun!" cümlesine karşılık arkasında duran adamlar bellerinden silahlarını çıkararak savunma pozisyonu aldıklarında onu tanıdığını belirten bir işaret yaptı. İlk bakışta tepesinden açılmış başının yanlarında kalan birkaç seyrek tutamın, sonrasında ise kepçe kulaklarının göze çarptığı siyah kısa saçlı, tıknaz bir adamdı. Fischer'le yaptığı işten sonra adam onunla herhangi bir irtibata geçmemiş bu yüzden zarar görecek bir durumun da oluşmayacağına güvenmişti. Ancak hesaplamadığı bir şey vardı.

Fischer'in peşi sıra gelen adamlar, bu boşluktan faydalanarak yanında duran dört kişiyi ve sol taraflarındaki cam bölmeden çıkarak kendileri hedef alan adamı birkaç saniye içinde vurmuş ve restoranda adeta küçük bir mezarlık oluşturmuştu. Bu manzara karşısında yerinden bir milim bile kıpırdayamayan orta yaşlı adam, Fischer'in de kendisine silah doğrulttuğunu gördüğünde "Tamam!" diye bağırdı sağ elini ileri uzatıp sanki böyle yaparsa onu durdurabilecekmiş gibi. "Tamam, sakin ol! Konuşalım."

"Güzel!" dedi Fischer önünde duran adamlardan birini bir çöpü ittiriyormuş gibi ayağıyla iterek. Adamın karşısındaki sandalyeyi çekip oturarak bacak bacak üstüne attı. "Şanslı günündesin. Bugün vaktim bol." diyerek kol saatine baktı. "Bütün gün konuşabilirim." derken de silahı adamın tam alnına nişan aldı. "Kayda değer bir şeyler söyleyebilirsen."

"Biz- bizim çocukların bir yanlışı mı oldu?" diyerek korkuyla masaya yapıştırdığı ellerini sıktı adam. "İşi tamamladılar. Tam istediğin gibi. Bir sorun yoktu."

"Bir sorun var." dedi Fischer önüne getirilen temiz bir bardağa şişedeki içkiyi doldururken. Adamın suratına doğrulttuğu silahı masanın beyaz örtüsünü yukarı kaldırarak sağ dizine yasladı. "Canımı çok sıkıyor. O yüzden hangi bacağına nişan alsam karar veremiyorum."

"Dur!" dedi adam nefes nefese "Dur çözebiliriz..." diye devam ettiğinde ona aldırmayıp tetiği çeken Fischer'in karşısında acıyla haykırdı. Dizinden, gri renkteki kumaş pantolonuna hızla yayılmaya başlayan kan adamın çığlıklarına karıştı.

Bununla yetinmeyip bardağına yeni doldurduğu içkinin bir kısmını da bu taze yaraya döken Fischer, adamın yükselmeye devam eden bağrışı karşısında acımasızca gülümsedi. "Ne konuşmuştuk hatırlıyor musun?" diye sorduğunda dalga geçer gibi, adamın çektiği acıdan alnında birikmiş olan boncuk boncuk terleri silmesi için ceketinin cebinden temiz bir mendil çıkarıp işaret ve orta parmağının arasında tutarak adama uzattı. Fakat onun tek yapabildiği alkolün de etkisiyle artık cayır cayır yanmakta olan bacağına yapışmaktı. Bunun üzerine ütülü mendili aşağılarcasına suratına fırlattı Fischer.

"Sana bu işi verirken adamların arkada hiçbir iz bırakmayacağından emin ol demiştim öyle değil mi?" dediğinde ağır ağır başını salladı adam.

"Ama onlar ne yaptı?" derken içkiden bir yudum daha almıştı. "Adamın üzerindeki telefonu almadan siktir olup gitti, değil mi?"

"Beş dakika..." dedi adam bunun üzerine soluk soluğa. "Araçta bekleyen adamın beş dakika içinde çıkmalarını söyledi. O kadar kısa sürede işini bitirmek bile bu kadar zorken..." dediği anda diğer dizine nişan aldı Fischer. Yeni bir çığlık yükseldi masadan.

"Konuşmak için bu kadar ısrarcı olunca ben de gerçekten işime yarayacak bir şeyler söyleyeceksin sandım." Sanki biraz önce onu iki bacağından da kendisi vurmamış gibi aynı sakinlikle konuşmaya devam etti Fischer. "Ama sen konuştukça batıyorsun."

"Bu işi ciddiye al demiştim." derken ceketinin düğmesini ilikleyip ayağa kalktı. Arkasını dönüp kapıya doğru birkaç adım ilerlerken inleyerek bacaklarını tutan adama döndü yeniden. Bu kadarla kalıp Fischer'in gitmesini ümit eden adamın yüzündeki korku dolu ifade, fikrini asla değiştirmezdi. Bir anda kolunu kaldırıp tam göğsüne nişan aldı.

"Alman gerekirdi."

Göğsünü delip geçen kurşunla saniyeler içinde sandalyesinde aşağı kayan adama bir kez daha dönüp bakmadan, geldiği gibi hızlı adımlarla kapıdan çıkarak oradan ayrıldı.


***

Fakülteden çıktıktan sonra birime geçen Tuğrul kompleksin en alt katında, o saatte kimsenin olmadığı poligondaydı. Tam ortada yer alan kabinde Tuğrul'un üst üste yaptığı atışları duyan Doğan, onun gelişinden yarım saat sonra keskin bir ıslık çalarak arkasından yaklaştı. "Sakin ol James Bond!"

Tuğrul sert bir hamleyle boşalan şarjörü dolusu ile değiştirirken, onun performansını görmek isteyen Doğan da adamın solunda kalan düğmeye bastı. Hedef taşıyıcı sistem; hedef kağıdını atış hattından kendilerine doğru getirirken "Kaç karavana var merak ettim." dedi bıyık altından gülerek.

"Elinin pasını atmaya mı geldin?" dedi Tuğrul silahı işaret ederek. "Aylarca kıçını kulüplerden kaldırmadın ya... Unutmuşsundur." Önüne gelen hedef kağıdını kibirli bir ifadeyle aşağı çekerek, tek eliyle Doğan'ın suratına tuttu. "Yalnız ders verecek vaktim yok. Kusura bakma."

Hedef kağıdını inceleyen Doğan bilmiş bir ifadeyle dudak büktü. "Kabul." dedi bir elini kaldırarak. Hedef kontrol sistemini kendine göre ayarlayıp Tuğrul'un önündeki masaya bıraktığı silahı aldı. Ellerini göğsünde kavuşturarak kenara kayan Tuğrul'a sırıtarak ayaklarını omuz genişliğinde açıp, hedefe odaklandı.

"Hiç fena değilsin." dedikten sonra başını dikleştirip hedefi göğsünden vurdu. "Tabi...Benim olmadığım yerde."

"Kapışmak mı istiyorsun?" dedi Tuğrul bir gözünü kırparak.

"Yenilgiyi kabul edeceksen neden olmasın?" derken onun hemen yanındaki kabine geçti Doğan.

"Yirmi beş metre, beş atış!" dedikten sonra silahın sürgüsünü çekti Tuğrul. Doğan da aynısını yaptıktan sonra önlerindeki hedefi sırayla beş kez vurdular. Atış bitiminde hedefi kendilerine çağırdıklarında, aynı anda birbirine dönmüştü iki adam. Kağıtları çektiklerinde Doğan kendisininkini alıp Tuğrul'un yanına geçti. "Söylediklerimi düşündün mü? diye sordu. "Ne yapacaksın konuşacak mısın Özder'le?"

"En doğrusu bu..." diye cevapladı Tuğrul onu. "Yoksa içinden çıkamayacağımız noktaya geleceğiz. Sen de biliyorsun."

"Biliyorum bilmesine de..." diyerek sıkıntılı bir ifadeyle başını kaşıdı Doğan. "Özder'in vereceği tepkiden hiç mi korkmuyorsun lan? Belki biraz daha düşünürsek..."

"Vaktimiz yok!" dedi Tuğrul kesin bir ses tonuyla. "Korkunun da ecele faydası..." dediğinde başını salladı Doğan. "Haklısın dostum."

"Ne oldu, elin mi titredi lan?" diye konuyu değiştirdi Tuğrul, hedefin sağ akciğerine isabet eden kurşunlardan birine parmağıyla tık tık vurarak. "Geçmiş olsun kardeşim," dediğinde ikisi arasındaki bu tatlı rekabet, içeri giren başka bir kişinin varlığıyla kesildi.

"Burada olduğunuzu söylediler." dedi ekiplerinde yer alan Defne, Tuğrul'a doğru yaklaşarak. Doğan'dan pek hazzetmediği için ona kısa bir baş selamı vermekle yetindi. "Hoş geldin."

"Hoş bulduk." dedi Doğan hedef kağıtlarını bir kenara bırakarak.

"Özder on beş dakikaya bağlanacak. İkinci salondayız." 

"Birazdan geliriz." diyen Tuğrul'a başını sallayan ve merakına yenik düşen genç kız, iki adamın arasına girerek masadaki kağıtlara uzandı. Yan yana getirip gözlerini de kısarak, adeta iki haylaz öğrencinin sınav kağıtlarını okuyan ve değerlendirecek olan bir öğretmen edasıyla ciddi bir duruşla karşılaştırmaya almıştı. Tuğrul'a dönerek, "Hangisinin senin olduğunu sormama bile gerek yok sanırım." diyerek gülümsediğinde, Tuğrul sırıtmış, Doğan ise boynunu kütletmişti. "Lenslerini takmayı unuttun galiba..." diyerek işaret ve orta parmağını ayırarak kızın gözüne doğru tutan Doğan'a "Lenslerim olmadan bile şu hedefi yirmi beş metrede akciğerden sıyırmayacağıma bahse girerim." diye karşılık verdi Defne alaylı bir tonla.

"En fazla 5 mm kayarım hedeften."

"Sen yukarıda, kendi oyuncaklarınla ilgilenmeye devam et." dedi Doğan hedef kağıtlarını kızın elinden alarak. Burası senin o teknolojik kreşinin dışında bir evren. Kafanı bunlara yorma." Defne onu umursamadığını belli edercesine omzunu silkerek yanlarından uzaklaşırken, homurtuyla konuştu Doğan. "Gelir gelmez karşılaştığım ikinci insana bak. Defne. Bu ekipte özlemediğim tek kişi bu çok bilmiş cüce..."

"Doğan..." dedi Tuğrul, her seferinde Defne'ye yakıştıracak başka bir sıfat bulan arkadaşına gülerek... Parmaklarını saniyelik olarak dudaklarına götürüp gülüşünü bastırmadan geri çekti. "Kızın boyunun 1,65'ten fazla olması dışında sorun yok..."


***

Dikiz aynasından bakarak önce yukarı kaldırdığı kaşlarına sonra da sürdüğü nude şeftali tonlarındaki rujun küçücük bir kalıntısının kaldığı alt dudağına serçe parmağıyla dokunarak son kez kontrol etti kendini Zeynep. Babasıyla sözleştikleri otele doğru giderken sessizliğe dayanamadığı için playlistini açtı. Denk geldiği şarkının ilk cümlesini duyduğu an, sesi iyice yükseltti.

Devil, devil ! (Şeytan,şeytan!)

Clever devil, devil... (Zeki şeytan, şeytan...)

How quickly they do sell their souls (Ne kadar da hızlı satıyorlar ruhlarını)

For the feast and the promise of gold (Ziyafet ve vadedilen servet için)

But devil, that won't be me... (Ama şeytan, ben öyle olmayacağım...)

"Ben öyle olmayacağım..." diye tekrar ederken acımasızca gülümsedi. Kimse kendi şeytanlarını kolay kolay kovamıyordu içinden. Uzun süredir tatmadığı bir duyguyu son üç gündür unutmaya bir daha hiç fırsatı olmayacakmış gibi yaşıyordu. Ceplerine doldurduğu huzursuzluk onu yer çekimine karşı zorluyor, üzerindeki ağırlığın merkezi değiştikçe, cehennem kapısıyla arasındaki uzaklık azalıyor ve düşündükçe kafasına üşüşen şeytanlar başını döndürmeye ve neredeyse kendisini tamamen ele geçirmeye hazır vaziyette bekliyordu. Herkes gibi onun da insanlığının arkasına saklanmış bir şeytan vardı. Kötü duygularını ortaya çıkarmak için tetikte bekleyen bir tür canavar... Emil M. Cioran'ın Çürümenin Kitabı'nda bahsettiği de buydu.

Onu birinin canını almaktan hiç kuşku duymayan bir katilden ayıran değer yargılarıydı. Yüzyıllar önce Tanrının Sina Dağı'nda Musa'ya verdiği on emirden kendine, toplum ve hukuk normlarına göre uygulamakla yükümlü oldukları o temel yasalar... Antik çağlarda da pek çok kralın yasakladıkları... Kellelerin alındığı, ateşlerin yakıldığı hatta bazı topraklarda, suçla ilişkili olan uzuvların da kısasa kısas ilkelerine göre acımaksızın yok edildiği kurallar... Kimseye zarar verme. Öldürme. Çalma. Yalancı tanıklık etme... Birçoğu evrenseldir. Yapılması gerekenler bellidir. Yapılmaması gerekenler de... En kötüsü her daim öldürmektir. Hiçbir şekilde geri dönüşü olmayan tek eylemdir can almak. Ruhu bedenden ayırma hakkını tanrının elinden alarak kendine yüklemektir. Bir katilin bu hakkı ölçüsüzce kullanma fikrine karşı koymadığı için katil olduğunu ancak öldürmenin tek yolunun da buradan geçmediğini anlatır Cioran.

Aslında hepimizin içinde bağlı tuttuğu bir cellat, bir ruhu Reaper'ın orağını kaparak biçmek için hazırda bekler. Kimi kılıcını biler, kimi okunu çeker, kiminin bıçağının ucuna dayanan bir boğazdır onu katil yapmaya ikna edecek olan, kiminin ise dilinden fırlayan kelimeler... Buna cesaret edemeyenler de cinayetleri rüyalarda işler.

Bu bakış açısıyla; bir mahkeme kurulacaksa beraat edecek olan yalnızca meleklerdir, mutlak bir masumiyetin hüküm sürdüğü hiç kimse yoktur çünkü şimdiye kadar bir insanın ölümünü rüyasında dahi olsa düşlememiş bir insan hiç var olmamıştır.

O merdivenlerin başında duyduklarından sonra kaç kez öldürmüştü kafasında Tuğrul'u? Çıkamayacağı bir deliğe hapsedilmesi yeterli gelmiyordu. Yitip gidenin ardından içine kaya gibi yerleşen o tanıdık sızı, geçmişini saklandığı yerden bulup çıkarışı, aylardır kandırılışı... Hepsi bir araya gelince o da kendi şeytanlarını salıyordu dışarı. Fiziksel olarak olmasa da en kötüsünü hak ettiğini düşünerek, düşüncelerinde hazırlıyordu bir cesedin içine konacağı mezarı...

Düşüncelerini kısa bir süreliğine de olsa, müziği durdurup arabasından inerek susturdu. Babasıyla buluşmak üzere sözleştiği otelin onuncu katına çıktığında; otelin şehir manzaralı terasında özel konuklarını ağırlamayı bekleyen masaların bazılarının dolu olduğunu gördü. Nisan ayının ortalarında olmalarının etkisiyle bu saatlerde hava henüz kararmıştı ve denizden terasa doğru yönelen tatlı bir esinti vardı. Terasın en uç kısmında; denizin çarşaf gibi durgunluğunun eşlik ettiği falezlerle, yapıların birleştiği nefis bir noktaya oturmuştu Melih Karyel. Bulunduğu noktadan Antalya'nın falezleri üzerindeki sayısız mekânın ışıklarının denizin kayalıkla birleştiği kıyı şeridini ışıl ışıl aydınlattığı görülüyordu. Karşılarında bulunan Konyaaltı Plajı da önlerinde ince bir çizgi halinde uzanıyordu. Ay ışığının oluşturduğu yakamoz da ortamın güzelliğine keyifle eşlik ediyordu.

Terastaki masalar, buraya gelen kişilerin özel alan ihtiyacıyla aralıklı olarak konumlandırılmıştı. Terasın çevresini saran, önlerindeki manzarayı engellemeyecek beyaz, kısa setlerin üzerindeki cam duvarın yanındaki masalar iki veya dört kişilik olarak hazırlanırken; alanın ortasındaki dikdörtgen süs havuzunun etrafına altı ve sekiz kişilik masalar yerleştirilmişti. Bu masaların karşısında, terasın giriş kapısının hemen solunda yer alan boşluktan yayılan canlı müziğin ezgileri yemeklerine başlamış masaların çatal, bıçak ve kadeh seslerine karışıyordu. Gülümseyerek telefonla konuşan babasına yaklaştığında, adam da telefonu kapatıp ceketinin iç cebine sokmuştu. Siyah, yelekli bir takım içine lacivert-gri çizgili bir kravat tercih eden babası Zeynep'i görünce ayağa kalkarak onu iki omzundan kavrayıp yanaklarından öptü.

"Bekletmedim değil mi?" dedi kıkırdayıp küçük bir reverans yaparak "Bu yakışıklı bey için anca hazırlandım..."

Göğsünden, dizinin üzerindeki yırtmaca dek uzanan küçük, pırıltılı düğmelerle süslü saks mavisi bir elbise tercih etmişti Zeynep. Otelin terasında olacaklarını bildiği için siyah, ince ceketini de çantasıyla birlikte eline almıştı ama durgun hava buna gereksinim duymayacağını söyler gibiydi. Onu tek elinden tutarak bir tur etrafında döndüren babası yeniden sarıldı.

"Şu sabunluklara da bak..." dedi sadece onun duyacağı şekilde Melih Karyel, gözlerini kendilerine dikmiş olan yaşlı iş adamlarından bazılarını işaret ederek.

"Baba..." diye uyararak elini ağzına götürdü Zeynep. "Senin gibi bir beyefendiye hiç yakışıyor mu?"

"Ne olmuş?" diye böbürlendi adam gevrek bir gülüşle. "Hepsi gözlerini kızıma dikmiş duruyorlar. Şimdiden ortamın en kıskanılan adamı oldum." diyerek ondan ayrıldığında kızının sandalyesini çekti ancak oturduğu anda Zeynep'in güler yüzünden anlık bir gölge gelip geçmişti.

Babasıyla karşılıklı oturduğu masanın denize bakan üçüncü ucunda bir sandalye daha duruyordu.

"Claudia'nın burada olduğunu söylememiştin..." dedi şüpheyle yaklaşarak. "Yalnız geldin sanıyordum. O nerede?"

"Acelen ne canım?" dedi Melih köşede işaretini bekleyen garsonu masaya yönlendirirken. "Biz yemeklerimizi söyleyelim."

"Biz birkaç dakika daha düşünebilir miyiz?" dedi Zeynep garsona gülümseyerek. "Ben henüz karar vermedim." Anlayışla başını sağlayan adam yanlarından uzaklaştığında. "Claudia değil..." dedi düşünceli bir şekilde kendisine bakan babasına.

"O gelse beni mutlaka arardı baba. Ne çeviriyorsun?"

"Ne zamandır çocuklar babalarına bu şekilde hesap sorar oldu?" dedi Melih kırılan neşesine rağmen Zeynep'e takılarak. Önündeki peçeteyi kenara çekerek biraz daha yaklaştı Zeynep'e. "Ben gördüklerime rağmen seni sıkıştırmamışken üstelik..."

"Yapma baba..." dedi Zeynep geriye yaslanarak. "Ne gördün? Neden endişelendin? Olan biteni sana açıkça anlattım zaten."

"İyi ya. Ben seni dinledim. İkna da oldum. Şimdi sen de beni dinle." dediğinde arkasından geleceklerin gerginliğiyle kıpırtısız şekilde adama dikti Zeynep gözünü.

"Bu akşam bir misafirimiz var, evet. Bunlarla ilgilenmiyorsun ama bizim işimiz bu." dediğinde gözlerini devirdi Zeynep. "Baba, bu senin işin. Benimle bir ilgisi yok. Ben üniversitede çalışıyorum, unuttun mu? Öğlen fakülteden ayrılırken yemek yiyeceğimizi söylediğinde sadece ikimizin olacağını sanıyordum. Üç gün için geldin. Bu akşam yemeğini iş konuşarak mı geçireceğiz?" derken ayağa kalktı. "Sadece bana ayırdığın bir zaman diliminde daha rahat görüşürüz. Benim kahvaltımı özlemedin mi?"

Onun bu şekilde kalkmasına kızan adam "Otur!" diye çıkıştı. "Bu senin de bulunman gereken bir görüşme."

"Baba..." dedi Zeynep sakinliğini korurken. "Senin düzenini arkamda bırakalı çok oldu. Beni tanımıyormuş gibi konuşuyorsun. Asıl kızdığım; hala içten içe buradaki hayatımı bırakıp İstanbul'da senin istediğin gibi yaşamamı istiyorsun. Ama ben bu dünyayla ilgilenmiyorum. On sekiz yaşında yanından ayrıldığımda; senin dizinin dibinde, sadece senin imkanlarınla ve direktiflerinle yönlendirdiğin koltuğa oturmayacak bir kızın olmayacağını anlaman gerekirdi. Seninle tartışmak istemiyorum. Yemeğinizden de alıkoymayayım. Yarın sabah konuşuruz. Baş başa."

"Asiliğin sırası değil Zeynep," dedi babası eliyle karşısındaki sandalyeyi işaret ederek.

"İnan sıkıcı iş toplantılarınla ilgilenmiyorum. Eşlik etmesi için neden Claduia'yı getirmeyi düşünmedin? Buraya misafirlerinle sohbet etmeye gelmedim." dediğinde, "Ne zamandan beri misafir kategorisine giriyorum?" diyen bir adamın yavaş ritimli sesi böldü sözünü.

"Öyleyse bile beni geri çevirmeyecek kadar kibar bir kadın olduğunu düşünüyorum." derken Zeynep'in az önce itmiş olduğu sandalyeyi masaya gelerek kendisine doğru çekmişti.

"Uzun zaman oldu."

Adamın çokça aşinası olduğu bu kayıtsız tavrına "Sen ne zaman?" derken her şeyin farkına vararak gözlerini kapattı Zeynep. Sinirle güldü. "Yani bu masa, tüm bu şatafat..."

"Küçük bir kutlama..." dedi Levent ceketinin önünü ilikleyerek Zeynep'e yaklaşırken. "Akdeniz Bölgesi'nde yurtdışı bağlantılı gemilere drone ile temassız teslimat temelli bir lojistik üssün kuruluşu için..."

Babasına baktı Zeynep. Bunun arkasından ne geleceğini biliyordu. "Ve ikiniz..." derken yanlarına kendi işaretiyle yaklaşan garsondan aldığı şampanya kadehini tek eliyle havada tuttu Levent. Patlayan şampanya köpük köpüğe elindeki kadehe dökülürken, diğer eliyle de Zeynep'in elini öpüp, kadehi tanrılara kutsal bir armağan bırakırmış gibi onun parmaklarına sundu.

Diğer kadehler de Melih Karyel ve kendisine verilirken ağır ağır gülümsedi. "Güzel bir ortaklık olacak... Levent Aydın sanırım bu kez görmezden gelemeyeceğin kadar yakınında."

Kadehten tek bir yudum bile almadan masaya bırakıp, masaya gelişi güzel bıraktığı çantasını aldı Zeynep.

"Kusura bakmayın ama hayırlı olsun diyemeyeceğim." diye karşılık verdi dik bir şekilde. "Çünkü bu işten hayır gelmeyeceği ortada. Siz devam edin."

"Zeynep..." diye uyardı yeniden Melih ama Levent'in aceleci girişi gerginliğin üzerine tuz biber olmuştu.

"Burada beni ilgilendiren bir şey yok baba." derken ceketini de alarak hızlı adımlarla çıkışa doğru yürüdü.

Onun arkasından uzun uzun bakarken bardağı fondip yapan Levent "Ben de yeniden görüştüğümüze memnun oldum." derken ondan boşalan sandalyeye, acele ettiği için ona kızgın gözlerle bakan Melih Karyel'in tam karşısına oturdu.

"Biraz kızdırdık galiba..." dedi sonra hüzünlü bir tonda. "Ne dersin?"

"Ulan ne boş boğaz adamsın sen!" diye tısladı Melih dişlerinin arasından. "Biz ne konuştuk sen ne yapıyorsun? Şimdi kafana namlunun ucunu dayamadıysam sırf o babanın hatırına. Sana bana bırak, acele etme dedim. Yediğin boka bak! Yeri geldiğinde geri çekilmeyi bilmezsen götünün üzerine böyle oturturlar seni. Hiç mi kafan çalışmıyor senin? Bir de kendini akıllı sanıyorsun. Beni dinlemeyip başına buyruk hareket edersen daha çok arkasından bakarsın kızımın."

"Vereceği tepki değişecek miydi?" dedi Levent önemsemez bir şekilde adama gülümseyerek. "Değişmeyecekti. Bana hala öfkeli." diyerek devam etti.

"Kızın en yakın arkadaşlarından birinin burnunu kırdın." dedi Melih öfkeyle. "Gözünün önünde. Zeynep'i tanımıyormuş gibi..." diyerek başını iki yana salladı. "Hala hayatında kimse yok. Yumuşamış olabilir bir şans verelim dedik yediğin halta bak." diyerek Levent'e yaklaştırdı başını.

"Kıskandım Melih Amca. Biliyorsun."

"İyi halt ettin. Beyninle değil başka tarafınla düşünürsen olacağı bu. Daha önce böyle yaptın da ne oldu? Zeynep sana geri mi döndü? O adam çıktı gitti post doktoraya, Zeynep'te seni bıraktı gitti."

"Ne yapmamı bekliyorsun?" diyerek yükseldi Levent adama. "Gördüğüm neyse onun hakkını verdim ben. O Anıl denilen yavşak, arkadaş ayağına asılıyordu Zeynep'e."

Kime ne anlatıyorum ben der gibi başını iki yana salladı Melih. "Akıllısın, iş bitiricisin, bu yaşında onca adamı idare ediyorsun ama iş kızıma gelince şu kafan saman balyasına dönüyor." dedi işaret parmağıyla kendi kafasına dokunarak. "Sürekli burada olamayacaksın zaten. Geldiğin zamanları iyi değerlendir. Bu da sana verdiğim son şans. Kızın gönlünü almak için bir süre geride dur, sana dönmesini istiyorsan da aklını başına topla." dedi uyarıcı bir tonda.

Zeynep'in bugün fakültedeki o nefret kokan bakışlarını görse de kendi araştırmasını yapmadan tam olarak ikna olması mümkün değildi. Aklından son geçenleri ise kendine söylemeyi yeğledi.

"Senin boşluğunu dolduracak biri, belki de düşündüğümden daha yakında."


-*-

12 bin kelimelik upuzun bir bölümün sonuna geldik. Aslında ikiye bölmeyi düşünmüştüm bu bölümü ama akış çok güzel geldiği için kıyamadım. 

Yorumlarınızı eksik etmeyin lütfen. Twitter hesabınız varsa #antkayzon hastagi ile de yorumlarınızı görmekten mutlu olurum.

Continue Reading

You'll Also Like

1.1M 105K 43
~Bu kitap tüm zorluklara inat aşkından vazgeçmeyip aşkı için savaşanlara ithaf edilmiştir.~ -------------------------- "Aşk mıdır beni,sana bu kadar...
72.9K 3.1K 23
Teğmen Asya Öztürk'ün aylardır peşinde olduğu terörist sonunda kendi kendini mahv edecek bilgileri Asya'nın eline verir . Fakat işler Asyanın istediy...
349K 19.4K 56
"Sakın, sakın Ala, aklının ucundan dâhi geçirme." Diye burnundan soludu. Sinirle bir adım attım. İşaret parmağımı doğrulttum. "Sakın Yüzbaşı, sakın o...
28.1K 1.7K 25
Bir suçlu ile mektup arkadaşlığı...