Counterclockwise | Yoonmin

By sadqueenx

133K 12.1K 11K

Bir kum saatinin içindeki kum aksa da tükenmez, tükenmediği gibi size geri döner. - Yoonmin x Omegaverse 19.0... More

Counterclockwise
OMEGAVERSE
1|Green grapes and sweet almonds
2|Submissive kitty
3|Bound with ring
4|Our birthmarks
5|Olly olly oxen free
6|Scent
7|Do you want me to stop?
8|Don't...
9| Can i sleep next to you?
10|More than love
11|Dragon blood and cinnamon
12| Round table wolf
13| Our scars 1/2
14| Our scars 2/2
15| Touch
16| 'Yi ri san qie'
17| Liar's candle
18| Last favor
19| Goodbye, dear friend
21|'Shuushi'
22| 'Unmei no akai ito' 1/2
23| 'Unmei no akai ito' 2/2
24| God hates lovers
25| Sands & Clocks
26| Hamlet, Romeo and other lovers
27| As before
Final
-Teşekkür-
special episode 1
special episode 2
Special episode 3
Special episode 4
Special episode 5
-başka bir evrende, en güzel halleriyle-

20| End of everything

2.6K 291 195
By sadqueenx


"Niyetlendiğimin aksine, ağzımdan kırıcı sözler çıkıyor. Kendimle savaşıyorum, işleri senin için nasıl bu kadar zorlaştırdım. Söz verdiğimin aksine, hiçbir şey iyiye gitmedi."

Yitip giden onca anı, binlerce teselli ve ardından gelen o kalp ağrısı. O ağrıya eşlik eden boşluk hissi... Hepsi, öylece savurabileceğim hisler değildi. Hele bir de zamanla geçer, bak gör yarın daha kolay olacak gibi sözler vardı ki bu hepsinden bin beterdi. Yarının kolay olmasını istemediğimden değil, herkes bunu isterdi ama buna alışamazdım. Alışmak, onun, onların gidişine kahrolmayacağım anlamına geliyorsa hayır, alışmak istemiyordum. Ne olursa olsun, başıma ne gelirse gelsin, ne kadar değişirsem değişeyim hiçbir güç bana bugün ne kadar korktuğumu, bugün ne kadar pişman olduğumu ve bugün ne kadar içimin parçalandığını unutturamazdı.

Gözlerimi birkaç kez kırptım ve dizlerimin üzerinde dinlendirdiğim ellerimi, avuç içlerimi görebileceğim şekilde döndürüp kırmızı lekelere bakındım.

Unutma, sakın unutma.

Kurdum acıyla fısıldadı bana ve gözlerim ellerimden tam karşıda, duvardaki çerçeveye kaydı. Üçümüzün de yüzündeki en samimi gülümseme, artık duvarımda duran bir anıydı sadece.

Bir gün duvarında fotoğrafımdan başka bir şey kalmazsa görürsün. İşte o zaman beni çok ararsın.

Nefesimi bıraktım, kesik kesikti hep, ruhumun açıklıkları gibi. Jungkook'un dediği gibiydi işte, o hep haklıydı. Onu arıyordum, yoktu, duvardaki fotoğrafından başka hiçbir şeyi yoktu artık. Zamanında hoyratça silmek istediği bir anı olarak kalacağından deli gibi korkarak ezberlemek ister gibi bir an için ayırmadım çerçevedeki gözümü. Korktum çünkü, zamanla yüzlerini eskisi gibi hatırlayamamaktan, hatırlamak için fotoğraflarıma bakmaktan, nasıl konuştuklarını, nasıl güldüklerini, kahkahalarını bir daha hatırlayamamaktan deli gibi korktum.

Hyung, ben aşık oldum.

Gerçekten bana ilk kez hyung dediği ve benim haricimde biriyle ilgilendiğini söylediği günkü ses tonu yankılandı zihnimde. Nasıl da mutluydu, gözleri koca evrendeki bütün yıldızları sığdırmış gibi parlıyordu bana.

Yoongi, canım çok yanıyor. Onun da yanıyor mudur?

İlk kez birisi için, Taehyung için gözyaşı dökerken ki sesi ulaştı sonra. Bütün gece sarılarak ağlamıştı, sonunda da yorgunluktan baygın düşerek uyumuştu. Bu onun ilk sarsıldığı zamandı aynı zamanda. Asla dışarı yansıtmasam da Jungkook benim için özel bir arkadaştı, her bir duygusunu benimle sonuna kadar yaşaması bu hayatta bir arkadaşın diğer arkadaşla yaşayabileceği en özel şeydi.

Ani bir hüzün dalgası çarptı fırtınanın ortasında bana. Hayır, asla unutamazdım tüm bunları. Zaman, dünya üzerindeki en çirkin şey olsa da onun da dokunamadığı, ulaşamadığı yerler vardı. Kalbime sakladım onlara dair her şeyi, böylece asla unutmayacaktım. Anahtarı bana ait olan bir yere zaman asla giremezdi. Asla gidemezlerdi benden.

Gözlerim yeniden ellerimdeki lekelere kaydığında ne zaman eve geldiğimi, ne zaman buraya oturduğumu anımsamaya çalışırken omuzlarım üzerine bir hırka serilmesi beni dönmek istemediğim o dünyaya yeniden döndürdü. Üşüdüğümü hırkanın sıcaklığı tenime değdiğinde hissetmiştim ama ne yazık ki bir gram ısınmamıştım. Soğuktum ben, buz gibiydim, ruhum ve kalbimin soğukluğunu hiçbir hırka geçiremezdi.

"Yoongi," dedi bir ses en az benim kadar yıkık ve titrekti. Ona dair hiçbir şeyi bile hissedememenin verdiği acı dalgası yeniden çarptı bana. Gözlerine bakamadım, bakmak istesem bile bakamadım çünkü Jungkook'un ölümünün onunla bağlantılı olabileceği ihtimali kuvvetliyken yapamazdım bunu. İkimiz de bin beterken ve ben zaten öncesinden ikimizi de dağıtmışken yeniden dağıtmaya gücüm yoktu. Gücüm olsa bile daha ne kadar dağılabilirdim ki zaten, bilmiyordum, benden geriye bir şey kalmış mıydı cidden bilmiyordum.

Yine de tam olarak gözlerine bakamasam da yüzümü ona döndürmeyi başarmıştım ama bu keşke yapmasaydım diye düşünmekten alıkoyamamıştı beni. Baktığımda içimi kaplayan kötü hisler peşimi bırakmıyordu.

Beni muhtemelen eve Jimin getirmişti, hayal meyal hatırlıyordum Taehyung'ı bir poşetin içine koyduklarını, benim çılgınca bağırışlarımı... Dahası Jungkook'a yeniden gittiğimde onu görememek son noktaydı çünkü ölümü normal olmadığı için araştırılmak üzere devlete verilmişti. Engel olamamak, onu son kez görememek çok dokunmuştu, muhtemelen de bu yüzden bilincim dışında hareketlerimi şu anda hatırlayamamam normaldi.

Jimin'in beyaz gömleği üzerindeki kırmızılıklara kaydım, oradan çıkamadım. Benim ellerimdekilerdi ona bulaşan. Belki de tam tersi ama onun yüzünden değil, babasının ellerindeki kandı bize bulaşan. Bunu biliyordum, baktığımda o da biliyordu ama ne şekilde olursa olsun kendime engel olamadan bir suçlu arıyordum. Onu suçlamak, fazlaydı, haddinden fazla hem de. En azından bunu biliyordum. Biliyordum bilmesine ama burada olduğu sürece beni ele geçiren öfkeme hakim olamazsam eğer geri dönülmez bir şekilde incitecektim ikimizi de .

Gözlerimi ondan ayırdım, zorlanarak yeniden üçümüzün olduğu o ışıltılı tabloya döndüm.

"Yoongi ben-" böldüm konuşmasını, kafamdaki Jungkook'un sesini hiçbir şeyim bastırmasını istemiyordum çünkü "Git."

Konuşacağını bildiğimden bu sefer de "Jimin..." dedim umutsuzluk dolu bir sesle ona dönerken. Şimdi, tam gözlerindeydim, ölümüne korktuğum yerde. Anlaması için konuşmak istemiyordum ama ikimiz de dağıldığımız için hissedemiyorduk. Onun zaten kurdunu ve benimkini hissedemediğini farkındaydım ama şu an benim kurdum da acı içerisindeyken gerçekten konuşmak ölümle yarış halinde olmaya benziyordu.

Aralık dudakları kapandığında kollarını kendine dolayıp bir adım geriledi ve başını öne eğdi. Suçluca bir eğilişti bu, yemin ederim olmadığını biliyordum hatta onun suçu olmadığını da söylemek istiyordum ama yapamadım. İçimdeki o şey elimi kolumu bağladı. Sadece gitmeliydi, gitmesini istiyordum. Bu zamana kadar ona söylediğim şeyler yaptıklarıyla ilgiliyken ona yapmadığı bir suçu üstlenmesi için baskı kurabilirdim, tam bu yüzden pişman olmadan gitmeliydi bu evden.

Sanki dediklerimi anlamış gibi arkasını döndü, omuzları gittikçe çökerek ayaklarını sürüye sürüye uzaklaşmaya başladı. Daha fazla bakamadım ona, duvarımda asılı çerçeveye döndüm. Kapının kapanma sesiyle gözümde asılı kalmış bir damla yaş yanaklarımdan süzülürken gözlerimi eş zamanlı kapamıştım. Kapanma sesi sanki gidişiyle ona açılan tüm kapıları, ona ulaşan tüm yolları beraberinde kapatarak beni kurdumla bomboş, acı dolu bir odaya kapana kıstırmıştı. Ve en kötüsü onun da bambaşka bir odada kapana kısıldığını bilmemdi. Anahtarlar ise birbirimizdeydi. Nasıl açacağımıza dair hiçbir fikrim yoktu, açabilir miydik onu da bilmiyordum.

Saatlerce oturdum. Kurdumun ruhumu parçalamasına karşılık öylece durdum. Aynı odanın içinde ben bir köşede oturmuş, dizlerimi kendime çekmiş kurdumun vahşi bir acıyla duvarları pençeleriyle yıkmak ister gibi saldırılarını izliyordum. Sonradan kıpkırmızı gözleriyle bana döndü, tam o an kasıklarım daha önce tatmadığım bir acıyla yanmaya başladı. Elimle koltuğun üzerindeki yastığı kavrayarak keskince nefeslendim.

Hayır, hayır hiç sırası değil.

Çiçeklerim boğazımı yakarak kasıklarımla eş zamanlı bir arayışa girdi. Kızgınlığımın ilk belirtileriyle kendimi acı içerisinde koltukta kıvranırken buldum. Bu başka bir şeydi, cinsel açıdan açlık hissetmem gerekirken tek hissettiğim saf bir acıydı, kızgınlıkla alakası yoktu çünkü kurdum kızgınlığa girmemek için direnirken çiçeklerim tam tersini söyleyerek ruh eşini aramaya, bulamadığı için de deli gibi acı çektirmeye başlamıştı. Diğer yandan yaralı kurdumun çektiği acı sadece bununla sınırlı değildi.

"Ah!" diye bağırarak ağlamaya başladığımda sancıyla kendimi büzdüm. Hayatımda ilk kez yaşadığım bu acı, üç kademeden oluşuyordu. Ben, Jungkook'un acısıyla boğuşuyordum, kurdum Jimin'in ruhunda açtığı kesiklerdeki kanamaları durdurmaya çalışıyordu, çiçeklerim de her şeye rağmen diğer yarısını arzuluyordu. Ölsem belki daha az acıtırdı bunlar ama ölememek, acı içinde kasıklarımın acısıyla kıvranmak çok zordu. Alev alevdim, kurdum kızgınlığa girmemek için savaşıyordu.

Kendimi kasarak yüzünü koltuğa gömdüğümde bedenim yanmaya başladı. Bilinçsizce elimi savurup koltuğun yanındaki vazoyu düştüğünde umurumda değildi hiçbir şey.

Ağladım, deli gibi ağladım. Acıma, kurduma, çiçeklerime ve Jungkook'la Taehyung'a. Hıçkıra hıçkıra ağlayarak sabaha kadar kıvrandım. Boğuştuğum, mücadele içine girdiğim şeyin bu olmaması gerekiyordu ama hayatımda ilk kez bastırıcı kullanmış, kendimi uyuşturmuştum. Arkadaşlarımın gidişine karşı hissizleşmeyi ihanet olarak kabullenmiştim çoktan ilaç kullanarak. Bunun yüzünden sürünerek gittiğim yatağımda bastırıcıların etkisini göstermesini yastıkları sıkarak, bağırış dolu ağlamalarla beklemiştim.

Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim.

Binlerce, on binlerce kez özür dilemiştim onların acısını aptal bir kızgınlık yüzünden iteklediğim için. Yine de asla geçmemişti o ihanet hissi, göğsümün orta yerinde varlığını belli ederek beni deli gibi zorluyordu.

O gece, ondan sonraki ve bir sonraki gün de ruh eşimin olmayışı, bastırıcılar ve Jungkook'la Taehyung'ın hatıraları yüzünden acılar içinde kıvrandım. Hayatımın bir noktasında asla tahmin etmediğim şeylerle mücadele edişim yüzünden kızgınlığımın bitişiyle Yangju'daki evime gitmiştim. O evde durabileceğimi sanmıyordum, o ev hatıra doluydu. O ev, Jungkook'tu, Jimin'di, Taehyung'dı benim için ve şimdi hiçbir şeydi gibiydi. Koca bir boşluk, acılarla dolu bir ev, cehennem... Ama o eve gitmesem bile hatıralar peşimi bırakmamıştı. Jungkook'a ait olan eşyalar incelendiği için ailesine verilmek üzere evimdeki telefondan aranmıştım, alfalarla dolu ailenin tek omegası olduğu için onlar tarafından reddedilmişti ve görüştüğü tek kişi teyzesi Areum olduğu için o da beni aramış, bazı eşyaları almakta hakkım olduğunu söylemişti. Çünkü Jungkook'un ailesi dört kişiden oluşuyordu, vefat eden annesi, teyzesi Areum, sevgilisi Taehyung ve ben.

Gözlerimi ağır ağır kırpıp meşeden yapılmış masanın üzerindeki Jungkook'un çantasına oradan da koltuğun üzerinde uyuyan Yeontan'a bakındım. Ne zaman aldığımı bile hatırlamadığım Taehyung'ın köpeği, sahibinin yokluğuyla içine kapanmış, günlerdir sessizce etrafta dolanıyordu. Birbirimizin bir yansıması gibiydik resmen.

Güçsüzce yaslandığım koltukta doğurup elimi masanın ortasında duran Jungkook'un postacı çantasına uzattım ve içini açarak eşyalarını dışarıya çıkarttım. Burnuma hemen kokusu dolmuştu ama azdı, bu dünyadan geçip gittiğini belli edecek kadar azdı hatta. Nilüfer çiçeği kokusuyla birlikte yayılmış zambak kokusunu içime çektim korkarak, zaten burada yoktu ve şimdi içe çektiğim kokusunu da böyle harcarsam diye düşünmeden yapamamıştım ama bir gerçek vardı ki tüm düşüncelerimi lekeliyordu. O artık yoktu, ne yaparsam yapayım onun kokusunu bir daha asla duyamayacaktım.

Dudağımı bükerek, en sevdiği kitabı aldım önce elime. Kelebek Düşleri, Japon haukilerine bayılırdı ama en çok bu kitabı seviyordu, en çok bu kitabı sevgilisiyle bağdaştırdığı için yanından hiç ayıramadığı gibi siyah keçeli kalemini de ayrılmaz bir ikilice ön kapağına iliştirmişti. Sonra renkli postitlerini çıkardım ve dolu gözlerle bir köşeye koydum. Postitlere de bayılırdı, onlara küçük notlar yazarak unutmaması gereken şeyleri hatırlatırdı kendine. Sonra naneli şekerleri vardı, sinirlendiğinde onlardan yerdi hep.

Şekerleri bırakıp ellerimle yüzümü kapattım ve ağlamamak için derince nefesler aldım. Her şey o kadar zordu ki, her şey o kadar üst üste gelmişti ki ben ne yapacağımı bilmiyordum. Kontrolsüzce gelişen olaylar yüzünden alt üst olmuştum ve çok yakında gerçekleşecek olan açık oylama için de hiçbir gelişme yoktu.

Nasıl göründüğümü az çok biliyordum, birkaç gündür öğün atlıyor ve uyumuyordum bu yüzden çok halsizdim. Gözlerimin altında morluklar, canımı yakacak derecedeydi. Bitkince, ağır hareketlerle babamın sağ köşedeki içki şişeleriyle dolu yere bakındım. Pek fazla içen biri değildim, eğer fazla derdim yoksa tabii ki ve şu an dertlerden oluşan bir odada kapana kısılmış çaresizce kıvranırken alkol tek çare gibiydi. Yeni olduğunu düşündüğüm kristal bir viski şişesini elime alarak bardağa bir parmak kadar koydum ve cebimden eşlikçisi olacak sigarayı çıkararak dudaklarıma götürdüm fakat bekledim. Jungkook'un varlığı burada olmasa da eşyaları hala varlığını kanıtlarcasına gözümün önündeydi. Eğer sigara içmeye başlarsam araştırmalarına bakarken sabahlayacağımdan paketler bir dağ oluşturacak, küllük sürekli izmaritlerle dolacaktı. Tam yanımda olsaydı çok fazla içtiğim için bana çok kızardı.

Dudaklarıma, onun bana kızdığı ses dolarken gülümseyerek sigarayı dudaklarımdan ayırdım ve paketle birlikte masanın uzak bir köşesine gönderdim. Uzaktan bakan birisi onu dinlemediğimi düşünebilirdi ama ben onu hep dinlerdim, sadece belli etmekte biraz zorlanırdım. Sonuçta, zihnimdeki sesi bile beni durdurması için yeterliydi.

Ellerimle araştırma dosyalarını çantadan çektiğimde bir elimle de bardağı tutuyordum sıkıca. Araştırmalarının hepsini bana anlatmamıştı ama şimdi dosyaları kendim incelediğimde bir şeyler bulacağımdan emindim. Çünkü bulmalıydım, aksi mümkün değildi. Bunun yaşanmasında kimin suçu varsa, Jungkook ve Taehyuhng için bunu çözecektim. Öyle ya da böyle, çözecek ve tüm bunlar bittiğinde onları hak ettikleri şekilde Tanrı'nın yanına uğurlayacaktım.

&&

Jimin:

İnsanlar hayatları boyunca hata yapardı ve bu hatalardan ders alması muhtemeldi. Bazı hataların bedeli vardı bazılarınınsa bedeli olduğu halde ödenmezdi. Ben bedelini ödeyenlerdendim, hem de ikinci kez. Geri dönüşü olmadığını anlamam için uzun bir süre geçmesine gerek yoktu. Hatırlamak istemedikçe gördüğüm her ayrıntıda kahroluyordum ve hatalarımı telafi etmek için bu duyguları paylaşamadıkça içimdeki o boşluk hissi daha da büyüyor, beni asla çıkamayacağım o kuyunun daha da dibine gönderiyordu. Hayatımda olan insanlar önce yavaşça sonra aniden gittiği için artık ne yapmam gerektiğini bilemiyordum. İlk hayatım gibi ikincisinde de onu kaybetmeye mahkumdum. Kaybetmeye mahkum olduğum gibi diğer insanların da kaybetmesine sebep oluyordum, en çok da bu acıtıyordu. Jungkook ve Taehyung bunları in örneğiydi, elbette Hoseok da vardı. Hepsi benim yüzümdendi, eğer ben olmasaydım hiçbirinin canı yanmayacaktı. Canım acımayacaktı. Gerçi... Artık acımıyordu bile. Hissizleşmiştim, Kaybolmuştum ben. Kendi kurdum zerre umurumda değildi, ki zaten onu da hissedemiyordum artık, ama Yoongi'nin kokusunu, kurdunu hissedememek beni en çok korktuğum şeyle yüzleştirmişti. Mükemmel uyumdan birbirlerini bulan ruh eşlerinden biri diğerini terk ederse, güçsüz olanın yaşamak için hiçbir sebebi kalmazdı. Güçlü olan hayatının bir noktasına kadar diğerinin boşluğunu hissetse de güçlü olduğu sürece yaşama tutunabilirdi. Ben, bu hikayede güçsüz olandım. Önceden güçlü olduğunu sanıp özgüvenle yürüyen Jimin, aslında o özgüvenin arkasında kalmış, babasının iğrençlikleri yüzünden büyüyememiş ve aynı hataları tekrar eden bir insandı.

Farkında olmadan dakikalardır kaşıdığım kolum acımaya başladığında sırtımı yasladığım ak söğüt ağacından çekip gözlerimi korka korka koluma çevirdim. Birkaç gün önce acılar içinde geçen ve cinsel istekten uzak kızgınlığım yüzünden neredeyse aklımı kaybedecek acıya maruz kaldığımdan akıl sağlığımın pek yerinde olduğu söylenemezdi. Zaten bedenimde kaşındığım için kırmızı pütürcüklü yaralar oluşmaya, hatta fazla kaşımaktan kanamaya başlamışken, o gerçek gün gibi ortadaydı. O izler, çıldırmamın birinci aşamasıydı. Kurdumu kaybetmeye başladığım için bedenim bir arayış içindeydi, kabullenemiyordu ve sürekli kaşınıyordum.

Diğer yarısını kaybetmiş kurtlar gibi olacaktım. Bana, kaybolmuş kurtlardan biri diyeceklerdi zaten zamanla ben de kaybolacaktım çünkü kaybolmuş kurtlar için dünyada yer yoktu. Bana düşense sadece dünyadan ayrılacağım zamanı beklemekti. Çiçeklerim solarken ben de bana verilen ikinci şansı elime yüzüme bulaştırıp yine yok olup gidecektim işte.

En azından, dedim içimden, en azından bu sefer Yoongi ölmeyecek. Bu sefer daha güçlü olduğunu görebiliyordum. Komutan olduğu hayatımızda ne kadar insanların içini korkudan titreten bir savaşçı olsa da o zamanlar benimleyken nasıl olduğunu çok iyi biliyordum, beni sevdiğini iliklerime kadar hissettirmişti, bana karşı gerçekten çok kibardı. Burada ise, oradakinin tam tersiydi, sertti, dikti ve asla taviz vermiyordu. Önceki hayatlarımızın tam tersi diyebilirdik ikimiz için de. Ama bir bakımdan hakkı vardı diyebilirim çünkü geçmişte de her şey benim yüzümden olduğumda bu sefer tanrı onu incitmemek için böyle yaramıştı nitekim ben yine kaybeden taraftım her zaman.

Rahatsızca kolumu kaşımaya devam ettim, sonra boynumu da biraz kaşıdım ve acıyla gözlerimin dolmaya başladı. Canım çok yanıyordu. Derimin altında sanki bir şey vardı ve beni inanılmaz rahatsız ediyordu. Çiçeklerim de ince bir sızıyla tüm vücuduma kötü bir his yaymaya başladığında geçen günlerden hiçbir farkı olmaksızın ağlamaya başladım. Dizlerimi çimenlerin üzerinden kendime çekip sarmış, başımı dizime e yaslayarak kollarımı etrafıma sarmıştım.

"Jimin," dedi tanıdık ses "Yemek yemen gerek. Güçsüz düşeceksin, oylamaya kadar toparlanmalısın."

Bu kadardı işte, oylamaya kadar toparlanmalısın, ben tam olarak bundan ibarettim.

Seokjin, kolumdan tuttuğunda yaralarımı inceledi ve sıkıntıyla iç geçirdi. Pütürcükler ilk başta bir ceviz büyüklüğünü geçmeyecek alandayken şimdi bir el büyüklüğünde bileğimi ve boynumu kaplamıştı. Bunun için sürekli krem sürse de işe yaramıyordu zaten işe yarasın diye değil de oylamaya kadar olduğunu biliyorduk ikimizde. Sadece ilk kez bunu dile getirmişti.

"Kalk, üşümüşsün. Hasta olman işleri daha da zorlaştırır."

Kolumdan tutup beni kaldırdığında itiraz edemedim, gücüm yoktu. Kaç gün olmuştu doğru dürüst yemeyeli? Üç? Belki de beş. Toplasan bu süreçte uyuduğum süre de beşi geçmezdi ki. Zaten buna gerek de yoktu, çok vaktim kalmamıştı değil mi?

Üzerime bir hırka atıp beni göl evine soktuğunda babam da laboratuvarın kapasından çıkıp kapıyı şifreyle kilitlemiş, gözlerini üzerime sabitlemişti. Çekik ve yoğun kahverengilerim ardından bulunan o vahşi kurdu görebiliyordum. Gözlerini hep bir avcının gözlerime benzetmiştim ve aynaya baktığımda bazen benim de gözlerim onunki gibi keskin oluyordu. Bundan nefret ediyordum, onun özelliklerine sahip olmaktan nefret ediyordum.

"Onunla boşuna ilgileniyorsun, yakında bir çöpten farkı olmayacak." dediğinde bunu kanıtlamak ister gibi beni Seokjin'in elinden çekmiş, rastgele savurmuştu. O kadar güçsüzdüm ki ayaklarım bu hareketi yüzünden birbirine dolanarak beni tartmışım, kendimi yerde bulmuştum.

"Yine de oylamaya katılırken böyle görünürse insanlar şüphelenir. En azından yaraları-" babam Seokjin'in sözünü kesip sıkıntıyla üflemişti "Uzun kollu ve boğazlı giyerse kimse anlamaz. Ayrıca-" bana baktığını hissettim. Ama ben ona bakamadım, yerde öylece dururken gözlerim bir noktaya sabitlenmiş bir şekilde bekliyordum "Onu buradan götür. Omega sıvısı bir boka yaramıyor ve bu onu gördükçe öfkemi tetikliyor."

Birkaç gün önce, kızgınlığa aniden girdiğim için babam beni Hoseok'un yanına bağlamıştı. Elbette bu durumdan faydalanmak istemişti, içindeki iğrenç kişilik ona bu hakkı tanıyordu ne de olsa.

Vücuduma baktığımda en nefret ettiğim iz kasıklarımda asla geçmeyen kanülün iziyken orayı yine delmişti. Ama öncekinden tek farkı kurdum beni terk etmeye başladığından istediği şeyi, omega sıvımı alamamıştı. Haliyle bu onu öfkeden deli çevirmiş, kızgınlığım boyunca beni bağlı tutarak bana daha büyük acılar yaşatmıştı. Benimle birlikte, Hoseok da yaşamıştı bu durumu. Acılar içinde kıvranırken benimle ağlamıştı, hayal meyal hatırladığım destek verici cümleler kurmuştu.

Yerden kaldırıldığımda babam gözden kaybolmuştu. Seokjin'in yardımıyla yukarıya çıkmış ve onun tarafından bir bebek gibi yatağa oturtulmuştum. Kanamış kızarıklıklarıma pansuman yapıp kremlemiş, beni kalınca giydirerek arabasına götürmüştü. Sessizdim, ne diyebilirdim ki? Diyecek hiçbir kelimem yoktu benim. Hepsi, bir gecede bitmişti. Artık önemsizdi.

Arabayı Seul'e sürüp önce kampüse uğradığında arka koltuğa başımı yaslamış dışarıyı izliyordum boş gözlerle. Geçip giden alfa ve omegalar bana önümdeki günleri göremeyecek olduğum gerçeğini net bir şekilde anlatıyordu. Bu kadar kısaydı işte benim hayatım, 15'lerimin sonunda kaçmıştım 21 yaşımda yine kaçtığım yerde tutsaktım üstelik sona yaklamıştım.

Araba, çiçeklerle donatılmış kaldırımın önünden geçerken küçük bir çerçeve içinde, rengarenk çiçeklerin arasında Jungkook'un gülen fotoğrafı çarptı gözüme. Onunla pek vakit geçirememiştim ama az çok biliyordum insanların hakkındaki düşüncelerini. Altın omegaydı o, gittiği yere ışık getirirdi, insanlarla çok iyi anlaşırdı. Şimdiyse gidişi için veda ediyorlardı ona.

Gözlerim doldu, fark etmeden kaşıdığım boynumdan ellerimi çekip alt dudağım titreyerek elimi cama yasladım, sanki dokunmak istermiş gibi. Bir ışığın sönmesine aracı olmuştum, iğrenç biriydim.

Geçip giderken onun gülen yüzünü aniden görmek o gece Yoongi'den bir daha dönemeyeceğimi bilerek kapısından çıkışımı hatırlattı bana. Göl evine götürülmek için yine yol kenarından alındığımda babam ve Seokjin'in konuşmalarından anlamıştım. Onlar yüzündendi her şey, o yapmıştı. Nasıl ve neden olduğunu bilmesem de onların yaptığından emindim.

Kampüsün içindeki kestirme yoldan korunmadaki lojmana götürdüğünde beni doktor olduğu için içeri girişi oldukça kolay olmuştu. Zaten güvenlikteki betanın onların adam olduğu da belliydi. Babam, bu sefer gerçekten planını kusursuz yapmıştı.

Çok sık gelmediğim bu eve Seokjin tarafından getirildiğimde ne yapacağımı bilemezce etrafıma bakındım. Ayaklarımı sürüyerek yatak odasına ilerlemiştim ama yönümü tuvalete çevirerek midemin kaynamasının sonuçlarına katlandım. Güçsüzce yere çöküp klozete eğildiğimde midemin bomboş oluşuna rağmen saatlerde öğürdüm ve zaman zaman sarı bir sıvı çıkarttım.

Tüm bu süreçte sırtım, onun iğrenç biri olduğunu bilmesem şefkatli bir sıvazlama diyebileceğim ellerinin varlığına eşlik etmişti.

Son bir öğürmeyle ellerimi kasıp eğildiğimde kendimi iyice yere atıp güçsüzce nefes almaya çalıştım. Nasıl hem nefes nefese hem de nefessiz kalabiliyordum bilmiyorum ama çok acıttığı kesindi. Ciğerlerim yanıyordu, gün geçtikçe bu daha da fazlalaşıyordu. Titreyerek Seokjin'in gözlerine ihanetini öğrendiğimden bu yana ilk kez baktım. Orada hiçbir duygu görmeseydim daha mutlu olurdum ama orada, acıma vardı. Ona söyleyecek binlere kelimem vardı ama sadece "Yaptıklarının arkasında dur ve bana acıma." dedim güç bela.

Elini sırtımdan çekip tuvalet kağıdını eline sararak eğildi ve kirlenmiş ağzımı silerken dudaklarını birbirine bastırdı, ardından da kolumdan tutarak beni kaldırdığı gibi yatağıma götürdü. Biraz sendeledim, ama tutuşu yüzünden düşmemeyi başardım.

Düzgünce yatırdı beni, artık baktığımda sadece acıma yoktu o gözlerde. Umutsuzluk da vardı, baktığında gördüğü şeyi anladım, benim için umut olmadığını biliyordu. O bir doktordu, eminim ki kurdumu kaybedenlere çokça rastlamıştı ve sonucunda ne olacağını öngörebiliyordu. Bakışları da o yüzden birden değişmişti ve sanırım bu kızarıklıklardan sonra ikinci aşamaydı ölüme yaklaşmamın. Belki de çıldırmamın? Gerçi ne anlamı vardı ki ikisinde de öleceksem, değil mi?

Yüksek sesli bir telefon melodisi kulağıma çalındığında üzerime örttüğüm yorganın ucunu yumruğum arasına sıkıştırıp yatakta iyice büzüşürken Seokjin içeri gitmişti. Birden yalnız kaldığımı hissetmemle titremeye başladım. Bu evde, bu odada yalnızdım ben. Sürekli zihnim bu düşüncelerle meşguldü. Pencereden içeri süzülen ışığa katlanamayarak sulanmış gözlerimi kapadım ve yorgana sarılıp düşünmemeye çalıştım. Mümkün değildi, düşünmemeye çalıştıkça kaşınıyordum. Ellerim, boynum ve kollarım... Kanatırcasına kaşıdım, tüm gün, gece ve önümüzdeki günlerde de bu devam etti. Artık, farklı bir boyuta geçtiğimde buna düzenli kusmalar da eklenmişti. Seokjin, bana sürekli ilaçla serum veriyor beni toparlamaya çalışıyordu ama pek mümkün olmuyordu. Gün içinde verdiği serumlar beni kısa süreli ayağa kaldırıyor akşama doğru yine aynı güçsüzlükle yığılacak gibi oluyordum.

Uyuyamadığım ve peşi sıra geçip giden günleri takip edememekten Seokjin elinde kıyafetlerle girdiğinde anlamıştım bugünün önemini. Bugün, oylama günüydü. Başbakan, korunmadaki omegalar, devlet adına çalışan diğer kurtlarla birkaç gazetecinin bulunacağı kurulda her şey belli olacaktı.

"Önce serumumu takalım. Orada bayılırsan kurul için iyi olmaz." Kıyafetleri bırakıp çantasında serumu çıkarttığında kolumu sıvayıp serum yemekten morarmış kollarıma bir yenisini daha eklemek için iğneyi geçirip halletti. Ardından da kaşınmaktan oluşmuş lekelerime bakarak iç geçirdi "Kazağını sıyırmamaya dikkat et. Bir de," bir hap uzattı bana "Bunu iç, kokunu biraz da olsa ortaya çıkarıp kaybolmuş olduğunu gizleyecektir."

Sessizce içtim hapı, her şeyi öylesine düzenli planlamışlardı ki itiraz etsem de yapmama gibi bir lüksüm yoktu.

Dakikalar içinde elinde makyaj malzemeleriyle önüme eğildiğinde "Göz altlarını kapatmalıyız." dedi ve yanıt vermemi beklemeden fırçayı yüzümde dolaştırdı. İşini bitirdiğindeyse kıyafetlerimi de giymeme yardım etmişti ve hazırdım. Son kez, hazırdım.

Seokjin içeride beni beklemeye başladığında aynadaki aksime baktım. Siyah pantolon, beyaz gömlek beni içime giydiğim siyah boğazlı kazakla sanki öylesine dolaşmaya gider gibiydim. Ama yüzüme bakıldığında bir enkaz olduğum anlaşılıyordu. Çökmüştüm, çökmek umurumda değildi şu an için, çiçeklerim...Gelincik çiçeklerim eskisi kadar canlı değildi, korktuğum gibi biraz solmuşlardı.

Elimle nazikçe dokundum onlara, gitmeyin der gibi, biraz da veda eder gibi. Cevap olarak sızladılar ve ben onlara daha fazla bakamayarak Seokjin'in yanına gittim. Korunmadaki diğer omegalarla çıkışta buluştuk. Hepsinin yüzündeki tedirgin ifadeyi görebiliyordum, hepsi kaderine güçsüzce boyun eğerek ne olacağını bekliyordu. En kötüsü ise beni gördüklerinde kendilerini görüyor gibi hissetmeleriydi.

"Yun Hee nerede?" gözlerini omegaların arasında gezdiren Seokjin bir kişinin yokluğunu fark etmişti anlaşılan "Çağırın gelsin, gideceğiz şimdi."

Saçları bal renginde olan erkek bir omega başını eğerek sessiz fısıldadı. Çekindiği belli oluyordu "Birkaç gündür yok, lojmana gelmiyor."

Cevap olarak Seokjin hmm'ladı ve omegalara bir kez daha göz gezdirdi. Yun Hee'yi az çok tanırdım, Hoseok'la eskiden aynı mahallede otururlarmış, ara konuştuklarını da görmüştüm. Ortalıkta olmayışı ise sanırım korkup kaçmasındandı.

Devletin gönderdiği arabalara binerek oylamanın yapılacağı Seul'deki Bongeunsa tapınağının yanındaki binanın önüne geldiğimizde arabadan inerken tam karşıda Yoongi'yi görmek beni öyle bir sarstı ki bacaklarım deli gibi titredi ve tökezledim. Eğer yanımdaki omega beni tutmasa dizlerimin üzerine çökecektim.

Kıza yaslanıp yavaşça "Biraz sana yaslanabilir miyim? Kendimi kötü hissediyorum da." dediğimde Yoongi'yle gözlerimiz birleşti. Alfam, bana anlık bakmış ve sonra sanki görmemiş gibi karşısındakiyle konuşmaya başlamıştı. Bu, canımı çok yaktı artık alfam olmadığını hayırlattı ama ona bakmayı kesemedim. Aklıma, zihnime kazır gibi inceledim onu son kez.

Nefret ettiği takım elbiseler içinde dimdik duruyordu ama ben içten içe nasıl çöktüğünü yüzüne baktığımda çok iyi biliyordum. Hala atlayamamıştı, atlaması mucize olurdu zaten ama bu hali beni daha çok üzmüştü çünkü içimde bir yerlerde az olsa bana karşı üzüntü görmek istemiştim. Az da olsa kurdunu hissetmek, kokusunu duymak istemiştim. Sanki ona dair tek şey, artık bir görüntüydü.

Kıza tutunarak binaya geçtik ve mahkeme salonlarını andıran bir salona girdik. İçerisi Kore'nin gelenekselliğinden uzak modern çağa uygun bir dizayna sahipti. Başbakanın yönetmesi için hakimlerinki gibi yüksek bir kürsü vardı ve onların altında da sözcüler için dikdörtgen bir masa. Bizler de kurulla aramızda belimize gelen korkulukların ardındanki koltuklarda oturacaktık.

"Senin önce oturman gerek, şuraya geçelim mi?"

Kıza hafifçe başımı salladım ve omegalarla yerlerimize oturduk. Babam da, son kez onlara araştırmalarından yola çıkarak beyan ettiği fikirlerini açıklayacağı için ufak kürsünün önüne geçmişti. Çok geçmeden de herkes yavaş yavaş doldurmaya başladı salonu. Yoongi, sözcülerle geldiğinde ciddi bir ifadeyle yerine geçti. Oturduğu yer tam karşımdaydı. Sanki beni öldürmek ister gibi, kaybettiklerimi hatırlatmak ister gibi oturmuştu karşıma. Eğer gerçekten böyle düşünüyorsa, gerek yoktu, çünkü geçirdiğim her dakika kaybettiklerim için bir parçamı yitiriyordum.

Başbakan içeri giriş yaparken kolumdan destek olarak kalkmamı sağlamıştı kız. Gözüm sadece Yoongi'deydi. Tüm yaptıklarıma rağmen bana baksın istiyordum, son kez bana bakmalıydı, son kez aklıma kazımalıydım. İyi olduğunu görmeliydim ama bana bakmamıştı bile.

Gazeteciler de yerlerime geçip bilgisayarlarını çıkarttığında başbakan resmi olarak oylamayı açtı be tarihimizi, geleneklerimizi özetleyen bir konuşma yaparak söz babama verdi. Büyük bir gururla yalanlarını sıraladı onlara. Tüm araştırmalarını bilimsel kanıtlarla açıkladı, insanların beynini öyle güzel yıkamaya çalıştı ki onun gerçekten korunmadaki omegaları düşündüğüne neredeyse inanacaktım.

Gazeteciler söylenenleri hızla bilgisayarlarına yazarken babamın söz hakkı bitmiş, sıra oylamaya gelmişti. Elimle sızlayan kalbimi tuttum ilk Gyeonhbuk sözcüsü oyunu söylediğinde.

"Kaldırılması için oyluyorum."

Hemen ardından Sıra Gangwon sözcüsüne gelmişti. Kadın kararla başını sallaması ve "Kaldırılması için oyluyorum." dedi.

Jeonbuk sözcüsü, beklediğim gibi bir cevap verdi. Çünkü yakın zamanda korunmada olmadığı halde öldürülen yeğeni Jungkook için vermişti oyunu "Kaldırılmaması için oyluyorum."

İkiye bir... Ve şimdi son oy.

Oylama sırası bir an olsun gözümü ayırmadığım Yoongi'deydi. Onun vereceği oyla her şey belli olacaktı. Eğer ikiye iki olursa, oylama berabere olduğu için düşecek ve korunma programı kaldırılmayacaktı. Ama eğer tam tersi olursa... Cevabını biliyordum, o kararlı bir alfaydı.

Arabadan indiğimde bakışmamızdan bu yana bir kez olsun benimle göz göze gelmeyen Yoongi, en başından beri masanın üzerinde kavuşturduğu ellerine kitlenmiş gözlerini bana çevirmişti. Yorgunca baktım ona, elim hala sıkışıp duran, ritmi bozuk kalbimin üzerindeydi sanki düzeltebilirmişim gibi. O ise bana sadece baktı, hiçbir şey anlayamadım, hissedemedim, çok çabalasam da olmadı. Bu yüzden gözlerim doldu, ona baktığımda ne düşündüğünü bilememek, anlayamamak kahretti beni. Ruh eşiydim ben onun, ruh eşleri birbirini hissederdi ama olmuyordu işte. Dediği gibi, çiçeklerimizi soldururken öylece durup izliyordum onu.

Bu benim sana son iyiliğim.

İlk hayatımızda böyle demişti kılıcı boğazımdayken, ihanetimi yakaladığında. Bana Goryeo'yu terk etmem için bir şans tanımıştı, istediğim gibi son kez babama haber uçurup, gitmem için bırakmıştı beni.

Bu benim sana son iyiliğim.

İkinci hayatımızda da böyle demişti. Bana yaptığı son iyilik, babamın korunma programını kaldırması için oynadığı oyundaki baş rolümü hakkıyla yerine getirmemi sağlamaktı. Her ne kadar hatırlamasa da insan bir yerde o kişiydi, benzerlikler olması muhtemeldi.

Dudaklarımın titreyerek aralanmasına engel olamayarak birbirimize bakmaya devam ettik. Dolu gözlerim cevabını beklerken kapandı ve Yoongi'nin kararla ağzından çıkan oyuna karşılık bir damla yaş yanaklarımdan süzülerek cevabına karıştı.

Sizce, Yoongi oyunu kaldırılması için mi kullanacak, karışmaması mı?

Öncelikle bir şey söylemek istiyorum, Taekook'u öldürmek hiç kolay olmadı (yalan, gözüm kapalı verdim bu kararı) özellikle Jungkook biaslı olarak hiç kolay olmadı (yalan, hemen kıydım) ama kurgu gereği bu gerekiyordu. Çünkü hayatımızdaki insanların değerini ancak kaybettiğimizde anlarız.

Continue Reading

You'll Also Like

33.1K 2.7K 24
Senin gibiler verdiği aşkı geri isterler. Ve benim gibiler 'değiştim' dediğin zaman inanmak isterler. Beni avucunun içine aldın, Şimdi dağıttığın par...
45K 6.9K 25
Geçirdiği kazadan sonra 10. yılına özel bir konser veren ünlü rock yıldızı Min Yoongi için yeniden sahnede olmak çok güzeldi fakat kim olduğunu bilme...
4.8K 740 9
Park Jimin, kalbi paramparça olduğunda bütün hayatını arkada bırakarak bambaşka bir ülkede kendisine yeni bir hayat kurmuştur ta ki en büyük kalp kır...
263K 35.6K 29
Kalp hastası Jeon Jungkook arkadaşı Taehyung'a platonik aşıktı. Kim Taehyung ise Jungkook'un hislerinden habersiz sevgili yapmıştı... mini fic, bölüm...